10 Şubat 2009 Salı

GERÇEMEK SAYI 13



GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Şubat 2009

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 3
Sayı: 13

Gerçemek,
Kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.


HAYIT (Vitex agnus castus)
Hayıt, antik çağdan beri Akdeniz havzasında bilinen, 1 ile 3 metre yükseklikte, çalı görünümlü, kokulu bir ağaççıktır. Çoğunlukla dere boylarında yetişen bu bitkinin el şeklinde yaprakları vardır. Hayıt kışın yapraklarını döker. Yaz sonu kimi beyaz kimi mor çiçek açar. Sonbaharda kahverengi, küçük tohumları olur. Dişler arasında zor kırılan tohumları, baharatlı bir koku salıverir insanın ağzına.
Hayıt tohumlarının aşırı cinsel arzuyu gemlediği gibi dozuna göre erkeklerdeki cinsel tembelliği giderici özelliğe de sahip olduğu, hayıtın yaraları iyileştirdiği, kadınlarda hormon dengesizlikleri ile ilgili rahatsızlıkların giderilmesinde etkili olduğu, adet görememe ya da yetersiz görmeyi tedavi ettiği, adet öncesi sancılara iyi geldiği ayrıca anne sütünü arttırdığı söylenir.
Aydıncık yöresinde eskiden buğday böceklenmesin diye buğday çuvalının içine hayıt yaprağı konur, dalları da sepet yapımında kullanılırdı.

EDİTÖRDEN


DERGİMİZE GÖSTERDİĞİ MADDÎ VE MANEVÎ DESTEKLERİNDEN DOLAYI DR. MEHMET NUR’A ÇOK TEŞEKKÜR EDERİZ.
************************************************************************************

2009 DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ BİLDİRİSİ
Osman ŞAHİN

En eski çağlardan beri ölümsüzlüğün ne olduğunu arama tutkusuna kapılan insan soyu, ölümsüzlüğün, kendi öz yaratısı “sanat” olduğunu anlamıştır.
Öykü, insanlığın en yaratıcı söz sanatıdır.
Doğa kendi yasalarına göre işler, öykü ise, insanlığın temel yasalarını ölçüt alır kendine, ona göre yazılır. İçinde insan olmayan bir öykü düşünülemez.
Öykü sözcüklerle yazılır. Sözcükler birer sestir, birer güçtür. Her sözcük bir doğumdur, bir tomurcuk coşkusudur, yaşama yeniden bağlanmadır. Yıllanmış seslerdir sözcükler, yıllanmış coğrafyalardır. Milyonlarca ağzın, dilin, soluğun sıcaklığını ve nemini taşırlar. Her sözcük bir düşünce taşır içinde. “Söz” insandır. “Söz” insana bir şey anlattığı sürece ‘söz’ dür, anlatmıyorsa ‘boş laf’tır.
Öykünün kendine özgü kuralları, kurgusu, dili ve derinliği vardır. Öykü yaşamdaki gerçeklikle aynı olsun diye yazılmaz. Öykü gerçeği ile yaşam gerçeği birbirine uymaz. Görünenler, yaşananlar bir fotoğraf gerçeği ile yazılırsa bu öykü olmayacak, gazetecilik olacaktır. Öykü, yaşadığımız gerçeklerden bağımsızdır ve dış dünyayla bir ayrılık taşıyacaktır.
Yazar, yaşadığı çağın tanığıdır; kendi payına düşeni yazar ama yazdıkları ne kendi yaşamının tamamıdır, ne de görebildiklerinin… Yazar yüreğini dünyaya, topluma kapatamaz. “Yazarın ayakları ne denli kendi toprağındaysa, kulakları da yeryüzünde olacaktır” diyor Yaşar Kemal. Yazarın içinde beslediği, büyüttüğü temel gerçek, insan duygusu ile insan gerçeğidir. Montaigne’in: “Bir insanda yeryüzü insanlığının bütün halleri gizlidir” sözünün önemini, yazar herkesten iyi bilir; her insanın içinde bir “Hamlet’ olduğunu, sıradan insanların başını kaldırmaya hakkı olduğunu da…
Yazar, edebiyatın sürekliliği içinde düşüncelerini, birikimlerini, algılarını akıl süzgecinden geçirerek özümseyen, onları kağıda dökerek, öykü yokuşunda sürekli koşmaya çalışan kişidir. Sözcüklere ruh verendir, bir sözcük damıtıcısıdır. Öykü kıvamını, sözcüklerin kaynaşmasını sabırla bekler. Yüreğinden, aklından geçen sözcüklerin, okurların yüreğinden de geçeceğini, onu sarsacağını, ürperteceğini bilir.
Yaşlı insan yüzleri geçmişin aynaları sayılır. Her çeşit insan yüzü, duyulan birkaç çekirdek söz, ağır çalkantılı yaşamlar, çarpık ilişkiler, savaşlar, afetler, acılar, ihanetler, analık duygusu, korku, ölüm ve aşk gibi temel insanı duygular, yazarın yüreğinde büyük anaforlar, patlamalar yapar. Tohumlanma, çimlenme başlar. Derken, yüzlerce sözcüğün kanından, canından oluşan, başında, sonunda ve ortasında hep ‘insan’ olan ‘öykü’ çıkar ortaya. İnsanın derinine inmeyen, yalnızca süslü sözcüklerin cilasıyla yetinilerek yazılmış öyküler kanımca kalıcı olmayacaktır.
Zaman kadar eski, zaman kadar genç, Ilyada ve Odysseia gibi iki büyük destanın yaratıcısı, İzmirli yurttaşımız Homeros’tan günümüze, birbirinden coşkulu, güzel, kanatlı sözlerle anlatı geleneğimizi taçlandıran Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Kemal, Yaşar Kemal ve daha pek çok büyük, soylu yazarlarımızı saygıyla anıyor, selamlıyorum.
Dillerimiz, kültürlerimiz, yaşantılarımız farklı olsa da, öykülerimizin kardeş olduğunu yineliyorum.
DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ’ nün bütün öykücülerimize ve öykü severlere kutlu olmasını diliyorum.

ÖYKÜCÜ
Osman Şahin
"8. İzmir Öykü Günleri Onur Konuğu"
*************************************************************************************

YAŞLILAR DA GÖRÜR GÜZELLİKLERİ
Mehmet BABACAN

Masaya yaslanıp yumruk yaptığı sol elini şakağına dayamış olan genç kadın, merak dolu gözlerle bakıyordu yaşlı adama. Bakışlarındaki anlam, hayret mi şaşkınlık mı yoksa küçümsememi belirsizdi. Göz göze geldiklerinde, gözlerin karası birbirine akıyor gibi gelmişti adama. Aracısız akabilir miydi renkler?

Bir esmeri gördü gözüm,
Dağlar taşlar esmerdi şimdi.
Dalda meyve, bağda üzüm,
Uçan kuşlar esmerdi şimdi,
diye mırıldandı yavaşça…

***
Bakmakla görmenin aynı şeyler olduğunu bir kez daha düşündü yaşlı adam. Çünkü uzun süre olmasa da birkaç aydan beri buradaydı bu kadın. Üstelik sıradan biri de değildi ki gözünden kaçmış olsun. Tümcenin tüm anlamıyla, fidan gibi bir esmer güzeliydi. Hani, olağanüstü beğenilen bir şeye “Yeme de yanında yat” derler ya; onu gibi, bunun için de “Yanında yatma da ye” diyesi geliyordu insanın.

***
Sosyal yaşam dendiğinde ya da insanın sosyal bir varlık olduğu söylendiğinde, bu sosyal öz nereden kaynaklanıyor diye düşünmüşümdür hep! Kum, betona dönüşürken su ve çimento gibi toplumsal yaşamın da bir mayası yok mudur? Bence vardır. Hem de insan olmanın temel taşı sayılabilecek derecede. Düşünelim bir kez; yaşam dediğimiz süreç, sayısız alışveriş zincirinden oluşuyorsa, vermeden almak da olanaksızsa, adını koyalım bu özün. “Özveri”dir o…

***
Fazla konuşmayan, gülümsemeyi bile ölçülü kullanan biriydi, esmer güzeli. Özentisiz yaşamı, sıradanlaştıracağı yerde kişiliğini daha da güçlendiriyordu. Özgüveni böylesine güçlü olduğu halde, ince bir bulut gibi yüzünde gezinen gölgenin bir nedeni olmalıydı. Belki de yaşanmış hayal kırıklıklarının ya da düş yıkımlarının tortularıydı bunlar, kuşku ve güvensizliğin imzası gibi… Sık sık sergilediği yardımseverlik eylemlerinde, yüreğinden kopup gelen özveri dalgasıyla bu güvensizliğin kıyasıya savaşımını kara gözlerinde okumak olasıydı. Bu bunalımın kaynağında erkeklerin payı daha mı büyüktü? Çünkü bir söyleşimizde, “Seks çamuruna batırılmayan ve de kaprislere kurban edilmeyen bir sevgiden daha yüce ne olabilir,” dediğini anımsar gibiyim.
Aşka inanmadığını söylüyordu, esmer güzeli. “Aşk denilen kavram, ilgililerini kandırmaktan öte geçmeyen, taşkın bir selden başka bir şey değildir. Sel gittikten sonra geriye birazcık kum kalırsa, sevgi odur ancak. Ne yazık ki selin yaptığı tahribat, onu da alıp götürüyor,” diyordu…
Bu görüşe katılanlar da olur elbet, katılmayanlar da…
Ne var ki kadın duygusallığının ulaştığı bu hüküm boyutu, yaşanmış olan acıların, basitçe serüvenler düzeyinde kalmadığını kanıtlar gibidir.

