15 Aralık 2011 Perşembe

GERÇEMEK SAYI 30 OSMAN ŞAHİN ÖZEL SAYISI

GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ
ISSN: 1307–4881
İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN
Yıl: 5
Sayı: 30

Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hatice Canan Yalçıner
yalciner_canan@yahoo.com.tr

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon: (0324) 8412836
E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54
Baskı Tarihi: 01 Kasım 2011

Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır. Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.
Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/ Aydıncık Şubesi
TR930001001020307582605005

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

EMZİK (Onosma)

Emzik ya da emzik otu olarak bilinen bu bitki, 15 ile 30 cm boyunda, boz yapraklı, çalı görünümlü, çok yıllık otsu bir bitkidir. Kayaların yüzündeki yarıklarda ya da taşların arasında yetişir. Kuru ve kalkerli toprakları sever. Yaprakları, gövdesi ve çanak yaprakları ince beyaz sert, batıcı tüylerle örtülüdür. Martta çiçek açar. Küpeyi andıran, beyaz, mor ve kırmızı çiçek açar. Çiçekler gövdenin üst kısmındaki dallar üzerinde aynı yönde dizilidir. Çiçekleri bal özüne sahiptir, çekilip sömürüldüğü zaman, ağza tatlı bir sıvı gelir. Arıların çok sevdiği bir bitkidir.
Bilinen bir kullanım özelliği yoktur. Bazı türlerinin yapraklarının yara tedavisinde kullanıldığı söylenir.

EDİTÖRDEN

40. SANAT YILINDA OSMAN ŞAHİN
Mustafa B. YALÇINER




Takvim yaprakları 6 Ekim 2011 Perşembe’yi gösteriyor. Yazar Osman Şahin, Mersin’den Aydıncık’a gelecek. Eşimle onu bekliyoruz, emekli felsefe öğretmeni İhsan Sezer de yanımızda. Öğleye doğru geliyor Osman Şahin, yüzü hep güleç. “Canım kardeşim” diyerek sarılıyoruz birbirimize. Öykü yazarı Nazmi Bayrı da iniyor arabadan, kucaklaşıyoruz.
Limana gidiyoruz Kelenderis Mozaiğini görmek için. Öğle yemeğinden sonra da yola düşüyoruz Anamur’a gitmek üzere.
Osman Şahin’in 40. sanat yılı vesilesiyle 4 Ekim’de Adana’da, 5 Ekim’de Mersin’de etkinlikler düzenlenmişti. 6 Ekim akşamı da Anamur Eğitim-Sen Temsilciliği’nde bir söyleşi yapacağız.
Nazmi Bayrı, İhsan Bey’in arabasına biniyor. Osman Şahin benim arabamda. Yoğun bir sohbet. Ne hızlı geçiyor zaman, ne çabuk bitiyor kıvrım kıvrım yollar!
Anamur’da Esya otele iniyoruz. Otelin sahibi Yakup Uygunkubaş, eşi, kızı, oğlu hepsi candan davranıyor. Evimizde gibi duyumsuyoruz kendimizi. Gazeteci yazar Güngör Türkeli karşılıyor bizi orada. Daha sonra şair Muhammet Güzel ile şair Murat Koçak da katılıyor aramıza.
Akşam yemeğinden sonra söyleşi yerine ulaşıyoruz. Eski Kütüphaneler Genel Müdürü Gökçin Yalçın bizden önce gelmiş Eğitim-Sen’e. Salon dolmuş, ilgi yoğun.
Konuşmacılar olarak alıyoruz yerlerimizi. Konuşmaya Güngör Türkeli başlıyor. Gökçin Yalçın’ın konuşmasıyla sürüyor toplantı. Ve sıra bana gelince ben de yapıyorum konuşmamı.
En son Osman Şahin konuşuyor. Sonunda da soruları yanıtlıyor.
Peki, kimdir Osman Şahin?
Osman Şahin, Mersin Aslanköy’de bir kuzlukta doğar. On üç çocuklu, yoksul bir Yörük ailesinde geçer çocukluğu. Fistanlı, yalınayak, başıkabak, kaybolursa çabuk bulunsun diye de boynunda bir çanla dolaşıp durur.
Beş yaşlarındayken yılan sokar Osman’ı. Ne yol ne araba ne de para vardır hastaneye götürmek için. Kızgın demirle dağlanır yılanın soktuğu yer. Sütle temizlenir yarası.
Okula başlar Osman. Çıra ışığında, senit üzerinde ders çalışır. Boş zamanlarında da oğlak güder.
Köy Enstitüsü sınavına girer ve Diyarbakır Dicle Köy Enstitüsünü kazanır. Nasırlı ayakları ilk kez çorap ve ayakkabıyla tanışır. Osman şahin de insan ayağının bir numarası olduğunu burada öğrenir.
Enstitüyü bitirerek, soran, soruşturan, aydınlanmacı bir öğretmen olur. Daha sonra da Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi Bölümünü bitirip, spor öğretmenliği yapar çeşitli illerde.
Yazar olarak, 30 kadar kitabın, bir o kadar da senaryonun altına imzasını atar. 15’i öykülerden, 35’i filmlerden olmak üzere ödül üstüne ödül alır. Öyküleri yabancı dile çevrilir. “Obruk Bekçisi” öyküsünü Fransızcaya ben çevirdim ve bir öykü antolojisinde yer aldı. Daha sonra da “Son Yörük” ü çevirdik Fransızcaya.
25’e yakın öyküsü filmleştirilir: Züğürt Ağa/ Kızgın Toprak/ Firar/ Kurbağalar/ Avcı/ Tomruk/ Kibar Feyo/ Fırat’ın Cinleri/ Yağmurdan Sonra/ bu filmlerden bazılarıdır.
Osman Şahin’in edebi kişiliğine gelince, o toplumcu gerçekçi bir yazardır ve her şeye eleştirel bakar. Onun, özellikle de Doğu öykülerinin görünmeyen yüzünde devletin, sosyoekonomik düzenin, insanın eleştirisi vardır. Devlet varlığını, babalığını gerektiği gibi duyumsatmadığı zaman, şeyhin, ağanın dediği yasa yaptığı töre olur. Bu durumda da onların emrindeki insanlar bir türlü yurttaş olamaz hep kul kalır. Ve de topraksızlığı, yoksulluğu, sömürülmeyi, cehaleti yazgı olarak kabullenir. Ülke sorunlarına duyarsız kalamayan Osman Şahin, yapıtlarında feodal yapının, törenin, geleneğin esiri olmuş, ezilmiş, acı çeken bu insanları anlatır.
Osman şahin, gözlemci gerçekçilikten beslenen bir yazardır. Öğretmen olarak atandığı Doğu ve Güneydoğu’da, gözlemledikleri, yaşadıkları ve duyduklarından müthiş öyküler çıkarmıştır. Ayrıca 1978 yılındaki bir roman eleştirisi yüzünden hakkında açılan davada 12 Eylül Döneminde 18 aya mahkûm olur. Hapishanede yaşadıklarından, gözlemlerinden diğer mahkûmlardan duyduklarından oluşan öyküler yer alır “Kolları Bağlı Doğan”da. Bu kitap tam bir 12 Eylül belgeseli tam bir hapishane edebiyatıdır. “Firar” buradaki bir öyküden filme alınmıştır.
İnsandan, yaşamdan, gerçekten kopuk bir edebiyat anlayışına karşı olan Osman şahin, adını duyurduğu “Kırmızı Yel”den son öykü kitabı “Darağacı Avı”na kadar toplumcu gerçekçi edebiyat anlayışından, hiçbir zaman ödün vermemiş, başkalarının istediklerini değil kendi içinden gelenleri yazmış, Atatürkçü bir yazardır.
Romanları, araştırma yazıları, röportajları da olan Osman Şahin daha çok öykücü olarak tanınır. Öykücülüğü hakkında da kısaca şunları söyleyebiliriz:
Osman Şahin olay öykücüsüdür; ancak olay, onun için bir amaç değil insanı ve yaşamı sorgulamak, insanın insanla ve doğayla ilişkilerini sergilemek için bir araçtır. Osman Şahin, olayı anlatırken olay karşısında insanın kişilik yansımalarını gözler önüne serer, olayın geçtiği yöredeki ekonomik ve toplumsal yapıyı, namus ve töre kavramını, kadın erkek ilişlilerini, insanların duygu ve davranışlarını etkileyen, biçimleyen, yönlendiren koşulları eleştirel bir bakışla ele alır. Yazarımız, okurlarına yoğun bir şok yaşatmak, akıllarını bulandırmak, yüreklerini titretmek için de olaydan yararlanır.
“Yazar, en iyi nereyi ve neyi biliyorsa onu yazar” diyen Şahin’in ilk öykülerinde olay, kişi ve mekân Doğu’ya aittir. Sınıf arkadaşı Adnan Binyazar, Osman Şahin’e “ Sen aslına dön, Toroslar’ı anlat, nasıl olsa Doğu’yu anlatan var” deyince de Şahin kendi yöresini yazmaya başlar ama yine de bırakmamıştır Doğu’yu. Osman şahin’in, Doğu’yu anlatan yazarlardan farkı, olay ve kişilere daha insanca bakmış, daha insanca yaklaşmış olmasıdır.
Osman Şahin’in çocukluk yılları Toroslar’da geçmiştir. Çocukluğunda yaşadıklarından, duyduklarından ya da daha sonraları kendisine anlatılan olaylardan müthiş öyküler yaratmıştır. Dört kuşak geri dedesi Çolak Osman Ağa efsanelerinden çok güzel öyküler avlamıştır. Yazarımız her iki bölgeyi de çok iyi tanıdığından, öykülerinde ikisinden de asla vazgeçememiştir.
Osman Şahin’in öykülerinde zaman da mekân da sınırlıdır. Olay, kısa bir zaman diliminde olup biter, öyle yıllara giden, bir ömür içeren konular ele alınmaz. Dolayısıyla öykülerinin geçtiği mekân da çok geniş değildir.
Öykülerinin kurgusu oldukça sağlamdır. Giriş ile sonuç arasında gayet güzel bir uyum vardır. Müthiş bir gerilim, zaman zaman hızlı bir tempo dikkat çeker. Okuru etkilemesini çok iyi bilir. Ona bazen yoğun bir şok yaşatır, bazen aklını bulandırır, yüreğini titretir. Okuru öykünün içine çekmek, heyecanlandırmak, merak ettirmek, öyküyü bırakmasına izin vermemek onun en önemli özelliklerinden biridir.
Ayrıca okur çoğu kez onun öykülerinde, öykü içinde öyküyle karşılaşır: Geri dönüşlerle öykü kahramanları ya da olayla ilgili çok çarpıcı kısa bilgiler verir. Verdiği o birkaç cümlelik bilgi, bir bakmışsınız bir başka zaman kocaman bir öykü olup çıkmıştır. “Ölüm Oyunu” öyküsü buna açık seçik bir örnektir: İdris, babasının katili Hamit’i ormanda kıstırıp öldürür, cesedini de bozulup kokuncaya, kurtlanıncaya kadar ayaklarından asılı bırakır ağaçta. Osman Şahin’in “Ölüm Oyunları” adlı öykü kitabı 2002’de çıkmıştı. Sekiz yıl sonra çıkan “Darağacı Avı”, işte o öyküde geçen üç cümlelik bilginin tam yirmi yedi sayfada anlatılmış biçimidir.
İdris’i kovalayan kardeşlerin babası da onun babasını kan davası nedeniyle pusuya düşürerek değirmende öldürmüş, cesedini taşa bağlayarak saatlerce döndürmüş, kurbanına eziyet etmiş. Kim bilir, bir gün bir bakarsınız Osman Şahin, bu kısacık bilgiden de müthiş bir öykü çıkarır.
Dil konusunda da çok titizdir, Osman Şahin. “Dilimizi toprağımızı korur gibi korumalıyız. Çocuklarımıza bırakabileceğimiz en büyük servet, zengin, temiz bir Türkçe olmalıdır” der.
Türkçenin sunduğu olanaklardan çok iyi yararlanan, sözcükleri bir kuyumcu titizliğiyle seçip kullanan Osman Şahin, konuşma dilinden uzak, düzgün, temiz, anlaşılır, akıcı, şiirsel bir öykü dili kullanır. Çıplak ve düz bir anlatım yerine betimlemelere, imgelere, simgelere, çağrışımlara başvurur. Olayın geçtiği bölgeye özgü sözcük ve deyimlerden de yararlanmasını bilir. Okur da bu öykülerde belki de ömründe ilk kez duyduğu “Ağız içinde dil gibi”, “Ağzı kör olasıca”, “Dağın başındaki su kimseye ait değildir” gibi sözcük öbekleri, deyim ve atasözleriyle karşılaşır.
Konusuyla, kurgusuyla, mesajıyla, diliyle kırk yıldan beri yazınımıza birbirinden değerli yapıtlar kazandıran Osman Şahin’in 40. sanat yılını en içten duygularımla bir kez daha kutlarım.

