22 Haziran 2011 Çarşamba

GERCEMEK SAYI 27

GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ
ISSN: 1307–4881
İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN
Yıl: 5
Sayı: 27

Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hatice Canan Yalçıner
yalciner_canan@yahoo.com.tr

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon: (0324) 8412836
E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54
Baskı Tarihi: 15 Haziran 2011

Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır.
Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.
Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/Aydıncık Şubesi TR930001001020307582605005

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

BALDIRAN (Smyrnium perfoliatum)





Latince adı “smyrnium perfoliatum” olan bu baldıran, zehirli değildir. Otsu bir bitki olan baldıran taşlık yerlerde ve çalıların arasında, şubat ortalarında kendini gösterir. İnce uzun kahverengi bir kökten çıkan birkaç kolda kalp şeklinde yapraklar bulunur. İlerleyen günlerde bitkinin bir de sürgünü çıkar ortaya. Boylanıp işaretparmağı kalınlığına ulaşan bu gövdeyi iri kalp şeklinde sarımtırak birkaç yaprak sarar. Gövdenin işte tam bu kısmından ya sağa ya da sola bir dal çıkar. Bitki bu şekilde 50 ile 60 cm kadar boylanır.

Her dalın ucunda, nisan sonlarında sarı şemsiye şeklinde çiçekler açar. Daha sonra da siyah tohumları olur.

Taze kökün kabuğu soyulup içindeki beyaz kısmı yenir. Baharatlı, değişik bir tadı vardır. Yine sürgünü de yenir taze iken.

Aydıncık Yeniyörük Köyü Kalebeleni Mahallesi’nde bolca yetişir, baldıran.

EDİTÖRDEN



CUMHURİYETLE YAŞIT BİR ŞAİRİMİZ: MEHMET AYDIN
Mustafa B. YALÇINER



Öğretmenlerin öğretmeni Mehmet Aydın hakkında eğitimciler ve edebiyatçı dostları o kadar çok yazdılar ki bana bir şey kalmadı nerdeyse. Bu nedenle de zorlanacağımın bilincindeyim. Bu durum da en iyisi, yüreğimi kalemime teslim etmek olacak.
Mehmet Aydın ile 1970’li yılların sonlarında tanıştık. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğretmendik ikimiz de. O, Türkçe bölümündeydi, ben de Fransızca bölümünde. Öğrenci kavgalarının yoğun olduğu yıllarda, yemekhanede ya da yolda kısa sohbetlerimiz olurdu. Genelde de dil üzerine konuşurduk.
Mehmet Ağabey’i ben önce iyi bir dilci olarak tanıdım. Dile özen gösteren, dil sevgisiyle yoğrulmuş. Zorbalığa karşı, hoşgörü sahibi, sevecen ve babacan bir eğitimci. Köy Enstitüleri, Öğretmen Okulları, Yüksek Öğretmen, Eğitim Enstitüsü gibi kapatılan okullarda öğretmenlik yapmış bir eğitimci. Belgrad Üniversitesi’nde Türk dili okutmanı olarak görev yapmış bir eğitimci. Altmış yaşına bile gelmeden, kendi isteğiyle emekli oluverdi Mehmet Öğretmenim.
Yıllar sonra ben de emekli oldum ve ayrıldım Ankara’dan. Okumaya daha fazla fırsat bulunca, gerçek anlamda tanıdım Mehmet Aydın’ı. Özellikle de şiir kitaplarından. Çok büyük haz alarak okudum şiirlerini. Atilla Aşut, öyle bir anlatmış ki Mehmet Aydın’ı bana söz düşmez artık. “Toprak ve gönül adamı Mehmet Aydın; şiirlerinde ırgatlık yapan körpecik çocukların, orakçı, çapacı kadınların, boynu bükük yoksulların, yorgun gurbetçilerin, yersizlerin, yurtsuzların ve umarsızların yaşamlarından bize umut dolu dizeler devşirmiştir.
O, kendini boylu boyunca yurduna ve insanlığa adamış; hep bilginin, erdemin, onurun, sevginin bayrağını dalgalandırmıştır. Yaşamı boyunca gericiliğe, bağnazlığa, bilinçsizliğe, aymazlığa, ayrımcılığa, sömürüye ve baskıya karşı aydınlık bir dünya için savaşmış; ‘sevgilerin üstüne basmayın!’ diye haykırmıştır.”
Mehmet Aydın’ın, editörlüğünü mizah öyküleri yazarı Musa Dinç’in yaptığı ve şiirlerinin kocaman bir demet oluştuğu “Bozkırı Aydınlatan Mavi” adlı kitabında, tanıdığım ve sevdiğim seçkin edebiyatçılarımız ne güzel anlatmışlar Mehmet Ağabeyi. Örneğin öğretmenim Vecihi Timuroğlu bakın ne diyor: “Kin’in insan yüreğine yük olduğunu en iyi bilen en iyi insan Mehmet Aydın’dır.” Osman Bolulu, “O, dil devrimine bağlıdır; arı duru bir dil kullanır, aydınlanmacıdır.” Vedat Yazıcı, “Öğretmenliğiyle, yazın alanındaki çalışmalarıyla, hep yaşamını dolduran bir güzel insandır.” Öner Yağcı, “O, insan sevgisiyle yazın sevdası, dil sevgisi, umut ve coşkuyla dolu bir öğretmendir.” Osman Nuri Poyrazoğlu, “Onun şiirlerinde ‘slogan’ yoktur. Tema bolluğu onun şiirlerinin bir başka özelliğidir.” A. Kadir Paksoy, “Mehmet Aydın, Anadolu aydınlanmasının şairidir. Toplumcudur, ama slogandan kaçınır. Yer yer sesini yükseltse de, bağırıp çağırmayan, kendi halinde bir şiirdir onun şiiri.”
Beş yıl önce yayımlamaya başladığım Gerçemek ile yeniden iletişim kurdum, Ahmet Özer’in deyimiyle “Yaşamı Şiire Dönüştüren Şair” ile. Dergimde bugüne değin de birkaç şiirini yayımladım, Cumhuriyetle yaşıt, bu koca çınarın.
En son, Güncel Sanat Dergisi ile TED Alanya Koleji tarafından Alanya'da düzenlenen Alanyalı Halk Ozanı Kaygusuz Abdal Sempozyumu ve Ödül Töreni’nde karşılaştım Mehmet Ağabeyimle. Ellerinden öptüm, sarıldık birbirimize. Ödül töreninde yaptığım konuşmaya, bu yüreği insan sevgisiyle dolu yüce insanı selamlayarak başladım. Mehmet Hocamla ilgili içimden gelenleri paylaştım dinleyicilerle. Salondakiler de Mehmet Aydın'ı ayakta alkışladılar.
Musa Dinç ile de orada tanıştık. Gerek gördüğümüz an, Mehmet Aydın’ın koluna girdik, bazen Musa bazen ben. Ve “Cumhuriyete Sahip Çıkmak” yepyeni bir anlam kazandı üçümüz arasında…Tanrı sana sağlıklı uzun ömür versin ey koca USTA!


Uslanmış Benlik

Çok uzaklarda kaldı
Çılgın uçarı günler
Koluna girdim artık yaşlılığın
Yadırgı bir hüzün çöker içime sık sık

Titrek adımlarla
Yavaşça basarım yere
Güvendiğim belleğim
Uzaklaşır benden ara sıra

Sevecen bakışlarım
Dalar gider uzaklara
Öykülere söyleşilere yaslanırım
Görkemini yitirir eski yaklaşımlar

Bağrımda çalkalanır bir ürperti
Özenirim büyüyen istekle/sendeleyerek
Sevdalar dolu gençliğime
Uçar gider kırık düşlerle
Yüreğim ağzıma gelerek

Kaçan zamanı
Durdurmaya çalışmak boşuna
Yıllar ilerliyor kendi çizgisinde

Ha deyince söz tutmuyor gönlüm
Çabaların geriye dönüşü yok
Ne yapsak etsek
Kanı kuruyor insanın

MEHMET AYDIN, güneşi paylaşmak, sayfa 456


ALLI TURNASI YAŞAMIN

Yokluğunun upuzun kışından sonra
Birden o ayçiçeği çıktı karşımıza
Toprağa sarı ışıklar saçan
Ellerin mi bu gömgök yapraklar
Sen misin usul usul kımıldanan

Şaşkına döndük kavuşmuş gibi
Sanki yüzümüzde soluğun
“Kızım” dedi anan, “bu benim kızım”
Ürpererek dokunduk başucundaki taşa
Büyülü bir ses misin Orpheus’tan

Yakıcı özlemiyle sonsuzluğun
Kucakladık kırları seninle
Yaşamın allı turnası
Ne değin uzaklarda da olsan
Çık gel yüreğimize ilkyazda.