***
Bir yaz günüydü. Ayağından yaralanmıştı, yaşlı adam. Sızlanıp dururken, ansızın yardımına koştu genç kadın. Beklenmeyen bir ilgiydi, bu. Öylesine sevecen yaklaşmıştı ki kırk yıllık dostluğun sıcaklığı vardı davranışlarında. Özverinin uç verdiği an mıydı, yoksa Anka kuşunun başına konduğu masalsı gün müydü yaşanan!
Bu tedaviye yalnızca fiziksel açıdan bakmak, haksızlık olurdu doğrusu.

***
Yasaklanmaya aday duygular içindeydi yaşlı adam. İlk kez korkuyordu sevmekten. Oysa sevgiye ne kadar susuzdu yüreği! Ama ağzı sütten o kadar çok yanmıştı ki yoğurdu üflemek şöyle dursun, yakınına varmak bile istemiyordu.
Ne var ki ikilem içinde kıvranıyordu. Bir yanda doğanın ortaya koyduğu amansız ferman diğer yanda ferman dinlemeyen bir deli gönül! Yaşamın etkili güçleri de desteğini hep korkudan yana koyuyordu. Yüreği yetmeyebilirdi coşkulu heyecanlara. Stresler taş olup oturabilirdi midesine. Ya komşular? Şairin dediği gibi,
“Çiçek mi koklanırmış bu yaşta?
Tövbe tövbe.
Kıtlık gelecek ekmeğimize, aşımıza.
Tövbe tövbe.
Taş yağacak başımıza.
Tövbe tövbe”
demeye kalkarlarsa…
Zaten yaşamı boyunca tek kanatla uçmuştu yaşlı adam. O yalnızca sevmiş, sevilmekten yana fazla şanslı olmamıştı. Belki yakamozlar gibi gördükleri olduysa da dolunaydan sonra kaybolup gitmiştiler… Şimdi duygularını açığa vursa, “otur oturduğun yerde be adam,” denmez miydi?
Gönlüyle mantığının kavgasında, mantıktan yanaydı yaşlı adam ve dizelere döküyordu korkularını:
“Çık git düşümden eylül çiçeği,
Mevsimsiz tomurcuk korkutur beni.
Ruhumda gezinen ateşböceği,
O delişmen çocuk korkutur beni.”

Yersiz miydi bu korkular? Mevsimsiz çiçekle bahar olur muydu hiç? Damarlarımızda yanlışlara gebe onca ateşböceğinin, onca delişmen çocuğun dolaşıp durduğunu inkâr mı edelim yani? Korkunun insana özgü olduğunu nasıl unuturuz?
Deli de olsa, sonunda yola geldi, söz dinledi deli gönül.

Deli gönül sevme dedim,
“Başüstüne, olur” dedi.
Gül dikenli değme dedim,
“Değer isem n’olur” dedi

Değme sakın, yanar elin,
Yaralanır taze tenin.
Eti yenmez her serçenin,
“Göz hasmını bilir” dedi.

Dalgalanıp durulmuşum,
Aramaktan yorulmuşum.
Nerde benim talih kuşum?
“Arayanlar bulur” dedi.
Yolum yokuş, zaman kısa,
Ömür biter, bitmez tasa.
Alnımızda anayasa
“yazılanlar gelir” dedi.

BABACAN’ım beni dinle,
Cilveleşme ecelinle.
Baş başa ver kadehinle,
“Bir hoş sadâ kalır” dedi.

Evet, bir hoş sadâ kalmalıydı ve yelken açmalıydı dostluklar, sevgi denizlerinde.
Ruh ve fizik güzelliğini, böylesine buluşturabilmiş olan esmer güzeliyse, yaşamın en yüce ödülleriyle buluşmalıydı.
Neyleyim ki güzellikle şansın çoğu zaman at başı gitmediğine bir kanıt gibidir onun yaşamı.
*************************************************************************************
VEYSEL AMCAM
Özler YALÇINER KELECİOĞLU

Ankara’ya bir kasvet çöker kasımda. Sarı sarı yapraklar sokaklara dökülür; yolda yürürken insanın yüzünü, kulaklarını ısırır, acıtır kasım rüzgârı. Suçludur o: Önüne kattığını alıp götürür. Atatürk’ü, Orhan Veli’yi ve daha nicelerini kasımda kaybetmedik mi? Oldum olası sevemedim bu ayı.
28 Kasım 2008 Cuma, ofisimde bilgisayarımın başında, oturmuş işlerimi yetiştirmeye çalışırken çalan telefonumun sesine irkildim. Açmadan önce baktım arayan annemdi. Her zamanki sevecen ses tonuyla iş stresimden uzaklaştıracak beni, sevindirecek diye bir heyecanla açtım telefonumu. Annemin sesinden önce kasım rüzgârının uğultusu çalındı kulaklarıma. Penceremden baktığımda süklüm püklüm rüzgâr yerdeki sarı yaprakları döndürmekle meşguldü. Ruhum bile duymadan o rüzgâr, amcam Veysel Kaptan’ı bizlerden “almış da çalmış da götürmüş.”
Dışarıdaki rüzgâr yüreğimde esmeye başladı acı acı, annem amcanı kaybettik kızım dediğinde. Bardaktan boşanırcasına yağmur indi gözlerimden, yüreğimdeki derin sızı düğüm düğüm oldu boğazımda. Sesim çıkmadı önce. Başımız sağ olsun anne dedim ve babamı sordum, biz gelene kadar ona iyi bakın, 4 kardeşin sonuncusu, kederli babama yalnız kaldığını hissettirmeyin, biz hemen geliyoruz dedim. Hemen dedim ama yola çıksak en erken 8 saat sonra ordayız. Son göreve yetişmek ne mümkün! Hırslandım içimden kasım rüzgârına: Ey kasım rüzgârı, yüzümüzü ısırdığın yetmedi mi? Neden ısırdın yüreğimizi, mademki ısırdın yetmedi mi de canımızdan can kopardın diyesim geldi. Kızamadım bile rüzgâra mübarek cuma olduğu için; bari yarı yolda bırakma cennete kadar kavuştur diye yalvardım. Sonra da dedim ki rüzgâra al götür bizi Aydıncık’a. Gerçemek diyarı Aydıncık’a en son dalında gerçemeği görmek için gitmiştim ilkbaharın son demlerinde. Şimdiyse acı sonbaharını da gördüm geldim.
Aydıncık baba ocağımdır benim. Sık sık gitmesek de görmesek de o köy benimdir. Aydıncık, benim için Veysel Kaptan idi, amcamdı, amcamın balık çorbasıydı mavisindeki tüm balıklar, rakısıydı bardağındaki beyaz bulutlar.
Nasreddin Hoca gibi adamdı amcam, öylesine kıvrak zekâlı, öylesine nüktedan. Enteresan bir espri patlatıverirdi ciddiyetini hiç bozmadan. İnceden giydirdiği laflarının içindeki muzırlıkları önce anlaşılmazdı. O hikâyelerle, esprilerle büyüdü bizim kuşak. Biz o hikâyelerle büyüdük, o hikâyeler amcamla büyüdü, nakledildi ve nakledilecek kuşaktan kuşağa. Şimdi amcamın torunlarına anlatacağız onları ama onun gibisini becereceğimizden kuşkuluyum, olsun biz de ne kadar güzel anlattığını da anlatırız yeni nesillere. Kümesten tavuk çalan tilkinin hikâyesini anlatırız mesela. Onun gibi her seferinde ilk defa anlatıyormuş gibi anlatmayı beceremeyiz belki. Kümese giren tilkiye havlayan küçük köpek gibi “KİM O KİM KİM KİM” diyemeyiz ya da büyük köpek gibi HIMMM LAF O LAF LAF LAF diye. Tilki tavuğu alıp kaçtıktan sonra horoz gibi de ötemeyiz ALDI DA ÇALDI DA GİDİYOOOOOO diye.
Ey Veysel Kaptan çok özleyeceğiz seni de hikâyelerini de. Şakacı amcam benim, son şakanı da yaptın gittin. Ama hâlâ inanamıyorum öldüğüne. Balığa gitmişsin de dönecekmişsin gibi bekleyeceğiz seni. Islak gözlerimizle, karşı kıyıda saygı duruşuna geçmiş seni uğurlayan Kıbrıs’ın dağları gibi dimdik duracağız, yıkılmadan acına katlanacağız. Cenazen için Türkiye’nin dört bir yanından topladığın yeğenlerin tek yürek olup yaşatacağız anılarını sonsuza dek.
Güle güle git, Kaptan Amcam, uğurlar olsun. Hatta UĞURlar, ALİler, ALİBAZlar, EMİNEler olsun yanı başında… Melekler şahit olsun, seni hep hatırlayacağız.

