14 Ağustos 2010 Cumartesi

GERÇEMEK SAYI 22









GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Temmuz 2010
İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 4
Sayı: 22

Gerçemek,
Kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.




İKBAL ÇİÇEĞİ (Sedum)



Damkoruğu familyasından olan ikbal çiçeğinin bilimsel adı olan “sedum”, Latince oturmak, dinlenmek anlamına gelen ‘sedere’ fiilinden gelmektedir çünkü bu çiçekler blok taşlar arasında, kaya yarıklarında oturmuş ya da yatmış durumda görünürler. Çeşitli türleri vardır. Bazıları açılmış çam kozalağını andırır, yaprakları etli ve suludur. Ortasından çıkıp uzayan sürgünü ucunda çiçek açar. Bir başka türünün ise ince bir sap üzerinde karşılıklı, daha küçük, ucu sivri, etli ve sulu yaprakları vardır. Bunun da çiçekleri bu sapın ucunda açar.
Baht çiçeği olarak da bilinen ikbal çiçeği sürgünü kırılır, bir dilek tutulur ve eve asılırmış; eğer bitki kurumaz da çiçek açarsa, dileğin yerine geleceğine inanılırmış. Bu yüzden bitkinin dilek çiçeği, ömür çiçeği ve ikbal çiçeği gibi adları vardır.
İkbal çiçeğinin ikinci türünün oval yaprakları, kalem kalınlığında bir gövde üzerinde bulunur; ucu sivridir, rengi ise gri yeşil karışımıdır. Bu tür, küme halinde yaşayan küçük bir çalı görünümünde çok yıllık otsu bitkidir. Haziran başında yaklaşık 70 cm boyundaki bir sürgünün ucunda çatallaşabilen beş sap üzerinde yıldız şeklinde beyaz sarı karışımı çiçekler açar.
Bilinen bir kullanım özelliği yoktur.
EDİTÖRDEN



ABDÜLKADİR BULUT’A ONURLUK
Mustafa B. YALÇINER

Akine Köyü 1. Kültür ve Dayanışma Gecesi’ne çağrıldım. Akine, benin için Abdülkadir Bulut demektir. Kasabalı Lorca’nın doğup büyüdüğü, onun kişiliğinin oluşmasına çok büyük katkı sağlayan bu Yörük yurduna gitmemek olur muydu hiç! İki elim kanda da olsa gidecektim.

04 Temmuz 2010 Pazar, yeğenim Müzeyyen, kocası Coşkun ve kızları Sena ile Anamur-Ermenek yolundayız; Sevgi Su Parkı okunu görünce, sola sapıyoruz. Önümüzde kara bir yılan gibi akıp gidiyor bol dönemeçli dar asfalt yol. Bir süre sonra bir tabela karşılıyor bizi: “Akine Köyü’e hoş geldiniz.”Tabela değil de Abdülkadir’di sanki bizi karşılayan. Burnum sızladı bir an.

İkindiüzeri vardık köye. Gökyüzünde sanki kızgın sac kuruluydu. Ter damlıyordu her yanımdan. Bulut gibiydim. Bir an, kömür karası gözlerinden aydınlık fışkıran Yörük yiğidini görür gibi oldum, ıslak bir taya binmiş.

Babası Ağineli Aziz’in evinin önünden, çilek tarlalarının arasından geçerek, Dragon kıyısına indim, Bulut’u yarpuz toplarken ya da üveyiklerle konuşurken bulurum diye.
Kollarımı daldırıyorum kollarımı çaya, uzanıyorum üstüne.

Suları öptüm oturup ağladım
Bir ter damlası olarak aktı
Göğsümden gençliğim neylersin
Artık benim sesimi biraz da
Dağlar denizler yerine
Kelimeler işlesin.

Bir taşın üstünde otururken, Abdülkadir’in geçirdiği ve ölümüne neden olan o saçma kaza geldi aklıma. 09 Ağustos 1985 tarihinde bir ter damlası gibi düşüverdi toprağa, o öpülesi eller bir yer altı kaynağı olup gitti. Ve 42 yaşında bir yıldız kaydı edebiyat dünyasından.

Osman Şahin, ne güzel anlatır şairimizi (*): “Senin dizelerin her zaman benim elimden tutar. Her sözcüğünde soluk alıp verdiğini duyumsarım. Yalın şiirlerin kendini insanlığa asla kapısını kapatmıyor, açıyor, yüreğin gibi. Dizelerinin sesleri vardır ve o seslerde çağıl çağıl akan, kar kokulu dağ sularının sesleri vardır. Şiirlerinin sözcüklerinin özünde yaşama olan bağlılığın gücü vardır. Ne zaman senin şiirlerinle baş başa kalsam yüreğimin büyüdüğünü, dünya görüşümün genişlediğini, dizelerinin, içimde kendine özgü apayrı şiir yerleri açtığını hissederim.

Günümüzde bazı şiirler yazılıyor; kokusuz, renksiz, arısız, plastik çiçekler gibi kandırıyorlar insanı. Bu tür şiirleri okuyunca, çocukluğumdan beri tanıdığın doğanın, yaşamın benden uzaklaştığını duyumsuyorum.

Oysa senin dizelerin, beni yaşama ve doğaya daha çok yaklaştırıyor. Dünyayı dünya yapan "değişimin" ritmini, özünü yakalamışsın çünkü. Bütün bunlar senin ne denli çağımıza ait bir şair olduğunun da göstergesidir…”

Köy meydanına dönüyoruz, ilkokulun önündeki alana. Kalabalık gittikçe artıyor. Keşkek kazanları kurulmuş. Sıkmalar hazırlanıyor. Akineliler içten, sıcak, güler yüzlü, güzel. “O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler” diyen Yaşar Kemal’i düşünüyorum bir an. Edebiyatımızın koca çınarı, Akinelileri tanımış olsaydı, bu cümleyi herhalde söylemezdi.

Okumayı ve okutmayı seven insanlar oldukları çocuklara, öğrencilere kitap dağıttıklarından belli. İkramları da çok iyi. Mısır keşkeğinin tadı hâlâ damağımda. Ya o tuluk ayranına ne demeli!

Program başlıyor. Akine’ye hizmeti dokunanlara onurluk veriliyor. Köyünü, ilçesini, yöresini, bitki ve hayvan varlığıyla, edebiyat dünyasına taşıyan koca şair unutulur mu hiç! AKİNE KÖYÜ ŞENLİK DÜZENLEME KOMİTESİ tarafından, üzerinde, “Sn. Abdülkadir Bulut, Köyümüze yapmış olduğunuz katkılarınızın anısına…” yazılı bir plaket veriliyor. Ağabeyi adına Kasım Bulut alıyor ödülü. Abdülkadir Bulut ile ilgili bir de slayt gösterisi yapılıyor. Ne güzel bir kadirşinaslık örneği bu!

Ey Abdülkadir Kardeş! Rahat ol, ışıklar içinde yat! “SEN TEK BAŞINA DEĞİLSİN.”
Şairimizi ölümünüm 25.yılında sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz.

(*)Andız Dergisi Temmuz 2006 Abdülkadir Bulut Özel Sayısı


ALİ F. BİLİR’İN, ‘4. ÇUKUROVA SANAT GÜNLERİ’ KAPSAMINDA 6 NİSAN 2010 TARİHİNDE SİLİFKE’DE YAPTIĞI KONUŞMA
ABDÜLKADİR BULUT’UN YAŞAMI VE ŞİİRLERİ…

Dostlar, hoş geldiniz.

İzin verirseniz, bugünkü söyleşimizin konusu ve konuğu olan Şair Abdülkadir Bulut’un, ‘Bir Akdeniz Çocuğu Olarak’ şiiriyle selamlamak istiyorum sizleri:

Bir Akdeniz çocuğu olarak
Tutuklandın otuzuna basmadan
Ve ellerin arkadan kelepçeli
Farkında olmadan eğildi başın
Bir nar dalının altından
Geçer gibi

Kaygılandın ama alnın
Dağılmadı her her şeye rağmen
Geride kalsa da karın
Ve dağlara sakladığın kitapların
Kollarına girip akşamüstleri
Yol boyu yürüdüğün dostların
Dağılmadı her şeye rağmen

Koparıldın köyünden ve suyundan
Ve onaların ilkyazlarda yarattığı
Caneriklerinden, karadutlardan
Götürüldün arkadaşlarınla birlikte
Silifke üstünden Mersin’e doğru
Sular serinlik taşıyordu

Getirildin sabahın içinden
Gençliğini kuran Mersin şehrine
Yanında kokularına alıştığın
Kollarını boynuna doladığın
Arkadaşların

Tutuklandın otuzuna yaklaşırken
Ne esmerliğin tadını çıkarabildin
Ne de karının, göğüs cebine
Gururla bıraktığı paralardan
Sıcak bir ekmek alabildin
Kendi ellerinle
1976

Değerli Dostlar,

Abdülkadir Bulut, ‘Bir Akdeniz Çocuğu Olarak’ adlı şiirine konu ettiği ve yaşamında derin iz bırakan bu tutuklanma olayını, ‘12 Mart 1971 Darbesi’ sonrasında, Anamur’da yaşar. Olay şöyle gelişir:

1971 yılının 17 Mayıs günü, İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Elrom’un, Mahir Çayan ve arkadaşları tarafından kaçırılmasının ardından Sıkıyönetim Komutanlığı’nın radyodan yaptığı duyuruyla ‘Balyoz Hareketi’ başlatılır. Ülke çapında sol kimlikli aydınlar tutuklanırken Anamur’da ilk gözaltına alınan kişilerin arasındadır öğretmen Abdülkadir. Anamur’da beton bir koğuşta geçirilen üç günün ardından, Bulut ve düşünce arkadaşları Güngör Türkeli, Fahrettin Deniz, Mehmet Kurt, Mehmet Yiğit ve Ali Kurt sorgulanmak üzere Silifke üzerinden Mersin’e gönderilir. Orada, karakolun pislik içinde yüzen beton, karanlık hücresinde aç susuz bekletilirler. Aşağılanma, gözdağı ve sorgulama peş peşe gelir. Ancak dört gün sonra bırakılırlar.

