26 Kasım 2009 Perşembe

GERÇEMEK SAYI 18


GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Kasım 2009

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 3
Sayı: 18

Gerçemek,
Kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

DEVETABANI (cyclamen)

Toroslar’da 500 metreden sonraki rakımlarda kendiliğinden yetişen, Aydıncık yöresinde devetabanı olarak bilinen bitkinin bilimsel adı siklamendir. Seyrek çam ve meşe ormanlarında, taşlık ya da çalılık alanlarda, özellikle de pinar adı verilen kermes meşesi, çıtlık, tespih çalısı diplerinde kendini gösteren, çok yıllık, yumrulu otsu bir bitkidir.
Toprak yüzeyinden 10 cm kadar aşağıda bulunan koyu kahverengi yumruları düzgündür. Saçak kökleri, yumrunun alt kısmının ortasından çıkarak toprağa gömülür. Yumruların üst kısmının ortasındaki bir gözden ise, yorgan iğnesi kalınlığında, kahverengi yaprak sapları ile sarmal biçimde, daha ince ve daha açık renkli çiçek sapları çıkar. İri yumrularda bu gözden iki bazen de üç adet kurşun kalem kalınlığında, 3 ya da 4 cm uzunluğunda boru şeklinde saplar çıkar. Bunların ucundan da yaprak ve çiçek sapları fışkırır.
Bitkinin yaprakları, kalp şeklinde, uzun saplı, etli, kenarları düz olup çok az da olsa dalgalıdır. Yaprakların altı mor, üstüyse koyu yeşildir ancak üzerinde çeşitli şekil ve uzunlukta açık yeşil ya da gri desenler vardır.
Kasım başlarında, 15 cm civarındaki silindirik çiçek sapın ucunda, yere doğru eğilen kısmında, geriye doğru kıvrık beş parçadan oluşan, alt kısmı eflatun, üstü soluk pembe çiçek açar.
Siklamen tohumdan ya da yumrulardan üretilir.
Kurutulan devetabanı yumrularından elde edilen tozun yara üzerine serpilmesiyle yaranın iyileştiği, ayrıca eskiden yumruların sığırlarda ishal kesici olarak kullanıldığı söylenir. (EDİTÖRDEN)


İSTANBUL’DA YAŞAM
Mustafa B. YALÇINER

Bir zamanlar köyden kente göçün simgesi olan, iş, aş ve umut içeren “İstanbul’un taşı toprağı altındır,” diye bir söz vardı. Buna inanarak binlerce aile yollara düşmüş ve gelip yerleşmiş bu kente. Bunun sonucu olarak da İstanbul devasa bir kente dönüşmüş.
İnsanlarını da “İstanbul’u yaşayanlar” ve “İstanbul’da yaşayanlar” olmak üzere iki gruba ayırmak olası. İstanbul’u yaşayanlar, onun sunduğu nimetlerden yararlanan sosyoekonomik düzeyi yüksek kişilerdir. Bir de, Orhan Veli’nin “İstanbul’da Boğaziçi’nde/ Bir fakir Orhan Veli’yim./ Veli’nin oğluyum,/ Tarifsiz kederler içinde...” dediği türden İstanbul’da yaşayanlar var. Günümüzün İstanbul’u, birileri için tozpembe, diğerleri için gemi bacasından çıkan duman gibi kapkara.
Bin bir umutla gelip umutsuzluğa, yalnızlığa düşen, yaşam kavgası veren insanlar yaşıyor birkaç Avrupa ülkesinden daha büyük olan bu kentte. İşe geç kalmamak için sabah ezanıyla yollara düşen kadınlar, erkekler. Ana babalar evden daha erken çıktığı için, çocuklarının karnını doyuracak ve onları okul taşıtlarına bindirecek olan gündelikçi kadınlar. Otobüslerde, minibüslerde, servis araçlarında, uykulu gözler, asık suratlar.
Çalışanlar için burada zaman çok değerli. Ne yazık ki onun da büyük bir bölümü yollarda geçiyor. İnsanlar yürümüyor, koşuyor adeta; arkalarından sapan taşı yetişmiyor. Yok vapuru kaçıracağım, yok otobüsü kaçıracağım paranoyasına kapılmış insanlar. Ayrı semtlerde oturan iki kişinin bir saatçik görüşebilmesi için en az yarım gününü ayırması gerekiyor. Bu yüzden de insanlar, genellikle görüşemiyor.
Gelir çok gibi görünüyor ama gideri ancak karşılıyor. İstanbul’da yaşayabilmek için insanın çok çalışması ve adeta para makinesi olması gerekiyor. Yorgun argın eve dönen insanlar da yemekten sonra, sabah erken kalkabilmek için, hemen yatıyor.
Büyük kent yaşamı işte böyle! Parislilerin çok büyük bir kısmı da yaşantılarını “ İş, metro, uyku” olarak tanımlar. İstanbulluların da onlardan kalır yanı yok; tek fark, bizimkiler “İş, dolmuş, uyku” diyor.
Vaktiyle, Parisli bir arkadaşım bana şu soruyu sormuştu: “Paris’te metroya bindin. Çevrene şöyle bir baktığında, bayanlardan hangilerinin gerçek Parisli olduğunu nasıl anlarsın?” Yanıtlayamamıştım. Bunun üzerine, o da bana “Çantasını boynuna asıp, onu göbeğinin üstünde taşıyanlar gerçek Parislidir, çünkü burada kapkaççılık aldı başını gidiyor,” demişti. İstanbullu kadınlar da Parisli kadınlar gibi taşır olmuş çantalarını.
Trafik ayrı bir dert bu koca İstanbul’da. Araçlar güçlükle ilerliyor. Gemisini kurtaran kaptan misali, sağlayanlar, sollayanlar, makas atanlar, emniyet şeridinde gidenler... Sürücünün sürücüye saygısını yitirdiği bir kent olmuş İstanbul. Gelecek düşünülmeden bırakılmış cadde ve sokaklara artık sığmıyor arabalar. Bazı yerlerde, aynı kaldırımda, iki kişi bile yan yana zor yürürken, bazı yerlerde arabalar kaldırımda, yayalar yolda!
Yeni yerleşim yerlerinde, köy ile kent iç içe. Etrafı Çin setiyle çevrili sitelerin yanı başında birkaç manar ve önlerinde plastik seralar. Yıllar önce, bir gecede dikiliverilen gecekonduların oluşturduğu semtlerde, şimdi dört beş katlı bina ya da villalarla gecekondular beraber yaşıyor. Plansız programsız bir kentleşme var buralarda da. Yollar, sokaklar ve caddeler yine dar. Gelecek kuşak yine düşünülmemiş. Açgözlülük ile köşe dönmecilik, bu semtlerde de ön plana geçmiş.
Bir zamanların İstanbul’unu öve öve bitiremeyen şairlerimiz dünyaya yeniden gelseler, bu kente aynı gözle mi bakarlar acaba? Yoksa Abdülkadir Bulut’a hak mı verirler?

“Heder ettin beni bu yaşta
Sen ey güzel İstanbul
Çekip gidiyorum işte
Allahından bul”