**************************************************************************************
AZİZE TEKLÂ
Celâl TAŞKIRAN

Önceleri Meryemlik diye bilinen Azize Teklâ Yerleşkesi, Yeni Mahalle’dedir. Silifke-Mut asfaltından 1km, Silifke-Taşucu karayolundan ise 5 km uzaklıktadır.
Isparta-Yalvaç’ta (Antiocheia in Pisidia) bir havrada vaazlar vermekte olan, İsa Peygamberin havarilerinden Aziz Paulus (İS 5/15–67), burada barınamayınca Konya’ya (Iconium) gelir.
Onesiphoros tarafından karşılanıp evinde konuk edilir (İS 49). Paulus’un dünya zevklerinden uzaklaşmak ve Tam bir bekâret hayatı sürerek Tanrıya ulaşmak üstüne yaptığı konuşmayı karşı komşu evde oturan on yedi yaşındaki nişanlı genç kız Teklâ, (Theokleia = Tanrının şanı) büyük bir ilgi ile dinler ve bundan çok etkilenir. O nedenle de nişanlısından ayrılır. Annesinin ve nişanlısının şikâyeti üzerine Paulus, Konya Valisi Cestilius tarafından sorgulanmak üzere zindana attırılır. Teklâ, zindan bekçisine gümüş bir ayna vererek yüzünü bile görmediği ama düşüncelerine hayran kaldığı Havari’ye ulaşır, önünde diz çöküp onun zincirlerini öper ve öğütlerini dinler.
Durum Teklâ’nın ailesine ve Vali’ye bildirilir. Paulus’un sopalarla dövüle dövüle kentten atılırken teklâ’nın da diri diri yakılmasına karar verilir. Ne var ki sağanak halinde bir yağmur fırtınası, bir mucize olarak ateşi söndürür, ortalığı sele verir ve Teklâ da ölümden kurtulur.
Kentin çıkışındaki mezarlığa yanındakilerle birlikte sığınmış olan Paulus’u bulmayı başaran genç kız, saçını kesip erkek kılığına girerek havari’den ayrılmamaya karar verir.
Paulus ve Teklâ Yalvaç’a varınca, kendisine âşık olan Alexandros adlı bir soylu yüzünden genç kızın başı yine derde girer.
Bu kez de Teklâ, yırtıcı hayvanlara parçalattırılmak üzere sirke çıkarılır; aslanlar ona zarar vermek şöyle dursun, onu korur bile…
Bu olaylar sırasında Teklâ, Tryphaina adında yaşlı bir kadının yanında kalmaktadır. Roma İmparatorunun tanıdığı olan Tryphaina, Teklâ’ya yapılan işkencelerden son derece etkilenip bayılır. Yalvaç Valisi, bu durumdan korkarak Teklâ’yı serbest bırakmak zorunda kalır. Teklâ, Paulus’u bu kez Derbe’de (kimilerine göre Demre/Myra’da) bulur. Başından geçenleri ona bir bir anlatır.
Onunla vedalaşır ve Konya’ya geri döner. Onesiphoros’un evinde dualar eder. Konya’da çok kalmaz. Oldukça yaşlanmış olan Azize, Silifke’ye (Seleucia ad Calycadnum) gelir. Meryemlik’te sığındığı mağaradan yöredeki çok tanrı inançlı insanları aydınlatır. Mucizeler yaratarak hastaları iyileştirir. Bu durum, hekimlerin kıskançlığını doğurur. Onu öldürecekleri sırada, yaşadığı mağaranın köşesine doğru yönelir, kaya yarılır ve geride yüzyıllar sürecek bir anı olan kayalaşmış örtüsünü bırakarak kaybolur.
Azize Teklâ’nın içinde yaşamış olduğu mağara, onun yokluğundan hemen sonra, Hıristiyan Silifke halkınca kutsal sayılmış, gizli toplanma ve tapınma yeri olarak kullanılmıştır. Bu gizlilik, çok büyük olasılıkla İS 313 yılına değin yani Roma İmparatoru Büyük Konstantin’in Milano Fermanı ile Hıristiyan halka inanç özgürlüğünü tanımasına kadar sürmüştür.
Sonraki yüzyıllarda yerleşke, ünlü kişilerin ve Silifke halkının Azize Teklâ için yaptırmış olduğu çeşitli kilise ve yapılarla donatılmış ve bir hac yeri durumuna getirilmiştir.
376–379 yılları arasında yerleşke, Kapadokya’dan Nazianslı Peder Gregor tarafından ziyaret edilmiştir. Peder gregor, Azize Keklâ’nın Tanrıça Athena’nın bütün özelliklerine sahip olduğunu yazmış ve şehitliği Parthenon olarak nitelemiştir. Aynı şekilde, 389 yılında Bordeaux’dan (Fransa) Egeria (Silvia) hacca gittiği Kudüs’ten ülkesine dönerken Tarsus’ta kalmış ve buradan üç günlük bir yolculukla Silifke’ye gelmiş, ayni gün Azize Teklâ’nın yerleşkesine çıkmıştır. Egeria, yerleşkeyi günlük yaşam ve dinsel yapılarıyla ayrıntılı bir biçimde notlarında anlatmıştır. Egeria, yerleşke için şöyle demektedir: “Şehitlik burasıdır ve Şehitlik çok güzeldir.”
Öte yandan, 5 yy ortalarında yaşamış olan Seleucia Başpiskoposu Basileios, Azize Teklâ’nın Yaşamı ve Mucizeleri adlı kitabında Azize’nin savaşım dolu yaşamını ve elliye yakın mucizesini duygulu bir biçimde kaleme almıştır. Basileios da Şehitlik kilisesinin mihrabı için şunu yazıyor: “Gümüş süslemeleriyle pırıl pırıl ışıldayan bir mihrap.”
Yerleşke, 5 ve 6 yüzyıllarda en parlak dönemini yaşamış ve hac merkezi olmuştur. 1190 yılında, 3. Haçlı ordusunun Palestin’e yürüyüşüne de tanık olmuş ve Göksu Nehri’nde boğularak ölen İmparator Frederik Barbaros için düzenlenen törenler ve okunan dualar buradaki kilisede yapılmıştır.
**************************************************************************************

GÜLNAR’IN BELDE VE KÖYLERİNE AD VERİLİŞ ÖYKÜLERİ
F. Saadet BİLİR

Türk halkı konaklayıp yurt edindiği, yerleştiği yerlere, çevresindeki varlıkların ve insanların özelliklerinden yola çıkarak ad vermiştir. Doğan Aksan’[1]ın “Anadolu Köy Adlarında Adlandırma Yolları” başlıklı yazısındaki sınıflandırmayı örnek alıp Gülnar’ın belde ve köy adlarını değerlendirdiğimizde aşağıdaki tablo ile karşılaşıyoruz:

A. Çevreyle İlgili Adlar
1. Çevrenin coğrafi özellikleri ve jeolojik yapısı, bitki örtüsü ile ilgili adlar
Ardıçpınarı, Kavakoluğu, Çukurasma
2. Çevrenin coğrafi özellikleri ve jeolojik yapısı ile ilgili adlar
Kayrak, Tepe (Lapa), Delikkaya
3. Çevredeki renkler ve bitki örtüsü ile ilgili adlar
Akova, Bozağaç
4. Çevrenin genel nitelikleri ile ilgili adlar
Delikkaya, Ilısu, Ulupınar, Üçoluk, Yarmasu, Hortu
5. Çevredeki bitki örtüsü ile ilgili adlar
Korucuk, Yassıbağ, Örtülü
6. Çevredeki hayvanlar ve yapılar ile ilgili adlar
Arıkuyusu
7. Çevredeki hayvanlar ile ilgili adlar
Kurbağa
8. Çevrenin coğrafi özellikleri ve yapılar ile ilgili adlar
Örenpınar, Taşoluk, Çukurkonak
9. Orta Asya’daki yerleşim Yerleri ve devletler ile ilgili adlar
Göktürk, Konur

B. Bireylerle ilgili adlar
1. Kişilerin vücudunun bir organı ya da bölümü ile ilgili adlar
Tırnak
2. Kişilerin vücudunun bir organı, bölümü veya mesleğiyle ilgili adlar
Köseçobanlı
3. Kişi adları, unvanlar ile ilgili adlar
İshaklar, Büyükeceli (Adını kadın yönetici unvanından alan tek yerleşim)
4. Dinle ilgili adlar
Dayıcık Kalfa Mahallesi, Halifeler, Dedeler, Zeyne.
5. Kişi adları ve dinle ilgili adlar
Mollaömerli, Şeyhömer
6. Din ve unvanla ilgili adlar
Emirhacı
7. Mesleklerle ve akrabalık adları ile ilgili adlar
Çavuşlar, Dayıcık
8. Osmanlı devlet ve saray örgütünün izleri olan adlar
Sipahili
9. Aşiret, Cemaat, Oymaklarla ilgili adlar
Beydili, Koçaşlı, Kuskan, Yanışlı

Bereket, Bolyaran, Gezende, Tozkovan köyü adları ise; bu sınıflandırmaya uymayan yerleşimlerdir.
Halkın kendi yerleşimine bu adları veriş öyküsünü ya da söylencesini, onların ağzından derlediğim, -ad veriliş öyküsüne ulaşamadığım Akova, Beydili, Bolyaran, Çukurasma, Göktürk, Ilısu (Avurga), Kayrak, Koçaşlı, Üçoluk, Yarmasu, Yeniceköy dışındaki- bilgileri, Gerçemek okuru ile paylaşmak istedim.

BELDELER
Büyükeceli (Ovacık)
Hayvanların yün ve kıllarından yapılan keçenin en büyüğü ve en iyisi yapıldığından buraya Büyükkeçeli adı verilmiş. Bu ad zamanla değişmiş ve Büyükeceli olmuş.
Başka bir söylentiye göre bir aşiret reisinin çevrede çok sevilen ana gibi verici, yardımsever bir eşi varmış. Halk ona Büyükece dermiş. Ece kraliçe anlamında olduğundan büyük kraliçe demek istiyorlarmış. Köy adını buradan almış.
Ayrıca Koçaşlı Köyü’nde doğup Büyükeceli sınırları içinde denize dökülen çağlayandan ve Çağlayık Deresi’nden dolayı halk, buraya Çağlayık da demektedir.