DARAĞACININ DALI DÜŞTÜ AYNAMA
Muhammet GÜZEL

Osman Şahin’in son öykü kitabı ‘Darağacı Avı’nı yeni okuyup bitirdim.
Bir kitabı okuyup bitirdim, benden eleştirici de olur deyip kaleme sarılmış değilim. Aman yanlış anlaşılmasın, sınırlarımı bilirim. Hani denir ya eleştiri tarafsız olur diye...
Bu yazı tarafsız değil. Haylice taraflı.
Bir övgü ya da tanıtım yazısı deyin dilerseniz. Ama okuyup bitirene kadar dayanabilirseniz deyin, ne diyecekseniz.
Bir Yörük, Osman Şahin’in öykülerini okumaya kalkışırsa, öykülerden onda ne kalır, bir bakmak isterseniz buyurun okuyun.
Kış günü, Dörtyol’un nemi çökmüş üstümüze. Rüzgâr esmeyince, nem de yerinden kıpırdayamıyor. Gırtlağım, burnum ayarını yitirmiş. Gözüm yatakta. Ha düştüm ha düşeceğim. Belki de bu duygularla ilkin, adı ‘sarı yatak’ olan öyküyü okuyayım istedim.
Sarı yatak öyküsü; Özgürlüğünün kendine ait olduğunu öğrenmemiş insanın, elbette özgürlüğünün kullanım hakkının başkasında olmasına tepkisi olamayacağını, özgürlüğünün kendisine ait olmamamsından bir rahatsızlık duymazken, kendisine ait olduğunu düşündüğü (ya da bildiği) bir basit eşyayı koruyabilmek için nasıl aslan kesildiğini anlatıyor. İnsana özgürlüğünün kendi egemenliğinde olduğu anlatılabilirse, ‘mal’ olmaktan nasıl çıkabileceğinin örneği verilirken, Alamaya, hep almaya alışmış feodal sistemin, vardığı ‘tamahkarlık’ın kendine nasıl zarar verebildiği de anlatılmakta.
‘Üç Bey Ana’(nın) öyküsünde, içine daldığım cennetin bir tek çiçeğini bile kimseciklerle bölüşesim gelmiyor ama yine de azıcık bir şeyler yazayım. Masallar, söylenceler, destanlar, yakımlar, yakıştırmalar içinde geçen, çocukluğumu ve ilk gençliğimi, saçılıp kaldığı yerlerden derleyip bana geri getiren bu üç ananın öyküsü için kısaca şöyle söyleyebilirim. İnsanın kendini var eden kültürel, toplumsal geçmişini, kendi geleneği ve birikimlerinin ışığında, kendi dili ile algılayıp öğrenmesi, duyumsaması, ona kendini, çevresini, çevresinin çevresini, giderek dünyayı sevmeyi, hayatı ve hayatımızı paylaştığımız her şeyin anlamını algılamayı öğretiyor.
Hele bir Çatal Celal var ki; ‘Durmuş emmimin aynısı. Nazım Hikmet’in ‘topraktan öğrenip kitapsız bilendir’ dediği... “Böyle insanlar olmasa dünya ne kadar dar.” Diyeceğiniz, (herhalde yaşamış) bir insanın öyküsü. Bağırarak konuşması, cahilliğinden ya da saygısızlığından değil. Osman Şahin, kahramanının içinin duruluğunu astarının temiz oluşunu, gizi gizlisi olmayışını, sesinin yüksekliğiyle anlatmak istemiş olmalı. Çatal Celal’in, ‘yıllar önce kendisinden saklanıp, ölüme yollanmış sevgilisine’ karşı duyduğu aşkının diriliğine, öykünün bugünü içindeki eşine, eşinin kendisine olan sevgisine hayranlıkla tanıklık ederken anlıyoruz ki; doğayla, Dünyayla, hayatla barışık insan, mutlu olmayı da başarabiliyor. Çatal Celal öyküsünde Osman Şahin, ağaçların arasında insan donunda bir ağaç, insan insanların arasında ağaçların dillerini, hallerini anlatan bir bilgeyle de tanıştırıyor okuyucuyu.
‘Darağacı Avı’ kitaptaki ilk öykü.
‘Hitchcock’un anısına’ adanmış. Öykünün içine dalınca, ‘adanmış’ oluşu elinizden tutuyor. Bir endişe ile ürperen çocuğun, elinden tutan ağabey eli gibi... ‘Elin gavuruna adanmış öykü, beni ırgalamaz ama bir okuyuvereyim,’ diyerek başlayıp bitirebilinseniz sorun yok.
‘Herkes gibi benim de bir öyküm var. Herkesin öyküsü gibi kendi yatağında akan bir deredir. Ama akıp denizlere okyanuslara varacak insanlığın öyküsünün bir içinde bir damlacık olacak, öyleyse insanın öyküsü, benim de öykümdür,’ diye düşünüyorsanız, dışarıda duramayacağınız belli. Öykünün içinden, öyküyü okuyup bitirdikten sonra da çıkamayacağınızı baştan söylemek isterim.
Öç alma duygusunun insanı sürüklediği tiksindirici deliliğe tanık oluyoruz, ‘darağacı Avı’nda. İnsanı elezerliğe savuran kinin, hak edilmemiş zaferi sahiplenmeye çalıştıkça, nasıl özezerlik sınırlarını bir zorlayan korkuya gömüldüğünü, korkuyu görmezlenebilmek için bilinçaltının kişiyi kendine tapıcılıkla nasıl korumaya çalıştığını, hile ile al ile ele geçirilmiş üstünlüğün ve kazancın; (o kazanç her ne olursa olsun,) bireyi, nasıl yalnızlığın ötesinde kimsesizleştirdiğini görebiliyoruz. Öykünün ortalarından sonra, kahramanın üst beninin (öğretilmiş tüm toplumsal görü, görgü ve değerlerin), yaşlı bir ihtiyar görüntüsüyle, öz beninin (insan olmanın gereği olan, kişinin içindeki insanın) de, yaşlı anasının kılığında kendisini terk edip gittiğini gördükten sonra, adamdan, artık ‘adam olmanın dışında her şeyi’ beklediğimiz anda, beklenenler arasında aklımıza gelmeyecek kadar insanlıktan çıkabileceğini görerek bitiriyoruz öyküyü.
‘Öykü bu, karakteri gereği kurgu da olabilir’ demek, bunu bilmek, kendimizi, darağacı olarak seçilmiş olan o ağacın yerine koymaktan alıkoymuyor bizi. Öykü bittikten sonra, o ağaç gelip dikiliyor evimizin duvarındaki aynanın içine. Kendimizi yokluyoruz. Dallarımıza asılıp çürütülmüş, güzel insan ölülerinin dökülmüş, savrulmuş etlerinin kokusu içinde nasıl bayılıp (‘yozlaşıp’ desem kızmazsınız değil mi?) dünyadan geçmiş olduğumuz duygusu hüzünle yüzümüze bakıyor aynada. Eti, derisi dökülmüş insanlardan arda kalan iskeletlerin şıkırtısının nasıl da kulaklarımızda alışkınlık yaratıp bizleri devinimsizleştirdiğini düşünmeye başlıyoruz. İşte tam da burada rahatsızlık başlıyor. Huzursuz dallarımız bizlere isyan ediyor. Rüzgâr estikçe yel ipildedikçe dallarımızda şıkırdayan iskeletlerin utancı bastırıyor, kulaklarınızdaki uğuldayan ‘zamane’ fırtınalarının gürültüsünü...