MEHMET BAŞARAN,Armağan Kitap, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yayınları sayfa 332

Bu şiirleri masamda duran kocaman iki kitaptan aldım. İkisi de yeni geçti elime; adıma imzalanmış, iki büyük şairden, iki büyük eğitimciden. İkisi de, Öner Yağcı’nın deyimiyle “ Dev Bir Aydınlık Ağacı”. İkisinin de adı Mehmet. Biri, Aydın; diğeri Başaran. Ellerinize, yüreklerinize sağlık, Değerli Öğretmenlerim. (Mustafa B.Yalçıner)


YANKILANIYOR YALNIZLIK
M. ŞEHMUS GÜZEL

Günümüzde, yalnızlık hiç beklenmeyen, önceden bilinmesi mümkün olmayan ve kimi açılardan belli ölçüde tedirgin edici boyutlar kazandı.
Elbette yalnızlık bir hastalık değildir, elbette insan doğduğunda yalnızdır. Öldüğünde de. Doğumla ölüm arasında geçen o kısa veya uzun, dertli veya dertsiz, sıkıntılı veya neşeli zaman diliminde yalnız kalmamak için paylaşmasını bilmeli, uzlaşmacı, bilge ve uysal anlamında filozof olmalı. İnsanoğlunun bireysel açıdan başka bir biçimde kurtuluşu mümkün değil. Yalnızlığın tedirgin edici boyutlarını görünce ilk söylenmesi gerekenler bunlar.
Burada sözünü ettiğim yalnızlık, katlanılan, başa bela olmuş yalnızlık değil. Seçilmiş, tercih edilmiş yalnızlıktır. Yani öyle geçmişinde aile içinde yaşamış, kendi ailesini kurmuş, sonra yalnız kalmışlık değil anlattığım. Neredeyse doğuştan beri yalnız kalmayı tercih etmiş, yalnızlığı bir yaşam biçimi olarak seçmişlerin yalnızlığıdır. Yaşamını yalnızlık üzerine kurmuşların yalnızlığıdır. Bu, aynı zamanda her gün yalnız kalmak anlamına da gelmiyor elbette. Bencillik, kendi merkezcilik, benmerkezcilik sonucu yaşam biçimi olarak yalnızlığı seçmişlerin yalnızlığıdır bu. Örneğin bir kadın veya erkek düşünün on altı, otuz beş veya yüz metrekarelik evinde tek başına yaşamayı seçmiş. Yalnız. Yapayalnız. Kedisi veya köpeği bile yok. Ama bu kadın veya erkek her sabah işine gider, her akşam işinden döner, hafta sonunda belki bir kadın veya erkek arkadaşıyla « çıkabilir » de. « Çıkacak » hiç kimse bulamazsa, belki, kim bilir, olmaz olmaz demeyin, kalkıp ana ve babasını veya birinden birini ziyaret bile edebilir. Bu milyonda bir ihtimaldir ama bu da bir ihtimaldir hani. Ne olursa olsun böyle bir kadın veya erkeğin yaşamı yalnızlık üzerine kurulmuştur ve o yalnızlık içinde onu asla bir başkası gelip aramamalıdır. Yaşam biçimi yalnızlıktır. Kural budur. Gerisi istisnadır. Böyle bir yalnızlıktır burada yankılanan.
Yalnızlığın getirdiği kimi sonuçlar irdelenmeyi hak ediyor. Yalnızlık birçok şey yanında aynı zamanda yeni tür ticari ilişkilere yol açıyor. Bunun ve kimlere yaradığının da mutlaka incelenmesi lazım. Süpermarketlerde artık birçok şey, her şey dememek için bu formülü kullanıyorum, tek kişilik olarak sunuluyor, satılıyor, alınıyor, tüketiliyor...
Bireysellik göklere çıkarılarak, bencilliğe, benmerkezciliğe ulaşıldı.
Yaratıcı düşünceden belli ölçülerde uzaklaşıldı, tekrarcılıkta karar kılındı. Tekrarcılık öncelik kazandı. Yaşam her gün yinelenen, benzer ve aynısının tıpkısı eylemler ve hareketler bütünü biçimine dönüştürüldü. Monotonluk hayatımızı tekeli altına aldı. Beyin artık kendini yormadan ve sanki otomatik viteste gibi işler oldu ve bunun sonucu kimi işlevlerini yitirdi. Günümüzde en ciddi hastalıkların başında beyinle, hafızamızla ilgili olanların öncelik kazanması bir rastlantı değil. Bunu bilimsel ciddi araştırmalar sonucunda İngiliz uzmanlar da söylüyor. Bu konuda Melih Aşık’ın 10 Nisan 2011 tarihli Milliyet’teki « Açık Pencere »sinden bakmanızı tavsiye ederim. Uzmanlar bunu önlemek için kimi öneriler yapıyorlar, hepimizin işine yarayabilir diye birkaçını aynen aktarıyorum:
“Hayatınızı ne kadar renklendirirseniz beyninizi o kadar neşelendirirsiniz...
Farklı düşünme tarzları beyni geliştirir.
Çocuklar ve hayvanlarla daha fazla vakit geçirin. Sizden farklı düşünen insanlarla konuşun.
Zihinsel rutinlerinizi kırın. Bazen telefonu sol elinizde tutun, çantanızı diğer elinizde taşıyın, evinize başka bir yoldan gidin.
Her gün güzel bir resme, manzaraya ya da fotoğrafa bakmaya çalışın.
Her gün sevdiğiniz bir müziği bir süre gözleriniz kapalı dinleyin. Klasik müziğin zekâya 7 puan eklediği öne sürülmektedir.
Yabancı dil öğrenmek beyni geliştiriyor. Her gün birkaç yabancı sözcük öğrenin.
Kişi açık havada ve ayaktayken beyin yüzde on daha fazla çalışır, diye tahmin edilmektedir. Yürürken kolları sallamak da beynin çalışmasını etkiler.” (1)
Bütün bunlar önemli, güzel ve mutlaka uygulanmalı. Ama bu arada alışkanlıklar, monoton yaşam, yalnızlıklar içinde sürüyor ve kafayı yormadan geçinmek ve “yaşamak”, yaşa-bak gittikçe öncelleşiyor. Hatta öncelleşti aslında yıllardan beri. Yaşa-bak hem televizyona bakmak anlamında. Hem de sadece bakmak, sorgulamadan, irdelemeden sadece bakmak anlamında. Sürekli televizyon izlemek örneğin insanı basbayağı ahmaklaştırıyor. Bu da bilimsel araştırmalarla ispatlı. “Sürekli televizyon izlemek beyni yavaşlatır” diyor uzmanlar. O nedenle alışkanlıklarımızı aşan, beynimizin sınırlarını zorlayan etkinliklere yönelmeliyiz.
Yalnızlıklar ve yalnızlıkların toplamı sonucu toplumsal faaliyetler, toplumsal yön gittikçe sınırlandı. Sınırlanıyor. Sınırlanmaya mahkûm ediliyor. “Sahte dinler” ismini verebileceğimiz bin bir yan ve ticarî ilişkiler demeti içinde eriyenler de, toplu intiharlarla çareyi “başka dünyalara gitmekte” arayanlar da var elbette.
İnsanoğlu kendisini geliştirmekte diğerleriyle ilişkinin önemini artık göremez oluyor. Görmüyor. Es geçiyor. Oysa kendimizi ancak başkalarıyla (birlikte) değerlendirebilir, kıyaslayabilir, ölçebiliriz. Kedimize ve/veya köpeğimize “posta atarak” değil.
Özverili davranış biçimleri terk ediliyor. Özverili davrananlara, paylaşanlara “aptal”mış gibi bakılıyor. Modası geçmiş bir dünyanın son çocukları muamelesi yapılıyor. Bunun sonucunda medenî davranmak gereksiz görülebiliyor. “Benden” veya küçük klanlardan olmayanlara karşı aniden ve hiç de beklenmeyen biçimlerde sert, kaba, şiddete dayalı davranış biçimleri edinilebiliyor. Sokakta, otobüste, metroda, her türlü toplu taşıma araçlarında ve aklınıza gelebilecek her yerde kabalık, gayri medenî davranış biçimleri öncelik kazanıyor. Bu tür davranışların sayısı, yoğunluğu ve şiddeti gittikçe artıyor. Hele büyük kentlerdeki, dev-kentlerdeki, "dünya-kentlerdeki” anonima (isimsizlik, tanınmamışlık) ve vurdumduymazlık da devreye girince iş çığırından çıkıyor, çıkabiliyor. Bugün birçok megapoldeki mega yalnızlıkların yol açtığı mega şiddetin kaynaklarından biri de budur.
Yaşanılan veya dayatılan hayat öyle bir hale geldi veya getirildi ki bugün kimi insan/birey/yurttaş bizzat kendi yaşamından bile artık zevk alamıyor. Kendini ve yaşamını bile anlamlı hale getiremiyor. Yaşamak neredeyse a’dan z’ye anlamsızlaşıyor. Anlamsızlaştırılıyor. Yat-Kalk-Çalış. Yat-Kalk-Çalış git-geli arasında sıkışan ve/veya sıkıştırılan hayatlar çekilebilirlik sınırını aşıyor. Bunun sonucu intiharlar artıyor. Çocuklarda, gençlerde, İskandinavya ülkeleri gibi « kuzeyde » yaşayanlarda, Fransa’da mahkûmlarda, polislerde, çalışma koşulları günden güne zorlaştırılan emekçilerde...
Sevginin yönü, amacı sonucu bile değişti. Sevmesini bil(e)meyen tipler yetişti, yetişiyor. Bu tür bireylerin sayısı günden güne artıyor. Sevmeyi sadece seks yapmakla eşdeş gören, sevgiyi seksle karıştıran veya sadece ona indirgeyen kadın ve erkekler türedi... Yalnızlıklarında, “pembe telefonlarla” veya sadece kendi kendileriyle sevişenler söz konusudur artık. Bu da yeniden ve yeniden “sahte dinlerin” türemesine yol açtı.
Bu yeni tür davranış biçimlerinden, yalnızlıkların yarattığı oluşumlardan yararlananlar da var elbette. En önce siyasi, ticari, toplumsal (kültür ve bunun bir parçası olarak televizyon kanalları en başta) egemenliğe sahip olanlar, sonra yapay dinleri ve onların tapınaklarını ellerinde tutan kesimler. Bu takımlar acısından bu davranış biçimlerinin gittikçe tutulmasını “ harika bir gelişme” biçiminde değerlendirmek mümkün. Ancak bu süreç henüz tamamlanmamış bir süreç. Sonucunun nasıl geleceğini, getirileceğini bilemiyoruz. Bugünden. Kim bilir belki egemenleri son derece şaşırtacak bir sonuçla da bitebilir. Hani göremeyen gözler açılırsa. En iyi gören biliyorsunuz kapalı gözlerdir.