Köseçobanlı
Söylentiye göre tahminen 275 yıl önce sakalsız bir göçebe çoban, buraya gelip yerleşmiş. Kendisine, ‘Köse Çoban’ dendiği için bu yerleşimin adı Köseçobanlı kalmış.
Başka bir söylentiye göre köydeki çobanların en ustası, beceriklisi, dürüstüymüş. Köyde huzursuzluk yapanlara sakal ve bıyıklarını dipten kesme cezası verdiği için buraya Köseçobanlı denmiş.
Yine bir başka söylentiye göre de burası Anamur beylerinin koyun sürülerinin otlağıyken Arabistan’dan kaçan üç kardeş gelmiş. Biri Anamur beylerinin çobanı olmuş. Diğeri Isparta tarafına, üçüncüsü de Silifke’ye gitmiş. Buradaki çoban tüysüz olduğundan buraya Köseçobanlı denmiş.
Bir söylentiye göre de Silifke Demirciler Köyü ve Anamur’dan gelen çobanlar yazın burada sürülerini otlatırlarmış. Zamanla Anamurlu çoban artık gelmez olmuş. Diğerleri de bu bölgeye tamamen yerleşmiş. Silifkeli çoban, Anamurlu çobana bir keçi satmış. Anamurlu çoban bu keçiyi Köseçobanlı diye çağırırmış. Bundan dolayı buraya Köseçobanlı denmiş.
Şu veya bu şekilde buraya gelenler, daha önce burada yaşayanlarla kaynaşmışlar. İklim farklılıklarından kaynaklanan uyumsuzluk nedeniyle yöredeki insanların çoğunun seyrek sakallı ya da sakalsız oluşu Köseçobanlı adının da kaynağı olmuştur.

Köseçobanlı Miskale Mahallesi
Miskale adı, şimdi de mahallede bulunan tek çeşmeden gelmekte. Anlatıldığına göre Misis adlı bir yabancı bu çeşmeyi yaptırmış. İlk zamanlar Misis Çeşmesi denmiş. Çeşmenin görünüşü de kaleye benziyor zaten. Zamanla Miskale’ye dönüşerek mahallenin adı olmuş.

Kuskan
Büyük Selçuklu Devleti zamanında, İçel-Tarsus’un kuzeydoğusunda Kuskun-Kusun Beyliği bulunduğu, saldırıya uğradığı için parçalandığı, burada yaşayanların çevreye dağıldıkları, bir kısmının da Kuskan’ın 5 km. doğusunda şimdiki türbenin bulunduğu Boççaağaç Mevkii’ne geldikleri söylenmektedir. Kuskun’un zamanla Kuskan olduğu anlatılmaktadır.
Bir başka anlatıma göre bir Oğuz boyu kendilerine yerleşecek yurt ararken burayı beğenip yerleşmiş. Adı Oğuzkan, Kuzkan, Kuskan olarak değişmiştir. Beldede Oğuz soyadının bulunması da buna bağlanmaktadır.
[1] Türkiye köy adları üzerine bir deneme: Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1970 (1971), 237–251.
**************************************************************************************
TAŞELİ KÜLTÜRÜ DEYİNCE
Celal Necati ÜÇYILDIZ

Taşeli Kültürü deyince, Toroslar akla gelir. Sarp kayalıkların dikine indiği, Göksu vadisinin yarıp geldiği bir dağlar, tepeler dizisi. Sarp kayalıkların ötesinde bir ağıt çıkar. Çobanın kavalından, Yörüğün elini kulağına atıp dertli dertli söylediği uzun havalar. Bir gariplik çöker ikindi olduğunda. Gün batarken, kayalıkların gölgesi büyüdü mü, bir hüzün çöker.
Hele yar uzaklarda ise! Yakınken de uzakta olabilir, erişememişse! İşte bütün bunlar yansır uzun havalara. Kâh Karacaoğlan’ın dizlerinde, kâh Dadaloğlu’nun öfkeli sesinde.
İrfani, bülbül gibi şakır dizlerde; yanık yanık nefes söyler Köprübaşılı Hüseyin. Ya Küçük Karacaoğlan iner ovanın sıcak yerlerine. Kâh sıtma olur, kâh sıcaktan bunalan cumculuk ter içinde yayla özleminde, Akyokuş’tan yukarı doğru tırmanan. Sevdiği güzeli şekillendiren mizansen bakışlı, yarı hicivli düşçeleri elleri ile yakalayan.
İşte geçtiğimiz günlerde Silifke’de kurulu bulunan Taşeli Kültür Sanat Derneği’ne konuk olduk. Rahmetli İzzet Aslan’ın bir zamanlar oturduğu tarihi köşkte Dernek, çalışmalarını sürdürüyor. Köylerden derledikleri tahta oymalar, kilimler. Dernek üyelerinin yaptığı el sanatları, göz nuru nakış işlemeler. Perde olmuş, şark köşeleri oluşmuş. Bir sanat dünyası.
Akşam olunca yorgun argın kendini atıveriyorsun. Hele perşembe akşamı olmuşsa! Dernek üyeleri, sanatçılar işte kendilerini bu yuvaya atıyorlar.
Taşeli Kültürü canlanıyor. Bağlamanın sesinde, bazen tek sesler bazen koro halinde. Bir sevgi yumağı oluşuyor. Sonra söyleşiler. Kurtuluş Köyü’nde bir adadan hayaller yükseliyor. Ada sahibi hayaller kuruyor. “Bir gün Musa Eroğlu benim adama gelir, bir balık yerse, bir çayımı içerse, ne kadar mutlu olacağım” diyor. Sonra sazının tezenesini daha nazik tutuyor. Perdelere daha sakin basıyor. Sazdan bir ses çıkıyor. Göksu vadisinden Toroslar’a doğru. “Selam götürün Musa Dede’ye” diyor. Turnalara sesleniyor.
Bir gün Kurtuluşlu Mustafa’nın dilekleri kabul olur mu dersin? Kırkından sonra bir hevesle saz öğrenmeye başlamış. Cihangir Hoca’nın her gün başının etini yiye yiye öğrenmeye devam etmiş. “Ah!” diyor “şu çocuk gibi önceden başlayabilseydim!” Az ilerisinde onunla birlikte çalan gence bakıyor. Bir daha çalmaya başlıyor.
Odanın birinde saz atölyesi var. Sazlar, kemanlar tamir ediliyor. Bir yandan yeni tekneler hazırlanmış. Yeni sazlar yapılacak. Bir oda da derslik var. Orada saz çalmayı öğreniyorlar. Hemen yanında da resim atölyesi. Silifke yöresi tuvallere yansımış. Bahattin Erim Usta, emek veriyor, durmadan, bıkmadan boyalarla haşır haşır. Fırçalar Göksu’yu, dağları. Geçmişten günümüze bir şerit geliyor. Taşeli yöresi resimlerle anlam buluyor.
Bir sanatçı dostu gelmiş Bahattin Usta’nın. Ona kendi eliyle kahve yapıyor. Söz edilecek eski günlerden, eski yaşamlardan günümüze. Ama o kahkaha atılan günler geri gelmiyor. Birçokları ayrılmış aralarından. Onların hayalleri dolaşıyor. Kâh Taşucu’nda Hacı Keya kâh Cıngarcı, elinde Cümbüşü ile Mehmet Emin. Ya Hacı Karaduman hoplayıp geliverecek gibi! Sadık Sayım el ele vermiş Özcan Seyhan ile geliyor. Ya İzzet Aslan, ya Sadık Taşucu, Muhittin Mengenli, Sabri Uğur, Lütfi Vural, Bedevi Ali Rıza, Hatay Üyetürk. Mustafa Korkutan, Hüseyin Madanoğlu, Ahmet Nadir Caner!
İşte geçmişten günümüze Taşeli Kültürü’ne yansıyanlar. Hep dolaşıyorlar. O tarihî köşkün içinde. Ne güzel etmişler! Taşeli Sanat Derneği burayı cennete çevirmiş. İşte orada bunları gördüm. O güzel insanları gördüm bir sinema şeridi gibi geçti gözümün önünden. Onlar ki bir kültür bırakmışlar. Binlerce yıl önce yaşayan kültür, onlarla birlikte yeniden yaşamış. Günümüze aktarılmış.
Duvardaki ala çuvalda, devenin hörgücünde göçleri görmek. Çıkrıklarda kadınların ağıtlarını, kirmende, incecikten aşağı doğru uzayan iplerde, kadınların düşçelerini görmek. Sevdalarını yaşamak. O sarı sıcakta Toros bellerini özlemek. Sarı sıtmalar içinde kıvranırken buz gibi suları akan çoban çeşmelerini özlemek. Kolay değil. Toroslar’dan ovalara inmek. Dağları düz eyleyip ovalarda yaşamak.
İşte hayallerin çeçleri bu. Hepsini yaşamak, acısı ile neşesi ile. Adına Taşeli Kültürü Deyince.
*************************************************************************************
REFİK KO­RALTAN GİLİNDİRE’DE (AYDINCIK)
Mustafa B. YALÇINER

1957’de, dönemin Meclis Başkanı Refik Ko­raltan’ın, Gülnar ve Anamur’a yaptığı geziyle ilgili olarak Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü internet sitesinden* alınan bir yazıyı sunuyoruz.

