6 Haziran 2009 Cumartesi

UNUTAMADIĞIM DOST
Mehmet BABACAN

1960’lı yılların sonuna doğru tanıdım Abdülkadir Bulut’u. Bir ömür sürecek dostluk o zaman başladı.
Anımsanacağı gibi, 1961 Anayasasının yarattığı özgürlük ortamında, siyasal ve kültürel etkinlikler hızla artmıştı. Özellikle öğretmen kesimi başı çekiyordu. Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), toplumsal kesimlere örnek ve önder olabilecek dozda devinimler içindeydi.
Emekten yana devrimci düşünce, birtakım şablon bağnazlıklar içinde, henüz paramparça olmamıştı.
Yani, ülkenin kalkınması ve halkın mutluluğu, Atatürk ilke ve devrimleri çizgisinde aranmaktaydı.
Yani, Nâzım yasak olsa da, Kuvayı Milliye Destanı elden ele dolaşabiliyordu.
Yani, emperyalizme, soyguna, sömürüye karşı başkaldırı çığ gibi büyüyordu.
Kültürel alanda da, Nazım’ın yerini Dağlarca ile doldurmaya çalışan sanat ve şiir çabaları, Neruda’ya kadar uzanabiliyordu.
O günlerde, Anamur üstünden bir şiir bulutu yükselmeye başladı. Çeşitli dergilerde yer bulan bu şiirler, Abdülkadir Bulut adını zihinlere kazıyordu. Kimdi bu ozan? Şiirleri renkliydi. Dili halkın dili; dileği halkın öz değerlerini koruyup yaşatmaktı. Yöresinin folklorik öğeleri, şiirin ahengi içinde, kimi yerde yakıcı bir ağıt; kimi yerde gülmece boyutuna ulaşıyordu.
İki komşu ilçede olmamıza karşın, bir türlü tanışamamıştık, bir on kasım gününe kadar.
Anamur öğretmenlerinden bir grup, “10 Kasım-Atatürk’ü anma etkinliği” düzenleyip rahmetli arkadaşım Ali Kara ile beni de çağırmışlardı. Olaylı geçti etkinlik. Çünkü Atatürk’ün “Bursa Söylevi” okunmuştu. Gözaltın alınanlar oldu. Sanırım, Abdülkadir Bulut da, bu olaydan ötürü sürgün edilmişti...
İşte o gün tanıştık. Kocaman bıyıklı, koskocaman yürekli, yurt ve ulus sevdalısı, cıva gibi biriydi. Dünya halklarının kardeşliğini, Mustafa Kemal’le bütünleştirecek kadar da akılcıydı.
Sıkça buluşurduk Anamur’da. Özellikle yaz dönemlerinde. Anamur’un “Kayrak çakıllı “ yollarında (Bu türküyü çok severdi) epeyce pabuç eskittik birlikte.
Buluşmalarımız, adeta gündemli olurdu. İki üç kişi halinde, sahilin sakin bir köşesinde “Çilingir soframızı” kurar, söyleşimize başlardık. Konuşulmayan ne kalırdı ki… Mesleğimizin sorunları, ülkemizin ve dünyanın sorunları baş köşeye teklifsizce oturuverirdi. Sanki hiç özel derdimiz yoktu. Hem de, yalnızca yakınma boyutunda değil, çözüm önerilerini de tartışa tartışa saptardık.
Belden aşağı bir söyleşimiz olduğunu hiç anımsamıyorum. Nerden nereye geldik mi diyelim?
Her konunun sonunda bir şiir faslımız olurdu. Onun en büyük zevki, yüksekçe bir yere çıkıp, denize karşı yüksek sesle şiir okumaktı. Adeta coşardı. “Bu deniz, bu derya; halk deryasının bir eşdeğeridir, bilesiniz,” derdi.
Söyleşilerimizde sıkça kullandığı bir yargı daha vardı: “Arkadaş, boğulmak gerekirse büyük denizde boğulacaksın ki boğulduğuna değsin. Pisipisine ölmek yakışmaz bize.” Bu sözcükler tümüyle onundur. O büyük deniz, ya da büyük denize giden yol, İstanbul’du ona göre.
Gün geldi, amacına ulaştı, atandı İstanbul’a. Çok sık olmasa da haberleşebiliyorduk. Çok mutluydu. Çünkü çevresi hızla genişlemiş, üretkenliği alabildiğine artmıştı.
TÖB-DER Genel Kurulu olduğu zamanlarda Ankara’da buluşurduk. Eşim Döndü Hanım’ı serbest şiirde daha başarılı bulurdu. Bıkmadan İstanbul’a gelmemizi önerir, “ Yazık, o yörede harcanıp gideceksiniz. Oysa sanata kültüre katkı yapabilecek insanlarsınız. Büyük şehir korkutmasın sizi Yörükler,” diye takılırdı.
Saygın dostumuzun dileğini yerine getiremedik. Harcanmadıksa bile, daha verimli olmayı başaramadık... O yüzden, o iyi yürekli ve öngörülü dostuma, borçlu kaldığımı düşlerim hep. Ölüm yıldönümlerinde, Anamur’da yapılan anma etkinliklerine katılmakla, borcumu ödeyebilir miyim, onu da bilemiyorum...
Saygı ve sevgiyle anıyorum...