MERSİN’E HEYKELİ DİKİLMESİ GEREKENLERİN BAŞINDA
GELİR OSMAN ŞAHİN
Mehmet BABACAN

Toroslar’ın ve Arslanköy’ün çocuğudur Osman Şahin.
Kim umardı ayağı yalın, başıkabak, poyraz kavruğu bir köy çocuğundan, böyle bir Osman Şahin çıkacağını… Çıktı işte.
Doğasının ona, armağan gibi sunduğu yetenekleri, alnının akıyla, bileğinin hakkıyla kullanıp, geliştirerek, bugünlere geldi. Ülkesi tanıdı onu, dünya tanıdı…
Yöresiyle özdeşleşmiş gibidir Osman Şahin. Köyünden kentine değin, taşıyla- toprağıyla; dalıyla- yaprağıyla, her zerre tanır onu. Çünkü Toroslar’ın ve Anadolu’nun en çarpıcı gerçekleri, bir bir dile gelir öykülerinde. Olağanüstü bir gözlem gücüyle saptadığı verileri, bir sinemacı ustalığıyla kurgular beyninde.
Yörük diyarıdır Mersin ve Toroslar. Mevsim mevsim göçenlerin; kaklıktan su içenlerin diyarıdır. Poyrazlarda yarılmış dudaklar, yanaklar; kayrak taşlarına meydan okumuş çıplak ayaklar, tanır birbirini… Yoklukların, dermansızlıkların, kara deve ile birlikte çöktüğü kıl çadırlar, efil efil selâm gönderir yıllar ötesinden…
Osman Şahin, “ Gölgemin Gölgesi” ve nice öyküsünde, tüm o geçmişin tercümanlığını yapar günümüze. Ve bu diyarın kültürünü, doğasından koparmadan, bir nakış ustasını kıskandırırcasına, döker kâğıt zeminlere.
Her an gülümseyip duran aydınlık yüzüne bakıldığında, iç dünyasındaki hümanizma açıkça okunur; yüreğindeki sevgi çiçeği, bir ayna gibi, yankılanır yüzünde. Bu aydınlık duruş, çaba ile kazanılabildiği kadar, doğanın ona sunduğu, paha biçilmez, bir armağan olmalı…
Her ne kadar, “ Doğduğu yer değil, doyduğu yer” denmişse de, doğduğu yeri hiç unutmaz Osman Şahin. Köyüne duyduğu özlem içinde, ayağına batan kördikeni bile bağışlar.
Mersin’e hiç küsmedi. Takdir de beklemedi. Ama Mersin unutmadı onu,“ Mersin Kenti Edebiyat Ödülü” ile onurlandırdı.
Yüreğindeki insan sevgisiyle, eğitimcilik mesleğinin, eşsiz uyumu içinde, toplumsal iletiyi görev saydı; yazdı, yazdı, yazdı. Yunus yürekli insanların verdiği ödülün sayısını, kendisi bile unutmuştur belki…
Son günlerde, yöremizden bir kez daha geçti Osman Şahin.
Adana’da başlayan söyleşi serisinin, ikinci durağı Mersin idi. Kentimizdeki, çağdaş ve ulusalcı kuruluşların çağrısı üzerine gelmişti. Ev sahibi kuruluşların düzenlediği sabah kahvaltısında başladı söyleşi. Yerelliğin ve ulusallığın ötesinde, evrensel pencereden bakmasını bilen Osman Şahin’den; sanat ve toplum üzerine, çarpıcı değerlendirmeler ve yargılar beklenmesi doğaldı. Öyle de oldu. Siyasal ve kültürel düzeyi epeyce yüksek; seminer gibi bir söyleşiydi yapılan. Sorular da o düzeydeydi elbette.
Okumaktan dem vuruyordu yazar, “ Bir insanın boyu, okuduğu kitapların boyu kadardır” diyen Portekizli yazarı saygıyla anarak; aydınlarımıza ince bir göndermede bulunuyordu. Toplum- Siyaset- Sanat üçgeninde, sanatın, sanatçının ve aydının, toplumun ilerisinde olmak gibi ağır bir sorumluluk altında olduğunu, bir bir sayıp döküyordu.
“Oy sandığı, demokrasi için yeterli değildir. Çünkü sandığa kim konursa, sandıktan o çıkar” diyordu.
“Ülkemizin kültür düzeyi öyle yüksek ki, cezaevlerimiz bile, en az iki dil bilen aydınlarla dolu” diyordu.
“Bizanslılar Ayasofya’da, meleklerin cinsiyetini tartışırken, Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u kuşatmıştı. Ey aydınım diyenler! Biz, kuşatıldığımızın ne zaman farkına varacağız?” diyordu.
“Fransızlar ve İngilizler, Libya’ya yüzlerce uçak ve tank satmışlardı. Şimdi hepsini bombalıyorlar. Çünkü yenilerini satacaklar” diyordu.
“Cephede, gaz lâmbasının kör ışığında, Çalı Kuşu romanını okuyan Mustafa Kemal, elbette yenilmezdi; ona yürekten inananlar da yenilmeyecektir” diyordu.
“En tehlikeli düşmanın, içerideki düşman olduğunu söyleyen Çiçero, 2000 yıl önce yaşadı” diyordu.
Öğle arasında gerçekleştirilen TV. programından sonra, söyleşinin akşam bölümü, Mersin Sanat Kulübü’nde yapıldı Bu bölümde, Çukurova Üniversitesi’nden iki akademisyenin de katılımıyla, Osman Şahin’in sanatı ve sanatçı kişiliği konu edildi.
Osman Şahin, açış konuşmasında “ Yazarlıkta yeteneğin payı önemli olmakla birlikte, gözlemin, çok okumanın ve içinde bulunulan çevrenin de, o denli pay sahibi olduğunu belirtiyor; bir yazarın bankası çocukluğudur” diyecek kadar bütünselleştiriyordu.
Diğer konuşmacılar, Osman Şahin’in dili kullanıştaki somut ve şiirsel düzeyini; insanı öz alıştaki başarısını belirttiler. Güçlü gözlemlere dayanan öykülerin, şiirsellik kadar, doğa- yaşam ilişkisini dillendirebildiği için de; sinema görselliğiyle kolay buluştuğunu vurguladılar,
Toplantının sonunda, ödüle doymayan Osman Şahin’e, bir ödül de ben sunmak istedim: Âşık Sümmani’in bir Deyiş’ini çok seviyordu. Onu sundum, ödül olarak:

“Ceylan gözlerine kurban olduğum,
Tanrı selâmını almaz mısınız?
Mevlâm sizi süs için mi yarattı,
Siz gel demeyince gelmez misiniz?