Gülnar
Büyük Millet Meclisi Reisi Refik Ko­raltan, İçel Mebusları, Vali, Mersin Belediye Reisi ve diğer zevat olduğu halde Gülnar'a gelmişlerdir.
Şehrin methalinde (girişinde) tezahüratla karşı­lanan Koraltan ve arkadaşları doğruca Sağlık Merkezine giderek yeni inşa olunan bu mükemmel eserin açılış merasiminde bulunmuşlardır.
Gülnar'ın bu mutlu gününde Koral­tan ve mebuslarını aralarında görmenin sevinci içinde bulunan vatan­daşlar yeni ve modern sağlık merke­zinin etrafında yer almış bulunuyorlardı.
Merasimde ilk sözü Doktor Nejat Akbıyık almış, müteakiben (ardından) Vali Cavid Okyayüz konuşmuş ve daha sonra alkışlar arasında söz alan Koraltan “Her tarafta sizleri ziyaretten geri kalmadık” demiş ve şunları ilâve et­miştir: “Tabiatın oldukça sert köşesinde yaşı­yorsunuz. Denize yakın fakat deniz nimetlerinden mahrum, Çukurova’ya komşu fakat topraksız, buna muka­bil inançlı ve faal insanlarsınız. Ta­biat ne kadar sert ve kıskanç olursa olsun, üzerinde yaşayanlar sizin gibi olurlarsa yenilmeyecek zorluk, başarılmayacak iş yoktur.”
Gülnarlıların büyük takdirini ifade eden alkışlar arasında sözleri sık sık kesilen Koraltan, üzümün daha kıy­metlenmesi için lüzumlu tedbirlere tevessül edildiğini, Gülnar yolunun inşasına başlandığını, bu bölgede bağcılığın ziyadesiyle inkişafı için her şeyin yapılmakta olduğunu be­lirtmiş. Topyekûn kalkınmanın refa­ha götürecek yolu üzerinde ilerledi­ğimizi sözlerine ilâve etmiştir.
Koraltan, Mebuslar, Vali, Gülnarlıların mahallî dilek ve arzularını da dinleyerek notlar almışlardır.
Meclis Reisimiz Koraltan, üzüm mev­zuunda İnhisarlar Vekiline (Tekel Bakanına) de bir telgraf çekerek müstahsilin dilekleri­ni süratle aksettirmiş ve arkadaşları ile birlikte öğleden sonra Anamur'a hareket etmiştir.
9 Ocak 1957

Anamur
Büyük Millet Meclisi Reisi Refik Koraltan beraberinde İçel Mebusları, Vali ve diğer zevat olduğu halde Gülnar tarikiyle dün akşam Anamur'a gelmiştir. Yol boyunca vatan­daşların sevgi tezahürleriyle karşıla­nan Meclis Reisi Koraltan ve arka­daşları, kesif bir halk tabakasının sürekli alkışları arasında şehre gir­mişlerdir.
Meclis Reisi Koraltan, Anamurlulara şu hitabede bulunmuştur: “Bir buçuk sene süren ayrılıktan son­ra, sizin sevgi, samimiyet ve heyecan dolu aguşunuza (kucağınıza) tekrar kavuşmakla bahtiyarım. Gösterdiğiniz muhabbet için hepinize gönül dolusu teşekkür ederim. Aradan bir buçuk sene değil de sanki uzun seneler geçmiş gibi si­ze mütehassirdim (hasret kalmıştım). Bu coşkun tezahü­ratınız bizi fazlasıyla mütehassıs et­ti. Bu teveccühlerinize lâyık mebus­lar olmaya çalışırken şu ciheti bir ke­re daha belirtmeliyim ki iktidarınız sizlerin sevgi ve itimadınıza her an biraz daha mazhar olma yolundadır. Bugünkü medenî hayatın en önde gi­den ihtiyaçlarından bilhassa yol davanızın ne derece ehemmiyetle tahakkuk safhasına intikal ettirildiğini buraya gelince bir daha gördük. Anamur'un yol davasını bu derece ehemmiyetle ele alınmış olunduğunu görmekle en az sizin kadar sevindim. Yol, bu güzel yurt köşesine istikba­lin aydınlık kapısını açmış bulunmaktadır. İskenderun'dan çıkan bir yolcu, bu tabii güzelliklerin dekoru arasından geçerken hayat bahşeden çam ve deniz havasını teneffüs ede­rek buraya gelebilmektedir. Bu bol manzaralı emsalsiz yol, turistik ehemmiyetine layık olarak devlet programına alınmıştır. Esasen bütün Akdeniz sahili, İzmir'e kadar baştanbaşa turistik yol planına girmiş bulunmaktadır. Yol, hava gibi, su gibi, ışık gibi, memleket halkının en zaru­rî ihtiyacı sayılmaktadır. Bu ciheti ehemmiyetle göz önüne alan hükü­metiniz, bu yol davasını işte bu se­beple birinci derecede ele almıştır ve görüyorsunuz ki planlaştırarak tahakkuk safhasına koymakta gecikmemiştir.
Yol davası gibi Anamur'un su davası da mühimdir. Bol mahsul almak, şe­hirli ve köylünün iyi su içmesini sağ­lamak emeliyle bu ihtiyaç da programlaştırılmıştır. Ayrıca kısa zaman­da başka çok iş de yapılmış, bölgenizde de bazı bataklıklar kurutulmuş ve elde edilen topraklar ıslah oluna­rak hemşerilerinize dağıtılmıştır.
Bu sebeple bir taraftan çeşitli hasta­lıkların kökü kazınmış diğer taraftan ziraat sahaları genişlemiştir.
Bu hizmetleri yapacağımızı birkaç sene evvel söylediğimiz zaman, senele­rin ihmal ve kadrine uğramış vatandaşlarımız arasında bizi tereddütle dinleyenler vardı. Fakat bugün bütün tereddütler zail olmuş, inşa ve imar devri başlamıştır. Bu inşa ve imar hareketleri, memleketin her köşesin­de aynı hızla ilerlemektedir.”
Koraltan’ın konuşması hararetli alkışlarla karşılanmıştır.
Bugün saat 10 da gayet modern bir tarzda inşa edilen bir ilkokulun açı­lış merasimi de yapılmıştır. Koraltan ve arkadaşları saat 11’de Gilindire üzerinden Ovacık nahiyesine hareket etmiş ve hararetle uğurlanmıştır.
10 Ocak 1957
****
Refik Koraltan Anamur’dan gelirken Gilindire’ye uğramıştı. Ben ilkokul öğrencisiydim ve “HOŞ GELDİNİZ, SAYIN VEKİLİMİZ” yazılı bir pankart taşıyordum.
Koraltan, çarşıda eliyle kimine göre 2 kimine göre 5 işareti yaparak “Harolop** pekmezi yemeye daha çok devam edersiniz,” demiş. Onun bu sözü yıllarca dilden dile aktarıldı.
Bu olayı rahmetli Ahmet Gülüm Amcaya 2003’de sormuştum. O da şöyle demişti: “İskeleye inen yol üzerine bir masa kondu. Bizler de yanındaydık. Çay içiyor ve sohbet ediyorduk. Eliyle iki işareti yaptı. ‘Bize oy verirseniz, bal yersiniz yoksa bu iki oyla harolop pekmezi yemeye daha çok devam edersiniz’ dedi. O yıllarda Kırat’a bir ben, bir de Mavış Süleyman oy vermiştik.”

*(http://www.byegm.gov.tr/yayinlarimiz/ayintarihi/1957/ocak1957.htm)
** Harolop (harnup, keçiboynuzu)

**************************************************************************************
ÂŞIK CEMALİ

El bağlayıp divan durdum yoluna
Boyun benzer yaseminin dalına
Bakar mısın Cemali’nin haline

Hüsnü menendin bulunmaz değme yerde
Cemali’yi mahcup koyup gitme bu elde
Ben gidersem sözlerim kalsın söyle dilde

Kaynak: Süleyman AKTAŞ



*************************************************************************************
Musta'baba’ya,
Gilindire/Aydıncık/Türkiye/Dünya

“DEĞİRMEN” DEYİNCE…
Ümit SARIASLAN



"... Düşleri öğütürdü iki taş arasında, un ufak
Mektuplar, kentlerde okuyan oğula özlem içindir.
"Değirmenimden mektuplar" içtenliğinde yazılamıyorsa şiirler
Ve eski içtenliğe ulaşamıyorsa şimdiki aşklar
Su değirmenleri kapandığı içindir."