Daha önce de, 777 gün açıkta kaldığı, Can Yücel’in şiirine, Mahmut Makal’ın kitabına konu olan ilginç, ilginç olmanın ötesinde trajikomik diyebileceğimiz bir olay daha yaşamıştır Bulut. Onun bakışında ve şiir dünyasında derin iz bırakan bu olayın öyküsü kısaca şöyle gelişir:

Anamur ‘Kaşdişlen Köyü İlkokulu’ öğretmeni Fahrettin Deniz, 1966 yılı 10 Kasım’ında, bir ‘Atatürk’ü Anma Gecesi’ düzenlemek ister. Öğretmen İsmail Demirtaş, Metin Hamarat, Durmuş Ali Uysal, Mehmet Yiğit, Arif Şahin ve Abdülkadir Bulut bu etkinliğe destek verirler. Programa göre, Atatürk’ün ‘10. Yıl Nutku’ ile ‘Bursa Nutku’ okunacak, Atatürk Devrimleri köylüler tarafından anlatılacaktır. Kaymakamın emri ile etkinlik hemen iptal edilir. Adı geçen öğretmenler, ‘Sol propagandası yaptıkları ve halkı isyana teşvik ettikleri’ gerekçesiyle açığa alınıp haklarında soruşturma açılır. Oysa, gece yapılmamıştır. Soruşturma sonucunda suçlanan öğretmenler görevlerine döner. Bulut ise müfettişin raporu doğrultusunda ve Bakanlık emriyle mahkemeye verilir (22.11.1966). Suç delili, öğretmen Bulut’un evindeki kitapları ve onun asfalt yolda bulup lojman panosuna astığı, ‘sağ bacağı kopuk, sol bacağını öne uzatır konumdaki’ ezilmiş, ölü bir kurbağa’dır. Müfettişe göre, bu kurbağa sol düşünceyi simgelemektedir. Bulut, 1967 yılında mahkemece aklanırsa da bakanlık geri dönmesine izin vermez. Daha sonra, Danıştay’a açtığı, Avukat Halit Çelenk’in savunmasını yaptığı dava, ancak 777 gün sonra sonuçlanır (12.12.1968).

İzninizle, ‘Bir Akdeniz Çocuğu Olarak’ şiirinden yola çıkarak Bulut’un şiir dünyasına ve poetikasına da kısaca değinmek istiyorum...

Abdülkadir Bulut, Nazım Hikmet, Yevtuşenko, Ritsos Neruda, Lorca gibi yaşadığı döneme tanıklık eden ve yaşadıklarını soylu imgelerle şiirlerine taşıyan ‘Toplumcu Geleneğin’ içinde yer alan bir şairimizdir. İçtenlik, doğaçlama söyleyiş ve ‘yerel bir konuyu yerel dil kullanarak evrensele ulaşma’ onun biçemini belirleyen temel özelliklerin başında gelir. Doğa ve toplumsal olaylara diyalektik bakan bir dünya görüşüne sahiptir Bulut. Onun dünyasında, umutsuzluğa hiç yer olmadığı gibi, ‘Gözyaşları da Çiçek Açar’ ve ‘Sevda Baba Yadigârı’dır.

Yanısıra, ulusalcı, yurtsever bir şairdir Bulut. Ona göre,

‘Nasıl tanırsa bebek / Kokusundan anasını, babasını
Şairin hası da işte öyle tanımalıdır yurdunu’

Sevgi, dostluk, arkadaşlık, yiğitlik, umu, onun bağlandığı değerlerinin başında gelir. Yaşama bakışını, ‘Tılsımı her an bozulacakmış gibi/Sarmalıyız hayatı’ diyerek dile getirir, Bulut.

Değerli konuklar, konuşmamın son bölümünde, eşim Saadet’le yeni tamamladığımız Şair Abdülkadir Bulut’u her yönüyle tanıtan kitabımızla ilgili de sizleri bilgilendirmek istiyorum. Doğrusu, altı yıl önce çalışmaya başladığımızda kapsamlı tek bir yapıt düşünmüştük. Ancak, ulaştığımız bilgi, belge ve kaynaklar o kadar çoktu ki, tek bir yapıtın bu zengin yükü kaldıramayacağını anladık. Sonuçta iki kitap oluştu. “Abdülkadir Bulut-Kasabalı Lorca” adını verdiğimiz ilk kitap Bulut’un dergi sayfalarında kalmış ve bir nedenle kitaplarına girmemiş olan kendi ürünlerini; şiir, yazı, söyleşi ve mektuplarını içermekte. Şairin eşi, öğretmenleri, öğrencileri ve yakın arkadaşlarıyla yaptığımız yüz yüze söyleşilerin onun yaşamöyküsüne hayli ışık tuttuğunu söyleyebilirim. Gün yüzüne çıkardığımız Bulut’un kendi ürünü –32 şiir, 30 yazı, 5 söyleşi-edebiyat tarihçileri, eleştirmen ve onu tanımak isteyen okurlar için önemli bir kaynak...

Bulut’un yakın dost ve arkadaşlarının onunla ilgili yazı ve şiirlerini kapsayan, “Abdülkadir Bulut Kasabalı Lorca’ya Selam” adındaki ikinci yapıtımız ise bir armağan kitap sayılabilir. Bu yapıtta onun için yazılmış 32 şiir, 89 yazı yer almakta. Bunların da eleştirmen ve okurlarca değerlendirileceğini umuyoruz.

Bugün burada sevgiyle andığımız ve bir ölçekte tanıtmaya çalıştığımız Anamurlu şair Abdülkadir Bulut, 8 Ağustos 1985’te, tutuklu bir akrabasının duruşmasını izlemek için geldiği Silifke’den Anamur’a dönerken, Boğsak yakınlarında geçirdiği bir trafik kazası sonucu ağır yaralanır. Önce Silifke Devlet Hastanesi’ne, oradan Mersin Devlet Hastanesi’ne kaldırılır, ancak kurtarılamaz. Bir gün sonra, 42 yaşında aramızdan ayrıldığında geride yayımlanmış 7 şiir kitabı ile 2 çocuk romanı bırakır. Söylemek gerekirse Bulut, topluma olan borcunu yazdıklarıyla ve örnek yaşamıyla ödemiştir. Sıra, bizim ona olan vefa borcumuzu ödemeye gelmiştir.

Dileğimiz, Bulut’la ilgili kitaplarımızın, şairimizin ölüm yıldönümü olan 9 Ağustos’a değin onun toplu şiirlerini içeren ve bugün piyasada bulunmayan “Ülkemin Şiir Atlası” kitabıyla birlikte okurlarına ulaşmasıdır...


GÜLEDDARE
Metin Çiçek için

Ağlayan siyah bir güldür şimdi
Yurdum senin yurdunda güleddare
Kıtlık kıran içinde de olsa
Boynunu eğmeden döker tohumunu
Dibindeki en kuytu yere

Sır alır gibi, su alır topraktan
Uzatır bir dağ kırlangıcına
Ne kadar benzese de hayatı
Meyveleri taşlanarak düşürülen
Bir harnup ağacına

Artık şafaklardan sonra sonbahar da
Düşer gider bir güvercinin ardına
Ve solgun bir gün kalır geriye
Ama gene de unutulmaz ve anımsanır
Ağlayan siyah bir gül diye

Ağlayan siyah bir güldür şimdi
Yurdum, senin yurdunda güleddare
Koparıp taktığın zaman yakana
Satırlarda aşk sözleri olan
Bir mektup olur yâre

ABDÜLKADİR BULUT



ABDÜLKADİR BULUT’TA ANAMUR HALK KÜLTÜRÜNDEN İZLER

Nevzat ÇAĞLAR

Anamur’un ozan öğretmeni Abdülkadir Bulut 1974’te Milliyet Sanat Dergisinin açtığı “ 1974’ün En Başarılı Genç Şairi” yarışmasında Övgüye Değer Genç Şairlerden biri seçilir. C. Süreyya, bu şairleri değerlendirirken Abdülkadir için şöyle diyor: “Her şeyi bir türkü kıvamında, bir türkü tadında eritiyor. Yerel görünümlere, durumlara dayanıyor. Oradan soylu imgeler yaratıyor. Kasabalı lorca.”