Gurbete gidenler azığın alır,
Kimisi gider de, kimisi kalır.
Kimi sevap için Kâbe’ye varır,
Kâbe kapınızda, bilmez misiniz?

Karadır kaşların yaydan nicolur?
Bugün dünya, yarın Ahret nicolur?
Bir gönül yapması yüz bin Hac olur,
Siz gönül yapmayı bilmez misiniz?

Sümmani’yim ben bu canı niderim?
Başım alır diyar diyar giderim,
Yarın Mahşer günü dava ederim,
Siz Mahşer yerine gelmez misiniz?”


YAZAR OSMAN ŞAHİN
M. Şehmus GÜZEL
Osman Şahin’i çok geç tanıdım. 24 Aralık 1983’te bir tren yolculuğu sırasında ve yeni satın aldığım Acı Duman’ı okuyarak. Yazarı henüz tanımadan yapıtıyla tanıştım. Ve vuruldum.
Yol boyu okuduğum öykülerinde yazar kendi coğrafyasını, yani o yüce Torosları, kendi toprak ve dağlarının insanlarını, acılı ve cömert Yörükleri ve Türkmenleri, türküleri, çığlıkları, ağıtları, gelenek ve görenekleri, yaşam biçimleriyle alıp getiriverdi Paris’in orta yerine. Ben Batı’ya gidiyordum yazar beni kolumdan tutup Doğu’ya taşıyordu. Bu hakiki yazarı kıramazdım. Dediğini yaptım ve Batı’yı bırakıp Doğu’ya çevirdim yüzümü.
Büyülenmiştim resmen ve hemen sonrasında yazarın bütün yapıtlarını a’dan z’ye okudum. Osman Şahin’i biraz daha iyi tanıdım, iyi de oldu, ama bu yetmezdi, artık ve mutlaka böylesine sıkı ve gerçek yazarı tanıtmalıydım. Böylesine yaratıcı, yazdıklarını neredeyse somutlaştırıp, elle tutulur gözle görünür hale getiren, evet seyirlik kılan ustayı mutlaka tanıtmalıydım.
Bu amaçla yapıtlarının tümünü okuduktan sonra koskocaman bir makale yazdım. Bu makale «Osman Şahin’i okumak ve seyretmek» başlığıyla Yapıt dergisinin Kasım-Aralık 1985 tarihli 13. sayısında yayınlandı (s.111-132).
Bu sırada Osman Şahin’le ilişki kurmuş, en yeni yapıtlarını, kimi zaman yayınlanmadan önce bile, okuma olanağı elde etmiştim. İstanbul’a gidip gelen ortak tanıdıklarımız, kimi öğrencilerim ona uğruyorlardı, hazırlanan, bitmiş ama henüz yayınlanmamış çalışmaları da dâhil yapıtlarını alıp getiriyorlardı. Bu karşılıklı etkileşim süreci içinde ve kaçınılmaz bir biçimde aramızda düzenli bir mektuplaşma faaliyeti de başladı. Son haftalarda, ortak dostumuz değerli yazar Mustafa B. Yalçıner’in isteği üzerine Gerçemek için Osman Şahin’e ilişkin bir makale yazmak üzere dosyalarımda sakladığım mektuplara göz atıp tarihlerine göre sıralayınca 6 Haziran 1985’te başlayan mektuplaşmamızın son derece düzenli bir biçimde 1993’e kadar sürdüğünü saptadım. Elbette daha sonra da mektuplaştık, ancak 1985’ten 1993’e akan zaman dilimindeki daha sürekli ve daha farklıydı. Değişik ve belki ön açıcı da olur umuduyla Osman Şahin’in mektuplarından birini makaleme konu olarak almaya karar verdim. Burada bunu yapmak istiyorum.
Mektup, karşılıklı mektuplaşma eylemi, edebiyat değeri olan bir çalışma, bir faaliyet, bir yaratıcılık olarak ta mutlaka değerlendirilmeli diye düşünüyorum. Yazanların bireysel yönlerini, özgeçmişlerine, yaşamlarına ilişkin verileri de içeren mektup aynı zamanda tarihe, siyasi ve toplumsal tarihe de katkı yapmaya adaydır.
Anılarını yazmak için kollarını sıvayanlar için aldığı ve gönderdiği mektuplar aynı zamanda vazgeçilmez, ihmal edilmemesi gereken, birer kaynak niteliği de taşıyor. Evet anılarımız için mektuplarımız mutlaka başvurulması gerekli kaynaklarımızdır. Mektupların tarihinin konulması, tarihinin konulmuş olması, bile başlı başına bir veridir. Mektup sözcüğünün Arapçada « yazılıdır » anlamını taşıması bile bu bakımdan son derece ilginçtir. Evet yazılıdır ve hepimiz biliyoruz, söz uçuyor ama yazılı olan kalıyor. Hele kimi zaman ve bilhassa yüzyılımızda, hafızanın fena halde nisyan ile malul olması ve maalesef hafıza kaybının önüne geçilmez ve neredeyse bulaşıcı bir bela biçimine dönüşmesi (bu konuda televizyonların, «aptal kutularının» beyni ve hafızayı tembelleştirici ve giderek ölümcül etkisini asla göz ardı etmemeliyiz) dikkate alınırsa, mektubun, yazılı olanın, yararı daha iyi anlaşılacaktır.
Mektubun yazıldığı günlere ilişkin son derece yararlı ve önemli bilgiler içeriyor olması halinde ise kaynaklık özelliği daha da önem kazanıyor elbette.
Yazan veya yazanlar hele edebiyat alanında tanınmış isimlerse, mektupları onların yazım biçemi, tarzı veya onların bir türü olarak da değerlendirilebilir. Veya en azından yazım tarzları hakkında kimi ipuçları verebilir.
Mektupların, yazanın veya yazanların yapıtları üzerine yeni bir ışık tutması da mümkün. Yazanların, yazanın yapıtlarını değerlendirmek için yeni bir açı da sunabilir bir mektup.
İşte bunlar ve başkaları sonucu mektuplar, mektuplaşmalar öteden beri bir edebiyat türü olarak ele alınmış, değerlendirilmiştir. Bu konuya 20. yüzyılda daha çok önem ve öncelik verilse bile bu tür birkaç yüzyıldan beri biliniyordu ve değerlendiriliyordu. Hele ünlü devlet adamları, ünlü edebiyatçılar, ünlü sanatçılar arasındaki mektuplaşmalar söz konusu olunca.
Türkiye’de maalesef bu tür yeterince kullanılmıyor. Karşılıklı mektuplaşmaların yayınlanmasına son yıllarda bir parça önem verilse bile, ilgi beklenenden çok azdır. Belki zaman içinde bu boşluk ta doldurulur. Bu bağlamda fırsat bulunca Osman Şahin’le karşılıklı mektuplaşmamızı kitap biçiminde sunmak isterim. Elbette bu konuda yazarımızın ön onayını aldıktan sonra. Hazırlığımı yaparak o günü beklerken, burada, bir anlamda tadımlık olması arzusuyla, yazarımızın bir mektubunu sunmak istiyorum.
Osman Şahin’in bu makalede takdim ettiğim mektubunun onun kişisel yazım tarzına ayna olabileceğini de umuyorum. Ayna kelimesini Şahin’in beğendiğini bildiğim için özel olarak seçiyorum. Göreceğiniz gibi, mektubu da öykülerindeki gibi coşku dolu, sıkı tasvirlerle ve etkin kelimelerle yazdığını görmemizi sağlayan zenginlikte. Cömert, barışçıl, rahat, özgür ve tedirgin. Bu özellikler o günlerin Osman Şahin’ini de betimliyor sanıyorum. İşte ilk harfinden son harfine kadar bir yudumda içilen Torosların buzlu suyu olarak Osman Şahin’in 6 Aralık 1987 tarihli mektubu:
“Benim değerli can dostum, Sayın M. Ş. Güzel,
Ey, ben sana ne diyeyim? Öylesine sıcak, güzel, gerçek anlamıyla bir aydın insansın ki, sana binlerce teşekkür, sevgi, saygı sunuyorum. Geçen yıl Yapıt dergisinde benim için yayınlamış olduğunuz uzun ve işçiliğiyle çok geniş kapsamlı büyük yazınıza mı teşekkür etsem, yoksa yazmış olduğunuz onca içten, güzel mektuplarınıza mı?
Size karşı duyduğum dostluk, arkadaşlık duygularımı anlatmakta kalemim gerçekten zorluk çekiyor. Büyük bir genişlik duygusu kaplıyor içimi. Saygı duyuyorum, sevgi duyuyorum. Sağ olun, var olun.
Dostum, 16 Kasım tarihli mektubunuzu aldım. Biraz geciktirdim, çünkü “Kolları Bağlı Doğan” çıkmak üzereydi. Çıksın hem kitabımı, hem de mektubumu birlikte yollarım dedim. Bu nedenle bugünlere kaldı. Senin Gökyüzü dergisinde yayınlanan Fransa’daki 1968 kuşağı [ve] olaylarıyla ilgili geniş kapsamlı yazınızı okudum. Dergilerde çıkan diğer yazılarınızı da.
Kardeşim, benim bu yıl Bilge Olgaç, İpekçe’yi çekti. Zincir adlı bir film daha çekildi, Irgat Erleri adlı öykümden. Kan filmi üzerine söylediklerinize aynen katılıyorum. Ben, son üç yıldan beri iki cephede birden savaş veriyorum. Biri Cağaloğlu Caddesi, öbürü Yeşilçam cephesi. Bu oldukça güçlerimi dağıtıyordu benim. Ben şimdi Edebiyat sancağının altına, yani Cağaloğlu cephesine çekildim. Ben her zaman Cağaloğlu-Edebiyat-Öykü sancağını, Yeşilçam sancağından üstün tuttum. Beni Osman Şahin yapan Edebiyat ve öykücülüğümdür. Üstelik Yeşilçam’da sermaye daha büyük olduğu için, oradaki ilişkiler daha bir acımasız ve « kara » oluyor. Bense iç yapı olarak çok hassas bir insanım. Yerinde söylenmemiş bir söz, iyi seçilmemiş bir söz bile benim ruhumu kanatır.
Canım dostum, “Kolları Bağlı Doğan”ı size (...) imzaladım.
Kitabı okurken çok canınız sıkılacak ama ne yapayım? İnanın yaşadığım bir gerçek bu. Kitap toplatılmasın, ben de “içeriye” tekrar girmeyeyim diye çoğu isimleri simge olarak kullanıp yazdım. Yeri ve zamanını belirtmedim. Mahkemelerin işini zorlaştırmayayım diye... (...) (İstanbul’a giden veya İstanbul’dan dönen, orada Osman Şahin’le ilişki kurmalarını istediğim öğrencilerimin ismi geçiyor bu üç noktalı parantezlerde, onların bugün bu makaleyle bir ilgisi kalmadığı için onlara ilişkin satırlara yer vermiyorum. MŞG)
Önümüzdeki yaz sizi temmuz ya da ağustosta (ağustos daha iyidir) köyümde ağırlamak isterim. Evliyseniz eşinizle, değilseniz bir bayan arkadaşınızla birlikte benim konuğum olacaksınız. Sizinle [Sizleri] 3000 metredeki ulu Kartal Gölleri’ne, hiçbir arkeologun ayak basmadığı büyük tarihi şehir kalıntılarına götüreceğim. Evim çok geniş ve iyidir. Dağlarda sizlerle birlikte atalarımız gibi büyük ateşler yakar, et pişirir yeriz. Ne dersin?
Türk Televizyonu, benim Toros Kaleleri adlı belgesel-yazılarımı filme alacak. Yalnızca Orta Toroslarda 1500-3000 metrelerde, doruklarda otuza yakın kale tespit ettim. Eskiden oralarda özgürlükler o kalelerden geçermiş. Onları müthiş yazdım. Gazetenin birinde röportaj olarak çıksın, size de göndereceğim.
Dostum, nisan ayında da “Ay Bazen Mavidir” öykü kitabım yayınlanacak. Eylül-Ekim’de “Kanat Açma Zamanı-Roman” yayınlanacak. Bunlardan başka daha elimin altında iki öykülük kitap var. (...)
Sevgili Dostum, Kolları Bağlı Doğan’ı acaba Fransızcaya çevirtip yayınlatmak mümkün mü? Türkiye’deki işkencelerden çok insan öldü. Birçok işkenceci polis mahkûm oldu. Türkiye’deki ilerici, demokrat güçlerin yükselen dayatmasının sonucudur bu. Ben bu kitabı ‘84’te yayınlatabilirdim, ama tekrar içeri girerdim. Şimdi bile tedirginim. Kitabı yazarken bile içimizde kendi sansür makasımızı taşıyoruz. Ne acı...
Sana, yaza gel, köyüme gidelim, sana tarlamdan arsa vereyim ve ev yaptır.
Her zaman kucaklayarak, derin içten başarılar dileyerek sevgilerim, saygılarım sizin olsun. Benim değerli kardeşim. Hoşça kal.”