DEVRİMCİ APARTMAN
Mehmet BABACAN

Apartmanın da devrimcisi mi olur demeyin sakın? Olur mu olur. Mimarlık tarihinde “Tarz”dı; “Stil”di; “Biçim”di diye diye, onca değişim oynayarak mı geldi? Hepsi de çatır çatır devrimin ürünü…
Ama bizim sözünü ettiğimiz devrim biraz farklı. Bu yaklaşımda ne yapının payı var ne de plan projenin. Sadece, bir ruh var belki…
Hoppala! Şimdi de apartmanın ruhu mu var diyeceğiz? Desek ne olur? Doğup, yaşayıp, ölüyorsa, canı da vardır, ruhu da… Şiddetli fırtınalarda ya da depremlerde, can havliyle, çıkardığı sesler, canlı olduğunu göstermiyor mu?
Neyse, fazla kurcalamayalım. Sözün kısacası, devrimci apartman olur. Zaten, bir şeyin temeline devrimcilik girmişse, o nesne devrimci olur arkadaş. Kurtuluşu yok…
12 Eylül faşist balyozu, kafamıza ustaca inince, feleğimiz şaşmıştı. Çünkü antrenörleri çok yetkindi; oyunu yaman oynuyorlardı. Bir çırpıda, ne kadar devrimci, aydın, demokrat varsa, bir bir toplayıp, içeri tıktılar. Faşist gericilik, sözlüklerin içine kadar giriyor; sözcüklerin altında farklı anlamlar arıyordu. “Devrim” sözcüğünün yerine, “ İnkılâp” sözcüğünü zorunlu kıldıkları gibi. Sosyal Bilgiler ders kitabındaki “Sosyal” sözcüğünden ötürü, kovuşturma açtıkları gibi.
En büyük suç aracı, elbette kitaptı. Tarihin tanık olduğu onca kitap ve kütüphane yangınına karşın, bir türlü tüketilemeyen o baş belası.
Ama yeni buldukları yöntem çok harikaydı doğrusu. Suç nedeni olan kitaplar, suçlunun sırtına yükletilip, sokak sokak gezdiriliyordu.
Bu yöntem, neden mi harikaydı? Yahu, bir düşünsenize, sırtında kitap yüküyle varlığı belgelenmiş bir adamdan, daha onurlu kim olabilir? Heykelini dikmeye gerek var mı o adamın?
Şu devrimciler çok şanslı be. Sanki onur kazanmaktan bıkmamışlar gibi, bir de faşistlerin geri zekâlılığı yüzünden onur kazanıyorlar.
Ne yazık ki ben bu onura erişemedim. Böyle yöntemler bulunacağını nerden bileyim. Saklamayı yeğledim ben. Yakacak değildim ya. Vallahi, ellerim yanardı. Kitaplarımın en vazgeçilmezlerini seçerek, yüz ellişer kitaplık iki koli yaptım. Sonra, dostum, meslektaşım Ali Yağız’ı buldum. Babası inşaatçıydı ve birkaç yerde inşaat temelleri vardı. O yapılardan birine, geçici olarak, saklayıvermesini rica ettim. Tehlike geçince, ya da fırsat bulduğumda, daha uygun bir yere taşıyacaktım.
Neyleyim, ecel vadeyi beklemedi, gözaltına alıverdiler. Sakıncasız diye evde bıraktıklarımın tümünü de çuvallara doldurup götürdüler. Odun, kömür yerine, sobalarda yaktılar. Kitap ve dergilerde adım yazılı olduğu için, görevli polis, arada bir, sırıtarak gelip, “Bugün, senin kitaplarla ısındık hoca. İyi de ısıtıyor ha” diyerek, üç kuruşluk aklıyla, dalga geçtiğini sanıyordu. Boş bırakmıyordum ben de;
“ Benim olduğunu nasıl anladınız?”
“ Adın yazılı ya.”
“ Yahu, senin okuma-yazman da mı vardı?”
Küfrü basıp gidiyordu tabii. Ne derse desin, önemli değildi. Asıl hazineyi kurtarmıştım ya, gerisi vız gelirdi…

Cezaevinden çıkar çıkmaz, ilk işim kitaplarımı aramak oldu. Nereye saklandığını bilmiyordum. Ali Bey de ortalarda yoktu. Tutuklanma korkusuyla, il dışına kaçmış. Onunla bağlantı kuramadığım sürece, defineyi bulmam olanaksızdı.
Aylar sonra buluştuk Ali öğretmenle. Ne var ki, kitapların saklandığı yerin üstünde, beş katlı bir apartman vardı. Oğlunun da kaçak olduğu sırada; baba inşaata devam etmiş; işçiler de, temeli iyice araştırmadan, betonu döküvermişler…
Yani, apartmanın temelinde devrimci kitaplar vardı.
Yani, apartmanın genlerinde devrimcilik yatıyordu.
O sokaktan her geçişimde, bir süre durur, sempatiyle bakarım o apartmana. Hiç olmazsa, bir köşesini, bir tuğlasını tutup, öpmek gelir içimden… O balkonların, o saçakların beni tanıdığını, bana gülümsediğini düşlerim hep. Devrimci dostlarımla olduğu gibi.