Abdülkadir Bulut, yaşadığı yörenin kültürel değerlerini şiir diline ustalıkla aktarmış özgün bir ozandır. Şiirlerinde geçen yer, kişi, sülale, bitki adları dizelerin içinde eriyerek su gibi akmakta okuyan/dinleyene hiç yabancılık çektirmemektedir. Aslında bu yönüyle ozanın bizlere bıraktığı o türkü tadındaki şiirlerin sosyal tarih kimliği özelliği taşıdığını görebiliyoruz.

Bulut’un şiirlerinde halk kültürünün çeşitli konularını içine alan imgeler bulunmaktadır. Geçiş dönemleri ( doğum, evlenme, ölüm), çocuk oyunları, el sanatları, giyim kuşam, halk mimarisi, halk hekimliği ve nazarla ilgili inanışlara ait örnekler bulunur.

Hayatın ilk geçiş dönemi doğumdur. Doğum gelenekleri içinde yer alan çocuğun göbek bağı ve eşiyle (plasenta) ilgili inanışlar bulunur. Çocuğun geleceğini, ilerdeki uğraşısını ve işini etkileyeceği inancıyla göbek gelişigüzel atılmaz. Göbek bağı, anne tarafından çocuğunun ilerde yapmasını istediği işle ilgili bir eşyaya bağlanır ya da içine bırakılır.

“Benim öfkeye düşkünlüğüm
Çocukluğumda başlar aslında
Yeğin atıcı olsun diye
Anam bile göbek bağımı
Belensek yapılı beşlimizin
Bileziğinin altına koymuş”
( Bizim Oralarda şiiri, Acılar Yurdumdur)

Yörede yeni doğan çocuğa ad, küçük bir törenle verilir. Bunun için hoca ya da ezan okumasını bilen bir aile büyüğü çocuğun yatmakta olduğu beşiği kıble yönüne çevirir. Kendisi beşiğin arkasına geçerek ezan okur. Dua eder. Ezanın bitiminde çocuğun sağ kulağına adını üç defa söyler. Hayırlı, uğurlu olmasını diler.

“Kırkını bile daha doldurmadan
Yumuşak ve alabildiğine sıcak
Bir duadan sonra fısıldandı
Bir tavşan izini andıran kulaklarına”
( Senin Adın Evladım şiiri, Acılar Yurdumdur)

İnsanın yaşantısında ikinci geçiş dönemi olan evlenme sürecinde genç kızlar çeyiz hazırlığına küçük yaşlardan itibaren başlarlar. Her genç kızın bir çeyiz sandığı bulunur. Çeyiz sandığına daha çok kendilerinin el emeği göz nuruyla hazırladığı eşyalar konur.

“Çeyiz sandığının bir köşesinde
Üstü hüsnüyusuflu bir yağlık
Bir köşesinde aman da aman
Tesbilerden topladığın günnük”
( 4. şiir, Yakımlar)

Kenarı işlemeli bir mendil olan yağlık, düğün sırasında ve sonrasındaki gelin sabahında kadınlar arasında düzenlenen törende gelin ya da düğün sahipleri tarafından düğünde aktif olarak rol alan kişilere aveyit( bahşiş) olarak verilir. Bir maki çalısı olan tesbinin alt kısmında bulunan toz halindeki günnük arife günlerinde, kandillerde, ölünün yıkanması ve defnedilmesi sırasında yakılır.

Eskiden düğün davetiyesi olarak düğüne davet edilen kişilere ala kaşık, kibrit, kupa bardağı, billor (su bardağı), karanfil, ayna vb verilirdi. Buna “okuntu” denirdi.

“Dağlarda bir ardıç torusu
Toruda saklı kuş yavrusu
Okuntuna karşılık olsun
Oy gönderdiğim gül kurusu”
( 18. şiir, Yakımlar)

“Yoktu okuntunun eşi benzeri
Sarı yazma, işleme yağlık
Şimdi tümü de çeyiz sandığında
Dürülü kaldı artık”
( 13. şiir, Yakımlar)

dizelerinde düğün gelenekleriyle ilgili iki konunun şiir diliyle okuyan/ dinleyene zevk verecek şekilde ifade edilişine şahit oluyoruz.

Ölüm, insan hayatının sonu ve doğal olarak da geçiş dönemlerinin son aşamasıdır. Ozanın şiirlerinde ölümle ilgili inanışları da rastlıyoruz.

Bir kişi yolda, dağda öldüğü zaman öldüğü yere zorunlu olmadıkça gömülmez; ancak birkaç taş ve toprakla birlikte geçici bir mezar yapılır. Buna “makam” adı verilir. Yayla yolunda makam yerleri bulunur. Abdülkadir Bulut, şiirinde makam yerine oyuk sözcüğünü kullanmış. Oyuk, ölen insanı temsil ediyor olmalıdır.

“İşte önümde duruyor oyuğun
Biraz toprak, biraz taş
Kurtlar, kuşlardır artık
Sana en büyük sırdaş”
(8. şiir, Yakımlar)
………………………………………..
“Oyuğuna kapattım ellerimi
Bırakma öylece tut”
(15. şiir, Yakımlar)
Oyuk ya da makam yerleri belli bir süre sonra halkın çeşitli dilekler için ziyaret ettikleri mekânlara dönüşmektedir. Ziyaret sırasına mezara, mezarın yanındaki çalılara paçavra bağlanır.
…………………….
“Geçerler mi oyuğunun üstünden
Geçerler de yelini alır mı
Gözlerime bastığım yağlık” dizelerinde geleneği tespit ediyoruz.
( 20. şiir, Yakımlar)

Yörede mezarlıklara ağaç dikme geleneği yaygındır. Mezara dikilen ağaçla insan hayatı arasında paralellik kurulur. Burada ağaç yeniden doğuşu simgeler. Ağacın sürekli yeşermesi ile yeniden doğuşlar başlar. Ağaç ölen insanın yerini alır. Bulut, “Oğlunun Mezarına Dut Diken Baba İçin” adlı şiirinde bu konuyu çok iyi aktarır.

“ Bir günün yolunda bir baba
Civanından bir dut fidanı elinde”
………………………………..
“Vurulmuş oğlunun mezarına dikecek”
……………………………….
“Beyaz bir küpedir her dut çiçeği
Daima sonsuz bir geleceği süsler”
( Yurdumun Şiir Defteri)

Tesbilerin köke yakın kısımlarında çatlaklardan elde edilen günnük ölümle ilgili inanışlarda çok kullanılır. Bulutun şiirinde günnük ölümle bağdaştırılır.

“Tuhaf gelmiyor bana artık
Günnük kokularına alışmak
Ve sıcaklığı bile daha uçmamış
Basık damlı evlerin duvarında”
( Günnük Ağaçları Gibi Yaralı Olmak şiiri, Acılar Yurdumdur)

Geçmişe oranla azalmasına rağmen nazarın insan hayatında yeri devam etmektedir. Nazarlık, koruma ve korunma amaçlıdır. Bu objelerin yalnızca biçimleri değil, yapıldıkları maddeler ve renkleri de önemlidir. Bu maddelerin özünde gizli bir kuvvetin varlığı olduğuna inanılır.

“Göz değmesin diye
Daha üçünde bir fidanın
Yumurta kabukları bağlanır
Yola bakan dallarına
Kimseler görmeden”
( Külün Üstündeki Zeytin Ağacı şiiri, Yurdumun Şiir Defteri)

Bulut, yakımlar adlı eserinde bir genç kızın kendini ladin dalına asması üzerine annesi tarafından yakılan yakımlara yer verir. Şiirlerde geçen genç kızın günahsız olması, bereketi simgelemesi nedeniyle avı tutulan bir tüfek kızın kuşağının altından geçirilmesiyle nazardan arındırılacağına inanılır.

“Avı tutulmuş her tüfek
Geçirilince kuşağının altından
Sektirmezdi sürmeli kekliği
Yavru ceylanı, boz üveyiği”
( 28. şiir, Yakımlar)

Çocuğunu nazara karşı korumak isteyen anne çeşitli yollara başvurur. Maki topluluğu içinde yer alan çaltı bitkisinin yuvarlak taneleri kuruyunca toplanır, etrafı renkli iplerle örülür, taneler tek rakamlı olacak şekilde çocuğun sağ omzuna takılır. Abdülkadir Bulut’un bir şiirinde, geceleri sık sık uyanan çocukların omuzlarına “uykuluk” adı verilen böceğin çiçek saplarına yaptığı yuvanın iliştirildiği geçer.
…………………….
“Oysa benim doğduğum yerlerde
Kendiliğinden biter taş aralarında
Ve boyunlarında uykuluklar”
( Çocuklara Ad Veren şiiri, Acılar Yurdumdur)

Kına Türk kültüründe önemli bir yere sahiptir. Asker adayına, evliliğe aday olan gençlere, kurban edilecek hayvana kına yakılır. Yörede kınanın halk hekimliğinde de kullanıldığını görüyoruz. El ve ayaklarda oluşan çatlakları tedavi etmek için kına yakılır.

