6 Haziran 2009 Cumartesi

KİMLERİN ARASINDAN GELİYORUZ
Mustafa SAĞLAM

Sizleri bilmem ama ben, sık sık başkalarının yerine koyarım kendimi. Bir de onların penceresinden bakmaya çalışırım dünyaya. Olayları onların gözüyle görmeyi denerim. Farklı mı görünür? Bazen farklı, bazen farksız; o ayrı bir konu. Onları anlamaya çalışmak benim asıl amacım. Sanırım bunu da bayağı başarıyorum.
Yalnızca insanların değil; birçoklarına tuhaf gelecek ama yol kenarlarında gezerken, dağlarda, ormanlarda dolaşırken, kafeste kapalı veya zincirle bağlı gördüğüm hayvanların yerine de koyarım kendimi. Doğal çevrelerinde gönüllerince yaşamak dururken onları, özgürlükleri ellerinden alınmış görmek neşemi kaçırır; kapılarını açıveresim, zincirlerini çözüveresim gelir hemen. Tabi bunu yapamamanın ezikliğini duyarım sonra da.
Sahi başkalarına kızdığımız zaman “Hayvan!” diyerek onlara hakaret ettiğimizi düşünüyor ve güya hayvanları kendimizden aşağılık görüyoruz, fakat gerçekte öyle mi acaba? Bu hakkı kendimizde nasıl buluyoruz? Biz çok mu üstünüz ki o sevimli ve masum yaratıklardan? Ben, şahsım adına, buna inanmıyorum. Bir kere neden bizden daha aşağılık olsun ki hayvanlar? Hor görülecek nereleri var onların? Pek çok şeyi bizden daha iyi yapmıyorlar mı? Esasen, beceri ve yeteneğin gerçek bir üstünlük olduğunu tartışmasız kabul etmiyor muyuz hepimiz? Hangimiz bir yılan kadar hızlı sürünebilir, bir bukalemun gibi renk değiştirebilir, bir kuş gibi uçabiliriz? Kendi dallarında hepsi birer uzman değiller mi?
Ama konunun bu tarafı da değil benim anlatmak istediğim; hayvanları hor görürken onlardan hiç mi parça yok bizde? Örneğin ürünlerini yediğimiz şu toprağa geçmişten günümüze kaç bin tür hayvanın bedeni çürüyüp karıştı bilenimiz var mı? Bir avuç toprakta gelmiş geçmiş kaç canlının atomları bulunur hayal etmeye çalışalım bir kere!
Hani bazen deriz ya “Katır inadı var bunda!”, “Keklik sekişli”, “Aslan gibi kükrüyor”, “Ahu gözlü”, “Tilki gibi kurnaz” ve daha niceleri. Bence, bedenlerinde bulunan ve sözü edilen hayvana ait damarın ağır basmasından kaynaklanıyor o nitelikler. O canlı türünün, söz konusu kişideki varlığının bir kanıtıdır bu. Ayrıca bu topraklar, sadece hayvan gövdelerinin çürümesinden oluşmadı tabi; gökyüzünde kaybolup gitmedi bizden önce yaşayan kişiler; bu mezarlara gömüldü, bu topraklara karıştı onlar da.
Ömer Hayyam’ın şu dörtlüğü en iyi şekilde açıklamıyor mu bunu:

“Senden benden önce kadın erkek niceleri”
“Şenlendirip süslediler dünya denen yeri”
“Senin tenin de toprağa karışacak yarın”
“Senden beslenecek nice insan bedenleri.”
(Çeviri: Sabahhatin Eyuboğlu)

Eskilerin, “ölüler dünyası” anlamına gelen “Hades” dedikleri yerdir orası. Konuşmasalar, hareket etmeseler de bu yerin altı ağzına kadar insan doludur. Pek çok tanıdık bile var aralarında. Örneğin Homeros, Orfeus gibi ozanlar; dünya güzeli Helena, Kleopatra ve Semiramis gibi kadınlar; Mesagat kraliçesi Tomris, Truvalı Hektor gibi kahramanlar; Sokrates, Platon, Thales, Heraklaitos gibi bilgeler ve adı sanı bilinmeyen daha pek çokları.
Biraz da mitolojik bir anlatımla, Styx Nehri’nin öte yanı sonsuz uykuya dalmış insan kalabalığıdır baştan sona. Ve onların arasından kalkıp geliyoruz biz. Kabul etsek de etmesek de onların bedenlerinden parçalar vardır bizim bedenimizde.
Bunun içindir ki biz, biraz Friklerdeniz, biraz Hititlerdeniz, biraz Perslerdeniz, biraz Lüvilerdeniz. Daha doğrusu Anadolu’da yaşamış halkların bir karmasıyız biz.
Demem o ki, bu toprakların yetiştirdiği, bu coğrafyaya has, Anadolu’nun öz sahibi olduğumuz gerçeğini idrak etmeliyiz. Ve kimlerin arasından geldiğimizi, kim olduğumuzu iyi bilmeliyiz; bu çok önemli.