DÜĞÜN GÜNLÜĞÜ
Hasan AKARSU

Düğün, Türkçe Sözlük’te, evlenme veya sünnet dolayısıyla yapılan eğlenti olarak açıklanıyor. Bizim eğlentimiz oğlumuzu evlendirme dolayısıyla yapılıyor. 02 Ağustos 2008’de Silifke’de yaptığımız nişanın üstünden on dört ay geçti ve düğün günü geldi.
22 Eylül 2009’da, 12.00 otobüsüyle Tekirdağ’dan İstanbul’a hareket ediyoruz. Hava bulutlu, serin ve yağmur yağacak gibi. Çekirdek aileyiz. Anne, baba, bir oğul, bir de kız. İstanbul yolculuğu rahat geçiyor.
Saat 21.00’de Kontur otobüsüyle Silifke yolculuğu başlıyor. Şeker Bayramı’nın üçüncü günü olduğundan İstanbul’a dönüş trafiği yoğun. Mut’lu olduğunu öğrendiğim yaşlı adam, torunu ve geliniyle yolcu salonunda oturuyor. Onu uğurlamaya gelmişler. Abdest alıp namaza duruyor bekleme salonunda.
Elli dakika sonra Harem’deyiz. Diyarbakır, Siirt, Cizre yolcularının çağrıldığını duyuyoruz. On dakikalık bir moladan sonra yola çıkıyoruz. 1970’li yılların Harem’ini anımsıyorum,
Balıkesir yolculuklarımı. Oralarda bıraktığım dostlarımı anımsıyorum, İlhan Berk’in sevgilisine seslenişini:”Sevgilim, işte eylül/ Ve işte senin usul usul seğiren yüzün// Zaman ki sonsuzdur/ Bitmemiş şiirler gibidir…” Eylül’de, zamanın sonsuzluğunda Silifke’ye yolculuğumuz heyecan verici. İzmit otogarından yolcu alıyor otobüsümüz. Otogar eski olup büyük bir yapı izlenimini veriyor. Yağmur çiseliyor, su birikintilerinden geçiyoruz. Adapazarı’ndan yolcu alırken Orhan Veli’nin “Yol Türküleri” adlı şiiri düşüyor aklımıza:”Hereke’den çıktım yola/Selam verdim sağa sola/ Haydi, benim bu dünyaya garip gelmiş şairim/ Yolun açık ola!/…Arifiye!/ Şoför durdu, Enstitü mektebi, dedi./ Süleyman Edip Bey müdürün adı./ Bir yol da burada duralım;/ Ellerinde nasır, yüzlerinde nur,/ Yarına ümitle yürüyenlere/ Bir selam uçuralım…” . Yarına ümitle yürüyenlerin yolu kesildi ne yazık ki. Köy Enstitülerinin kapanışı yürek dağlıyor.
İzmit’te oturup uzun yıllar Özgür Kocaeli gazetesinde yazılar yazarak, genç ozanlara ve yazarlara destek olan bir ozan, yazar ağabeyimiz var: Ruşen Hakkı. “Elini Hünerle Kuşlara Yelek Giydir” diyen ozanımız, ölümle her şey bitse de, bir hüzün kalacağını anımsatıyor:”…Adı ölümdür!/ Kapanır bir perde, bir perde açılır/ İstenmese de çıkılır yola/Biter her şey/Gene de bir hüzün kalır!”. Zamanla hesaplaşırken de hüzünleniyor:”…Uyuruz, uyanırız/ Islanırız, kurulanırız/ Atar bir çizik daha/ Alnımıza zaman” diyor.
Adapazarlı ozan, yazar Faik Baysal geliyor gözümün önüne. Şarköy’ün yazlarını zenginleştiren Baysal, 09 Aralık 2002’de ayrılmıştı aramızdan:”Bana bir dünya söyle, bir dünya/ Ellerimiz kan kokmasın içinde” diyerek dünyanın kardeşliğini özlüyordu. Ne yazık ki dünyamızda kavgalar, savaşlar acımasızca sürüyor.
Otobüsümüz, Bolu-Kaynaşlı’da mola verdikten sonra Bolu dağlarını aşarak yola devam ediyor. Bolu Beyi’ne karşı duran Köroğlu’nu anımsıyoruz. İlhan Berk, “Şimdi bir orman bir yerlerde şiirlere girmiştir” derken kim bilir hangi ormanları şiirlerine alıyor?
On saat süren yolculuktan sonra, sabaha karşı Konya’ya varıyoruz. Koltuklarımızda oturarak uyumanın zorluğunu yaşıyoruz. Dümdüz ovada ilerlerken Cemal Süreya’yı anımsamamak olur mu:”…Afyon garındaki küçük kızı anımsa, hani/Trene binerken pabuçlarını çıkarmıştı;//…Tanrım, gerçekten çocukluk günlerinizde mi?” Cemal Süreya, Tanrı’ya, Anadolu’yu çocukluk günlerinde mi yarattığını sorarken neyi anımsatmak istiyordu acaba? Elbette Anadolu’nun yoksulluğunu. Zenginliği de düşünülmeli değil mi? İşte Konya’dan geçiyoruz, Mevlana’nın, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Konya’sından. Ne diyordu Mevlana?”Ya olduğun gibi görün/ Ya göründüğün gibi ol!” Başka ne mi diyordu:”Güneş gibi ol! Toprak gibi ol! Akarsu gibi ol! Dünyayı ayakta tutan varlıkları örnek gösteriyordu.
Çumra-Karaman yolunda ilerliyoruz. Türk dilini canı gibi sevip koruyan Karamanoğlu Mehmet Bey’i anarak geçiyoruz kavun-karpuz tarlalarının kıyısından. “Türkçenin Başkenti Karaman’da beş dakika kalabiliyoruz. Mut ilçesi bizi bekliyor. Yollar kıvrılıyor, dağlara tırmanıyoruz, dağlardan iniyoruz. Sertavul Geçidini geçiyoruz. Alahan (Alacahan) Manastırı’na giden yolu gösteren tabela ilgimizi çekiyor. Mut’a 20 km yolumuz var daha. Manastırın 5. yüzyıl yapıtı olduğunu öğreniyoruz. Şimşek Turistik Tesislerinde dinleniyoruz. Mut’ta, Karaca Kız Anıt Mezarı’nın ve Karacaoğlan Anıtı’nın bulunduğunu anlıyoruz. Kara Kız’ın Anıt Mezarı yazısındaki dörtlük ilgi çekici: “Gökyüzünde tüten olsam/ Yeryüzünde biten olsam/ Al benekli keten olsam/ Yar boynuna sarsa beni”. Karacaoğlan Anıtı’ndaki dörtlük de öğüt verici:”Meclis’te arif ol kelamı dinle/ El iki söylerse sen birin söyle/ Elinden geldikçe sen iyilik eyle/ Hatıra dokunup yıkıcı olma”. Usta ozan Ruhi Su’nun sesi yankılanıyor şimdi bu dağlarda. Mut, palmiyeleriyle, kayısı ağaçlarıyla karşılıyor bizi. Adı gibi, umut verici, alçakgönüllü ilçe. Mut’tan geçerken, buralarda köy öğretmenliği yapmış olan ozan, yazar arkadaşım Ramazan Teknikel’i anımsıyorum. Coşkulu, duygusal şiirlerin ozanı Teknikel, “Göçebe Türküleri”nde bu yörelerden mi sesleniyordu: “…dallardan el ediyor güz kuşları/ göçebeliğimizi vurdular yüzümüze/ binek taylarında unuttuk suçumuzu/ söylerim dilim yetmez/ sorun/ uğramadığımız dağlardan sorun bizi”. Teknikel, Uçkaya Köyü’nde öğretmenlik yaparken, mektupları getiren postacı Selim’i anlatıyor bir yazısında. Yirmi beş yıl sonra aynı köye gittiğinde Selim’i sorduğunda, Değirmenci, karlı bir kış gününde köye mektup getirirken donarak öldüğünü, cesedinin birkaç gün sonra bulunduğunu, eliyle iç cebindeki mektupları tutarken donduğunu söylüyor. Teknikel, “Şimdi postacının getirdiği her dergide Selim’i görür gibi oluyorum” derken yarım yüzyıl öncesi köy yaşantısına götürüyor bizi.
Selim’i düşünürken Silifke’ye yaklaşıyoruz. Gülnar ilçesine giden yol sapağı ilgimizi çekiyor. Gülnar’da yaşayan ozan Ali F. Bilir ile eşi yazar F. Saadet Bilir’i anımsıyoruz. İkisinin birlikte hazırladığı “Orta Asya’dan Toroslar’a Gülnar” adlı kitabı anmamak olur mu? Çevrenin dili, kültürü ve toplumsal yapısı ayrıntılarıyla anlatılıyor bu yapıtta. Aydıncık ilçesindeyse, yazar Mustafa B. Yalçıner’in çıkardığı “Gerçemek” adlı dergi, yazınımıza ayrı bir renk katıyor. Yörenin sanatını ve kültürünü soluyan dergiyle göneniyoruz. Derginin Eylül-Ekim 2009 sayısı da yörenin ekiniyle dolu dolu. Mustafa B. Yalçıner’in Gündüz Artan öğretmenini anlattığı yazısı değerbilirlik örneği. Yoksul köy çocuklarının okuma tutkusunu ateşleyen, “Gülnar poyrazı” olabilen Türkçe Öğretmeni Gündüz Artan’ı eğitim ışıkları içinde saygıyla anıyoruz. Gülnar, Aydıncık yöresine gidilir de Anamur 1943 doğumlu ozan Abdülkadir Bulut unutulur mu? Sen Tek Başına Değilsin, Acılar Yurdumdur, Yakımlar adlı şiir yapıtları bulunan ozanımızı, yolculuk sırasında taşıtın kapısı açılıp düşünce, genç yaşta yitirmiştik. Çukurova, Toroslar deyince, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Osman Şahin, Behzat Ay da düşüyor aklımıza. Yöreyi, halkımızın dilini, ekinini yapıtlarında yaşatan yazarlarımız onlar. Göksu Nehri bize yol boyunca eşlik ederken, Kargıcak Köyü’nü geçiyoruz. Her yer uçurum. Göksu koyağında ilerliyoruz. “Göksu ormanla güzeldir” sözü ilgimizi çekiyor. Burada da Değirmendere var. Uzun süre Göksu’nun sol kıyısından giderken köprüden geçerek sağ kıyısında yola devam ediyoruz. Silifke Kalesi’nin yanından geçerek Silifke’ye ulaşıyoruz. Dünürlerimiz güler yüzle karşılıyor bizi, evlerine götürüyorlar, kısa bir söyleşiden sonra öğle yemeğini yiyip çaylarımızı içiyoruz. Yörenin Yüksük (kulak) çorbasını çok beğeniyoruz. Bizim mantımıza benzediğini söyleyebiliriz. Silifke’ye on yedi km uzaklıkta olan Susanoğlu’na gidip bize ayrılan eve yerleşiyoruz. Susanaoğlu, yörenin turistik yerleşim yeri olup büyük bir koyda kurulmuş. Denize girip sıcak, tuzlu, temiz sularında serinliyoruz. Üç metreden başlayan derinlik hemen beş-on metreye ulaşıyor. Akşama kına gecesine katılmak üzere gelin evine gidiyoruz. Gelin tarafının akrabaları, gelinin arkadaşları, oğlan tarafını sevinçle karşılıyor, hal-hatır sorulduktan sonra erkekler ayrı bir odaya alınıyor. Kadınlar, kızlar ve gelinin arkadaşları bir arada gece boyunca eğeleniyorlar. Oyun havalarından ve türkülerden sonra geline kına yakmaya geliyor sıra. Kına türküsü eşliğinde, yakılan mumlar bir tepsi içinde, gelin ile damadın etrafında dolaştırılırken, önce gelinin eline, sonra da yakınlarının eline kına yakılıyor. Kına yakan kadın, “gelinin eli açılmıyor” diyerek damadın annesinden bahşiş istiyor. Kına yakılıp gelin ve damat için uğurlu olması dileğinden sonra yeniden oyunlara başlanıyor. Yörenin kına gecesi ağıtından bir örnek:”Çamura taş atmayın batar gider/ Gurbete kız vermeyin yiter gider/ Anayı babayı terk eder gider/ Gız anası gız anası gınan gutlu olsun/ Vardığın yerde dilin datlı olsun…”