“Türkü söylerdin sumak toplarken
Patates soyarken, ateş yakarken
Kına yakardın ellerinin acısına
Gül yeri olurdu avuçların”
(3. şiir, Yakımlar)

Yara ve gün yanığı için ladin sakızı, balmumu, tereyağı karıştırılarak ısıtılır. Soğuduktan sonra yumuşak bir merhem haline dönüşür. Yaranın üzerine sürülür. Buna “mumuran” denir.
……………………
“Sürdüğün mumuranın kokusu
Günlerce yüzünde kalırdı”
( 12. şiir, Yakımlar)

Güney Anadolu’da yaşayan Yörük aşiretlerinde daha çok genç kızların deve, koyun güderken başparmaklarını boğazlarının üst yüzüne bastırarak söyledikleri boğaz çalma adı verilen özgün bir türkü söyleme geleneği vardır. Anamur’da bu boğaz çalmaya “hollu” adı verilir.

“Susardı kurt, susardı kuş
Hollu çalarken Asardağında
Titrerdi başparmağının sevdayla
Nazlı gerdanının altında”
( 10. şiir, Yakımlar)

Yörede özellikle yayla göçleri sırasında uzun hava söyleme geleneği yaygın olarak görülür. Bulut’un şiirlerinde develerle yapılan göçler de şiir diliyle anlatılır.

“Yolum düşünce Anamur’a
Havalar yağar eser de olsa
Elini kulağına götürerek
Uzun hava çeken köylüleri
Dinlemeliyim mutlaka”
( Yolum Düşünce Anamur’a, Acılar Yurdumdur)

“ Göçümüz geçerdi yaz baharda
Yola düşmüş sabahlar içinden
Ayak alırdı düzde mayalar
Böğür çanlarının sesinden”
( 35. şiir, Yakımlar)

Bulut, çocuklar için yazdığı Üveyikler Göçerken adlı romanında Yalçıdağı’nın keklikleri için söylenen türküye de yer verir.

Abdülkadir Bulut’ta yörede oynanan çocuk oyunlarını da buluruz. Çelik- çomak, uzuneşek, kale dikmesi, beş taş, suda taş kaydırma, çamurdan evcik yapma.

Köylerdeki üstü ardıç kabuklu, saçaklarının üstüne nergis dikilen toprak damlı evleri, çinko kaplı balkonları da unutmamış ozan. Günümüzde betonarme evlerin köylere kadar ulaştığı düşünüldüğünde ozanın şiirlerinde halk mimarisine ait izler geleceğe kayıt düşmektedir.

“ Ne hikmettir bizim oralılar
Mısır ve kırmızı biber asarlar
Toprak damların güney yüzlerine
Ve dut dikerler şubat çıkmadan
Ev önlerine”
( Esmerliğine Karıştı şiiri, Acılar Yurdumdur)

Mavi öncek, bağcak, iğnelik, keçi ve koç boynuzundan saplı bıçak, çulhaki, el dibeği, andız tespihi gibi el sanatlarına ait ürünler de şiirlerin içinde yer yer geçmektedir.

Kargıdan at, çamurdan kuş, ev, rüzgârgülü, topaç gibi çocuk oyuncakları da çocuklar için yazdığı Kahveci Güzeli adlı eserindeki şiirlerde bulunur.

İlk yaz, son yaz, sabahın alacası, ekinlerin tatlı boğum zamanında olduğu gibi halk takvimine ait kavramlar karşımıza çıkıyor.

Bulut, doğduğu toprakların kültürünü o kadar çok benimsemiş olacak ki ister soyut, isterse de somut olsun geçmişten günümüze süzülerek gelen değerleri şiir diliyle yeniden diriltmiştir. Meydana getirdiği eserlerle geleceğe taşınan bu değerler evrensele kadar uzanmış bulunmaktadır.

Yazıyı yine onun dizeleriyle sonlandıralım.

“ Nasıl tanırsa bir bebek
Kokusundan anasını, babasını
Şairin hası da yiğidim
İşte öyle tanır yurdunu”
( Şairin Hası şiiri, Gözyaşları da Çiçek Açar)



BİR YERLERDE BİR ŞEYLER EKSİKTİ (*)
Hasan AKARSU

Hatun Ateş Kurt 1959 Diyarbakır-Ergani doğumlu. Mardin Eğitim Enstitüsü’nü 1979’da bitirip yurdun birçok yerinde ilkokul öğretmenliği yaparak emekli oluyor. “Bir Yerlerde Bir Şeyler Eksikti” adlı anı romanında, çocukluğunu, okul yıllarını ve öğretmenlikte yaşadıklarını anlatıyor.
Yazarın ağabeyi de öğretmen. Okuyup öğretmen olmasında ağabeyinin katkısı büyük. İlk ataması Antalya’nın Kaş ilçesinin Çayköy’üne yapılıyor. Köye babasıyla gidiyor. Okul yıllarında okuduğu Onuncu Köy, Ana romanlarını anımsatan bir doğayla karşılaşıyor. Köyde Nurten öğretmenle aynı evde kalıyorlar. İkisi de Kürt. Köylü Nurten’in Kürt olduğunu bilmediği için seviyor. Yeni gelen öğretmenin Kürt olduğunu öğrenip karşı tavır alıyorlar. Nurten’in yardımıyla köylünün bu engeli aşılıyor. Çam, zeytin, incir, nar, portakal ağaçlarının çok olduğu bir bölgede, zeytinle, portakalla ilk kez karşılaşan öğretmen şaşırıyor.

Yazar, göreve başladıktan sonra, çocukluğuna, okul yıllarına dönüyor. İlkokulda okurken dersleri Mahmut ile Siraç anlatıyor, öğretmen edilgen durumda. Diğer öğrenciler de öyle. Din Dersi öğretmeninden korkuyorlar. Zelal, başarılı bir öğrenci, Kur’an okuyor, namaz kılıyor. Sınıfta çete oluşturan bir öğrenci grubundan rahatsız oluyorlar. Nazfelek dövülünce okulu bırakıyor, evleniyor. Anlatıcının ailesinin evinde oturuyor bir süre kiracı olarak. Komşuları Piraeyş, seksen yaşında, çok evlenip ayrılmış, yalnız yaşıyor. Masallar anlatıyor çocuklara. Yazar, şehriye kesilen, nohut kavrulan yaz gecelerini unutamıyor. 5. sınıfta öğretmenleri değişiyor. Yeni gelen Ahmet Öğretmen ufkunu açıyor, kız-erkek öğrencileri ayrım yapmadan oturtuyor. Ağabeyinin düğününü anımsıyor, babasının yüksek topuklu, kırmızı ayakkabıları alışını, okulda yasak olduğu için topuklarını kestirerek okula gidişini unutamıyor. Dersleri çok zayıf olduğu için yarıyıl dinlencesinde ağabeyinin öğretmenlik yaptığı köyüne gidiyor. Ondan aldığı derslerle başarılı oluyor, derslerini toparlıyor. Lisede de başarılı bir öğrenci olup fen bölümünü seçiyor. 2. MC dönemi yaşanan. Liseyi bitirip Mardin Eğitim Enstitüsü’ne girmeyi başarıyor. Sağ-sol kavgalarının yoğun olduğu yıllar. Dersler yapılamıyor. Yatılı okurken gündüzlüye ayrılıyorlar. Arkadaşı Sevgi’yle aynı evde kalıyorlar. Okulu bitiren Müesser, Nusaybin’e atanınca onu ziyarete gidiyorlar. Müesser’in babası iki hanımla evli. Dedesi ile ninesi köyde yaşıyorlar. Dedesi Şıh ve köyün sahibi. Kadınlara şeytan gözüyle bakıyor ve “münafık” olarak görüyor. Köy okulunda stajyerlik yapıyorlar. Silahlı Kürt gençler okulu basıp andımızın söyletilmemesini istiyorlar.

Yazar, yeniden Kaş’ın Çayköyü’ndeki öğretmenliğini anlatıyor. Öğrencilerini dövdüğü için kendini eleştiriyor:”…Asıl suçlular beni yetiştirenlerdi. Asıl suçlular, en merkezi okullarla, en ücra köylere aynı programları uygulatanlardı…” (s.125). Nurten Öğretmenin iki ablası da avukat. Kitap okuma sevgisini kazanmış bir öğretmen olduğu için geceleri birlikte bol bol kitap okuyorlar. Okul müdürleri Muammer Bey’in yardımını görüyorlar. Maaşlarını kasabaya gidip alıyorlar. Yılbaşını, köyde televizyonu olan bir ailenin evinde geçiriyorlar.