ÖLÜMÜN GÖLGESİ YOK
Osman ŞAHİN

Masallarda, sözlü, yazılı anlatılarda, Kerem ile Aslı’da, Romeo ve Jülyet’te, âşıkların birbirlerine kavuşamamaları anlatılır hep. Filmlerde, romanlarda, öykülerde evli erkeklerle kadınların gizli kaçamakları, aşkları anlatılır yine. Maupassant’ın “Ölümden Acı” romanında olduğu gibi. Örnekler çoktur. Adnan Binyazar’ın “Son on yılın en iyi romanı” seçilen “Ölümün Gölgesi Yok”ta ise, ölümün dipsiz kuyulara attığı, ölüm düşüncesinin iç içe geçtiği, ölüm karşısında başı dik duran bir aşk anlatılmaktadır. Ve roman baştan sona bu aşka yakılmış görkemli bir ağıttır.
Filiz-Binyazar çiftinin sevme yetenekleri yüksektir. Duygularını birbirleri için taze tutarlar. Sevgileri saygıları sürekli kaynayan, birbirleri için farklı ışıklar, sevgiler, büyüler yaratmasını bilirler. Aşk, yüreklerin ipekleşmesidir.
Süt katıksız temiz bir sıvıdır. İçine azıcık yabancı madde karıştığında kesilecektir. Aşklar da öyledir. İçine azıcık çıkar, bencillik karıştırdığınız an, gelinliğin dikiş ipleri atacaktır. Boşuna, “aşklar da bakım ister” dememiş Cemal Süreya.
“Çıtır çıtır soba yansın, üstünde çaydanlık suyu kaynasın. Filiz örgüsünü örsün, ben de kitap okuyayım. Bana mutluluğu tanımla deselerdi hep Filiz’in yanında olmak derdim.” (S.124)
Yukarıdaki kısacık alıntı bile Filiz-Binyazar çiftinin aşklarının yalınlığını gösteriyor.
“Ölümün Gölgesi Yok” romanı, insanlığın yedi temel duygusundan ikisini, aşk ile ölüm temasını işliyor. Bazı okurlar, romanı, karı koca arasındaki kişisel ilişkiyi anlattığı için ilginç bulmayabilirler. Ben bu kanıda değilim. Yazar, bazen en yakınındakini anlatırken, en uzaktaki insanı da açıklayabilir. Bir damla suyun, nehrin bir parçası olması, sıradan bir insanın, yeryüzü insanlığının bir parçası olması gibi.
On bir bölümden oluşan romanın bölüm başlarına, Fazıl Hüznü Dağlarca’dan, Shakespeare’den, Binbir Gece Masalları’ndan, Boris Pasternak’tan, Anna Ahmetova’dan, Cahit Sıtkı Tarancı’dan alıntılar yerleştirilmiş. Alıntılar bölüm içlerine ayrı bir tohum enerjisi ayrı bir tohum bereketi katıyor. Kaptan ile Karısı bölümü unutulamaz.
Roman konusu çok geniş bir coğrafyada geçiyor. Elazığ, Ağın, Diyarbakır, Ankara, Almanya ve İspanya. Çorum’un çiçekli kırları ile soğuk, yağmurlu Berlin göklerinde, güneşli İspanyol kentlerinde, boğa güreşlerinin yapıldığı arenalarda, lokantalarda ızgaralarda pişirilen alakanlı boğa etlerinde, kırmızı şarapların tadında, binlerce kişinin arenada bağırdığı “Oley, Oley!” seslerinde hep ölüm vardır.
Berlin’de, hastane odasında kanserle boğuşan Filiz, günbegün erimekte, ölüm her gün biraz Filiz’in bedenini çözmektedir. Ölümle yaşamın birkaç solukluk aralığında bile aşk vardır. Çiftler sevgiyle bakarlar birbirlerine. Birbirlerinin ellerini öperler. Sonunda Binyazar, yaşamının temel kaynağını, eşi Filiz’i kaybeder. Ama asla yıkılmaz, ölüme kızmaz hiç. Çektiği acıları, anılarını romanlaştırarak, “Ölümün Gölgesi Yok” ile Filiz’i ölümsüzleştirir. Ve ölümden öcünü alır. Ölüm her şeyi yenebilir ama aşkı ve sanatı yenemez.
Filiz’in cansız bedeni sedye ile hastane koridorlarında, asansörde taşınırken, Binyazar’ın gördüğünü sandığı, duyumsadığı ve “uçkunlar” adını verdiği düşsel melekler, Binyazar’a çocukluğundan beri yaşadığı, tümü duygu düzeyinde kalmış eski aşklarını dile getirirler. Geçmiş aşkların, sonraki aşkların dostları olduğunu anımsatırlar Binyazar’a.
Romanın son bölümü ağıtsı bir ilahiden farksızdır.
… Bir elimde demlik, birinde çaydanlık, bardaklarımıza çay koyuyorum. Zeytin, peynir, reçel… Kendi tabağıma ne koyuyorsam, seninkine de aynını koyuyorum. Ocakta kızaran susamlı ekmeğin kokusu odalara doluyor, çayın buğusu tütüyor.
Pencerede yağmur yunmuşu gün ışığı.
Sofra hazır.
Yüreğimin gelini,
İnce bardaklara koydum çayı.
Vazolarda ak papatyalar…”
Yazımı, Seyrani’nin ölümsüz dizesiyle bitiriyorum:
“Aşkın iğnesi ile dikilen dikiş mahşerece sökülmez imiş.”