Gece yarısı Susanoğlu’na dönüp yatıyoruz. 24.09. 2009 Perşembe günü saat 08.00’de kalkıp yürüyüş yapıyorum ve denize giriyorum. Akdeniz’in tuzlu suyu gözlerimi yakıyor. Beş-on metre derinlikte denizin dibi görünüyor. Akvaryum gibi bir denizde yüzmenin tadına doyulmuyor. Öğleden sonra dünürler ve yakınları geliyor. Neriman Hanım, yayladaki bahçeden gül koparıp getirmiş. Birkaç kırmızı gül bırakıyorlar bize. Sıkma böreği yapıyorlar birlikte. Hamuru açıp tavada ya da sac üzerinde az pişirip içine peynir, çökelek, maydanoz koyarak sarıp sunuyorlar. Ayrıca helvayla, patatesle de yapılıyor.
Akşamüstü, kız babası Osman Bey’in önceden aldığı barbun balıklarını pişirtmek için balıkçıya götürüyoruz. O sırada, nişanda tanıştığımız emekli öğretmen Abdullah Bey’le karşılaşıyoruz. Balıklar pişirilirken birer bira içiyoruz, birkaç balığı da meze yapıyoruz. Yörenin en güzel balığı lagosmuş. Ondan sonra yediğimiz barbun balığı geliyormuş. Gelinin ağabeyi eczacı Kemal de Silifke’den geliyor. Evde akşam yemeğinde uzun bir söyleşiye dalıyoruz.
25.09.2009 Cuma günü de sabahleyin yürüyüş yaptıktan sonra denize giriyoruz. Bu kez kızım Özge Pınar ile ağabeyi Özger de denize giriyorlar. Yörede inşaat yapan bir yükleniciyle tanışıyorum denizde. Erzincanlı olup İstanbul’da oturuyormuş ve her yaz buraya tatile geliyormuş. İnşaat işini bıraktığını söylüyor. Denizden çıkıp kahvaltı ediyoruz. Öğleden sonra düğün sahibinin ağabeyi Salih Bey’lere çağrılıyız. Eşi Neriman Hanım bu kez yörenin yemeği olan “batırık” yapıyor. Batırık, kısırın sulandırılmışı; ancak içinde öylesine çok malzeme var ki insan şaşırıyor. İnce bulgur, susam, ezilmiş yer fıstığı, onlarca çeşit baharat, domates, marul, lahana ve domates turşusu da katılanlar arasında. Salih Oğuz’un evinden ayrılıp düğün evine gidiyoruz. Gelinin Trabzon’dan arkadaşı Banu, Ankara’dan arkadaşı Aslı geliyorlar. Düğün sahibi Osman Oğuz’un limon bahçesine iki arabayla gidiyoruz. Silifke’nin 5 km batısında olup on dönümlük bir bahçe ve içinde beş yüze yakın limon ağacı bulunuyor. Önceden olan limonlardan topluyoruz. Bu limonlara “şataf” deniliyor. Limon ağaçları damlama sistemiyle ve yer altı suyuyla sulanıyor. Ayrıca, Göksu’dan sulama kanallarına verilen su da kullanılıyor. Her yan limon ve çilek bahçesiyle dolu. Düğün evine dönerken Saray Pastanesi’nde künefeyle dondurma yiyoruz. Düğün evindeyse içli köfte sunuluyor özel olarak. Bu değin güzel içli köfteyi otuz yıl önce Besni’de yediğimi söyleyebilirim. Saat 23.00’te Susanoğlu’na dönüp uyuyoruz.
Bugün 26 Eylül 2009 Cumartesi ve düğün günü. Öğleye doğru hazırlıklarımızı yaparak Silifke’ye gidiyoruz. Düğün saat 19.30’da, Silifke Kalesi’ndeki lokantada başlayacak. Bu saate değin epeyce zamanımız var. Silifke’de gezintiye çıkıyorum. İki yerel gazete ilgimi çekiyor. Birisi haftalık çıkan “Sesimiz” gazetesi, diğeri günlük çıkan Göksu Gazetesi. Göksu Gazetesi 5 yaşında olup önemli yerel haberlerle ilgi çekiyor. Sözgelimi; üzüm pekmezi yapılışı, çulfallıkla dokunan kilimler, Uluslararası Karacaoğlan Şelale Şiir Akşamları haber olarak veriliyor. Tarsus’ta yapılan şiir etkinliği 28 Eylül 2009’da başlıyor ve dört gün sürüyor. 18 ülkeden ozan ve yazar katılıyor.
Düğün evi, her yerden gelen konuklarla doluyor. Silifkeli Hasan Öğretmen, Afyon’dan gelen Ercan Öğretmen ve eşleriyle tanıştırılıyoruz. Gelinimiz Emel’in Cerrahpaşa Tıp’tan arkadaşı İpek ile eşi Oğuzhan’ı tanıyoruz. Bir ara Göksu kıyısında gezintiye çıkıyorum. Üzerinde bulunan üç köprüden de geçiyorum. Kuzeydeki köprü, Roma Köprüsü olup taştan yapılmış. M.S. 77-78 yıllarının köprüsü. İmparator Vespasianus zamanında, oğulları Titus ve Domitianus tarafından Kilikya Valisi Memor’a yaptırılmış. Osmanlı döneminde onarılmış ve Cumhuriyet döneminde de genişletilmiş. Diğer köprüler sonradan yapılmış olmalı. Göksu Nehri 250 km uzunluğunda olup Silifke’den Akdeniz’e dökülüyor. Silifke’nin iki lagün gölü var. Biri Paradeniz Gölü olup denizle bağlantılı. Akdeniz’in suları kabardığında, Paradeniz’in suları da kabarıyor ve bir boğaz ile Akgöl’e geçiyor. Bu göllerin kuş cenneti olarak bilindiğini de belirtmeliyiz.
Saat 18.30’da Silifke Kalesi’ne çıkıyoruz. Masalar düzenli, herkesin yeri belli. 19.30’da düğüne gelenleri karşılamaya başlıyoruz. Herkes yerini aldığında gelin ile damat geliyor, ışıklarla, müzikle karşılanıyor ve dansa başlıyorlar. Saat ilerledikçe oyunlar hızlanıyor, oyuncular çoğalıyor. Gelin ile damat masaları dolaşarak kutlamaları ve takıları kabul ediyorlar. Düğünde çok oynandığını söylediğimde, yörede geçerli şu söz ilgimi çekiyor:”Düğüne oynamaya, mezarlığa ağlamaya gidilir.”
Düğün bitince, sembolik olarak gelin ile damat kaynana evine götürülüyor. Eve girerken gelin su testisini deviriyor. Gelinin kaynanasına ve kaynatasına, gelin için ne bağışlayacağı soruluyor. Biz de bir altın bilezik sözü veriyoruz. Gelin eve alınırken, evlilikleri sağlam olsun diye kapıya asma yaprağı yapıştırıyor ve çiviyle de çakıyor. Düğün burada sona eriyor. Biz de yatmak üzere Susanoğlu’na gidiyoruz.
27 Eylül 2009 Pazar günü erken kalkıp yürüyüş yapıyor ve denize giriyoruz. Kahvaltıdan sonra gazetelerimizi okuyup dinleniyoruz. Öğleye doğru Silifke’den, düğün evinden getirilen kabak böreğini ve burada yapılan mantıyı, Silifke yoğurduyla yiyoruz. Yoğurdu, düğün sahibi Emine Hanım’ın annesi Adile Teyze yapmış. İşte Silifke yoğurdu diyorum ve Adile Teyze’nin ellerine sağlık diyorum. Gelinimiz Emel’in arkadaşı Aslı, Mersin üzerinden Ankara’ya uğurlanıyor. Banu, yarın uğurlanacak. Biz de Silifke’den 15.00 otobüsüyle İstanbul’a doğru yola çıkıp geldiğimiz yerlerden geçerek, 28 Eylül 2009 Pazartesi günü saat 07.30’da evimize ulaşıyoruz.
Oğlan evindeki düğünü, 03 Ekim 2009’da Tekirdağ Öğretmenevi’nde yapıyoruz. Düğün telaşını yaşadıkça, Ozan Cemal Süreya’nın şu sözünü anımsıyorum:”Her aşkta en az on kişi vardır/ Bunlar en yakınlar ve tanıklardır”. Bir yıl öncesinden atılan adımın sonuna yaklaşıyoruz. Bu süre içinde, nişan yapılıyor, ev eşyaları seçilip alınıyor, ev kiralanıyor, eşyalar geldikçe yerleştiriliyor. Kısaca yeni bir ev açılıyor. Gelin tarafındaki düğün telaşından sonra, damat tarafının düğün telaşı başlıyor. Düğün davetiyeleri dağıtılıyor, gelecek olan konuklar belirleniyor, tüm hazırlıklar tamamlanıyor.
Silifke’den gelen on konuğumuzu ağırlıyoruz. Düğün salonundaki hazırlıkları izliyoruz. Gelin-damat masası süsleniyor, sandalyeler örtüyle kaplanıyor, garsonların özel ilgisi isteniyor. Kamera ve fotoğraf çekimi için hazırlık yapılıyor. Konuklar gelmeye başladığında karşılanıp yerleştirilmeleri sağlanıyor. Takıların aksamadan takılması için uğraş veriliyor. Nikâh işleminden sonra düğün başlıyor. Nikâh şahidimiz, Haseki Hastanesi Dahiliye Klinik Şefi Fuat Şar, Tekirdağ- Çiftlikönü doğumlu. Eşiyle gelip düğünümüzü şenlendiriyor. Gelin tarafının nikâh şahidi ise halası Hayriye Hanım oluyor. Namık Kemal Lisesi ile Tekirdağ ADD çelenkleri düğünümüze ayrı bir güzellik katıyor. Şişli Etfal Hastanesi KBB Asistanı Cem Erdurak ile Haseki Hastanesi Nefroloji Klinik Şefi Rumeyza Kazancıoğlu’nun kutlama telgrafları okunuyor. Oyunlar, eğlenceler saat 24.00 değin sürüyor. Konuklar gittiğinde, gelenek gereği gelin babası, kızının kırmızı kuşağını bağlıyor. Bundan böyle kızlarının kendi ailelerinden çıktığı simgeleniyor. Ağlamaklı, hüzünlü bir görünüm sergileniyor. Gelin ile damat gelin arabasıyla uğurlanırken düğün de sona ermiş oluyor. 06.10.2009 Salı günü Tekirdağ Yeni İnan Gazetesi’nde çıkan haber düğünümüzün özeti niteliğinde:”AKARSU AİLESİ’NİN MUTLU GÜNÜ: Gazetemiz yazarlarından, ozan-yazar Hasan Akarsu’nun doktor oğlu Özger Akarsu, 03 Ekim 2009 Cumartesi günü, Tekirdağ Öğretmenevi’nde yapılan nikah ve düğün töreninde, doktor Emel Oğuz’la evlendi. Cumartesi günü gecesi, akrabalar, öğretmen arkadaşlar, coşkulu eğlenceleriyle düğün sahiplerinin mutluluğunu paylaştılar. Düğün salonu, Saraylı, Silifkeli, Malkaralı, Şarköylü, İstanbullu, Tekirdağlı konuklarla doldu. Yazarlarımızdan Hasan Akarsu ve eşi Aynur Akarsu, düğüne katılan, mutluluklarını paylaşan konuklara teşekkür etti. Biz de evli çifti kutlar, ömür boyu mutluluklar dileriz”.