Yeni öğretim yılında Diyarbakır’da, tek öğretmenli bir köye atanıyor anlatıcı öğretmen. Türkçe bilmeyen 25 öğrenciyle birinci sınıfı okutuyor. Okul müdürü olan Atakan Bey de diğer sınıfları okutuyor. Müfettiş geliyor denetlemek için. On bir fişle tüm öğrencilere okuma öğrettiği için başarılı görülüyor. Bir yıl sonra, rotasyonla Kars-Arpaçay-Kümbetli Köyü’ne atanıyor. Ruhat Öğretmenle lojmanda kalıyorlar. Sonra yanlarına Mersinli Semra, Konyalı Şahika, Mardinli Gülderen geliyorlar. Buradan kurtuluşlarını evlenmede bulan bayan öğretmenler evlenip köyden ayrılıyorlar.

Yazar, beş yıl sonra Diyarbakır’a yakın bir köye atanıyor. Kocası ölmüş, zengin olan Guhar Teyzeyle kalıyor. Köylü yoksul, kavgacı. İkinci yıl köye Hülya Hemşire geliyor, lojmanda kalıyorlar birlikte. Yine rotasyonla, bu kez İstanbul’a ataması yapılıyor. Sınıfta 70 öğrenci var, sorunlar çok. Okul kantinlerinde rüşvet dönüyor. Lamia Öğretmen girişkenliğiyle ilgi çekiyor. Yazar, bu kez Ağrı- Doğubayazıt’a atanıyor. Kızkardeşi Müzeyyen de bu sırada Nevşehir Sağlık Koleji’ne gidiyor. PKK eylemleri yoğun, yollarda otobüslerin önü kesiliyor, arabalar yakılıyor. Tutucu bir çevreyle karşılaşıyor Doğubayazıt’ta. “Temiz aileler dışarı çıkmaz” anlayışı egemen. Annesiyle yengesi geliyor ziyaretine. Onları gezdiriyor. Orman Haftasında, öğrencileriyle fidan dikme etkinliğinde büyük başarı kazanıyor. Bir Akdeniz ilçesine atandığında, oradan ayrılırken gözlemledikleri ilginç:”…Bu coğrafyanın yüzey şekilleri, olağanüstüydü. Şehrin dışında, sıradağların ufkunda bir kadın profili vardı ki, dünyanın bütün heykeltıraşlarını bir araya toplamış, koca dağa, kendi resmini çizdirmişti. İnce, upuzun boyun, güzel, yuvarlak bir çene…Defalarca bu güzelliğin resmini çizdim…” (s.233). Kenar bir mahalledeki ilkokulda, “aptallar” denilen ailelerin çocuklarını okutuyor, onların tiyatro yeteneklerini gözleyip sahneledikleri oyunla büyük ilgi topluyorlar. O yıl öğretmenliğinde otuz yılını doldurarak emekliye ayrılan Ateş Öğretmen Diyarbakır’a dönüyor:”…O yaz bütün işlemlerimi tamamlayıp okuldan ayrıldım. Şöyle bir düşündüm, binlerce öğrenciyi şekillendirip yeryüzüne dağıttığımı düşündüm. Umarım bir yerlerde bir şeyler eksik değildir…12 Eylül döneminde boşaltılan köylerin, köylülerin evleri artık burasıydı. Bu şehirdeki tüm güzellikler yetmişli yıllarda kalmıştı. Hiçbir şey eskisi gibi değildi ve bir yerlerde bir şeyler hep eksik duruyordu.” (s.246).

Yazar Hatun Ateş Kurt, bu anı romanında, 1970’lerin okul yıllarını, öğrenci olaylarını, öğretmenlerin köy okullarındaki açmazlarını, köylülerin yaşantılarını, geleneklerini, 1980 sonrasındaki terör olaylarını başarıyla yansıtırken, otuz yıllık öğretmenlik deneyimlerini de sunuyor.

(*) Bir Yerlerde Bir Şeyler Eksikti- Hatun Ateş Kurt, Anı Roman, Kora Yayın, Ekim 2009, 246 s.


YÖREMİZDE KULLANILAN EŞEKLE İLGİLİ ATASÖZ VE DEYİMLER

Eşeğin aklına karpuz kabuğu getirmek.
Erkek eşek sıpasıyla gezmez.
Eşeğin yoksa enişten de mi yok?
El, elin eşeğini türkü çığırarak ararmış.
Allah fakiri sevindirmek için önce eşeğini kaybettirip sonra buldururmuş.
O, düzmediği eşeğe torba takmaz.
Eşeği süren osuruğuna katlanır.
Eşeğini sağlam kazığa bağla, Allaha ondan sonra güven.
Ölmüş eşek, kurttan korkmaz.
Sen eşek olursan, semer vuran çok olur.
Eşek hoşaftan ne anlar, suyunu içer kekişini (tanesini) bırakır.
Eşek, eşeği ödünç kemirir.
Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye.
Ölme eşeğim ölme, yaz gelsin de yonca biçeyim.
Eşekten düşmüş karpuza dönmek.
Eşeği düğüne çağırmışlar, “Ya odun lazım ya da su” demiş.
Bir katar deveyi bir eşek çeker.
Anasını eşek kovalasın.
Eşek ölür semeri kalır, insan ölür eseri kalır.
Eşeğe altın palan vursan, eşek yine eşektir.
Eşeğin kuyruğunu kalabalıkta kesme. Kimi uzun der, kimi kısa.
Eşek kuyruğu gibi ne uzar ne kısalır.
Eşek sudan gelinceye kadar dövmek.
Eşek ölüsü gibi ağır.
Ölmüş eşek fiyatına almak.
Eşek bile bir düştüğü yere bir daha düşmez.
Kurt gocayınca, eşeğin maskarası olurmuş.
Eşeğe gücü yetmeyen semerini döver.
Adamdaki yüz değil ki eşek derisi.
Attan inip, eşeğe binmek.
Saldım eşeği çayıra Mevlam kayıra.

KİTAPSIZ KAFA ÇÖLE BENZER
Osman BOLULU

Adı belleğimde kalmamış bir düşünür, düşünüş üretemeyen kafaları durgun suya benzetiyor; akağı olmadığı için, durgun suyun durduğu yerde, ancak kurtçuk üreteceğini söylüyordu. Ondan esinlenerek ben de çöl çöl kafa diyorum onlara: Çöl; Sıcağında kavrulur, yelinde savrulur, bir iki cılız ot yetiştirebilirse, onun da ne kendisine, ne başkasına yararı vardır. Çiçek açmaz çölün bitkisi, meyvesizdir.

“İlkin söz vardı.” demişler. Ne kadar doğru! Söz, insanın beyninden diline ağdı; özlemini, duyumsamasını, düşünüşünü dillendirdi. Beyin sözü; söz beyini istimledi, geliştirdi, evriltti. İnsan, hayvansılıktan kurtuldu. Birbiriyle anlaştı, toplumsallaştı. Uygarlaşmanın başlangıcı söz.

Söz, yazıyla ete kemiğe bürünüyor, gücünü kuşanıyor. Bir de damıtılarak kitaplaştırılırsa, erdemine kavuşuyor, kılavuzu oluyor insanlığın. Kitapsız sözcüğüyle; inakçı düşünüşteki dinsiz, imansız anlamını aşarak kafası, gönlü kuru, yargıları dar, beğenisi düşük, çağının görüşüne erişememiş, bilgice yaya insanı anlatmak isteriz. Kimi zaman, bu sözcükle acımasızlığı, katı yürekliliği vurgularız.

Kitaptır, geleceğin kapılarını açan, dünyamızı aydınlatan; bizi içimizden incelten, yeniden yoğurup değiştirip dönüştürerek daha üst kimliğe ulaştıran.

Ama hangi tür kitap?

Aklın, sorgulamanın, irdelemenin önünü kesen, yoruma ve üretime kapalı, buyurgan kitaplar değil dediğimiz. Kitap dediğin dişi olmalı, kestirmecilikten uzak, yeni düşüncelerin tohumu bulunmalı toprağında. Kitap, kitabı doğurmuyorsa, zihninize açılım getirmiyorsa okurunu, belli bir görüşe tıkıyorsa, insanlığın yıkımı orda başlıyor. Kitap önünüzü açacak ışık olacak, sizi değiştirip dönüştürecek, daha üst bir kimliğe taşıyacak yerde, kara bir örtü olup kapanıyor üstünüze. Özellikle de inakçı kitaplar… Onu bürünenlerin gözü kamaşıyor ışıktan, başlıyorlar aydınlığa saldırmaya. Çağ dışı kafaların elinde, böylesi ters bir işlev yükleniyor kitaplar. Dölsüz döşsüz kafayla algılanan kitaplar, hele de inakçı düşünüşle kavranan kitaplar, durağanlığın granitle örülmüş kalesi oluyor. Okuru da kalebent (*) oluyor.