NOT
(1) Melih Aşık’la Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde birinci sınıftan itibaren sınıf arkadaşı ve dosttuk. Dostluğumuz o günlerden bugünlere sürüyor. Fakülte yıllarında Melih’in lakabı “Doktor”du. Nedenini anlatmam uzun sürer, başka bir gün belki anlatırım. Bu lakabın etkisiyle midir, yoksa Melih’in “kaymakam yerine doktor olmak istemiş olması mıdır, bilemiyorum, ama arada bir doktor tavsiyeleri aktarması epey yararlı ve hoş. Hepimizin işine yarayabilecek öneriler bunlar çünkü.



EDEBİYAT AĞACIMIZDAN EKSİLEN YAPRAK: RUŞEN HAKKI
İsmail BİÇER “Ruşen Hakkı, hep çocuk. Ruşen Hakkı, hep dost. Ruşen Hakkı aşkla, hüzünle, içtenlikle, doğayla bütünleşmiş bir insan. Ruşen Hakkı, güler yüzünü eksik etmeyen bir inatçı yazar. Ruşen Hakkı, hep sevgi ve sevecenlikle dolu bir ağabeyi genç yazarların.” (Öner Yağcı)
11 Nisan 2011’de kaybettiğimiz Ruşen Hakkı’nın, edebiyat dünyamızda yarattığı boşluk, kolay doldurulacak gibi değil.
“Sessizlik Kuyusu” adını taşıyan ilk şiir kitabım için, “Özgür Kocaeli” gazetesindeki köşesinde tanıtım yapmış ve şiirlerimden örnekler sunmuştu. Bu durumdan son derece etkilenmiş ve mutluluk duymuştum. Edebiyatımızın bu alçakgönüllü ustası, genç şairlerin ilk yapıtları eline geçer geçmez, bu gazetedeki köşesine mutlaka taşır, böylece onlara en büyük desteği sunmuş olurdu.
Ruşen Hakkı, son derece titiz bir şiir ve yazın işçisidir. Şiirlerini okuduğunuzda, sözcüklerin nasıl bir incelikle yan yana geldiğine tanık olursunuz. Her eseri bir öncekini aşan çabanın ürünüdür. Toplumcu-gerçekçi sanat anlayışına sahip olmasına rağmen, slogan anlatımlara itibar etmez. Anlaşılamayan, kapalı imgelere yüz veremediği gibi, gerek şiirleri, gerek öyküleri içimizi ısıtan türden. “Üretimde Sevda” kitabındaki, “Patikanın Sonu” başlıklı şiiri buna çok güzel bir örnek:
“Sana sevdiğin çiçeği getirmek isterdim / kıyısında açıp da dereyi güzelleyen / çocukları dillendiren çiçeği. // Bölük pörçük anıların koyağından / kotarıp da kendimizi hadi gidelim // hadi gidelim / inelim göz kamaştıran / yüzümdeki patikadan aşağı / ve varıp birlikte sahiplenelim / dudağımdaki şarkıyı. // Sesini sesime ver / ya da al sesine kat sesimi / ve yalağı mermer / çeşmeye dayarken dudağını / unutma beni içtiğini. // Bak dinle, sesinin değişikliği / muştuluyor burçlarımızın çiftleştiğini!”
Ruşen Hakkı’nın, güzelim Türkçesiyle okuru büyüleyen bu dizelerinden sonra,
“Yırtılan Gecede” adını taşıyan şiiri, 1999 yılında İzmit’te (Marmara’da) yaşanan, Ağustos depreminin (unutulmayacak o ortak acının) ifadesidir:
“Gece yırtıldı / göğü gördüm / şaşılası yakındı! / Yıldız toplardım / çocuk olsaydım! // Gece yırtıldı / denizi gördüm, / bir alev topuyla geldi / Gölcük’te Kavaklı’yı / Değirmendere’de / sahili yutan dalgalar! // Gece yırtıldı / çaresizliği gördüm, / batacak bir gemiydi sanki ev / öylesine korkunç sallandı / ve bütün sesleri boğdu / dipten gelen uğultu! // Gece yırtıldı / korkuyu gördüm, / savruldum oradan oraya / ve inanılmaz bir aşkla sarıldım / kırk yıllık karıma!”
İlk şiiri 1952’de “Yeşilay” dergisinde çıkan Ruşen Hakkı’nın, sadece şiir ve öykücü yanına değinmek eksiklik olur. O, aynı zamanda günce, roman ve çocuk kitapları türlerinde de eserler vermiş üretken bir yazın adamı ve gazetecidir.
Yapıtlarında toplumcu damara sahip bu yazın ustası, insanlık adına yola çıkmayı görev edinmiş, ezilenlerin ve emekçilerin sesi olmayı başarmıştır. Her şeyden önce, yazdıklarıyla yaşamı arasında asla bir çelişki olmamıştır. Kavgası yumuşak, haklılığını ise bir sanatçıya yakışır edayla ifade etmesini becermiş ender isimlerden biridir.
Eserleriyle, çevresinde dostluk ve sevgiyi büyütmüş Ruşen Hakkı gibi değerlerin, edebiyat dünyamızdan eksilmesi büyük kayıp. Hasta olduğu günlerde, önemli yazın adamı Şener Aksu’nun, O hastalanınca; İzmit hastalandı sanki.” sözü boşuna değildir.
Her okuduğumda, aynı duygu ve derinlikte etkilendiğim “Genzimde Yanık Kokusu” başlıklı şiiriyle yazımı noktalarken, yapıtları ve kişiliği önünde saygıyla eğilmeyi bir borç olarak görüyorum.
“Kocaman bir yalnızlıktı / Behçet Aysan’ın şiirinde İzmit / bir ince suydu / günü geldiğinde / körfeze dökülen. // Ne zaman Sivas dense / genzimde yanık kokusu. // Vereme geçit vermezdi / hekimliğinin ilk yıllarında / ve her akşam /asar da gelirdi çınarlara / dispanser kokusunu, / usulca yanaşırdı limanıma // rakılanırdık, en çok da Mahir’de. / Hangi mevsimdeysek / o mevsime bürünürdü sesi / ve baştan sona bilmese de sözlerini / ses sokardı her türküye. // Ankara dendiğinde / daha bir buğulanan gözlüklerini / silerken hüzün dökerdi, sevgiyi daha bir inceden / dokurdu gözleri. // Azıcık külhandı, /çokça şair”