KARAMAN İLİNDEN KALKAN KERVAN
Celal Necati ÜÇYILDIZ


Toroslar’da Aladağ eteklerinde 18 ve 19. yüzyılda, yüz binlerce insan yaşıyordu. Kavgasız dövüşsüz, hümanist bir yaşam biçimiydi bu. Burada yaşayan Bulgar, Rum, Türkmen, inanan, inanmayan hepsi birbirlerine saygılıydı. Karamanlı Mehmet Beyin çizdiği rotada, Yunus Emre felsefesi hüküm sürüyordu.
Toros dağlarında o beldeden, o beldeye dolaşıp duruyorlar, birbirlerine de destek oluyorlardı. Hayvancılıkla uğraşanların yanında, demirciler, çalgıcılar, tarımla uğraşanlar da vardı. Demir yollarında, orman kesimlerinde de çalışıyorlardı. Sanayi de gelişiyordu. Suyla çalışan hızarlar. Orman işçiliği. Yeni yeni meslekler ortaya çıkıyordu. Hep ama hep yardımlaşıyorlardı. İnançlar yerine dostluk ve dayanışma ön plana çıkıyordu.
Ama bu davranış biçimi, yönetenlerin hiç hoşuna gitmiyordu. Zaten Osmanlılar da Karamanlıları pek sevmiyordu. Ters düşüyorlardı birbirlerine. Onlar Farsçayı, Arapçayı ön plana çıkarmak için uğraş verirken, Karaman’da yaşayanlar kendi öz benliği ile yazıp, konuşuyorlardı. İşte Karaman bu yüzden sevilmeyen illerin başında yer alıyordu. Karacaoğlan, Dadaloğlu gibi birçok ozan da obadan obaya gidiyor, çalıp, çığırıyorlardı. Ağıtları, uzun havaları, koşmaları çadırlarda, çeşme başlarında ya da koyaktan koyağa seslendiriyorlardı. Yürekli insanlar vardı Karaman ilinde.
1826’da ferman buyruldu: Karaman ilindeki ne idiğü belirsiz topluluklar, oradan sürüle. Sıcağa, sivrisineğe, sıtmanın içine gönderile. Akılları başlarına gele. Bir ağustos sıcağında da zorunlu iskân başladı, Karaman’dan Çukurova’ya, Erdemli ve Göksu ovalarına. Askerler geldi gitmek istemeyenlerin üstüne. Bir kısmı zorla gemilere bindirildi, Kıbrıs’a, Girit’e gönderildi. O yıl binlerce insan kırıldı. Kimileri azılı çıktı, ele geçirdi gemiyi de Alanya’da karaya çıktı.
Yeni yurtlar, ovalar, otlaklar verilecekti kendilerine. Pir Sultansız, Yunus Emresiz, Karacaoğlansız, Dadaloğlusuz bir inanca kendilerini bırakma ve Karaman ilini unutmaları kaydı ile.
Yani bilimsel olarak asimilasyon başladı. Sarıcalar, Tosmurlu, Kabasakallı, Boynu İnceli, Bolacalı, Elbeyli, Evciler, Sarıkeçililer, Işıklılar, Abdallar, Avşarlar, Karaman ilinde kardeş kardeş yaşarken, yeni enjekte edilen inanç yumağı ile birbirlerine düşman oldu. Cuma Akşamları, yerini Cuma Hutbeleri’ne bıraktı. İçine sindirenler güzel güzel yaşamaya devam ettiler. Bir kısmıysa içine sindiremeyip dağlara çıktılar. Dağların doruklarında yaşamaya devam ettiler. Çobanlık bitti yeni meslekler öğrendiler.
Böylece orman işçiliği, tahtacılık ortaya çıkar. Süveyş Kanalı yapımı da bunların imdadına yetişir. Hacı Paşalar bunlara sahip çıkar, iş verir. Adana Yumurtalık, Karataş ve Taşucu’ndan gemilerle kereste gider Mısır’a doğru. Demir yolları için latalar hazırlanır. Melemencilerin bir kısmı Taşucu’nda kalır, Hamalist olurlar. Bir kısmı Çamalanı’na gider orada orman işçisi olur. Evciler’in bir kısmı yeni köyler kurar. Ovada kalanlara Yörük, dağlara gidenlere Türkmen, Tahtacı, Abdal denir.
150 ile 200 yıl öncesine dönüldüğünde her şey başkaydı. Tek yürek, tek ses. İnsancıl bir yaşam süreci. Türkmeni, Rumu, Bulgarı hepsi kardeşçe yaşıyordu. Bu zorunlu iskânla Karaman’da yer alan Alevi ocağı Ermenek’e gider. O günün zor ulaşılan yerine sığınır. Bu ocağın bu günde sahipleri Fikret Ünlüler, Ali Müfit Gürtunalar kendine özgü felsefesini sürdürürler.
Peki, 200 yıl geçmesine rağmen başarmışlar mı? Hayır. Bugün Toroslar’da ve Toroslar’ın eteklerinde, Taşeli yurdunda Yörük’ü, Türkmen’i geleneklerini sürdürmeye çalışıyorlar. Vahabiler ise hâlâ kendilerine benzetmeye devam ediyor. Kin nefret aşılasalar da tutmuyor. Fetvalar kâğıt üzerinde kalıyor.
Karaman’dan Balıkesir yöresine gidenler bu gün Karaman, Karamanlı gibi yerleşim yerleri kurmuşlar. Bunlar hâlâ Çepni Türkmen geleneklerini sürdürüyorlar. Muğla’ya gidenlerse her ne kadar Vahabilere benzemeye çalışsalar da kendi öz benliklerini korumaya devam ediyorlar.
İşte Toroslar’da Tünelin iki ucunda; Belemedik ve Karaisalı’da yaşayan Tahtacılar, bugün Kozan’dan Çanakkale’ye kadar uzanmışlar.
Sorduğumuzda TÜNELİN UCUNDAN GELMİŞİZ diyorlar. Gelmişler, gitmişler, konargöçer yaşamlarını sürmüşler. Cumhuriyetle birlikte Karaman’a tekrar dönememişler ama. Satın aldıkları yeri, tüm benlikleriyle yurt edinmişler. Balkanlar’dan gelenlere verilen topraklardan bunlara hiç ama hiç verilmemiş. Çünkü bunlar, ötekileşmiş. Ama emeklerini birleştirmişler Rum çiftliklerini satın almışlar. Onu aralarında paylaşıp tarımla uğraşmaya başlamışlar. Fethiye’de Günlük Başı, Antalya Finike’de Hızır Kahya, Gökbük. Serik’te, Merkeze yakın Koyunlar, Ortaca Fevziye Köyü, Ekşiliyurt, Aydın Alamut, Balıkesir Türkali, Mehmetler, Anamur da Kaş Dişlen, Bozyazı Bahçekoyağı, Silifke Bahçe Obası (Kırtıl) Mut Köprübaşı, Kumaçukuru, Sinamış (Yeşilyurt) gibi köyler, bu şekilde kurulmuş. Buna kavuşamayanlar da Karadeniz’de, Ege’de, Marmara’da orman işçiliğine devam ediyor.
Bir şeyi unutmamışlar hâlâ: Cuma Akşamları’nı yerine getirmeye çalışıyorlar. Bir Dede bulurlarsa, musahip olup, içeri kurbanlarını kesiyorlar. Toroslar’daki geleneklerini sürdürüyorlar.
Bugün Moldavya’da, Gagavuzlar kilometrelerce uzaklıkta buradaki geleneklerini sürdürüyorlar. Hem de KARAMAN lehçesiyle. Ama Hıristiyan olmuşlar, olsun!
Yıllarca, Türkmen’i, Yörük’ü, Tahtacı’yı, Çepni’yi ayırmaya, birbirlerine düşürmeye çalışmışlar ama ömürleri vefa etmemiş. Boşuna uğraşılmasın bölüp parçalama zihniyetini diriltmek için. Beceremezler.
“Ferman padişahın, dağlar bizimdir,” diyen Dadaloğlu, “Tahtacı gelini, orman güzeli çek bıçkını dağlar senindir” diyen Âşık Ali İZZET Özkan bu duruşu haykırmıştır. Karacaoğlan’ın dilindedir Mengileri; Pir Sultan’ın, Can Hatayi’nin, Kul Himmet’in nefesleri dillerde. Söylenmeye de devam ediliyor.