Sözlü kültürden yazılı düşünüşe geçiş sürecindeyiz henüz: Olanı biteni, sözlü düşünüşün mantığıyla değerlendiriyoruz. Yargılarımız topal. Algılama, değerlendirmede yürüyüşümüz aksak. Macerası, duyumsamaları, öfkesi, güzelliği çirkinliği, dramıyla insanı dokuyan kitaplardadır insan. Yaşamın, gözlemlerin büyük payı olsa da kitapların içinden kendi iç derinliğimize iner, kendimizi, gerçek yüzüyle tanımaya ve başkalarını doğru değerlendirmeye başlarız. İnsanın iç boyutuna uzanışın yol haritasıdır kitap. Her iyi kitap, bir düş döşeği, düşünce odağı, sorular toplamıdır. Onlarla insanın, öteki insan yanındaki varlığını, saygınlığını kabul eden anlayışa varamamışsanız, yüreğiniz incelmemişse, zihin çapınız genişlememişse; ötekinin sevincini, acısını kendinizde yaşamıyorsanız, aydınlığı seçebilir, düşüncesizlik çölünden çıkabilir, çağın insanı nimetine ulaşabilir misiniz?

Ne denli doğal varsıllığa sahip olursa olsun, teknolojiyi kullanmada ne kadar ustalaşırsa ustalaşsın insan; kitabı yoksa okuyarak dünyasını genişletemiyor, özlemlerinin kanatları çırpınmıyorsa, özdeksel olanakları sağmaktan öteye ulaşamaz, içi kısırlaşır, kafası çölleşir. Böylesi insanları/ toplumları, daha ne kadar sırtında taşır dünya ve ona nimetlerinin kapısını açar mı? Kuşkulu. Kitabı olmayan, kitaplının yedeğinde sürüklenmeye yargılıdır. Kendisini yaşayamaz. O uyduluk, gerçek anlamda insanlık mıdır, düşünmeye değer.

Dünyada korkulacak bir şey varsa, o da korkudur derler ya, sevmem, inanmam o söze. Korku insana özgüdür. Korkuyu sizin, başkasının üstüne salacak da kitapsızlıktır, biraz da edebiyatsız, sanatsız kitapların dışına çıkamamak ve inakçı kitaplara çakılıp kalmak! Başımızın belâsı kitapsızlardır. Korkacaksanız kitapsızlardan korkun.

(*) kalebent: Kale dışına hüküm giyen suçlu.


KARAMAN DA DÜĞÜN VAR
Celal Necati ÜÇYILDIZ

Karaman da hoşgörü var. Sevgi bağları var. Dostluk, barış var. Karaman şimdi daha da güzelleşmiş. Organize sanayi ile birlikte Ermenek, Mut’tan işçiler gelmiş. Türkmeni, Yörüğü kaynaşmışlar. Ortak kültürlerini yaşatıyorlar. Bayramlarında, düğünlerinde Yunus Emre’nin hoşgörüsü var. Karamanlı Mehmet Beyin kültürü yaşamaya devam ediyor. Toroslar’ın ortak yaşam kültürü devam ediyor.

Geçtiğimiz Pazar günü Karaman’da bir düğüne katıldık. Aynı iş yerinde çalışan iki genç anlaşmışlar. Evlilik kararlarını bir düğünle ortaya koymuşlar. Birinin Sünni, birinin Alevi olması sorun olmamış. Tabi ki düğüne de akraba, dostları gelmişler. Fotoğraf karesine girenler ise; Türbanlı kız ile başı açık birlikte halay çekiyorlar. Karaman’ın Bayırı’na türküsüne oyun oynuyorlar. Hep birlikte oynayıp, coşku ile hoplayıp, zıplıyorlar.

Yüzyıllar boyu Karaman’da hoşgörü rüzgârı hep esmiş. Şimdi de esmeye devam ediyor. Birileri bölmek, ötekileştirmek istese de onlar bölünmüyorlar. Bir birlerine sevgi ile bakıyorlar. Ekmeklerini birlikte paylaşmaya devam ediyorlar. Kültür mayası sağlam konulmuş.

Karaman da Avrupa kültürü de var. Yaz gelince Avrupa Karaman’a akın ediyor. Sokaklarda değişik yaşam biçimleri sergileniyor. Kimse, kimseye karışmıyor. Sen öteye git demiyor. Sevgi, saygı var. Yaşamı elleriyle güzelleştirmek var.

Karamanlı Mehmet Bey, Anadolu’yu kasıp, kavuran Moğol istilasına, rağmen bir kültür yapısı kurmuş. Toroslar’da yıllar boyu arı dil kullanılmış. Hala bu dil devam ediyor. Düğün sırasında söyleşi kuran yeni akrabalar arasında konuşmaları dinlediğimizde baktık ki; bunu doğruluyor. Kendi yapısı içinde hafif çektirmeler ise renklendiriyor.

Tüm ülkede fabrikalar tek, tek kapanırken; Karaman da işletmeler kurulmaya devam ediyor. Avrupa da yer alan din bezirgânları burada fazla etkin olamamış. Sayıları parmak ile sayılanlar da; dürüst ekonomik yapılanmaya uyum sağlamışlar. Fabrikalarda, işletmelerde çalışan işçiler hep bir, birlerine saygılı. Hep paylaşımcı. İşte Karaman yaşam kültürü, eskiden olduğu gibi devam ediyor.

Kimse onları korkutmuyor. “ HANYA, KONYA “ Tehdidine kulak asan yok. “KARAMAN’ IN KOYUNU, SONRA ÇIKAR OYUNU “ diyemiyor. Esas oyun yapanlar başkaları. Toplumu ötekileştirmek için söylenmiş sözler boşta kalmış. Bolkar, Aladağ da Bolkar Bozoğlan, Şıh Yonis, Mağaras ve Yunus Emre gibi erenler, evliyaların bıraktığı kültür mozaiği devam ediyor.

Sonra Karacaoğlan’ın sevgi, coşkulu doğa sevgisi devam ediyor. Uzun hava, ağıt oluyor. Sonra mengi oluyor sazın telinde. Ayaklar dönüyor, kollar havada. Mengiler oynanıyor coşku ile el çırpılıyor. Yürekler hop, hop ediyor. Gençler oynadıkça daha da canlanıyor. Sonra bir Kına Havası başlıyor.

“ Çattılar ocak taşını,
Çağırın gelsin kız anasını
Yaksın kızının kınasını
Kızım kınan kutlu olsun.”

Kınalar yakıldı, ağlayanlar ağladı. Ne diyelim: Onlar erdi muratlarına, darısı bekârların başına.



GEÇMİŞİN KOYNUNDA (*)
SÜLEYMAN Ç. KALMAN

Geçenlerde Hacer Teyze’ye gittim. Nasıl teyzelikle bütünleşmiş, Hacer Teyze. Sanki dünyaya teyze olmak için gelmiş. Herkesin teyzesi o. Ya da hiç kimsenin teyzesi değil. Bu tür yakıştırmalardan dolayı ben, büyüyünce adımın değişeceğine inanırdım. Taşıdığımın da bir çocuk adı olduğuna…

Geçmişteki kısa süreli görkemine ve kentin göbeğinde olmasına karşın kaybolmuş bir semtte, kaybolmuş dar, cılız, kargacık burgacık sokaklara saptım. Başları önde borçlarını hesap eden memurlar, kim bilir kaç zamandır yıkanmamış seyyar satıcılar, geçen yüzyıldan kalma dükkânlar, sağlığı ve lezzeti dar bütçelerine feda ederek, evine nevale taşımaya çalışan kalabalık arasından yürüdüm. Mimarsız, mühendissiz, çoğu artık sahipsiz, terk edilmiş, bir ayağı çukurda evlerin arasından geçtim. Sahiden Ermeniler yaşamış mıydı onlarda? Ya da Celal Bayar oturmuş muydu? Yaklaşık yirmi yıl oturduğum, yirmi yıldır aynı duran sanki rengi kaybolmuş, ama kaybolmamakta ısrarlı çivit boyalı evde çocukluğumu görüyorum. Eksik, yerine konmamış bir şeyleri… Muzip geliyor bu ev artık bana… Çünkü hem bana hem zamana dil çıkartıyor.

Hacer Teyze’nin evi, bu muzip evin yan komşusu... Kümes telleriyle kaplı dar pencereleri, güneşi görmemeye aht etmiş. Ben artık bir Güliver olmuşum onun nohut oda, bakla sofa evi için. Yaşam, beyaz yemenisinin çevrelediği, yuvarlak solgun yüzünün her yanına fütursuzca izler bırakmış. Akı ile bebeği zor ayırt edilen gözlerinin yorgun ışığı ile bir tevekkül anıtı mı, Hacer Teyze yüzyıllardan süzülüp gelmiş?