MUSTAFA B. YALÇINER’İN ÖYKÜLERİ (*)
Hasan AKARSU

Mustafa B. Yalçıner, 1948 Mersin-Gülnar-Gilindire (Aydıncık) doğumlu. 1996’da Gazi Üniversitesi’ndeki görevinden emekli olan yazarın makale ve öyküleri birçok yazın dergisinde yayımlandı. “Toroslar’da Yaşam Erken Başlar” (1) ve “Sümbül Gölü” (2) adlı iki öykü yapıtı olan yazar, kısa öyküleriyle ilgi çekiyor.
Toroslar’da Yaşam Erken Başlar adlı yapıtında, 34 öykü yer alıyor. Önsözde, Vecihi Timuroğlu, onun öykülerini şöyle değerlendiriyor: “Mustafa B. Yalçıner, konuşanın sözünü yanıtlama yöntemini kullanıyor, ama duruma göre, dinleyene yöneltilen söyleme de rastlıyoruz… Kısa öyküde, tek kişinin söyleyişi, olayın akışını da engelleyebilir. Mustafa, bu engeli görmüş ve karşılıklı konuşmaları yeğlemiş… Mustafa, kişileri çok yanlı yansıtma çabasına yöneliyor ara ara…”
Öğretmen Dünyası dergisini izlemeseydim, Saadet Bilir’i, Ali F. Bilir’i tanıyamayacaktım. Onları tanımayınca da Mustafa B. Yalçıner’i tanımayacaktım. Her şey birbirine ne güzel bağlanıyor. Akdeniz gezisinde, Aydıncık (Gilindire) Öğretmenevi’nde üç gece kalmasaydım o yöreye ilgi duymayacaktım belki. Gerçemek dergisi bu değin ilgimi çekmeyecekti. Gilindire öykülerini, Toroslar’ın öykülerini bu değin severek okumayacaktım. Yalçıner, öykülerinde çocukluk anılarına, göç olaylarına, okul yıllarına, konargöçerlerin yaşamlarına yer veriyor. Göç (mübadele) öykülerinden Sarnıç, Hıristo Hasan en çok ilgi çeken öyküler. Yörük Deveci Ali, Berber Petro’nun kızı Athena’ya sevdalı. Zorunlu göç olunca, Petro, kızını sarnıca sarkıtarak Yörük Ali’den saklayıp kurtarmak istiyor. Sevdanın önüne geçilemiyor, Athena’yı, gelenek ve din ayrılığına karşın Yörük Ali’ye veriyor. Demirci Yorgi de malını, eşeğini göç sırasında Hıristo Hasan’a severek bırakıyor.
Gömü arama alışkanlığı Gilindire’de de var. Arama sırasında yaşanan kaza olayları, dinamitle balık avlama sırasındaki kaza olayları, sevgiliye kavuşamama acıları, çok çocuklu ailelerdeki geçim sıkıntıları, hayvan otlatırken çocukların başına gelen olaylar, babanın cüzdanından para çalma, Irmasan Yaylası’ndaki yaşam, Silifke’de liseyi okurken yazarın başından geçen olaylar (Sordururum Sana), Fransız turistlerle ilişkiler vb olaylar başarıyla anlatılıyor öykülerde. “Yalnızlığın Ayak Sesleri”nde, benöyküsel bir anlatım var. Emekli olan yazar, Ankara’dan ayrılıp çocukluğunun geçtiği kasabaya ev yapıp yerleşmek istiyor. Eşi, gelip onu yeniden Ankara’ya götürmek istese de başaramıyor, yalnız dönmek zorunda kalıyor. Yazar, doğduğu yere tutkun. Onun için yurtsama duyguları içinde duyumsadıklarını yansıtıyor. “Yayla Yolunda” hayrat yaptıran Topal Abdullah’ın öyküsünü anlatırken, meşe ağacını ne güzel konuşturuyor:”Ne oldu bu insanlara, çeft de mi toplamaz oldular? Ya develer nereye gitti? İnanır mısın keklikler ötmez, eşekler anırmaz oldu gölgemde” (s.115). İnsanlığın eskilerde kaldığı vurgulanıyor öykülerde, yüreğinin sesini dinleyen insanlar, kuş gribi nedeniyle yakılan hayvanlar, Sivas-Madımak’ta takunyalıların yaktığı insanlar anlatılıyor. Dürüst oldukları halde, çıkar ilişkileri nedeniyle karalanan, ak olduğu bilinen insanlar (Değirmenci Memiş Ağa), paranın gücü kullanılarak öldürülmek istenen ( Mahmut Ağa) insanlar, odun toplarken ırzına geçildiği için intihar eden güzel kızlar (Cemile-Ayıboğan) anlatılıyor. Yazar, her öyküsüne güzel-etkileyici betimlemeyle başlıyor. Baba Gömütü öyküsünde, belediye kararıyla taşınan mezarlar anlatılırken, Musa, 40 yıl önce yitirdiği babasıyla konuşuyor, ona eski konukseverliğin kalmadığını söylediğinde, babasının da “iyi ki ölmüşüm” diyen sesini duyar gibi oluyor.
“Sümbül Gölü”nde, 25 öykü yer alıyor. Yaşlı adam Umut’un öyküsünde, karısını yitiren adamın topladığı mücevherleri bir çobana okul yaptırsın, çocuk okutsun diye vermesi anlatılıyor:”…Evet evlat! Çok para var bu torbada. Çıldırtır adamı. Ama sen akıllı davranacaksın, anladın mı beni? Bol bol okul yaptıracaksın. Çocuk okutacaksın. Özgür insanlar yetiştireceksin…” (s.9). Çoban çocuk, torbada cilalı çakıltaşları ve deniz böceği kabukları buluyor mücevher yerine. Unuttuğu sığırlarının ardına düşüyor.

***
Göç nedeniyle, Yorgi’ye iki altın borcunu ödeyemediği için üzülen Adil’in ruh durumu, dinlence için deniz kıyısındaki kasabasına gelen İngilizce öğretmeni Evren’in karakola götürülürken yaşadığı korku (12 Eylül’ün üstünden bir yıl geçmiş), komşunun bahçesinden babası için salatalık çalarken yakalanan Mülayim’in korkusu, köydeki muhtarlık çekişmesi ve kuraklık sıkıntısı, yalnız yaşayan babaya sahip çıkan kızının tutumu, balık tutarken fırtınaya yakalanan kaptanın umarsızlığı ve cesareti, istediği kızı alamayan delikanlının bunalımı, boş inançların etkisi (Yılan Kavlağı), içindeki çocuğu dinleyen anlatıcının kendisi için yaşayamadığı için duyduğu üzüntüsü (Taşmasa’daki Çocuk), Kilindria’ya dönen Rum’un ata evini arayışı sırasında Berber Petro ile kızı Athena’nın öyküsünü dinleyişi, yüz elli yıllık ceviz ağacının korunması için Orman Mühendisi çıkacak olan Mürşit’in girişimi, yalnız yaşayan insanların sahiplenilmeleri, isyan eden atların öyküleri (Atların İsyanı), Fransız turist kız Nikol’a aşık olan Veysel Kaptan’ın öyküsü (Peşör’ün Öyküsü), emekli olunca bir kasabaya yerleşmeyi düşleyen memurun düşünceleri, 600 yıllık iki servi ağacının söylenceli öyküsü (İkiz Katran), öldürdüğü yılanın eşinden korkan çocuğun çıkmazı (Una Bulanmış Karayılan) vb konular, olaylar başarıyla anlatılıyor öykülerde. Kitaba ad olan “Sümbül Gölü” öyküsünde, ilkyazda arabasıyla Toroslar’a çıkan sürücünün sümbül kokularına tutulup durması, sümbülleri bekleyen kadınlarla konuşması anlatılıyor. Köylü kadınlar çiftçinin durumunu şöyle yansıtıyorlar:”…Birkaç ihtiyar kaldı köyde. Malcılık öldü, çiftçilik öldü. Gençlerin hepsi de terk etti köyü. Ne yapsınlar burada? Şimdiyse sahilde seracılık yapıyorlar. İş nerde, aş orda. Bizse hükümetin verdiği tarla parasıyla idare etmeye çalışıyoruz. Bir de sümbülümüz var…” (s.94). Köylü kadınlar, kırlarda açan sümbülleri toplayıp kente satmaya götürüyorlar, gelir elde ediyorlar. Anlatıcının anımsadıkları bir düş gibi. Sabah ezanı okunurken ayılıp çok içtiğini anlıyor.
Yazar Mustafa B. Yalçıner, kısa öykülerinde, küçük insanların kocaman dünyalarını başarıyla yansıtıyor. Olay öyküleri yazıyor, elöyküsel anlatımı daha çok kullanıyor. Olay kişileri, çevresinde iz bırakan kişiler olup uzun süre belleğinize yerleşiyorlar. Olayların geçtiği yerler Toroslar ve çevresi, deniz kıyısındaki kasaba, yaylalar vb. Betimlemelerinde başarılı olan yazar, olayların geçtiği yerleri, kişileriyle birlikte etkili olarak, yalın bir dille anlatıyor.

(*) 1. Toroslar’da Yaşam Erken Başlar- Mustafa B. Yalçıner, Öyküler, Etik Yayınları, Mart 2008, 176 s.
2. Sümbül Gölü- Mustafa B. Yalçıner, Öyküler, Etik Yayınları, Eylül 2009, 152 s.




HİÇ YAŞLANMAYAN CEMAL SÜREYA’YA: PEKİ BU ÖLÜM NİYE?