DOSTUM OSMAN ŞAHİN VE BİR FOĞRAFA ALTYAZI
Ali F. BİLİR

Arkadaşım Mustafa B. Yalçıner, Osman Şahin’e ayırdığı Gerçemek Dergisi’nin kasım-aralık özel sayısına bir yazıyla katılmamı önerdiğinde, Şahin’in yazınımızdaki yazarlık yolculuğunu yansıtan belgeliğimdeki fotoğrafları gözden geçirdim ve onlardan birini okurla paylaşmayı yeğledim.
‘Kırmızı Yel’ öyküsüyle, “1971 TRT Öykü Büyük Ödülü” alan Osman Şahin, günümüze değin otuza yakın öykü, roman, eleştiri, biyografi kitabı yayımladı. Öykülerinin çoğu senaryolaşıp filme alındı. Emeği ve başarısı, düzineyi aşan ödülle değerlendirildi. Yapıtları dünya dillerine çevrilip okura ulaştı. Bu noktada Yazar Şahin’in, Ömer Seyfettin’le başlayıp Sabahattin Ali’yle süren toplumcu gerçekçi öykü geleneğimize eklenen özgün bir halka olduğunu belirmeliyim…
Osman Şahin’le 1968’de, İstanbul’da tanıştığımız ilk günün imgesi belleğimde öylece duruyor. Hiç solmayan, sevincini sevincim saydığım kırk üç yıllık bir dostluk bu. Keşke o anlamlı buluşmamızı belgeleyen bir fotoğraf karesi bulunsaydı. Gençlik dönemimde elimden düşürmediğim fotoğraf makinem yanımda değilmiş demek. Bu bana ders oldu, daha sonraki ve bu son buluşmamızı çektiğim fotoğraflarla zamanın belleğine nakışladım. Şimdi anlatacağım, o fotoğraf karelerinden biri.
Dijital makinenin sağladığı olanakla çekim tarihi, 23.03.2005 olarak düşmüş fotoğrafın alt sağ köşesine. Sanki dünmüş gibi. Oysa üstünden beş buçuk yıl geçmiş. Yer Mersin Üniversitesi Gülnar Meslek Yüksekokulu konferans salonu. Yazınımızın iki değerli yazarı Osman Şahin ve Burhan Günel’in çağrılı olduğu, söyleşi sonrasında paylaşılan bir an. Dostlarım okurlarına kitap imzalama hazırlığında. Masalar, ilkyazın habercisi güzelim Toros, Gülnar sümbülüyle donatılmış. Yakın masada Osman’ın okşayarak dokunduğu bir kitap ve içilmeyi bekleyen bir çay bardağı duruyor. Söyleşide, yazar dostlarıma eşlik ederken oturduğum ortadaki masa şimdi boş. Burhan’ın çevresi üniversiteli gençler, Osman’ın çevresi uzaktan gelen dostları tarafından sarılmış. Fotoğrafta, Şahin’in dışında objektife gülümseyerek bakan dört kişi daha var. Solda, masanın önünde ayakta duran ve elinde kitap tutan ak saçlı dost, yazar T. Ali Çağlar. Osman’ın hemşerisi, onu görmek, dinlemek için Mersin’den kalkıp gelmiş. Arka sağ yanda, elinde fotoğraf makinesi olan dost, Aydıncık’ın aydınlık yüzü, yazar Mustafa B. Yalçıner. Öteki iki kişi, Silifke’de Halk Kitabevi sahibi, yazar Yaşar Öztürk ile eşi resim öğretmeni-yazar Songül Saydam Öztürk. Silifke’den, müze müdürü ve pek çok kültür, sanat dostuyla birlikte toplanıp gelmişler etkinliğe. Ama sözünü ettiğim öteki dostlar bu karede yoklar. Karede bulunmasını istediğim başka güzel insanlar da var elbet. Osman’ı kucaklamak için Anamur’dan koşup gelen Gazeteci-yazar Güngör Türkeli ile Yüksekokul adına etkinliği düzenleyen sevgili eşim Saadet… Altı yüz kişilik konferans salonunu dolduran ve söyleşiyi baştan sona parlayan gözlerle dinleyen sevgili öğrencilerle Gülnarlı kültür dostlarını nasıl unutabilirim? Yüreğimde, kadim dostuma duyduğum özlem, ben de bulunmak isterdim bu fotoğraf karesinde…
Tallahassee-Florida

KOLLARI BAĞLI DOĞAN (*)
“Ne Kürtçü, ne de ırkçı Türkçü; ben Atatürkçüyüm”
(Gamze Akdemir 11 Mart 2010 Cumhuriyet Gazetesi Kitap eki)