“Sadece yalnızlıktan korkuyorum...”diyor, kendisini arayıp, sormayan vefasız akrabalarından yakınırken. Önüme bir sürü tetkik ve laboratuar kâğıdı yığıyor. Uyduruk imzalarla, bazı kelimeleri çıkmamış ruhsuz kaşelerle bezeli, rapor sonuçlarını okuyorum. İlerlemiş yaşına karşın sağlığıyla hep gıpta ettiren Hacer Teyze’nin bedeninin kalleşçe bir isyanıyla karşı karşıya olduğunu anlıyorum. Bu yabancı sözcükleri, teşhisleri anlamasa da, o da bu isyanın farkında. Son gözyaşları da, göz pınarlarında takılı kalmış, yorgun ışıltılar olarak duruyor. Yitirilmiş bir harbin son cephaneleri gibi...

Hacer Teyze’nin evine bakıyorum. Sert bir sedir, pirinç yatak, üzeri özenle örtülmüş dikiş makinesi, yıllar önce ölmüş kocanın, genç ve yakışıklı döneminin siyah beyaz fotoğrafı, eski model bir radyo, ayarı muntazam, kadranı sararmış bir masa saati... Ne kalır Hacer Teyze’den geriye diye düşünüyorum.

Yalnızlığını, kimsesizliğini biraz olsun unutturma çabasıyla ve ne de olsa hastayla, hastaneyle ilgili biri olmamın vermesi muhtemel umutla, “Seni bir de bizim hastaneye götüreyim, hem tetkikleri sonuçlarını daha çabuk alırız” diyorum.

Yüzü bir an geçici bir ışıklarla aydınlanıyor. Ama artık nihai sona vardığını hissetmesinden dolayı mı, yoksa hep taşıdığı yazgıya boyun eğişten mi nedir, bu çok kısa sürüp, kayboluyor.

Beynime hayat üzerine, yalnızlık üzerine, yazgı üzerine binlerce soru üşüşüyor. Evin alt katındaki taş zeminin çıkışında, tahta parçalarını birbirine iliştirerek kotarılmış kapının yanındaki tozlu duvarda bir çember asılı duruyor. Belki de eskiden bu evde oturan, çocukluk arkadaşım Japon Ahmet’ten kalma. Yani bizim için yazı keşfedilmemişken daha... Çocukluk, dönülüp her şeyden azade uzanılacak bir ana kucağı gibi karşımda duruyor. Bilmeden, hiçbir şeyi, ihaneti, yazgıyı, vefasızlığı, kötülüğü... Alsam bir tahta parçası diyorum, uçursam o çemberi, öyle düzgün, öyle hızlı gidişine hayran arkasından baksam ve yetişemesem ona ama başıboş giderken çemberim, bir duvara toslayıp geri dönmese, diye düşünüyorum.

Hacer Teyze’nin elini öpüyorum, hayır duasını alıyorum, sırtını sıvazlıyorum. Halatları kopmuş bir asma köprüde sallanırken ona uzanan son el oluyorum artık. Hastanede randevuları ayarlayıp, onu gelip alacağımı söylüyorum. Bir dosta, son kez el sallamanın ve öyle yapmıyormuş gibi yapmanın hırçın hüznüyle, çıkıp, önünde durulmayan ve durulmaz hayata karışıyorum.

İleride, yıllardır birbirine bilinmez öyküler fısıldayan, kambur çatılar arasından Ankara kalesi başını uzatıyor.

(*) Kelenderis Öykü Yarışması birincisi.




AH HİKMET AH (*)
Mehmet ÖNDER

Öğle saatleriydi. Sedyenin üstündeki, ameliyattan çıkmış bir hastadan çok kökünden kesilmiş, dallı budaklı ak bir ağaca benziyordu. Eller kollar, bacaklar, gövde tümüyle alçılanmış, başı sargı beziyle sarılı. Şişmiş dudaklarından ve ışıltısından anlaşılan gözlerinden başka görünen yeri yoktu.

İki görevli bir hamlede boş yatağa fırlatıp giderken, arda kalan, bir gereksinmesi olup olmadığını sordu. Alçıdan yapılmış adam “Gık guk” gibi sesler çıkardı. Görevli bu sesleri “Yok. Hamdolsun, sağlığım yerinde, her şeyim var. Yediğim önümde, yemediğim ardımda” diye değerlendirip “Peki o zaman” dedi, gitti.

Hastanelerde hasta olarak bulunmak zordur. Kırık çıkık hastası olmaksa nerdeyse en zorudur.
Yeni gelen hasta heykel gibi öylece yatıyor. Henüz ilaçların etkisinde, sessiz. Görünüşünün ilginçliğinden koğuşu da bir meraktır sardı. Ayılana değin bir sürü tahmin yürütüldü. Biri “Üstünden kamyon geçmiştir” dedi. Tabii mantıklı bir öngörü; böyle adamın tüm kemiklerini kırdıracak şey başka ne olabilir? Bir başkası “Tren çarpmıştır” dedi. Daha bir başkası “Üstüne bina yıkılmıştır,” diye diretti. Bunun gibi sürü sepet tahmin birbiriyle yarıştı.

***

Adı İlyas’mış. Ayılıncaya değin tahminler sürdü gitti. Bir an önce ayılsa da öğrensek, diye sabırsızlandı kimi arkadaşlar. Ama ayılınca anlatmak istemedi:
-Bırakın arkadaşlar, karışık iş!

Merak bu; görüntü bırakılacak gibi de değil, arkadaşlar durmadan üstüne üstüne gidiyorlar. Hatta biri sorulardan uyuyamamış, başını kaldırdı “Bir uyutmadınız be,” dedi. Sonra İlyas’a döndü:

-Sen de anlatacaksan anlat da, kurtulalım. Bir adamın böyle tüm kemiklerini kırdırtacak karışık iş, ya para işidir ya karı işidir. Başka ne olacak?

İlyas bu söze karşılık önce hiç bir şey demedi. Biraz durdu, düşündü. Yanıtı ilginçti:

-Kardeşimiz haklı. İkisi de.

***

Bu kez heyecan ikiye, üçe, beşe katlandı. İlgili ilgisiz herkes yönünü İlyas’a çevirdi. Öyle ya nasıl bir karışık iştir bu, insanın bütün kemiklerini unufak ettirir böyle? İlyas sağına baktı, soluna baktı. Herkes merakla onu izliyor; kurtuluşu yok. Başladı anlatmağa:

“ Ben ticaret adamıydım. İşlerim çok çok iyiydi. Paraya para demezdim. Hani yerde alır gövde yer, derler ya, tam o türden.

Nedenini anlayamadım, bir süre sonra işlerim ters gitmeye başladı. Ne kadar çalışsam, çabalasam olmadı. Çarkı döndüremez oldum. Çalıştıkça, ürettikçe borçlarım arttı.

Bir gün baktım, artık yürümüyor; borca batmışım. Biz çalışan kazanır, avare avare dolaşanlar aç kalır bilirdik; tam tersi olmaya başlamış. İşsiz güçsüz olan, kahvede oturan, yan gelip yatanların cepleri para dolup taşmış, ben alacaklıların gönderdiği haciz memurlarıyla neredeyse akraba olmuşum.

Sonuçta, insanların hiç bir iş yapmadan, üretmeden geçindiklerini fark ettim. Birileri, onların, sağlıktan ısınmaya, gıdadan cep harçlığına kadar her gereksinmesini karşılıyordu. Hem de yalnızca ve yalnızca karşısında ezilip büzülme, omuzda gezdirme karşılığında. Yine gördüm ki, yurttaş bir iş yapmaya, üretmeye kalkıştığında topluca üstüne çullanılıyor, kenardaki köşedeki birikimi, aldığı kredi bitene kadar yenilip içiliyor, bitince borçları ile baş başa bırakılıyordu.

Bunları yaşamış, çoluğu çocuğu terk etmiş, işsiz güçsüz dolaşırken, haydi bir köye uğrayayım, belki döner orada bir iş tutarım, dedim. Baktım ki, orada da eken biçen, gecesini gündüzüne katıp üretenlerin hepsi batmış, borçlardan ellerindeki traktörler, tarlalar da gitmiş. Ekip biçmeyenler, üretmeyenler rahat. Yan gelip yattıkları için devlet tembellik tembellik bağlamış. Köyde bir onlar ayakta kalmış, bir onların işi yolunda.

Anladım ki, bu memlekette çalışmayana, üretmeyene her yerde ekmek var. Ben de çalışmadan, bedava yaşamaya karar verdim.”

***

Bu arada heyecan gitgide tırmanıyor; arkadaşlar ister istemez soruyorlar:

- Eeeee?

İlyas devam ediyor:

“Bizim yurttaşımız tüketim çılgını olmuş. Savurganlıkta birbiriyle yarışıyor. Ayranı yok içmeye, diyeceğim ama dilim varmıyor ki; haydi eli açık diyeyim. Borç bini aşmış, icracılar sıradaymış, ne gam; her yer yiyecek içecek kaynıyor. Çıkıyorum sokağa, her köşede bir yemekli düğün, nişan, sünnet. Kim bilecek ben kız tarafı mıyım, oğlan tarafı mıyım? Sonra her gün bir sürü insan ölüyor. Ölüyor dedim de, ölü evlerinde yiyecek, içecek daha bol olur; ye babam ye. Hatta yatıya kal. Sabah kahvaltını da yap öyle git. Harçlığın da kalmadı ise iki satır dilekçeye bakar.