Ali Ekber ATAŞ

gülün tam ortası süreya
cemal süreya’ya


istanbul
kederli ömrüm

“Kırmızı bir kuştur soluğum”

konacak çatı arar
gülün tam ortası süreya
oysa cemal’eydi konukluğum

sıyırıp geçiyor galata’yı
istanbul
kuşluk vakti

***
Merhaba Cemal abi.
Ölümsüzlük ardındaki şair ağabeyim, seni ölümsüzlük uykunda şiirimle selamlıyorum.
Onca yıl yan yana oturmuşuz bu yakada (Bostancı’da). Adeta seninle bütünleşen Hatay’a girip çıkmışız yıllarca. Ne ki, bu süreler içinde seninle karşılaşamamak, Vecihi Timuroğlu, İsmet Kemal Karadayı’lı müebbetlik içki sofralarınızın konuğu olamamak, benim için ne büyük kayıp; bunu şimdi daha iyi anlıyorum.
Vecihi abi, senin zekânın pırıltılarından söz eder durur hep. Masa başı sohbetlerinizin konusu, gelip gelip edebiyat, şiir, sanat, felsefeye, tarihe dayanınca, Bir Cemal Süreya konferansına dönüşürmüş bu sofralarınız. Timuroğlu ile 2009 Temmuzu’nda, Ankara’daki evinde yaptığım uzun söyleşi de, seni ve İsmet ağabeyi sorduydum. Şunları demişti, özetleyerek alıyorum:
“Cemal Süreyya’sız bir yazın dünyası, eksiktir bence… Cemal’in engin bir yazın bilgisi vardı. Kaç kişi bilir acaba? Cemal, Yedi Askı’yı çevirmiştir. İslam öncesi Arap şirini hangi boyutta ve hangi derinlikte bildiğinin en güzel örneğidir bu. Fransız Şiiri’ni, Cemal gibi bilen kaç kişi vardır ülkemizde? Salt şiir bilmezdi, yazınımızın tüm kaynaklarını bilirdi. İslam’dan önceki Türkçe metinleri irdelerdi. İran yazınının ve Arap tarihinin tüm aşamalarını incelemişti. Cemal’in şiirini iyi okuyun. Onun, tarih bilgisindeki derinliği anlarsınız. Cemal, sürekli tarih okurdu. Toplumun tarihini bilmeden, o toplumun ekinsel yansıtmasını yapamazsınız. Her zaman, genç şairlerin ve yazarların ilk yapıtları sığdır. Çünkü tarih bilgileri derinleşmemiştir. Felsefeye soğukturlar. Cemal, gerçek anlamda bir tarih felsefesi uzmanıydı. (…) Demem o ki, sanatçı ya da düşünür, dilinin, toplumunun tarihsel gelişmesinin tüm geçmişini, bu geçmişin ilişki kurduğu yabancı ekinlerin en az iki yüz yıllık geçmişini iyi bilmelidir. Yoksa şiiri de, yazısı da, bir sığlık gösterir. Cemal, benim dostumdu… Ama ilişkimiz, salt dostluk ilişkisi değildi. Bir araya geldiğimizde, sanat ve ekin ilişkimiz başlardı… Ancak, bütün içtenliğimle söylüyorum, benimle ve Muzaffer’le oturduğunda, deha derecesinde bir zekânın ışığını saçardı. Öğretir ve öğrenirdi. Öğrenmekten kaçınmazdı. Bu konuda, çok da alçakgönüllüydü. Kesinlikle bilgiçlik yapmazdı. Bilgiçlikten iğrenirdi.
Onların ölümleri, bende sarsıntı yaratmıştır, (…).”
***
Sonra birden, seksenli yıllarda, Özal’a yaptığın, ince zekâ ürünü önerin geldi aklıma. Böyle bir öneriyi de ancak, yapsa yapsa Cemal Süreya gibi bir şair yapardı dedim kendi kendime. Özal’ı, bir Pazar günü, Kadıköy’deki iskelenin önünde birlikte intihara davet edişini hiç unutamıyorum…”
Şöyle diyordun:
“ Gelin birlikte intihar edelim. Bu millet sizden kurtulsun; benim de bir şair olarak bu halka bir yararım dokunsun…”
Şimdi düşünüyorum da, böyle bir öneriyi sizin dışınızda başka kim yapabilirdi diye, aklıma kimse gelmiyor. Toplumsal sorumluluğu doruklara taşıyan böyle de bir romantiktin benim dünyamda. Bu, tam da Cemal Süreyaca bir duruş ve tavır. Ne ki, sen, diyalektik düşüncenin gerekenleri yapandın ayrıca. Genç dostum Engin Berk’in, yazısına, senden yaptığı alıntıda şöyle demiyor muydun?
“Anadolu insanı temelde materyalisttir. Dört mevsimin kadrosu içinde toprağa bitişik bir yaşamı vardır. Dindar değildir. Din, din olarak onun davranışlarında hâkim çizgi olmaktan uzaktır. Bir ideoloji olarak kavramaktadır dini?”
Düşünmelerin, yazmaların, konuşmaların, dost meclislerinde dile getirdiklerin yalnızca şiirle sınırlı değildi. Özellikle konuşmaların, “… deha derecesinde bir zekânın ışığını saçardı. Öğretir ve öğrenirdi(n). Öğrenmekten kaçınmazdı(n). Bu konuda, çok da alçakgönüllüydü(n). Kesinlikle bilgiçlik yapmazdı(n). Bilgiçlikten iğrenirdi(n)…”.

***
Gerçek dostların, sevenlerin, hayranların hep böyle düşündüler. Haksız da değiller hani. Ne yazık ki ben bunları, dostlarından öğreniyorum. Şiirlerinden, yazılarından, yapıtlarından öğreniyorum. Bütün bu hayran olduğum durumları, anları, Cemal Süreya’ya özgü olan her şeyi, seninle karşı karşıya, Timuroğlu ve Karadayı’nın olduğu bir masada dinlemek isterdim. Olmadı. Dostlarının anlattıklarından, yapıtlarından yazdıklarından tanıdım seni. Aynı coğrafyanın, aynı ekinin (kültürün) insanları olarak, sizin öncelim ve öncülüm olan sanatçı, düşünür, şair kimliklerinizin yer aldığı sanat, düşün ve edebiyat dünyasında yer almış olmakla teselli buluyorum.
Söylediğin sözlerinden birini daha anımsıyorum. Kimin sözüne karşılık söylediğini anımsamıyorum, ama aklımda kaldığınca şöyleydi:
“Lokman Hekim kendine yedi kartal ömrü biçmiş.” Cemal abi sen de bu söze karşılık şöyle demiştin:
“Bir şairin ömrü, olsa olsa yedi kırlangıç ömrüdür…”
Şairlerin ömrü “yedi kırlangıç ömrü müdür” bilemem, ama senin de çok iyi bildiklerinden biri olan, Fransız yazın ve düşün dünyasının usta kalemi Sartre’a kulak verdiğimizde bize, şairin bir Gılgameş (ölümsüz ) olduğunu söylüyor:
“Bir insan, onu tanıyan son insan öldüğünde ölür.”
“Her ölüm erken ölümdür” diyen de sen değil miydin?
*Artshop yayınlarınca hazırlanan "Cemal Süreya Yirmi Yaşında" kitabında yer alan yazı



YİRMİ MİLYAR DOLARLIK OTEL
Celal Necati ÜÇYILDIZ

Yıllarca kızdıklarını, komünist diye içeri tıktılar. Kızdıklarına “Komünistler Moskova’ya” dediler. Sonra bu ülkeyi yöneten sağ iktidarlar, yağlı börekli anlaşmaları yaptılar. Dünyanın en pahalı doğalgazını Rusya’dan alıyoruz. Elektriğini en pahalı alıyoruz. Şimdi de 20 milyar dolarlık nükleer santral yaptırıyoruz. Hem de Akdeniz kıyılarına. Kime? Rusya’ya. O Rusya Sinop’a neden yapmıyor? Kendi güvenliği sarsılmasın diye. İyi niyetleri var ise; iki nükleer santrali da Ruslar yapsın. Ama yok. Onları tehdit etmeyecek. Akdeniz’de yaşayan halk, onların umurunda değil. Onlar nükleer santral yapılsın gerisi teferruat diyorlar. Bizimkiler de yağlı börekli anlaşmayı kabul ediyorlar. Gerisi teferruat.
1977 yıldan bu yana Akuyu’ya yapılması planlanan nükleer santral ile haşır neşir olarak adeta KANKA olduk. Atom Enerjisi Kurumu Başkanı sayın Prof. Dr. Tolga Yarman başkanlığında bir heyet Silifke’de Öğretmenler Derneği, Halk Eğitimi Merkezi salonlarında, bilgilendirme toplantıları yaptı. Sonra 1978 yılında Taşucu’ndan Silifke’ye insan zinciri ile ilk karşı eylem başladı. Büyükeyceli Belediye Başkanı Sayın Kemal Güdül nükleer karşıtı eylemlere destek verdi. Toplantılarda gençler ile birlikte tivist bile oynadı. Sonra bir dış geziye gitti. Döndüğünde, nükleerci oldu. Kasaba halkı inanamadı. Onu bu kez başkan seçmediler.
Sonra Ceyhan’da bir deprem oldu. Deprem sonrası Yumurtalık- Antalya arasında Ecemiş fay hattı oluştuğu rapor edildi. İşte bu tarihten sonra Prof. Dr. Tolga Yarman güvenlik ortamı olmadığından projeye karşı çıktı. Merhum Ecevit’in Başbakanlığı döneminde başta Yarman Hoca’nın şerhi doğrultusunda, gelişmeleri değerlendiren Sayın Ecevit ihale dosyasını rafa kaldırdı.
Biraz rahatladık. Sonra enerji darboğazı gıygıdısı çalınmaya başladı. Amerika’sı, Rusya’sı ayağa kalktı. Şu Türkiye’yi karanlıktan kurtaralım dediler. Dosyalar hazırlandı. Akkuyu Santrali için Rusya’nın teklifi İkili Sözleşmelerin meclisten karar alınarak verildi. Haydi hayırlısı.
Ne hikmetse; Japonya’da depremler sonucu nükleer santraller sızıntı vermeye başladı. Yani güvenlik sorunu ortaya çıktı. Almanya Başbakanı nükleer enerjiyi durdurdu. İspanya masaya yatırdı. Fransa düşünüyor.
Bizde de sıcağı sıcağına Başbakanımız Sayın Erdoğan Rusya’ya uçtu. Evdeki tüp gaz da tehlikeliymiş. Bu bizi yıldırmaz, birkaç hafta içinde temel atalım dediler. El sıkıştılar. Eşantiyon olarak da 17 Nisan’da vizeler kalkıverecek. İnşaatlarda çalışan işçilerimize gün doğdu. Turizmi canlandırmaya gelen Ruslara da gün doğdu.
Yörede yaşayan bir vatandaş olarak bir önerim var. Eğer Rusya güvenlik konusunda kendine güveniyor ise, hem Akkuyu, hem Sinop’u birlikte yapıversin. Ne olsa bu işi biliyorlar. Bir de firma aramayalım. Kore, Çin uğraştırmasın bizi.
Bunu yapamıyorsa, Akkuyu’da güzel bir liman yapıldı. Orası Amasra’nın bir versiyonu; gelin Akkuyu’yu Ruslara verelim. İlle yatırım yapmak istorsa, oraya 20 milyar dolarlık turizm yatırımı yapsın. Antalya’da bu konuda sicili düzgün. Yatırımları dolup, taşıyor. Buraya da yatırım yapsın. Ne güvenlik sorunu. Ne yöre halkının kötü bakışı. Her gün yatar, kalkar dua ederiz. Pirlere, yatırlara dua ederiz. Hem de 21 Mart Sultan Nevruz’a girerken. O gün dualarımız, niyazlarımız kabul olur. Sonra 6 Mayıs gelir, Hıdırellez günü de ziyaretlere gider niyaz ederiz.
Bunları yapmazlar ise, bu yıl 21 Mart’ta, 6 Mayıs’ta zirvelerdeki ziyaretlere çıkıp, niyaz edip, Yüce Tanrıdan geldikleri gibi gitmeleri için dua edeceğiz. Başka gücümüz kalmadı.