12 Eylül faşizmine en yakın perdeden, hücrelerin, işkence tezgâhlarının kör kuyularında bizzat çektiği eziyetler sonrasında aldığı notlardan yola çıkarak yazdığı ve bütün öykülerinin toplandığı dördüncü kitabı Kolları Bağlı Doğan raflarda... Osman Şahin ile kitabını konuştuk.
-En önce anneciğinize adanmış bir kitap bu. Onun söylediklerini anlatır mısınız?
-12 Eylül sonrasıydı. Hapise girmem kesinleşmişti, Toroslar'a, köyüme yaşlı anamı görmeye gittim. 81 yaşında ve 13 çocuk anasıydı. Okumasız, yazmasızdı. Biraz hoşbeşten sonra anama, bir yazım yüzünden hapise gireceğimi, kardeşimin de örgüt suçundan tutuklandığını, ağır işkence gördüğünü, ayak ve el tırnaklarının kerpetenle çekildiğini söyledim. Üzüldü, ağladı. Yaşlı, düşkün haline karşın canlandı. Elimi avuçlarının içine alarak, aşağıdaki kısa, özlü öyküyü anlattı. 'Siz bilmezsiniz oğul, sizin büyük dedeniz kuşçuydu. Kanca gagalı, iri pençeli, yırtıcı doğan kuşları beslerdi. Dedeniz silah kullanmazdı, atı vardı, iyi biniciydi. 'Kaçanı kaçanla, uçanı uçanla avlamak gerek' derdi. Kuşlarını kara marsık etlerle beslerdi, pençeleri, gagaları güçlü olsun diye. Obamıza bir gün bir Atlı Bey geldi oğul. Şakakları sivri, yeşil gözlü, çizmeli bir beydi. Dedeniz 'Tanrı misafiri' konuğunu çadırımıza kahve içmeye buyur etti. Adam atından indi. İçeri girerken, çadırın ön direğine sıra sıra tünemiş doğan kuşlarına hayranlıkla baktı. Kuşlar, çadır direğine ayaklarından iple bağlanmıştı. Adam, elini uzatarak anaç kuşlardan birini sevmek istedi. Anaç kuş, yaban bulduğu ele saldırdı, pençeledi, yırttı adamın elini.. Kan revan içinde kaldı eli konuğun. Adam bir kanayan eline, birde anaç kuşa bakarak, iki yanı keskin, sivri kamasını çıkardı. Telaşa kapıldık. 'Eyvah dedemizin kuşlarını kesecek' diye. Adam tersini yaptı oğul. Doğan kuşlarının ayak iplerini birer birer kesti, boşandırdı. Tümünü salıverdi gökyüzüne. Büyük dedeniz sinirlendi. 'Yahu sen ne yaptın, binbir emekle besleyip büyüttüğüm kuşlarımı nasıl salarsın' diye. Adam, sakin, bilge birine benziyordu. Hiç sinirlenmedi. Kamasını kınına soktu. İpek mendiliyle kanayan elinin yaralarını sardı. Sonra 'Bey bey, bir kuş düşün ki, elleri ayakları bağlıyken bile, kendisini tutsak eden insan soyuna asla yalvarıp pusmuyor, aksine saldırıyor. Görmüyor musun ki bu kuşlar, mağrur, yiğit kuşlar. Böylesi kuşları kolları bağlı tutsak etmek insanlığa yakışmaz, günahtır' dedikten sonra bindi atına. Dört nal oldu, çekti gitti. Fena bozuldu dedeniz. Bir daha da doğan kuşu beslemedi..
Şimdi sen bu olaydan misal biç oğul. Ankaralara, İstanbullara varınca, sizi hapse atacak olan Kenan Paşaya söyle 'De ki, o içeridekilerin tümü birer kolları bağlı doğandır. Onları düşündüler, yazdılar diye hapse atmak, dört duvar arasında çürütmek günahtır. Ne yapmış benim oğullarım.. Namusa mı göz dikmiş, hak mı yemiş, can mı almış? Biz Türkmenlerde suç bunlar. Aklı olan düşünür, kalemi olan yazar. Oğullarım, düşündüğünü yazdı çizdi diye içeriye mi atılır? Nasıl görenek bu. Koyuversinler oğullarımın yakasını. Bulutun önüne geçilmez, buluta cetvel vurulmaz. Günahtır.'
'Şahin' soyadımızın büyük dedemizden kaldığını da söyledi. Anacığımın iyi ki de elini öpmeye gitmişim. Son görüşümüzmüş meğer. 82 yaşında attan düşmüş, boynunu kırmış, ölmüş.
'Bu kitap işkencenin sayfalardaki dolaşımı'
-Okurlarımıza anımsatmak adına soruyorum, neden hapise atıldınız, içeride ne kadar kaldınız?
-Her insanın yaşamında tayin edici 'an'lar vardır. Örneğin Köy Enstitüsü'ne girişim yaşamımın en önemli noktalarından biriydi. İkinci önemli anım da 1 Haziran 1983 günü cezaevine girişim. Cezam, bir roman eleştiri yazısı yüzündendi. 1978'de Mustafa Yeşilova'nın Milliyet gazetesi, 'Karacan Roman Ödülü'nü kazanan, belgesel romanı Kopo, 1938 Dersim isyanını anlatıyordu. Romanda bir tek 'Kürt' sözcüğü geçmiyordu. İsyanı, Alevi Türkmenlerin çıkardığını yazıyordu.
Bir Türkmen çocuğu olarak alındım buna. Bir eleştiri yazısı yazdım. Yazmaz olaydım. İsyanı Alevi Türkmenlerin değil, Kürtlerin çıkardıklarını belirttim. Yazımda 'Kürt' sözcüğü geçtiği için İstanbul Toplu Basın Mahkemesi, bölücülükten dava açtı. Derken dava, İstanbul 3 No'lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'ne devredildi. Bilirkişi raporunda, edebi ağırlıklı bir eleştiri yazısıdır, suç yoktur denilmesine, tek kelime Kürtçe bilmememe karşın, Kürtçülükle suçladılar beni. Reddettim. 'Ne Kürtçüyüm, ne de ırkçı Türkçüyüm. Ben Atatürkçüyüm. Yıllarca beden eğitimi öğretmenliği yaptım. 19 Mayıs'larda milli duyguları kuvvetlendirici gösteriler yaptırdım, takdirnamelerim vardır' dememe karşın, bastılar cezayı, 18 aya mahkûm ettiler beni. Zaman 12 Eylül'dü, kötü zamandı, zalim zamandı. 1 Haziran 1983 günü, ırz düşmanı imişim gibi bileklerime kelepçeyi takıp iki jandarma nezaretinde Şile cezaevine tıktılar. Orada, ünlü tiyatro sanatçısı İsmet Ay ile İhsan Yüce ziyaretime gelerek bana moral verdi. 17 Haziran sabahı zırhlı sevk arabasıyla beni, ilkin Bursa Muvakkat Koğuşu'na, oradan da Yalova cezaevine naklettiler. Kolları Bağlı Doğan'da yer alan 'Muvakkat Koğuşu' öyküsünde tokatlanan, aşağılanan kişi benim. Yalova cezaevindeyken Yaşar Kemal, Kerim Korcan, Adalet Ağaoğlu, Bekir Yıldız, Alpay Kabacalı, Ali Uğur, Tanju Cılızoğlu, İsmet Kemal Karadayı, Ruşen Hakkı, Yılmaz Odabaşı, Mehmet Güler, Fikret Madaralı, Ali Özgentürk ve Gönül Dönmez Colin ziyaretime gelerek bana güç verdi. Oktay Akbal, Talip Apaydın, Mustafa Ekmekçi, Başaran, Tomris Uyar ile Erdal Öz de mektupları ile beni yüreklendirdi.
18 kişilik koğuşta 44-45 kişiydik. Yataklara sığabilmek için bir yanımızın üstüne yani kılıcına yatmak zorundaydık. Nazi kamplarından farksızdı. Bir insan istifiydi. Ayıbın ayıplığını yitirdiği yerdi. O atmosfer içinde koğuşun siyah beyaz TV'sinden 1983 yılı Antalya Altın Portakal Film Festivali'ni izliyordum. Öykülerimden uyarlanan Derman filmi ile Tomruk filmi yedi ödül birden kazanmıştı. Derman En iyi 2. Film, Hülya Koçyiğit En İyi Kadın Oyuncu Ödüllerini, Müzik, Görüntü, Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini, Tomruk ise En İyi 3. Film ve yine En İyi Görüntü Ödülleri'ni almışlardı. Ben ödül törenini tahtakurularının, bitin, pirenin içinde hüzün ve sevinci bir arada yaşayarak izledim, unutamam. Ertesi gün Hülya Koçyiğit'ten bir telgraf aldım. 'Gönlümüzdesiniz' diye. Ağladım. Sonradan Şerif Gören'in çektiği, Hülya Koçyiğit ve Talat Bulut'un başrollerini oynadığı 'Firar' filminin öyküsünü, mahkûmların ağzından duyarak yazdım. Film yurtiçinde ve yurtdışında pek çok ödül kazandı. 18 Mart 1984 günü sabahı 'iyi hal'den tahliye oldum. Dışarı çıktığımda yeryüzü ile gökyüzünün ve denizin bu kadar sonsuz ve bu kadar muhteşem olduğunu gördüm, yaşadım ve sevindim.
-Bir hapishane güncesi... Hepsi akılda tutulmuş notlardan hareketle yazılmış. Kolları Bağlı Doğan için hapisliğin, işkencenin yazılı belgeseli demek yanlış olmaz sanırım.