KAYBOLAN BİR KÜLTÜR
Mustafa SAĞLAM

Ben, Ermenek’e bağlı Zeyve’de doğdum, çocukluğum da orada geçti. Adının değiştiriliş tarihini pek bilmiyorum ama benim hatırladığım altmışların başından bu yana Yaylapazarı olarak geçer resmiyette. Ama köylüler arasında da hâlâ Zeyve olarak bilinir, öyle söylenir hep. Zeyve, kendisi küçük bir köy ama sulak, yeşillik ve pazarıyla ünlü bir yer; yeni adını da bu yüzden “Yaylapazarı” koydukları kesin.
Yalnızca bir köy, bir pazaryeri de değildir Zeyve. Toroslar’daki en eski kültür merkezlerinden biridir bana kalırsa. Kültür merkezi demişsem öyle sanat evleri, tiyatroları, okulları, medreseleri olan bir yer değil tabi. “Bu durumda nasıl bir kültür merkezi olsun,” denebilir şüphesiz. Şöyle ki: Zeyve, yabancıların çok gelip gittiği bir yer. Yalnızca çevre il ve ilçelerden de değil, yabancı turistlerin de eskiden beri geldiği yer aynı zamanda. Anımsıyorum, ta benim aklımın yeni ermekte olduğu 1960 yıllarında bile ki doğru dürüst araba yolu filan da yoktu, yabancı turistler gelirdi oraya. Sırtları çantalı çantalı görürdüm onları. Hem de kadınlı erkekli. “Demek gavur dedikleri böyle olurmuş,” diye ilgiyle bakardık. Onun için diyorum Zeyve Pazarı, o yörede dışarıyla ilişkisi olan tek yer, kültürel yönden dışarıya açılan tek kapıydı diye. Bu yüzden, o çevre için çölde bir vaha gibiydi Zeyve.
Toroslar’ın o bölgesinin, coğrafi özelliğinden dolayı dışarıya ulaşımı zordur, orası bayağı bir kapalı havzadır yani. Bu yüzden de, “Taşı ağır bir memleket,” derler bizim Ermenek’ten söz edilince. Bahsettiğim, yirminci yüzyılın o dönemleri, bizim o çevreden dışarıya göçlerin henüz başlamadığı dönemlerdi aynı zamanda. Köy halkının, kendi tarlasını ekip, kendi ekinini biçtiği tarihler.
Hal böyleyken, gazetenin ulaşmadığı, televizyonun henüz icat edilmediği, bir de ortaokulda, lisede okuyan sayısının üçü dördü geçmediği bir zamanda, kültür ve uygarlık başka nasıl gelecek bir memlekete? Yolu düşen yabancılar yoluyla elbette ki. Bizim oraya da onlarla ulaşırdı, orada görülürdü bilgi, görgü, nezaket ve düzgün bir Türkçeyle konuşabilme becerisi.
Her şey, tabi başta da zanaat, usta-çırak eğitimi yoluyla öğrenilirdi Zeyve’de. Başlı başına bir okuldu demirci, bakırcı, terzi, ayakkabıcı ve berber dükkânları. Su değirmenleri dersen ona keza. Okumanın az olduğu yerde, çıraklık bir umut kapısıydı gençlerin geleceği açısından. Özellikle ayakkabıcı, bakırcı ve demirci dükkânlarında dört çıraktan aşağı olmazdı hiç.
Herkesçe iyi bilinen bir şey vardı ki, kötü bir usta, beceriksiz bir çırak, ham bir kalfa, ekmek kazanamazdı Zeyve’de. Zanaat erbabı olmak isteyenler, ustaya dikkat etmeli, onun maharetlerini kapıp, işin püf noktalarını öğrenmeliydiler kendilerine ayrı dükkân açabilmeleri için. Zanaat eğitimi uzun sürerdi bu yüzden de. Örneğin, yenekli bir pide, kolayca bayatlamayan bir somun çıkarabilmek için birkaç yaz iyi bir fırıncının yanında çalışmalıydınız. Çayın demini iyi tutturmak, iyi bir kahve yapabilmek için de ustadan epeyce bir azar ve tokat yemeniz gerekirdi.
Bir onlarda değil, hepsinde öyleydi zanaatın. Birkaç gün ustanın yanında görünüp de sonra, “Ben bu mesleği kavradım,” diye çıkıp gelme yoktu. Çeliğe iyi bir su verebilme derecesinde bilgiye erişmek için ta küçük yaştan başlayıp, askere gidinceye kadar çekiç sallamak zorundaydı bir kişi. Ki, yaptığı sağlam olsun, müşterisi ona güvenebilsin.
Çevre köylerde pek çok kalfalar vardı Zeyve’de yetişip de dükkân açan, ekmeğini o işten kazanan. Bu yüzden de çevrenin en önemli meslek edinme yerlerinden biriydi Zeyve.
Ayrıca bütün çıraklar, kalfalar, kendi mesleğinden olsun, olmasın, oradaki her ustaya saygı gösterirlerdi ve kendi ustası sayarlardı onları. Elbette böyle bir zorunluluk yoktu ama usul, gelenek vardı. Yani ustalar da, çıraklar da, kalfalar da ortaktı orada. Ve o Zeyve Pazarı esnafı ile oranın müdavimleri, birlikte koca bir aile gibiydiler. Hem de öyle bir aile ki, bütün dertler, acılar ve sevinçler paylaşılırdı aralarında. Birlenilerek aşılırdı zorluklar. Birbirlerine duydukları kendilerine has bir sevgileri saygıları vardı hep. Öyle bir birliktelikti onlarınki.
Ve en önemlisi, emek çeken, emeğe değer veren, üretken bir toplumdu Zeyve’dekiler. Öyle gün boyu boş boş oturup, çene çalmazlardı. Yaşlı ustalar dışında boşa zaman harcayan olmazdı hiç. En çok çalışanı da değirmenlerdi herhalde. Takırtılar, gece gündüz kesilmezdi. Benim aklımın erip geldiği sıralarda, en az on değirmen taşı vardı dönen. Önceleri daha fazlaymış ama nedendir bilmiyorum bir kısmı işlemez olmuş, yıkılmış. Oluklara gelen suyun kemerleri dururdu yalnızca, hâlâ da duruyor. Her gün çevre köylerden bir hayli at, eşek, deve yükü buğday gelir; un, bulgur olarak geri giderdi. Her kış başlangıcı, bir iki hafta darıya dönerdi değirmenlerin taşları. Bazen de değirmende ekmek yapılırdı o taze darı unundan ve gelen giden sıcak sıcak yerdi. Lezzetine doyamazdı o yeni öğütülmüş unun ekmeğini yerken.
Hurda demir parçaları gelir; oradan balta, keser, tahra ve saban demiri olarak giderdi evlere. Top top kumaşlar gelir, insanların üstünde giysi olarak çıkardı. Erkekler, saçlı sakallı gelirler, tıraşlı ve temiz olarak dönerlerdi ailelerinin yanlarına. Demek istediğim, en iyisinden mal üreten, hizmet veren bir yerdi Zeyve Pazarı.
Her yerde olduğu gibi zamanla orası da değişti tabi. O ünlü ustalar öldü, yerlerine onların gibileri gelmez oldu bir daha. Gelenler de teknolojiye yenik düştüler; her şeyin fabrikada yapılanı çıktı, daha ucuza hem de. Önce bakırcı dükkânları kapandı, alüminyum, çinko ve plastik kaplar çıkınca. Arkasından demirci dükkânları kapandı bir bir. Kimse ayakkabı yaptırmaz oldu ve ayakkabıcılar yanlarına çırak bulamayıverdiler o mesleği devam ettirecek. Toroslar’ın başlarında bile motorlu veya elektrikli değirmenler çalışmaya başladı, ihtiyaç kalmadı bizim oradaki su değirmenlerine.
Yirminci asrın son çeyreğine girerken o eski ustalar da, çıraklar da, kahveler de, kahveciler de piyasadan çekilmişti tek tek. Bizim o güzelim Zeyvemiz, zamanın getirdiği makineleşmeye yenik düşmüştü sonunda; bir çağ kapanmıştı.
O Zeyve Çayı, yine eskisi gibi şarıl şarıl akıyor. Her biri beş altı asırlık olan çınar ağaçları yine ordalar ve diplerini koyu bir gölgeyle gölgelendiriyorlar yazları. Pazaryeri, hafta sonları iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık oluyor yine. Kahvehaneler, lokantalar açık. Fırınlar çalışıyor. Su değirmenlerindense ancak biri, ikisi dönüyor. Onlar da günün büyük bir kısmında istirahattalar zaten.
Günümüzde de, ihtiyaç olabilecek hepsi fazlasıyla var orada, her aradığını bulursun; ama hiçbir şeyin eski tadını bulamazsın. Oraya her varışımda bir şeylerin eksik olduğunu hissederim. Kahvecinin verdiği çay, eski çay ama Kamil Koca’nınkini tutmuyor, ondaki koku, ondaki tat yok. Fırınlarda yine saç kebabı pişiyor, pideler çıkıyor fakat Hamza Ahmet’in pişirdiklerinin lezzeti yok hiçbirinde. Değirmen takırtıları, demircinin çekiç sesleri, bakırcının “Tan! Tan!”ları, ustalar arasındaki o şakalaşmalar, gülüşmeler yok. Yaşayanlar için anısı var yalnızca.
Kısacası, zamanın altında kalan, bir döneme gömülen altın bir çağdı Zeyve’nin o günleri. Kaybolan ama anılmaya değer bir kültürdü o. Keşke sürdürülebilseydi ama olmadı. Boşuna dememişler, “Başlangıcı olan her şeyin bir de sonu vardır,” diye.