ARAP KADINLARI
Mustafa SAĞLAM

Hepsinin değilse bile dünya halklarının çoğunun şarkılarını dinledim. Şöyle veya böyle büyük bir kısmımız da dinlemiştir. İletişim teknolojisinin bu kadar geliştiği çağımızda kaçınılmaz oluyor, herhangi bir şekilde kulağımıza geliyor o şarkılar, ezgiler, melodiler; radyo, televizyon, sinema derken bir yerlerde karşımıza çıkıyorlar işte.
Bazıları hoşuma gider, severek dinlerim; ırkları, dinleri, dilleri farklı olsa da sanatın diğer dalları gibi insanların ortak duygularını anlatır onlar da, haz verir dinleyenlere. Bu yüzden de müzik insanlığın ortak malı sayılmıyor mu zaten! Ama içlerinde biri var ki, her zaman ilgimi çekmiştir benim, çok farklıdır ötekilerden; Arap Dünyası, Arapların şarkı söyleyişleri ve özellikle de Arap kadınlarınınki. O bölgenin müziğinde bir ayrıcalık gören yalnızca ben değilim; müzik otoriteleri kabul ederler ki, zengin melodileriyle dünyada apayrı bir yere sahiptirler ve kendilerine has bir şarkı söyleyişleri vardır onların. Yoğun bir duygu yükü içerir Arap şarkı ve türküleri.
Yoğun duygu içerirler içermesine de, bunun yanında bir de yalvarma, yakarma, aman dileme vardır büyük bir kısmı çöllerle kaplı bu sıcak bölgenin müziğinde. Şarkı söylerken seslerinde bile vardır o susamışlık, yanmışlık. Gerçi yalnızca Arap ülkelerinde değil, büyük bir çoğunluğu Müslüman olan Ortadoğu ülkelerinin aşağı yukarı tümünde aynıdır; sanki insaf dilerler şarkı, türkü söylerken.
Çoktandır gözümden kaçtığı yok onlardaki bu özellik. Merakıma yenik düştüm, acemice de olsa kendimce kısa yollu bir araştırma yapmadan edemedim ve bazı fikirlere vardım sonucunda. Başta, gördüm ki daha fazla Müslüman ülkelerin kadın şarkıcılarına has bir üslup bu. İsrail kadınlarının şarkı söyleyişleri daha farklı örneğin; aynı bölgede yaşayıp Araplarla iç içe olmalarına karşın onlarınkine benzemezler.
Konuya daha yakından bakıp, biraz da hayatları hakkında bilgi sahibi olduktan sonra, “Müzikleri neden böyle yakarış dolu olmasın ki!” dedim kendi kendime. Neden yanık yanık çıkmasın sesleri! En önemlisi, henüz çocuk mu, genç mi olduklarını bilmeden evlendiriliyorlar, daha doğru dürüst akılları bile ermeden bir kocanın kucağında buluyorlar kendilerini çünkü. Bir erkeğe eş olma konusunda en ufak bir bilgi edinmeye bile fırsat vermiyorlar.


On dört, on beş yaşın heyecanını, uçarılıklarını hiç mi hiç bilmezler; insanı serseme çeviren o kavak yelleri başlarında hiç esmemiştir. Fırsat bulamamışlardır böyle bir şeyi yaşamaya.
Örneğin bir iki yıl içinde boylanıverip, bir genç kız görüntüsü kazanıverdiklerinde, sürme mürme çekme, saçlarını tarayıp salıverme, kısa bir etek giyip bacaklarını, dar bir elbise giyip göğüslerini ve kalçalarını sergileme âdeti yoktur onlarda. Bu sergileme sonucu, oğlanların, peşlerinde sıraya girdiğini görmenin zevkini hiç yaşamamışlardır, o hazzı hiç bilmezler Arap kızları, kadınları. Tabi bu durumda doğanın onlara vermiş olduğu “seçme olanağı”nı da kullanma imkânları olmaz. Naz, cilve yapamazlar kimseye; böyle bir haklarının olduğunu bile bilmezler.
Çünkü önce Allah’ın, sonra peygamberin kulu olup, onların önünde boyun eğerler, onlara saygı duyarlar, onların emirlerini yerine getirirler. Ve bunların yanında bir de kocalarının kulu, kölesidir onlar. Ama o ilk ikisi, kocalarına kulluk etmek kadar zor gelmez onlara. Doğa, bütün kadınları kocaları ile eşit yarattığı halde, Arap kadınları, kocalarıyla bir türlü eşit olamamışlardır. Bir kısmı, doğadan gelen bu eşitliğin bilincinde ise de bunu açığa vuracak, ağızlarını açıp söyleyecek güçleri yoktur. Çoğu da öyle inandırılmış ki, besbelli bir “eksik etek”tirler; çünkü erkeklere bakınca vücutlarında bir noksanlık olduğu apaçık görülmektedir.
İkincisi: Âdem’i baştan çıkarıp, insanoğlunun Cennet’ten kovulmasına sebep olan onlardır ve doğuştan günahkârdırlar. Zekâsı da kıttır bu kadın mahlûkatının; pek bir şey düşünemez, bilmez, anlamazlar, fikir yürütme güçleri yoktur; saçları uzun, akılları kısadır vesselam.
Bu durumda, ya bir erkeğin dört karısından, ya da haremindeki cariyelerinden biri olmaya layıktırlar. Eğer şanslıysa erkeğine hizmet edip ona çocuk doğuran bir kuluçka makinesi olma fırsatını elde eder, değilse haremde sıranın kendisine gelip çağrılmayı bekleyen biri olur ve gençliği o kadınlar hapishanesinin parmaklıkları ardında geçer.
Talih yüzüne gülüp gönlünün düştüğü bir kocaya eş olsa bile, bulunduğu coğrafyanın geleneği, göreneği, töresi ve dini gereği ancak ya bir tülün ya da siyah bir peçenin ardından bakabilirler dünyaya, bu yüzden de göğün mavisini, gülün kırmızısını, çiçeğin sarısını hiç mi hiç bilmezler, ömürleri boyunca hiç görmemişlerdir, öğrenmeleri de çok uzak bir ihtimal. Doğayı seyretmenin hazzını yaşayamazlar; renk bilgisi bile yoktur çoğunda.
O ülkelerin en çağdaşında bile sadece gözlerini açık tutma hakkı tanınmıştır kadınlara. Dudakları, yanakları görünmese de gözleri açıktadır, bakmalarına bir engel yoktur, bari adım attıkları yeri bilsinler. Başkaları onların yüzünü görmese de onlar, başkalarının yüzünü görebiliyorlar.
Ama Arap kadınlarında, dahası şu Ortadoğu kadınlarının tümünde öyle bir göz, kaş, kirpik vardır ki, yerkürenin hiçbir yerinin kadınlarında bir benzerini göremezsiniz. Ağızlarıyla, dilleriyle ve yüzleriyle anlatacaklarının hepsini gözleriyle anlatıyorlar. Başkalarının saatlerce dil dökerek söylemeye çalıştığı herhangi bir şeyi onlar bir bakışla ifade ediverirler hemen.
Seslerindeki o yakarının, o yanıklığın asıl sebebi içlerinden geldiği gibi konuşamamaları, doya doya bir gülememeleri, sevememeleri, gönüllerince bir aşk yaşayamamalarıdır. Meramlarının hep içlerinde bir ukde olarak kalmasıdır. Hep kul, köle olmaları, ezilmeleridir. Onun için Tanrı’ya yalvarıyorlar, kocalarına yalvarıyorlar, kaderlerine yalvarıyorlar.