-Size aynen katılıyorum. Özünde öyküleştirilmiş bir 12 Eylül belgeselidir Kolları Bağlı Doğan. Kitabın yazılışı bile başlı başına bir macera. Koğuşlar, ranzalar, masalar, yapış yapış kir ve pislik içindeydi. Boynunda, bedeninde, çenesinde kan çıbanı çıkmayan mahkûm yoktu. Fazla peçete kâğıdı kullanmaya çalışıyordum. Görüp yaşadıklarım, başka cezaevinden naklen gelenler, sevk edilenler, işkence görenlerle konuşuyor, notlar tutuyordum. Cuma günleri jandarma bütün koğuşlarda iğneden ipliğe arama yapar, yazılı kâğıtları alır götürürdü. Ben de peçete kâğıtlarının katlarını ayırdım, her kâğıda kurşun kalemle, kâğıdı deldirmeden usul usul yazdım. Sonra peçete kâğıtlarını avucumda nohut gibi top yapıp, sakladım. Görüş günümde onları eşime, kızıma verir, 'Bunları cam kavanozlarda saklayın, çok önemlidir' dedim. Cezaevinden çıkınca, altı yedi kavanoz dolusu kâğıt topu birikmişti. Büyük bir sabırla onları açarak, numaralandırarak temize çektim, düzelttim. Kolları Bağlı Doğan, işkencenin sayfalardaki dolaşımıdır. Devletin vatandaşına yaptığı zulümdür. Ben bu zulmü, estetik bir öykü diliyle yazmaya, öyküye sığdırmaya çalıştım.
'Artık her şey daha da kötü'
-Sürek avları; gel de enseyi karartma cinsinden. Öyle korkulu, öyle baskı dolu. Düşünme, yazma, söyleme, o zaman senden iyisi yok. Adalet, özgürlük istediniz niceleriyle birlikte. Yok dediniz, dur dediniz gidişata, infaz edildiniz. Aldılar içeri, yer misin, yemez misin, dayak üstüne dayak. Tırnakları söktüler. Falakalar. Aşağılamalar. Küfür, işkencenin bini bir para. Kolları bağlı doğanların biriydiniz. Kaç yıl geçti aradan? Ülkede bu anlamda bir şey değiştiğini düşünüyor musunuz?
-Hayır. Hiçbir şey değişmedi hatta daha da kötüye gitti. Ben hapisten çıkalı 26 yıl oldu. Sıkıyönetimde yargılanırken, askeri mahkemeden iadeli taahhütlü yazı gelirdi ve 'şu şu gün tarihte, şu şu suçlardan yargılanacaksınız, mahkemede hazır bulununuz' diye uyarırlardı beni.
Şimdi Silivri Esir Kampı'na alınan ordu komutanlarımızın, değerli bilim adamlarımızın, profesörlerimizin, politikacılarımızın, gazetecilerimizin hangisine böyle bir uyarı yazılmış, gönderilmiştir. Örneğin Mehmet Haberal'ın içeri alındığı günden beri neyle suçlandığını bilen var mı? 12 Eylül faşizminde bile yoktu böylesi bir sivil saçmalık.
-Siz pes etmediniz ne o zaman ne bu zaman. 'Düşünce durdurulamaz, tıpkı yaşanan baharı kimsenin durduramayacağı gibi' diye yazıyorsunuz. Bu tür öykülerinizde en baskın, okura en fazla geçen duygu da bu bence. Her şeye rağmen yaşamak, ayakta kalmak, direnmek değil mi?
-Az önce söylediğim gibi bir roman eleştiri yazısında 'Kürt' sözcüğü geçtiği için yargılanıp hapis yattım. Bir de son yıllarda ve günümüzde olup bitenlere bakıyorum da, ne diyeceğimi bilemiyorum. Herkes yeminli birer Kürt faşistine dönüşmüş, ağızlarda amacını yitirmiş bir 'özgürlük' lafı, eşitlikten kimse söz etmiyor. Devlete kafa tutanlar, başkaldırı denemeleri, yakmalar, yıkmalar devam ediyor. Türk olmak suç sayılıyor. Kürt işkence görür, hapise atılırsa dünya ayağa kalkıyor. Türk hapis yatar, işkence görürse kimse sesini çıkarmıyor. Otuz bin Kürt'ü, Türk'ü, kadını, erkeği, askeri, çocuğu öldürten Apo değerli şimdi. Cezaevi beğendiremiyorlar bey efendiye. Habur sınır kapısında teröristleri saygıyla karşılıyorlar. Ömründe İstanbul'dan dışına çıkmamış, Doğu dağlarında ayakta duramayacak haldeki birtakım yalakalar milletvekili oldu. Apo'nun müzesini ziyaret ediyorlar. AKP-Fethullah ortaklığının ülkeyi getirdiği noktaya bakın siz. Atatürk'e, devlete, orduya küfür eden alkışlanıyor, kazanıyor. Hain pusularla askerlerimizi şehit edenler, ordumuzun başına çuval geçirenler, kozmik aramaları, sömürge televizyonlarında gece gündüz konuşan, emperyalizmin yeminli maşaları, akademik unvanlı, CIA bağlantılı, hayatlarının önü arkası nice hile ve kıvrımlarla dolu insanlar. Onların gözleri duyguya, insana açık olamaz, Shakespeare'in 'Cebimdeki Orospu Tanrıparaya' tapanlar. Çürümüşler, yabancılaşmışlar. 12 Eylül öncesinde ikinci cumhuriyetçilerin çoğu Atatürk'ün, Marks'ın, Lenin'in, Mao'nun posterleri önünde arkasında yürüyüş yapardı, şimdi aynı kadro Ortaçağ kalıntıları olan Şeyh Sait'lerin, Seyyit Rıza'ların, Said-i Nursi'lerin ve Fethullah'ın posterlenin önünde yürüyor, büyük bir utanmazlıkla onları ve müritlerini 'Sivil Toplum Kuruluşu' olarak selamlıyor. Yüzsüzler, yüzleri olsaydı utanırlardı.
'Gözlerimizi de aldılar'
-'12 Eylül faşizminin sınıfsal niteliğine de bir eleştiri bu öyküler' sözünü açar mısınız?
-Bir benzetme yapayım, 12 Eylül E-5 yolunda tıkanan burjuva arabalarının trafiğini açmak için, işveren ve patronlar için yapıldı. 13 Eylül sabahı ilk kutlama, ABD'deki ağabeylerinden geldi 'Bizim çocuklar başardı' diye. Başka deyişle 24 Ocak Kararları'nın önünü açmak için yapıldı. Özelleştirilme martavallarıyla fabrikaların, limanların, ormanların, bankaların, madenlerin ve nehirlerin satılışı için. Günümüzde bakkalların ortadan kaldırılmasına kadar gelip dayandılar.
-Genel olarak hapishane ve mahkûm kimdir, hapislik duygusu nasıldır sizce?
-Ingeborg Bachmann'ın bir sözü var. 'İnsanın gerçek ölümü hastalıklardan değil, insanın insana yaptığından' diye. Hapislik, klasik anlamda, devletin çocuğu okulla, hastayı hastaneyle, deliyi tımarhaneyle, suçluyu da hapishaneyle eğitme çabası. Her şeyi numaralayıp denetim altına alırlar. Orwel'in 1984 adlı kurgusal romanında anlattığı gibi her şeyi gözetir, dinlerler. Hapishaneler, mahkûmların ıslah edildiği değil insanın paramparça edildiği yer. İnsan kendi içine kapanır, büzülür, iç hamurundan kinler, öfkeler yaratır. Hapishane dışarıdaki büyük haksızlıkların içerdeki izdüşümü. Hapishanede mahkûmun sahip olduğu tek şey, zaman ve beklemek. Bir de, insan soyuna yapılan en büyük kötülük, ona işkence etmek değil, onu işsiz, uğraşsız bırakmak. Engels 'İnsanı insan yapan iştir' diyordu. Hapishanelerimiz 80 bin mahkûma göre yapıldı. Oysa bugün mahkûm sayısı 120 bini geçti. Ülkemizde altı yedi milyon işsiz var. Evine ekmek götüremeyen Türk ve Kürt özgür olabilir mi? Doğu Anadolu'da 175'ten fazla toprak ağası var. Toprak reformundan söz edilmeyen yerde, topraksız köylü 'özgür' olabilir mi? 1960'larda Sermet Çağan'ın 'Ayak Bacak Fabrikası' adlı ünlü oyununda aklımdan çıkmayan bir söz: 'İnsan bir kez aç kalmaya görsün, inançlarını bile yer.' Onca işsiz, aç insana, tırlar dolusu tespih ve muska dağıtsanız, birkaç kilo makarna, pirinç verseniz, Başkentin göbeğinde Tekel işçilerini açlık grevine, ölüme zorlayanlar kesinlikle gidecektir.
-Hapisteyken ve hapisten sonra, o zor koşulların izi üzerinizde kaldı mı?
-Benim yattığım hapishanelerde dış kapıdan koğuş kapısına kadar yedi tane ağır demir kapı vardı. Akşam sayımından sonra demir kapıların güm güm örtülmesi, demir sürgülerin çekilmesi, ruhumda derin izler bıraktı. Hapse girmeden önce gözlerim pilot gözü gibiydi. Koğuşta gece gündüz kerhane ışığı gibi kırk mumluk bir ampul yanardı ve ben okumadan duramazdım. Hapisten çıktığım zaman gözlerim ileri derecede miyoptu. Gözlük takmam bu yüzden. Bir de, hep duvarların dibinde kalacağım, dışarı asla çıkamayacağım gibi psikolojik bir travma geçirdim ve Yalova Hastanesi'nde ruhsal tedavi gördüm.
-Kuşkusuz okura ağır gelen, yoran, sinirlerini bozan, vicdanını paramparça eden öyküler bunlar. Gerçek olması da cabası. Ama duyarlı okur itmedi öykülerinizi, okudu, bile bile girdi o dünyanın içine. Tepkiler nasıldı, neler dediler?
-Sayın Talat Halman, ABD'de 'Yalnızca Türk edebiyatının değil, dünya hapishane edebiyatının da en parlak örneği' diye yazdı. Kitap, sıkıyönetim korkusuyla, zamanında yayımlanamadı. 1988'de ancak doğabildi ve Yalçın Pekşen inanılmaz güzellikte bir yazı yazdı. Kitap altı baskı yaptı, pek çok dergide övücü yazılar çıktı. Anadolu köylülerinden mektuplar geldi. Bir köylünün şu cümlesini unutamam. 'Size işkence eden polisin adresini verin ona yılan kabuğu göndereyim.' Yılan kabuğu göndermek senin aslın-öten bu demek.

SON YÖRÜK OSMAN ŞAHİN
BİLİM+GÖNÜL ŞUBAT 2011 SAYFA 213 (Gamze Akdemir, Cumhuriyet Gazetesi)