GÜLGEZ
Gülizar Söğütçü Kurum

Zemheri soğuğuydu
Morun menekşeye küstüğü
Bir dağın yamacında
Ölüm sessizliğine bürünmüş
Kış uykusundaki dalları
Uyutmayan köy çeşmesinden
Suyu doldurdu
Nasır tutmuş omzundaki
Boyunduruk izlerinde derin bir sızı
Yürüdü döke saça sularla
Sabahın alaca karanlığına
Kış yanığı teninde
Soğuk etini yüzüyordu
Yarı donuk bir halde
Tahta kapıdan girince içeriye
Zılgıtı yedi
Elinde kürekle bekleyen eltiden
Şaşkınlığı geçmeden, geçemeden
Az daha tandıra düşecekti
Anadolu’da gelin olmak işte böyle bir şeydi
Ona bu hakkı veren erine
Bir kat daha arttı

Özlemle karışık kırgınlığı
Koca Almancı olunca
Senenin bir ayı evli
On bir ayı dul sanki
Gurbetten daha gurbet
Almanya acı vatan
Daha ne kadar sürse hasret
Gelse de bitse çile
Üç çocuk bir de töre
Yakışır mı yüzündeki gülüşe sevinç
Gülmez,
Niçin almaz yanına
Güzeller güzeli Gülgez’ini
Sığmaz mı ki yamacına
Er kişinin namusu
Öyle yabanda olur muydu?
Töre masalında
Birilerinin emrine uşak
Cebine gelir demekti
Gülgez’in ezilişi
Ermez aklı bir türlü niçin götürmez yanına
Çolunu çocuğunu
Böyle kendi evinde sığıntı
Kendi aşına açtı
Yolunu gözlediği erinden
Senede bir gün olsun
Güzel bir söz yerine dayaktı gördüğü
Avrupa görmüş adamdı nasıl aldanırdı da
Bu oyunu anlamazdı
Kan kustu da anlatamadı
Bu hüzne dayanamadı yüreği
Kan kusan Gülgez’e
Sukut lal oldu, vefa sağır
Dediler haber verin tez gelsin
Kadın elden gidiyor yetişsin
Köyden yürüyerek çıktı haberce
Kar kış kıyamet kurt sesleri duyulurken
Daha tan ağarmadan
Köye dönüşü akşamın geç saati
Çekmişti telgrafı
Haberci kendinden geçmiş
Buz taneli kirpikleriyle müjdeyi verdi
Geldiğinde kocası
Çoktan kapatmıştı kar
Beyaz bir örtüyle
Gülgez’in kara toprağını.