(Müşür Kaya Canpolat, Düşünceden İçeri, Şiirler)



Senin (Gerçemek’te yayımladığın) “su değirmenleri” bana çocukluğumuzun eskimez öyküsü, Cornille Usta’nın esrarını anımsattı.
Niye bu değirmenler, suyla döneni de, yelle döneni de hep üzünçle anımsanırlar? Ne zaman bu konu aklıma düşse, kendimi Volney’in “yıkıntılar”ı arasında dolaşan “hayalet”le karşı karşıya bulurum. İnsan, kendi yaptığı insanca ve insani ne varsa, onu yine kendi eliyle yıkıp yok etmede benzersiz bir yaratık! Bu konu, insanın teknik tarihinin değil yalnızca; çağlar boyunca est-etik kavrayış ve konuşlanmasının da bamtelini oluşturur gibi gelir zaman zaman bana. Ama, yıllardır içimi oyan ve fakat, derli toplu elime alıp da, kendi açımdan bir açıklamasını yapmaya zaman bulamadığım bu konuya girmek değil amacım…
Girişte sözünü ettiğim değirmenci Cornille Usta’ya ve A. Dede’ye getireceğim sözü! Niyeyse Daudet’ye “dede” demek gelir içimden çocukluktan beri…
“Şeytan icadı buhar”la işleyen fabrikalar değirmenlerin yelini keseli yılların değirmencisi Cornille Usta, mecnun misali tekniğin yarattığı çölde dolaşır durur. “Bu haydutlar, un yapmak için buhar kullanıyor. Buhar şeytan icadıdır. Ama ben poyrazla, mistral’le çalışırım. Poyrazla mistral, Cenabı Hakkın nefesidir…” diye diye… Zanaatına “çılgın gibi” bağlı bu ihtiyar değirmenci, değirmenine bir torba buğday gelmez olduktan sonra, gerçekten çıldıracaktı (!)
Yetim torununu bile başından savacak, değirmene kapanacaktı. Un mu öğütür dert mi, değirmen sözüne rahmet okutacak bir davranışla, yapacağı hiyleyi çok sevdiği biricik torunu bile görmesin diye içi yanarak onu yanından kovan yaşlı değirmenci, masal anlatıcılarının bile aklına gelmeyecek bir yola başvuracaktı.
Değirmene bir torba buğday gittiği yoktu, ama değirmenin kanatları yine de dönüyordu!..
Bir gün işin gizini merak eden bir öbek çocuğa fenersiz yakalanınca Cornille Usta’nın esrarı ortaya çıkacaktı. Trajik öykünün bundan sonrasını Alphonse Dede’den dinleyelim. Cornille Usta’nın değirmenine dönmüş bir kitaptan… A. Daudet’in Değirmenimden Mektuplar adıyla MEB Klasikleri arasında yayımlanmış 1944 baskılı o kitaptan. Sabri Esat Siyavuşgil’in güzel Türkçesinden okuya okuya eskittiğimiz, kimi sayfaları yitik, kıyısı köşesi iyice tirfillenmiş, kağıtları beyazdan nerdeyse kahverengiye dönmüş bu eski kitaptan.
Bir torba buğday gitmeyen değirmenin kanatlarının hep dönmesinin, değirmene çıkan keçiyolunun ve civarının hep un döküntüleriyle (!) kaplı olmasının gizinin nasıl çözüldüğünü okuyalım bir kez daha, çocukluğun değirmenleri dönmez olduktan sonra:
“İşte Cornille Usta’nın esrarı burada idi. Değirmenin şerefini kurtarmak ve herkesi, içerde buğday öğütüldüğüne inandırmak için akşamları yollarda dolaştırdığı şey, bu alçı ve kireç döküntüsü idi. Zavallı değirmen!.. Zavallı Cornille!.. Çoktan beri un fabrikaları, bütün işi ellerine almışlardı. Kanatlar boyuna işliyordu; ama, değirmen taşı boşta dönüyordu…”
Gözyaşları içinde gördükleri manzarayı köylüye aktaran çocukları fark eden çılgın değirmenci Cornille Usta da gözyaşlarına boğulacak; değirmeninin onurunun beş paralık olduğunu düşünerek “Artık ölmekten başka çarem kalmadı!”diye başını ellerinin arasına alıp ağlayacaktı.
Ama, öyle olmayacak içtenlikli köylü, durumu kavrayacak elinde avucunda ne varsa torbasını-heybesini alan değirmene koşacaktır. Ne var ki, değirmen buğdaya, Cornille Usta yitirdiği sevincine kavuşsa da yaşam rüzgarının kesilmesiyle birlikte değirmenin ebediyen durmasını da engelleyemeyeceklerdir.
“Nihayet bir sabah, Cornille Usta öldü ve bizim son yeldeğirmenimizin kanatları, bu sefer ebediyyen durdu. Cornille ölünce, kimse onun yerine geçmedi. Ne yaparsınız efendim!.. Bu dünyada her şeyin bir sonu var. Rhône boyunca gidip gelen pazar kayıklarının, kukuletalı boyun atkılarının, iri çiçekli ceketlerin modası nasıl geçtiyse, yel değirmenleri de artık tarihe karışmış olmalı!..”

Acaba?! Öyle mi dersin A. Dede?.. Yıllar sonra bu çocuğun, senin çağının ölçülerine vurursan çoktan ihtiyar olmuş o eski okurunun içinde hâlâ kanat çırpıyorsa o değirmenler, artık bu yargını bir gözden geçirmek gerekmiyor mu? Ne dersin… Ya da bana, “Bak evladım, yazının başında bir ön açıklama yapmıştın. Bu işin gizi de orada. Yazsana yazmayı tasarladığın o yazıyı” mı dersin!..
A. Dede, sana ve adlı-adsız tüm Cornille Ustalara selam olsun… Bu arada, “Su Değirmenleri”ni kaleme alarak, sayısız çağrışımı ve belleğe üşüşen fotoğraflarıyla toz tutmuş kanatlarımıza rüzgâr getiren Dr. Mehmet Nur’a ve onu yayımlayan Mustafa Yalçıner’e de selam olsun…
Ankara 24 Ocak 2009

************************************************************************************
OYUNCAKÇI AMCA
Oyuncakçı amca
Oyuncakçı amca
Ne çok oyuncakların var
Top, tank, tüfek, tabanca
Gövdem titriyor
Onlara bakınca
N'olursun oyuncakçı amca
Bundan böyle bizlere
Oyuncak tüfekler yerine
Ak yelkenli bir gemi
Bir de süslü bebekler getir
Unutma e mi?
Sonra oyuncakçı amca
Senden aldığım tüfekleri
Bozarak onlardan kuş yaptım
Bana kızmazsın değil mi?
Abdülkadir BULUT
***********************************************************************************

MUT’TA YUSUFÇUK KUŞU SÖYLENCESİ
Doğan ATLAY

İlkbahar ve yaz günlerinin bazı gecelerinde dağlarımızda bir ses duyulur: “Huuu lu lu lu lu!” gibi bir şey. Biraz garip, biraz hüzünlü, biraz korkulu… İşte o ses Yusufçuk kuşunun sesiymiş. Öttüğü zaman ağladığı söylenir.
Ben yusufçuk kuşunu görmedim. Zaten herkes göremez. O geceleri gezintiye çıkıp geceleri öten bir kuş. Görenler, bıldırcın büyüklüğünde, kurşunî renkli, ensesinde başından omuzlarına doğru bir tutam kumral saçı olduğunu, cepheden görüldüğünde güzel bir genç kıza benzediğini söylediler.
Çok, çok eski zamanın birinde üvey ana elinde iki çocuk varmış; Yusuf’la ablası… Bunlar Barçın yaylasında yaşarlarmış. Her gün koyunlarını otlağa götürür, otlatırlar akşam erkence eve gelirlermiş. Günlerden bir gün oyuna dalmışlar, vaktin nasıl geçtiğini bilemeden akşam oluvermiş. Koyunlar da varıp gitmişler bilinmeyene… Üvey analarından çok korkan çocuklar koyunları bulmadan eve dönememişler. Başlamışlar gece karanlığında koyunları aramaya… Bu arada birbirlerini de yitirmişler… Hem koyunları, hem Yusuf’u arayan ablacık, durup dinlenmeden dere tepe koşmuş, her yüksek yere çıkışında ünlermiş:
—Yusuf! Koyunları buldun mu?
Dağdan taştan ses gelir, Yusufcuk’tan gelmezmiş. Yusuf’tan bir ses, koyunlardan bir iz bulamayan ablacık sabaha kadar hem koşturmuş, hem ünlemiş:
— Yusuf! Koyunları buldun mu?
Sabahleyin yaylanın bir semtinde, çayırlı bir düzlükte Yusuf’u ve koyunları bir arada bulmuş, bulmuş ama sessiz, soğuk, katı birer taş olmuşlar… Zavallı abla da kederinden kuş oluvermiş… Kuş olmuş ama Yusuf’u ve koyunları unutamamış, ünlemesi dinmemiş. Her yaz gecelerinde Yusuf’u ve koyunları hem arar hem ünler:
— Yusuf! Koyunları buldun mu? O günden bu güne…


AYDINCIK’TAKİ YUSUFÇUK KUŞU SÖYLENCESİ
(GERÇEMEK)

Karısı ölen adam yeniden evlenir. Üvey ana çocukları istemez. “Ya bunları başımdan defet ya da ben giderim” diye tutturur.
Göç zamanı gelmiştir. Adam ve karısı, çocuklar uyurken, sararlar göçü deveye, katarlar sürüyü de önlerine ve düşerler yola.
Çocuklar bir uyanır ki kimsecikler yok ortalıkta. Aç susuz peşlerinden giderler ama bulamazlar. Akşam olur, karanlık çöker. Karınları da aç çocukların. Sağdan soldan yabanıl hayvan sesleri de gelmeye başlar. Korkudan ölecek, yavrucuklar. Abla, Tanrıya yakarır. “Ya Rabbim, bizi ya taş et ya da kuş” der. Yusuf taş olur, ablası da kuş.
O günden beri başına gelenleri anlatır gibi öter yusufçuk kuşu:

Gu guu guk/Yusufçuk
Çay taştı/El göçtü/Biz kaldık
Gu guu guk/Yusufçuk

**********************************************************************************

YÖREDEN BİR FIKRA:
TATLI BENİ TEPTİ DE

Misafir ortaya konan kıvırdım tatlısından yedikçe, yiyor. Ev sahibi, tatlıdan biraz da ev halkına kalsın diye düşünerek sofradan çekilir. Diğeri sorar: “Hayrola, arkadaş! Ne çabuk doydun?” Ev sahibi de, “Tatlı beni tepti de ondan çekildim,” der. Bunun üzerine misafir, “Bana da saldı da tutturamadı” yanıtını verir ve daha da hızlı yemeye başlar. Dayanamayan ev sahibi, “İnatla olursa, ben de yerim” diyerek tekrar çöker sofraya.
*************************************************************************************
DAĞLARIN SESİ…
Nihat MUSTUL