Evet, Arap kadınlarınınki bir türkü, şarkı değil, “imdat çığlığı”dır aslında.


KONUK KEDİ
Mehmet BABACAN

Akşamın erken saatleriydi. Evimizin giriş kapısında bir tıkırtı duyduk. Kapı çalınması değildi. Merdivende de kimse yoktu. Kapıyı hafifçe aralayınca, bir kedi, süzülüverdi içeriye. Yetkince bir şeydi. Sokak kedilerinde gördüğümüz kirden, pastan eser yoktu. Bakımlı bir görünümü vardı. Uysalca davranışlar içindeydi, Bacaklarımıza sürtüne sürtüne, evi kolaçan edercesine dolaştı. Sonra, kırk yıllık değilse bile, birkaç yıllık dostumuzmuş gibi, sedire çıkıp, yanımıza kıvrıldı.
Eşimle göz göze gelip, son yargımızı paylaştık: Bu bir ev kedisiydi. Komşulardan birinin olmalıydı. Kendi kapılarını şaşırmıştı her halde. Bir de, kediler şaşırmaz derler. Demek ki, şaşırmayan bir Allah.
Kedi hırsızı olmamak için, komşulara bir bir sorduk. Kimse sahip çıkmadı.
Bizim yaşadığımız telâş, konuğumuzun umurunda bile değildi. Uzun süreli bir nöbetten çıkmış gibi dinlendikten sonra, gerinerek kalktı, bizimle ilgilenmeye başladı. Bizim, ona hal- hatır soracağımız yerde; sanki o bize soruyordu. Hafiften başlayan okşamalarımıza cesurca yanıt veriyor; mutluluğunu sergilemekten çekinmiyordu. Arada bir kalkıp, külhanbeyi tavırlarla, şöyle bir dolandıktan sonra, kalktığı yere yeniden yatıyordu. Anlatmak istediği bir şey vardı sanki. Bizim tarafta ise, deniz kıpır kıpırdı. Sere serpe yatışına baktıkça, yüreğimizde sevgi meltemleri uçuşmaya başlıyordu. Bu kadar kısa zamanda, bu kadar yoğun duygudaşlık, şaşırtıcıydı doğrusu. Biz onu, önceden tanımıyorduk, ama sanki o bizi, yıllardır tanıyordu. Çünkü bizim güvendiğimizden daha çok, o bize güveniyor gibiydi.
“Bizim olabilir mi?” dercesine bakıştık. Ama içimizden gelecek yanıtı söylemekten korkuyor gibiydik. Çünkü apartmanda bakımı zordu kedinin. Daha önce de kedimiz olmuştu. Beslenmesi, neyse de, temizliği ve dışkısı bir belâ idi. Kışta kıyamette, kum aramaktan bıkmıştık. Hani, “ Kedi nankör olur” derler ya; yemin olsun, yıkarken, nankörlüğün zirvesine çıkıyordu. Sorun bununla da bitmiyordu. “ Beterin beteri vardır” derler ya; şubat- mart dönemine dair tasamız, ta aralık- ocakta başlıyordu. Her canlıda cinselliğin alevlendiği dönemler olurmuş; ama kedininki bir başkaydı arkadaş. O dönemde, yaşamının üç düğüm noktası vardı sanki: Karnını doyurmak; çişini yapmak; sonra da, sevgili bulmak için, sokak kapısını tırmalamak.

Neyleyim ki, ocak ayı bitmek üzereydi gene. Akşam- sabah tarih tekerrür etmeye hazırdı. Haydi, dışarıya bıraktık, diyelim. Sokakta namusumuzu beş paralık ettikten sonra; kim bilebilir, karnında kaç nüfusla döneceğini? Kendini, evlâtlıktan reddedilmiş sayıp da, hiç dönmese, nasıl olsa biz de unuturduk, olur biterdi. Ama döner gelirdi bu sırnaşık. Önce geldiği gibi, tıpış tıpış gene gelirdi.

Hikmetinden sual olunmazmış. Onca derdimiz varken, başımıza bir de kedi derdi çıkmıştı. Kovsak mı, sevsek mi? İlginçliği gün geçtikçe artıyordu. Yatılacak en güzel yeri seçmekte öyle ustaydı ki, ağzımız açık kalıyordu. Yemek için miyavlamayan kedi cinsi duydunuz mu hiç? Sürtünerek istiyor, istediğini. Vallahi, böyle cilvelisini yeni görüyorduk.
Hâsılı, ev sahibi biz miyiz, o mu, belirsiz olmuştu.

Arkadaş toplantısında da anlattım olayı. Hem de, tüm ayrıntısıyla anlattım. Çünkü derman aranacaksa, dert açık açık anlatılmalıymış. “ Gıdaklamayan tavuğa folluk gösterilmez” derdi, rahmetli Ninem.

Arkadaşlar, daha da karıştırdı kafamı. “ Siz, o gelen yaratığın, gerçekten, kedi olduğuna inanıyor musunuz?” diyen arkadaşın destekçisi, mantar gibi çoğalıverdi. Bu soruyu ilk soran da, en aklı başında bildiğim kişiydi. Gel de çık içinden.
Ha, kedi ne mi oldu?

Bir sabah kapıyı açıverdik, çıkıp gitti. Günler geçtiği halde, henüz dönmedi. Kim bilir, şubat ya da mart sonunda belki döner, torunlarla birlikte…


SABRIN BEDELİ (*)