Ben de böyle ekmek elden su gölden yaşamaya başladım. Başladım da, insanda biraz şans olacak arkadaşlar. Bir gün, akşam yemeği için sokakta dolaşıyorum. Kendi kendime “Bu millet evlenmez mi? Tabii evlenmezse çocuk da olmaz, sünnet de” diye diye söylenirken, baktım bir evin kapısında kıpırtılar var. Girenler, çıkanlar var. Kulak misafiri oldum, içerisi sessiz. Anlaşıldı, ölü evi. En iyisi budur dedim ya. Yemek bol. Niye yatıya kaldın, diyen de olmaz. Ayakkabılarımı çıkardım. Kıyıda güvenli bir yere koydum, daldım içeri. Önce sağı solu kolaçan ettim. Göz ucuyla aşodasına baktım, siniler, tepsiler dolusu yemek, kapılara kadar.

Erkeklerin bulunduğu odaya geçip boş bir yer buldum, oturdum. İçerisi sakin. “Görüyor musun başımıza geleni kardeş” anlamında başlarını hüzünlü hüzünlü sallayıp, sessizce hoşbeş ettiler. Ben de aynı biçimde karşılık verdim. Böyle yerlerde fazla konuşulmaz. Oturanlar başlarını bir yana yatırıp, gözlerini karşıdaki bir noktaya dikerler, dakikalarca boş boş o noktaya bakarlar. Hafifçe ağzını açanlardan dua sesleri yayılır çevreye. Gelenek böyledir. Atalardan böyle görülmüştür. Öyle şar şor davranılmaz. Kesinlikte gürültü yapılmaz. Zorunlu durumlarda konuşulsa da, tümceler amaca ulaşıldığı anda nokta virgül karışımı bir yerde kesilir, başlar “Ah gitti” anlamında sağa sola sallanmaya devam edilir.

Ama benim durumum farklı. Öleni hiç tanımıyorum. Bu yüzden ne denli yakın olduğumu, gökten zembille inmediğimi çevreye göstermek zorundayım. Bunun için fırsat kolluyorum. Derken yaşlıca biri “Ah Hikmet ah. Senin yerin dolmaz” dedi. Fırsat bu fırsat “Tövbe de tövbe de!” diye çıkıştım:

-Onun yerinin dolup dolmayacağını düşünmek bile gaybettir.

Sessiz çoğunluk hafiften “Ha, hı” deyip, bana desteğini belli etti.

Bir kez yol açıldı ya, adının da Hikmet olduğunu öğrendim, artık ben ateşi aldım. Gayret etmeliyim ki, akşam yemeğinin yanında yatıyı, ardından da sabah kahvaltısını sağlama alayım:

-Yediğimiz, içtiğimiz ayrı giderdi, dedim.

Odadakiler yine fısıldar gibi “Ya ya” demekle yetindiler. Duracak zaman değil, biraz daha atılım yapmam gerekiyor:

-Bir elmanın yarısını bana yedirmeden ağzına sürmezdi. Eli açıktı. Bana hep kendi elleriyle yedirirdi.

Odadakiler “Ya ya. Eli selekti, bonkördü” diye onayladılar.


***

Bu arada bir kuşkum da var. Şimdi, merhum benim okul arkadaşım mı, askerlik arkadaşım mı, iş arkadaşım mı? Bir soru soran olur diye ortalama laflar ediyorum:

-Ah Hikmet ah! Küçücük yatakta götlü başlı yatardık. Getirir ayağını burnuma burnuma sürterdi. Keratanın ayakları kokardı. Kıçına bir şaplak atardım şakadan, çek ayağını, diye. Küser, on dakika sonra dayanamaz birbirimize sarılırdık. Ah Hikmet ah, beni nasıl bıraktın gittin?

Ben ah dedikçe odadakiler “Ya ya, ah ah!” diye katılıyorlar.

Bu arada kapının girişinde üç genç, yan yana oturmuş, arada fıs fıs birbirleriyle konuşuyorlar. Dikkatli dikkatli de bana bakıyorlar. Beni dikkatle izleyişlerinden bedava yaşama konusunda grup çalışması yaptıklarını düşünüyorum. Bu denli dikkatli izlemelerinin başka bir anlamı olmaz sanırım.

***

Ben nasılsa ortama alıştım ya dövünmeyi de sürdürüyorum:

-Hikmeeet! Beni nerelere bıraktın gittin! Sensiz bu günler nasıl geçecek, sabahlar nasıl olacak?

Kendimi öyle kaptırmışım ki, gözlerimden sicim gibi yaşlar geliyor. Daha etkili olsun, diye bayılır gibi yapıyorum; sağımdaki solumdaki bileklerimi ovmaya başlıyor. Biri bir paket kâğıt mendil bulmuş gözyaşlarımı siliyor. Bir başkası kolonya bulmuş gelmiş, beni ayıltmaya çalışıyor. Bu arada benden çığlıklara devam:

-Ah Hikmet ahh!

Öteki odalardan feryadımı duyanlar odanın kapısına üşüşüyorlar. Öyle ya “Kimdir bu merhumu bu denli seven, böyle yakını olan insan?” diye düşünülmez mi? Ben de kalabalığı bulmuşken iyice açılıyorum. Göğsümü yumruklaya yumruklaya:

-Hikmeeet! Buna can dayanmaz. Ciğerim yanıyor!

***
Bedava yaşama konusunda grup çalışması yapan gençler de dikkatle beni izlemekte olsun, sofralar geliyor. Bizim sinideki tavuklu pilav öbür uçta kalmış, ama o kadar da sorun değil. Hoca Nasreddin’den deneyimliyiz.

Gelenlerin çoğu yemekten sonra “Emir Allahın” deyip gitti. Ben fırsattan istifade başköşeye kuruldum. Bu çok önemli; özel döşek sermeseler de buraya kıvrılır yatarım. Hele hele bu yemek ziyafeti faslı en az bir hafta sürer. Artık gece yatısıyla, sabah kahvaltısı sağlama alınmış durumda, ben haftayı kurtarmaya çalışıyorum. Hem artık başköşedeyim ya; yeni gelenler de benimle ilgileniyor. Anlayacağınız açık açık birinci adam konumundayım. Atağa geçmem gerek:

-Ah Hikmet ah! Her sırrını bana açardı. Hep “Senden başkasına güvenmem” derdi. Hatta para taşımayı sevmez “İlyasçığım, sende dursun. Daha güvenlisin” derdi. Aaaah ah!

***

İhtiyaç ya, bir ara ayakyoluna gideyim, dedim. Kapının yanında dizilen üç genç de peşimden geldi. Tabii yadırgamadım. Herhalde bedava yaşamanın incelikleri konusunda soruları olacak. Öğrenmek, çok çok iyi bir şey. İnsanoğlu kendisini sürekli geliştirmeli.

-Buyurun gençler, dedim.

İçlerinden biri:

-Arka tarafta bir oda var oraya geçelim, dedi.

Geçelim. Mekânın ne önemi var. Her yerde ders veririm. Öyle ya “İlim Çin’de de olsa aramalıyız.” Hele hele ayaklarına kadar da gelmiş. Arka odada da olur, bahçede de olur. Hatta sokakta da, kahvede de…

Arka odaya geçtik. Burası evin dışında. Bir depo, odunluk gibi bir yer. Orada bir ikincisi:

-Biz, dedi, rahmetlinin oğullarıyız. Annemiz ara sıra yatılı gezmelere giderdi. Nereye gittiğini merak ederdik ama sormazdık. Şimdi nereye gittiğini öğrenmiş olduk. Bu konuya döneceğiz.

Olacak şey değil. Niye biri bana “Merhum kadındır” demedi. Öf ki ne öf.

Bu kez üçüncü oğlan:

-Annemin çok parası vardı. Ölünce aradık taradık, tek kuruş bulamadık. Onca paranın nerede olduğunu da bizzat sizden öğrenmiş olduk. Annemin paraları nerede? Parayı hemen iade edersen canını bağışlarız.

Bir de konuşmasını bitiren eline bir odun alıp sıvazlamaya başlamıyor mu?

Her ne kadar tek amacımın karın doyurmak olduğunu, analarını tanımadığımı anlatmaya çalıştıysam da, inanmak bir yana dinleyen bile olmadı. Üstüme üstüme gelmeye başladılar…”


İlyas başından geçenleri anlatmayı henüz bitirmemişti ki, doktor geldi:

-İlyas Çalışkan, yemeğini yedirecek kimsen var mı?

-Yok.

Doktor durumu tahmin ettiğinden yanında getirdiği bayan görevliye talimat verdi:

-Hastanın durumu ağır. Yemeğini siz yedirin Hikmet Hanım?

(*) Kelenderis Öykü Yarışması 2.si