Şehir bazen daraltır beni, bunaltır…
Soluğu dağlarda alırım o zaman.
Dağlar öyle bir kucaklar ki beni, ben de kendimi salıveririm hemen, öperim, koklarım, okşarım…
Hem öyle bir güç var ki bu dağlarda, üzerimde ağırlaşmış yılların şehir kirini bir solukta akıtıverirler.
Bir türkü gelir aklıma birden:
“Nevruz der ki ben nazlıyım
Sarp kayalarda gizliyim
Mavi donlu gök gözlüyüm
Benden ala çiçek var mı”
Yazın Sertevul’da da böyleyim. Dağlar beni çağırır sanki. En çok da sabahları veya ikindileri…
Şair Oğuz Oğuz “Dağlar da yarışır” demişti…
Dağları yarıştırırım…
Dağların dorukları özgürlüğün de doruklarıdır sanki. Gökyüzü tutulacak kadar yakındır. Ya doruklardan aşağıya bakmak… Her şey avucumun içinde sanki. Kartalca, babaca…
Ansızın bir sis, bir bulut… Boşalıverir gönül…
Karşı dağdaki sis
Haydi yitir beni
Beyaz karanlığınla sarhoş et
Islak ellerinle okşa tenimi
Soyundur demir giysilerimi
Sonra sobeleneyim.
Bilirim güz türküleri var ağzında
Burası Sertavul
Daha ceviz firt
Yanıyor Mut
Ama bir tutamın kalsın avuçlarımda.
Kekik kokulu bir çocuk… Yanakları al al, saçları kısacık, dik dik, gözleri çiçek dolu…
Göz göze geliyoruz bir an.
Suçluluk akıyor içime…
Çocuğun gözlerindeki ovaya yayılıyorum şaşkın şaşkın; sevgiye, saflığa, duruluğa, dürüstlüğe… Bembeyaz, kirlere bulaşmamış…
Aklıma başka çocuklar geliyor, yaşamın bütün olanakları önlerine serilmiş…
Doruklar özgürlük mü? Bir daha düşünüyorum.
Ama sonunda da, kırmızı yanağını parmaklarımla makaslayıp, “sen burada kal” diyorum çocuğa.
************************************************************************************************
kapının eşiğinde

karanlık çökene
değin yürek
kapının eşiğinde
bekler ayak sesini
uzak yolcunun dönüşünü

kayan bir yıldız
geri getirebilir ancak
kapının eşiğinde
kırılanları toplar yürek