Mustafa B. YALÇINER
Kapının eşiğine oturmuş, uzaktan geçmekte olan gemiye bakıyordu. “Yolun açık, denizin dingin olsun, ” dedi kara kuru adam ve birden kaşlarını çattı, çevirdi bakışlarını solundaki tarihi anıtmezara. “Ben de binebilirdim o gemiye, gidebilirdim uzaklara, kavuşurdum huzura. Ama satamadım, senin yüzünden. Çakılıp kalacağım burada, lanet şey! Şeytan, bir dinamit koyuver şunun dibine diyor.”
Denize nazır, toprak damlı, tek katlı, eski bir taş ev ile içerisinde hurma, zeytin, portakal, limon ve nar ağaçları bulunan bir bahçeydi, pamuk saçlının satmak isteyip de satamadığı.
“Bildim bileli dikilip durursun burnumun dibinde, neye yarayacaksan! Başkasına var mı bir faydan bilemem ama bana zararın dokunuyor işte, anlıyor musun, boyu bosu devrilesi!”
Bin sekiz yüz yıldır ağzı mühürlüydü tarihi anıtın. Yine korudu sessizliğini.
“Merhaba, Sabri Emmi” dedi bir belediye görevlisi, “suyu okumaya geldim.” Uzattı su tüketim bildirimini adama. “Emmi, çok kullanmışsın bu ay. Altmış lira tutuyor.”
Adam, avucuna kor almış gibi salladı elini, atıverdi kâğıdı. “Ne bu, be! Bu kadar suyu tek başıma nasıl tüketirim ben? Duyan da hamam işletiyorum sanacak.”
Yanıtlamadı görevli. Çabucak da uzaklaştı oradan. Sabri, ellerini dizlerine çökerek ayağa kalktı. Aldı bildirimi yerden, yerleştirdi yaka cebinden çıkardığı eskimiş cüzdanına, telefon ve elektrik faturalarının yanına. İlk gözdeki kâğıt paralara baktı. “Bu parayla ödenmez ki bunlar! Bir terslik olmalı bu işte. En iyisi gidip, derdimi Başkana anlatayım.”
Kara lastik pabuçlarını geçirdi ayağına. Duvara dayalı asasını aldı ve düştü yola belediyeye doğru. Kamburu iyice çıkmıştı Sabri’nin. Prangalı gibi ağır adımlarla ilerliyordu. Yol kenarındaki yaşlı harnup ağacının gölgesinde durdu.
Yıpranmış, rengi atmış ceketini çıkardı. Kirli şapkasını eline aldı, yellendirdi kafasını. Şalvarının cebinden çıkardığı kocaman bez mendile de sardı alnındaki boncuk tanelerini.
“Başkan bari yerinde olsa da boşuna yürümemiş olsam bunca yolu, ” diyerek kalktı oturduğu taştan. “Söylesem ona evi satacağımı, yardımcı olur mu ki bana! Parası olan biri alır da tamir ettirirse, fıstık gibi olur. Ama şimdi öyle mi ya? Toprak dökülüyor tavanından. Fareler cirit atıyor içinde. Namussuzlar burnumu kemirecek diye ödüm patlıyor geceleri. Ah, bir satabilsem şunu! Atacağım kapağı bir huzurevine. Bastıracağım parayı, baktıracağım kendime. Kurtulacağım yalnızlıktan da sefaletten de. Baksana oğlana! Gitti Almanya’ya; aldı bir sarışın, gel keyfim gel. Ne arar ne de sorar, namussuz. Damat ise, ‘Baba, sıkılırsın sen İzmir’de. Otur oturduğun yerde’ deyip duruyor. Kendi oğlumdan hayır yok ki elin oğlundan olsun! Mal mı bırakırım ben onlara, satıp savacağım, yiyip içeceğim. Ah, bir çıkarabilsem şu viraneyi elimden!”
Belediyenin giriş kapısında giydi ceketini. Nemli mendiliyle de kuruladı saçını başını. Merdivenleri dinlene dinlene çıktı. Sekreterin odasına girdi.
“Hoş geldin, Sabri Emmi. Otur şöyle de soluklan biraz.”
Koltuğun kenarına ilişiverdi, adam. Asasını da bacaklarının arasına aldı. Elleri dizlerinin üstünde, gözleri bir duvarda bir pencerede, boş boş bakınıyordu çevresine.
“Neden eğreti oturuyorsun, Sabri Emmi? Yerleş şöyle koltuğa. Bir de çay söyleyeyim sana.”
“Sağ ol kızım. Başkan müsaitse, beni bir görüştürüver.”
Sarışın sekreter kapıyı çaldı, girip çıktı. “Buyur, Sabri Emmi, ” dedi yüzünde tatlı bir tebessümle.
“Hoş geldin Sabri Emmi. Geç şöyle otur. Kızım, sen de bize iki çay söyle.”
“Başkanım, serinmiş burası, yayla gibi maşallah.”
İlk kez bu kadar yakından bakıyordu Başkana. Pörtlek siyah gözler, kanatlı bir burun, kocaman bir ağız, sivri bir çenenin altında kat kat gerdandı, ilk dikkatini çeken.
“Böylesini de ilk kez gördüm, ” diye mırıldandı.
“Neyi ilk kez gördün, Sabri Emmi?”
“Su parası, Başkanım. Tam altmış lira. Hanım sağ olsaydı, neyse! Ama ben bir ayda bu kadar suyu nasıl kullanacağım ki!”
Başkan’ın suratı asıldı, gözleri fırıl fırıl dönmeye başladı. “Kullanmasan, işler mi sayaç? Belki de musluğu açık bırakmışsındır, ” dedi azarlayan bir ses tonuyla…
Başkanın cep telefonu çaldı. “Buyurun, Sayın Vekilim. Saygılar sunarım. Yasa teklifi verildi mi? Çok güzel bir haber bu. Tanrı sizi başımızdan eksik etmesin, efendim. Kesin diyorsunuz yani? Sözünü ettiğiniz türden birkaç yer biliyorum, Sayın Vekilim. Siz nasıl uygun görürseniz, öyle yapalım. Ben önce kendi üzerime alırım, sonra ya ortak oluruz ya da size devrederim. Yok, efendim. Para göndermenize falan gerek yok. Sonra aramızda hallederiz. Teşekkürler, efendim. Size de…”
Yüzünün gerginliği kuş olup, uçtu gitti. Avuçlarını birbirine sürttü. Zile bastı, odacı geldi. “Oğlum, kaldır şu boş bardakları. Bana orta bir kahve. Sabri Emmi’ye de şekerli.”
Sabri doğrulmaya çalıştı. “Ben kahve falan istemem, gideceğim.”
“Oğlum, daha ne bekliyorsun? Çabuk getir kahvelerimizi.”
Sabri ayağa kalktı, bastonunu aldı ve kapıya yöneldi. Başkan fırladı yerinden. Göbeği adımlarını geçiyordu. Tuttu yaşlı adamın elinden. Çekti onu kocaman masasının önünde duran koltuğa doğru. “Nereye gidiyorsun? Daha su sorununu çözmedik ki! Otur bakalım. Önce şu kahvelerimizi içelim. Sonra da ver bakayım şu bildirimi.”
Ne diyeceğini bilemiyordu Sabri. Yüzünün uçup giden rengi gelip kondu yerine. Hüzün fışkıran gözleri umut ışığıyla pırıldamaya başladı. Koltuğa öyle eğreti de oturmadı artık.
Telefona sarıldı Başkan. “Kızım, su işlerinden birini çağır bana.”
Baktı Sabri’ye. “Sabri Emmi! Yalnızlık, Allaha mahsustur. Seni yeniden evlendirelim desem, elinde yok avucunda yok. Sonra evin de ev değil ki…”
Görevli girince, sustu Başkan ve döndü ona.
“Oğlum, Sabri Emmi’nin su saati bozulmuş. Bizdeki sağlam saatlerden birisiyle değiştirin. İhbarnamedeki miktarı da iptal edin.”
Döndü Sabri’ye. “Senin canın sağ olsun, be Sabri Emmi. Bak, hallettik işte. Ne diyorduk? Ha, evlenmem dersen, bir huzurevine yollasak seni diyeceğim ama emekli maaşın da yetmez ki…”
“Başkanım, ben de çok istiyorum huzurevine gitmeyi ama şu virane ayak bağı oluyor. Ah, bir satabilsem!..”
“Seni severim, Sabri Emmi. Eğer cidden huzurevine gitmek istersen de yollarım seni.”
“İyi de Başkanım, param yok ki! Damı sattıktan sonra ancak gidebilirim.”
“Ya satamazsan ne olacak?”
“Satılana kadar bekleyeceğim.”
Konuşmaya ara verildi, elinde kahve tepsisiyle odacı girince.
“Oğlum, sekreter hanıma söyle içeriye kimseyi almasın.”
“Valla, Sabri Emmi, bugüne kadar iyi sabır ettin şu yoksulluğa. Senin de hakkın artık adım gibi yaşamak. Sana para vereyim git istediğin şehre. Yerleş bir huzurevine. Ömrünün son günlerini bari mesut geçir.”
“Başkanım, sen bana borç vereceğine, önünde yarım dönüm arsasıyla evimi satıver.
“Yirmi beş bin lira vereyim mi?”
“Ne dedin? Deli misin, sen?
“Tamam, tamam. Elli bin olsun. Bak, kabul etmezsen, teklifimi geri alırım ve yirmi beş binden fazla da vermem. Düşün taşın ve kararını hemen ver.”
Sabri’nin gözleri fal taşı gibi açıldı. Yaşlı yüreği de yerinden fırlayacakmış gibi atmaya başladı.
“Caymak yok ama. Para bir tarafa, tapu bir tarafa, anlaştık mı?”
Başkan, çıkardı cüzdanını. “Ben de sana bir kıyak çekeyim” dedi. Beş tane iki yüzlüğü verdi, Sabri’ye. “Bankaya gideceğim ve sana tam elli bin lira daha getireceğim. Bu iyiliğime karşılık, sen de bu konuda kimseye bir şey demeyeceksin. Söz verirsen, tüm masrafları da çekerim. Seni şimdi evine yollayacağım. Tapuyu alacak ve beni Tapu Dairesi’nde bekleyeceksin.”
Başkan yeniden bastı zile.
Odacıya, “Oğlum, ” dedi, “şoföre söyle, Sabri Emmi’yi önce evine götürsün, sonra da Tapu’ya bıraksın.”
Onlar çıkar çıkmaz, Başkan aldı telefonu eline: “Sayın Vekilim, hani sizin beğendiğiniz şu taş ev var ya, anıtın yanındaki. İşte onu alıyoruz yüz bine. Az önce anlaştık ev sahibiyle. Şimdi bankaya ardından da Tapu’ya gideceğim. İkimize de hayırlı olsun, efendim. Ne demek! Rica ederim. Görüşmek üzere, Sayın Vekilim.”
Birkaç ay sonra, iki dirhem bir çekirdek Sabri, ana haber bülteni için televizyonun karşısındaki koltuğa kurulmuş, ayak ayak üstüne de atmış, kahvesini yudumluyordu.
“Önce özetler” dedi haber sunucusu, “Anayasa Mahkemesi sit alanlarının satışını iptal etti.”
Ağzının iki yanında iki şirin çukur oluştu Sabri’nin. Başını salladı yukarıdan aşağıya. Gidip kâğıt, kalem getirdi. Taktı gözlüğünü. Akmaya başladı sözcükler:
“Sevgili Başkanım, Ben, Antalya’da bir huzurevine yerleştim. Size gelince, siz de sabırlı olun biraz; bir gün gelir, amacınıza ulaşırsınız. Sabri…”

(*) “Alanya Güncel Sanat Dergisi’nin düzenlediği Kaygusuz Abdal Öykü Yarışması (2011) Akdeniz Öykü Ödülü”