Ali F. BİLİR

************************************************************************************
ÖYKÜ SU PEŞİNDE
Mustafa B. YALÇINER

“Perişan olduk, baba” diyor, Muhtar. Yaşlı adamsa yanıt vermiyor oğluna ve dikmiş gözlerini, evinin önündeki bahçeye bakıyor. Birkaç damla gözyaşı da kayboluyor uzun sakalında. Sararıp solmuş bitkiler. Biraz daha dayanıklı olanların yaprakları da sarkıp büzüşmüş. Toprağın dudağı çatlamış, dili damağı kurumuş.
Bir süre suskun kaldıktan sonra, oğluna “Allahın hikmeti” diyor baba “verirse yağar, vermezse de kendi bilir.” Muhtar başını kaşıyor, ayağını yere vuruyor birkaç kez. “O Hacı denen sefih var ya, işte bunu fırsat bilecek şimdi. Hakkımda atıp tutacak. Ben bundan korkuyorum” diye sızlanıyor. “Korkma yavrum, Allah büyüktür. Onun da bir çaresi bulunur elbette” yanıtını veriyor baba “haydi, git şimdi. İşine gücüne bak.” “Hoşça kal, baba. Camide görüşürüz” diyerek ayrılıyor, Muhtar.
Ötmez olmuş kuşlar, böcekler. Gökyüzü kızgın saca dönmüş. Köyün yukarısındaki çıplak dağların yalçın kayaları ateş püskürüyor. Aşağıdaysa kum alev kusuyor, deniz buharlaşıyor.
Yaşlı adam, başını kaldırıp bakıyor gökyüzüne. Güneş tam tepede, fırlatıyor ateşten oklarını.
“Ben namaza gidiyorum” diyor adam ama yanıt alamıyor karısından. “Sağır mısın be kadın, sana söylüyorum” diyor bir kez daha. “Güle güle, ağam. Allah kabul etsin” deyince karısı, adam değneğine dayanarak yola düşüyor. Yürüyor yavaş adımlarla. İkide bir duruyor; şapkasını çıkarıyor, siliyor kel başını, kocaman bez mendiliyle. Asasını bacakları arasına sıkıştırıyor ve ellerini göğe açıyor. "İçimizdeki sefihler yüzünden bizleri felakete atma ya Rabbi" diyerek dua ediyor. Ardından yeniden atıyor adımlarını. Yağmur boşanıyor teninden. Sırılsıklam varıyor caminin önüne. Çeşme başında sıraya girmiş birkaç yaşlı. Taş oluktan akan suysa serçeparmak kalınlığında.
Abdest alan geçiyor koca incirin gölgesine. Biraz dinlendikten sonra abdestini tazeleyen yaşlı adam da katılıyor onlara.
Namaz çıkışı kuraklıktan nasıl kurtulacaklarını tartışıyorlar. Muhtar söz alıyor: "Allahın bu kadar afet vereceğini öngöremedik. Müslümanlar köyümüz için dua etsin" diyor. “Hamdolsun! Beterin beteri var. Ama biz yine de yağmur duasına çıkalım” diye ekliyor İmam Efendi “herkes eşini, çocuklarını ve hayvanları alıp yarın dere kenarında toplansın. Yiyecek, içecek de getirilsin.”
Haber yayılıyor köye. Evlerde büyük bir telaş, kadınlar yemek yapmaya başlıyor. Geçen dönem muhtarlık seçimini kaybeden Hacı Bulut’un evindeyse büyük sevinç yaşanıyor. Hacı, “Bu çok büyük bir fırsat” diyor karısına “süslü püslü bir teke götürüp keseceğim. Bundan daha güzel propaganda mı olur? Keşke şu bizim su arayıcıları da geliverse yarın!”
Ertesi gün kuşluk vaktine doğru tüm köy yola düşüyor. Hoca efendi eşeğe, muhtarın babası ise ata binmiş. İlerliyorlar. Hacı Bulut katmış önüne süslü tekeyi, kostaklanarak yürüyor, arkasında da ata binmiş karısı. Büyük oğlu ise kap kacak yüklü eşeği sürüyor. Çocuklar gülüşüyor, oğlaklar meleşiyor, sığırlar böğürüyor. Toz duman içinde dönemeçli dar yol. Genç yaşlı, kadın erkek, kiminin elinde yiyecek kimininkinde içecek ilerliyor köylüler.
Dere ile denizin birleştiği yere varınca duruyorlar. Dere akmaz olmuş. Yer yer su birikintileri var. Hacı Bulut, çekiyor tekeyi bir söğüdün dibine. Küçük bir çukur açıyor koca bıçağıyla. İki arkadaşı yardıma geliyor. Yatırıyorlar hayvanı kıbleye. Çalıyor bıçağı Hacı, tekenin boğazına. Kan fışkırıyor sıcak toprağa. Ateş yakılıyor, kızıl güneşin altında. Bez yolluklar, çullar, kilimler seriliyor kuma.
Yemekler yeniliyor, sular içiliyor. Genç kızların taşıdıkları güğümlerdeki suyla abdest alıyor erkekler. Hoca Efendi namaz kıldırmaya başlıyor. Dualar ediliyor. Eller göğe açılıyor, yalvarıyorlar Tanrıya.
Namaz sonrası, eline taş alan fırlatıyor denize. Atılan kafa taşların etkisiyle yağmur damlacıkları oluşuyor mavi suyun üstünde.
İmam Efendi fısıldıyor Muhtar ve yanındakilere “Türbe’ye de uğrayalım. Bir dua da orada okuyalım.”
“Öğle namazında, camide görüşürüz” deyince İmam, dağılıyor kalabalık. Kimi köye dönüyor, kimi hayvanları otlatmaya götürüyor ormana. Ara sıra gökyüzüne çevriliyor gözler, kara bulutlar geliyor mu diye.
“Aferin, sana be Hacı” diyor arkadaşları “iyi düşünmüşsün şu kurban işini.” Aralarından biri de, “Vallahi kulaklarımla duydum, ‘Helal olsun Hacı’ya. Görmüş geçirmiş adam belli oluyor. Eli de açık maşallah’ diyenler vardı.” Hacı’nın “İşte bu kutlanır; akşama bizdesiniz” sözleri alkışlanıyor arkadaşlarınca. Tıknazca biri, “Ben hazırlıklı geldim. Şöyle bir balığa bakalım mı o zaman” diye sorunca, “Balığa ne gerek var canım, ben size oğlak keserim” yanıtını veriyor Hacı Bulut da. Bir alkış tufanı daha kopuyor ve “En büyük muhtar, bizim muhtar” sözleri yükseliyor göğe doğru.
Öğle vakti, üzerinde vinç, önünde kocaman harflerle “Su Sondajı ve Zemin Etüdü” yazılı bir kamyonet geliyor köye. Köylüler sarıyor araçtan inen kişilerin çevresini. “Selamünaleyküm, ağalar” diyor içlerinden biri, “Biz, Hacı Bulut’u arıyoruz.” Muhtarın babası, “Aleykümselâm, hoş gelmişsiniz” dedikten sonra soruyor: “Hayrola? Ne işiniz var Hacı’yla? Yeni gelenlerden birinin “Tarlasına kuyu vuracağız da” yanıtı üzerine “Şu sefihe bak, sen” diye mırıldanıyor. “Benim oğlan da çatal kazıkla su bulan birine haber salmıştı, akşam sabah o da gelir” diyor çevresindekilere.
Köylüler soru yağmuruna tutuyor sucuları: “Kesin buluyor musunuz?”, “Kaça yapıyorsunuz?”, “Ya su bulamazsanız, yine de para alıyor musunuz?”, “Benim tarlaya da bakar mısınız?”
Hacı duymuş sucuların geldiğini de böbürlenerek yürüyor arabaya doğru. Köylüler koşuyor onu karşılamaya. “Ağam, bize de yardımcı ol, altında kalmayız bu iyiliğinin. Sana söz veriyoruz. Bu sefer…”
Kalabalığın arasından el sallıyor Hacı, “Hoş gelmişsiniz, Mühendis Bey” diyor. Sonra da kucaklaşıyorlar. Köylüler sorularını sürdürüyor: “Kaç gün sürer Hacı Ağa’nın işi?”, “Ben de denemek istiyorum”, “Taksitle olur mu?”, “Kredi kartıyla ödeme yapılır mı?”
“Durun, ağalar. Rahat bırakın misafirleri. Adamlar uzak yoldan geldi. Bir bakalım hele, açlar mı susuzlar mı? Yine konuşuruz. Hele bir durun” diyor Hacı Bulut. Ardından kollarına giriyor gelenlerin; “Haydi, eve gidelim” diyor “neylersin, burası köy işte. Ne lokantamız var ne otelimiz. Misafirimsiniz. Sizi evimde ağırlayacağım. Kusura bakmazsınız, umarım…” Mühendis hemen sözünü kesiyor Hacı Bulut’un. “Ne demek Hacı Bey! Rica ederiz. Sağ olun, teşekkür ederiz. Gönüller bir olduktan sonra, gerisi önemli değil.”
Durumdan haberdar olan Muhtar, hışımla geliyor kalabalığın yanına. Konuşuyor susmadan: “İnanmayın ağalar, o Hacı Bulut denen adama. Görmez misiniz onun ne biçim bir adam olduğunu. İşi gücü, yiyip içmek, karı kız oynatmak. Sefihin biridir, o. Baksanıza namaz vakti almış adamları çekip gitmiş evine. Onun adamları da kendine benzer, elbette. Kanmayın tanımadığınız insanlara. Bakın yakında benim de adamın gelecek, o da su arıyor çöple. Bana verin paranızı ben yardımcı olayım size.”
Yemekten sonra Hacı oğluna “İyisinden bir davar kes. Akşama kalabalık olacağız. Pirzola, kavurma falan hazırlasın anan da” diye tembih ediyor. Ardından misafirleriyle caminin önüne bırakılan arabanın yanına gidiyorlar. Aracı alıp dağın eteğindeki denize nazır, birkaç dönümlük tarlanın yolunu tutuyorlar. Giderlerken mühendis soruyor Hacı’ya:
—Şu aşağıdaki tarla kimin, hani içinde eğri büğrü, yan yatmış iki ağaç bulunan?
—Köy malı, beyim.
Mühendis başını sallıyor ve gülümsüyor.
—Hacı Bey, sen geçen dönem seçimi kaybettin. Bu dönem sana kesinlikle kazandırırım. Ama bir şartım var.
—Söyle şartını bakalım. Aklıma yatarsa, neden kabul etmeyeyim ki!
—Önce köy yerine sondaj yapacağız, seninkinin yarı fiyatına. Bunu sen ödeyeceksin. Sonra da kuyunun önüne üstü kapalı kocaman bir havuz ile bir de çeşme. Bunun parası da köy bütçesinden karşılanacak. Eğer kabul edersen, ikna et köy halkını, muhtarını, ihtiyar meclisi üyelerini. Önce köyün ortak kullanımı için açalım kuyuyu. Onlarla bahse bile gir. Su bulamazsak zaten para almayacağım. Bulursak da yarısını sen ödeyeceksin. Zaten sen bu paradan çok daha fazlasını harcayacaksın önümüzdeki seçimde. Ama suyu bulduk mu işin garanti.
Kabul ediyor Hacı Bulut.
Tarlayı gezip gördükten sonra dönüyorlar köy kahvesine. Yine sarıyor köylüler misafirlerin çevresini. “Bakın, ağalar” diyerek söze başlıyor Hacı Bulut. “Eğer muhtar ben olsaydım, sizi susuz bırakmazdım. Ama şimdi öyle mi ya? Geldiğimiz şu hale bakın. Cayır cayır yanıyor ortalık. Canımız, malımız tehlikede. Yağmur duasına da çıktık. Bekleyeceğiz sonucunu. Duydum ki Muhtar Seyfi’nin adamı gelecek, değnekle su arayacakmış. Belki de bulur, onu ben bilemem ama ayağımıza kadar gelmiş bir mühendis var. Önce köy malına vurduralım sondajı. Su çıkmazsa, para yok. Çıkarsa, masrafı bana ait ama Muhtar ve azalar da söz versinler kuyunun önüne kapalı bir havuz ile bir de çeşme yaptıracaklarına. Böyle olursa hem biz hem de hayvanlarımız susuz kalmayız. Haydi, çağırın Muhtar’ı. Gelsin ihtiyar heyetiyle de görüşelim.”
Sessizlik bozuluyor, homurdanmalar başlıyor kahvehanede. Birkaç kişi Muhtar’ı çağırmaya gidiyor. Kahveciyse dağıtıyor çayları. “Çay paraları, benden” diyor, Hacı Bulut. “Sağ ol, Hacı Ağa. Vallahi bilemedik kıymetini” sesleri yankılanıyor kahvehanede. Mühendis, Hacı Bulut’a bakıyor ve başını sallıyor tebessümle.
Muhtar geliyor, yanında azalarıyla.
—Ne diyorsun, sen Hacı Bulut? Köylüyü isyana mı teşvik ediyorsun?
—Bağırma, Muhtar. Önce dinlemesini öğren.
—Gunna da görelim sağlam mı cılk mı yumurtan.
—Terbiyeli ol ve dinle. Sondajı önce köy yerine vurduralım, diyorum. Su çıkmazsa, para yok. Çıkarsa parasını ben ödeyeceğim, köyüm için helal olsun ama sen de kuyunun önüne kapalı bir havuz ile bir de çeşme yaptıracaksın. Varsan, görelim erkekliğini.
Muhtar bakıyor azalara ve “Varım, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın” diyor. Hacı da çağırıyor kahveciyi “Herkese birer çay daha ver” diyor.
Hava kararmaya başlayınca, dağılıyor kalabalık. Hacı da misafirleriyle yutuyor evin yolunu.
Dama çul serilmiş, sofra hazır. Bir lüks lambasının kuvvetli ışığı aydınlatıyor ortalığı. Hacı’nın arkadaşları da geliyor, birinin elinde saz, diğerininkinde darbuka. Üçüncüsü elindeki torbayı açıyor ve ortaya iki büyük rakı koyuyor. Hacı da tanıştırıyor arkadaşlarını misafirleriyle.
Hacı’nın büyük oğlu yapıyor servisi. Sac kavurmasını getirip koyuyor ortaya. Söğüş domates, salatalık, taze soğan, acı biber getiriliyor ardından. Mühendis dönüyor Hacı’ya:
—Köyde su yok, nereden buluyorsunuz, Hacı Bey, bu yeşilliği?
—Köyde yoksa şehirde de yok değil ya, Mühendis Bey!
Gülüşüyorlar. Rakı dolduruluyor bardaklara. Cam sesleri sarıyor ortalığı. Mühendis ekliyor:
—Bugün büyük iş başardın vallahi, hem köylülerin için hem de kendin için. Yarın suyu da akıttık mı kimse engel olamaz sana.
—Büyük adamdır bizim arkadaşımız da anlamıyor bu köylü milleti.
—Anladı, anladı, diyor Mühendis. Yarın daha iyi anlayacak Hacı Bey’in kıymetini.
Sazlı sözlü eğleniyorlar şişeler boşalana kadar.
Kahvaltıdan sonra varıyorlar arabanın yanına. Köy halkı toplanmış, davulla zurnayla karşılıyor gelenleri. Muhtar, halka “Orda görüşürüz” diyor arabaya binerken. Hacı ve diğerleri yaya gidiyorlar çalgıcıların eşliğinde.
İki eğri büğrü badem ağacının arasına çektiriyor, Mühendis arabayı. “İşte tam şuraya vur sondajı” diyor adamına. Az sonra çalışmaya başlıyor su sondaj makinesi.
Muhtar, eli belinde izliyor çalışmaları. Halk çömelmiş, ellerini havaya açmış, dua ediyor. Öğleye doğruysa baldır kalınlığında su akmaya başlıyor. Köylüler, “Köyümüz, sesinle gurur duyuyor” sloganıyla Hacı’ya doğru koşuyor ve onu havada zıplatıyor...