YAĞMUR DUASI
Nihat MUSTUL

Yine kurak bir yıl… Yine sayısız yağmur duaları…
Aslında bu, insanların doğaya yaptıklarını, doğanın insanlara geri ödemesiydi.
Düşüncesizlik, acımasızlık, sevgisizlik, bugüncülük, bencillik, bilgisizlik doğal dengeyi hızla bozmuştu. Su kaynakları bir bir kurumuş, dağlar yeşilsiz, hayvansız, kuşsuz kalmıştı. Eski karlar, eski yağmurlar yoktu artık.
Kuraklık korkusu arttıkça yağmur duaları da artıyordu. Televizyon haberlerinde sık sık bunun görüntüleri de veriliyordu.
Çaresizlik ve inanç karışımıydı bu. Ama bundan da öte, doğayı tanımamaktı, doğanın dilini bilmemekti. Oysa doğayla en iç içe yaşayan, doğayla en çok haşır neşir olan köylüydü, doğanın dilini en iyi onun anlaması gerekirdi. Gerçi doğa dili bilmeyen çoktu bu ülkede. Ama en bilgisiz, en çaresiz köylüydü, bu yüzden yağmur duasını da onlar yapıyordu.
Duaya katılanlar içinde gencecik insanlar, çocuklar da vardı. Okulda, soba üstünde yapılan tencereli deneylerin hiçbir yararı olmamıştı anlaşılan onlara.
Yine bir haber saati işte, yine yağmur duası görüntüleri… Her seferindeki gibi bu görüntüler de elli yıl öncesi köyüme götürdü beni.
O yıl köyde korkunç bir kuraklık yaşandı. Güzün bütün ekinler ekildi ama bahar gelince damla yağmur yağmadı.
Bilirsiniz köyde bütün umut topraktadır. Ama o yıl toprak yanıp kavruldu, kurudu. Ekinler bir karış ancak büyüdü, sonra sararıp soldu, cansız, cılız kaldı.
Bütün köylü gibi babamın gözü de gökyüzündeydi. Sabahları kenarda, köşede gözüken küçük bulut kümelerinin büyüyerek bütün gökyüzünü kaplamasının umuduyla yanıp tutuşuyordu. Her gökyüzüne bakışında da “Sen bilirsin Allah’ım, sen büyüksün..!” diyordu.
Herkes kara kara düşünüyordu. Otların kuruması hayvanları yiyeceksiz, sütsüz koymuştu, bir deri bir kemik kalmıştı hepsi.
Her şey yağmurun yağmasına bağlıydı. Değilse ne buğday, ne arpa, ne saman, ne ot olacaktı. Açlıktan ilikleri kopacaktı.
Günlerce, aylarca bir damla yağmur düşmedi.
Komşumuz Güdük Musa ikide bir “Ne yaptık biz sana Allah’ım!” diyordu.
Ekinleri gibi içleri de yanıyordu köylülerin. Kimsenin yüzü gülmüyordu. Birkaç gün daha böyle giderse kimse kurtaramazdı artık ekinleri.
Yağmur duasını ilk Güdük Musa dile getirdi. Öyle çaresizdi ki köylüler, kimse “hayır” demedi bile.
Artık herkesin ağzında, aklında, düşünde yağmur duası vardı.
Babam, Güdük Musa, bir de Muhtar, imamla görüştüler bu konuyu. İmam, “yaparız, tamam” dedi ama, “yarın”, ya da “öbürsü gün” demedi hiç. Acelesi yokmuş gibi davrandı hep. Oysa köylüler için gün değil, saat bile önemliydi. Ama bu iş imamsız olmazdı, her şey ona bağlıydı. Dil döküp yalvardıkça da “Az daha bekleyelim, her şeyin vakti saati var” diyordu. Beklemekten başka yapacak bir şey yoktu.
Bir iki gün sonra imamın şehre gittiğini gördük. Şehirden düğmeli bir kutu getirdi. Sonradan öğrendik ki adı radyoymuş bunun. Köyümüzün ilk radyosu buydu. Çok merak ediyorduk. Türkü söylüyordu, haber, hava raporu veriyordu.
Köylüler durmadan sıkıştırıyordu imamı, yalvarıyordu.
Bundan bir hafta sonraydı… İmama göre vakit gelmişti artık, tamamdı, yarın bu çevreye yağmur yağacaktı. Geceden bütün köylüye duyurdu bunu, “Yarın yağmur duasına çıkıyoruz” dedi.
Kimse işe gitmedi o gün. Herkes heyecanlıydı, umut yüklüydü. Havada da hafif bir serinlik vardı. Ufukta yer yer bulutlar görünmüştü bile. Giderek serinlik arttı, bulutlar köyün üstüne doğru gelmeye başladılar.
Öğle namazından sonra bütün köylü köyün beş yüz metre uzağındaki tepede toplandı. Köylüler durmadan imama “Yağacak mı hoca?” diyordu. İmam değişmişti, emindi. “Yağacak yağacak, ben yağacak diyorsam yağacak” diyordu.
Dualar okundu, eller gökyüzüne açıldı, “Bir kötülük yaptıysak bizi bağışla, bizi rahmetinden esirgeme, bize acı…” denildi.
Herkesin gözü de, eli de havadaydı.
Yavaş yavaş bütün bulutlar gökyüzünü doldurdu. Güneş görünmez oldu, hava karardı. Birden uzaklarda bir şimşek çaktı, gök gürledi… Tıp, tıp, tıp… Ve gökyüzü boşandı… Arkasından doyumsuz bir toprak kokusu geldi.
Dua, yağmur sesi, yağmur kokusu, çığlık, sevinç birbirine karıştı. İşte işe yaramıştı yağmur duası. Allah Allah’lığını göstermişti, duymuştu köylülerin feryadını. Hele şu imam, büyük adamdı doğrusu, yedi aydır yağmayan yağmuru yağdırmıştı. Hiç kimse yapamazdı onun yaptığını.
İşte tam o anda bir karışıklık oldu. Bir anda kimse kavrayamadı bu karışıklığı. Az önceki coşku, çığlık… Birden kesildi. Yumruklar havada uçuştu. Herkes merakla o tarafa yöneldi.
Olamazdı bu..! Babamın da, Güdük Musa’nın da içinde olduğu beş on kişi imamı dövüyorlardı.
Tekme, tokat, yumruk… Öyle bir dayak attılar ki imama… Kimse ses bile çıkarmadı, ayırmadı. Ama herkes şaşkındı. “Madem böyle bir marifetin, böyle bir gücün vardı da, ekinlerimizi neden kuruttun…” diyordu dayağı atanlar.
Karışıklık anlaşılmıştı… Oysa çok yalvarmıştı köylüler, yürekleri yanmıştı hepsinin. Ah imam, ah..!
Ortalardan, kenarlardan “oh olsun!” , “ellerinize sağlık!” sesleri yükseldi bir süre.
Ağır yaralanmıştı imam. Gözleri mosmor şişmişti, dişi kanamıştı, burnundan kan akıyordu. Böyle bir şey nasıl olabilirdi, o da şaşkındı. Nankördü bu köylüler. Her yeri yanıyordu, acıyordu. Zor kurtardı kendini köylülerin elinden. Bir eli burnunda, sendeleyerek köye doğru koşup gitti.
Bu olaydan iki gün sonra öğrendik ki, bu bölgeye yağmur yağacağını o akşamki radyo haberlerinden öğrenmiş imam. Bunu duyan herkes de, “Vay namussuz vay..!” dedi imama.
O gece de köyü terk ettiğini duyduk imamın.





ÖYKÜ

ZORUNLU GEZİ
Mustafa B. YALÇINER

Azgın dalgalarla boğuşup durduk bütün gece. Islak kamçılarıyla dövdü, küçücük sandalımızı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de yabancı sahile sürükledi bizi. Cami ve kilise görünüyordu uzakta. Yer yer kayalık yer yerse açık kumluktu kıyı. Sandalımız param parça olmadan, deniz canavarlarının pençesinden bir an önce kurtulabileceğimizi düşündüğümüz bir koya sığınıyorduk sonunda. Arkamızdan hışımla gelen dalga, suda kaydırılan taş gibi uçurdu sandalımızı ve oturttu onu kuma.
Çamaşırlarımızı kurutmak için ateş yakacaktık. Ali, çalı çırpı topladı. Şapkamın içindeki kibriti çıkardım ama ıslanmıştı. “Git, kibrit bul gel,” dedi Ali.
Tırmanmaya başladım. Yola varınca, bir adam gördüm. Seslendim ardından. Dönüp baktı. Yağmurda ıslanmış tavuk gibiydim. Titreyerek vardım yanına ve kibrit istedim. Verdi.
-Bu haliniz ne böyle! Nereden geliyorsunuz?

-Balıkçıyız. Poyraz bizi Türkiye’den ta buralara sürükledi.
-Orada ısınamazsınız. Çağır arkadaşını da sizi eve götüreyim.

-Biz nereye geldik, böyle?
-Kıbrıs’ta, Lapta’dasınız.
Ali'yi de alıp geldim.
-Buyurun, gidelim, dedi adam.
Kibritin üzerindeki Altı Ok, rahatlatmıştı beni. Bu adam, Rum olup Türkçe de konuşabilirdi. Ama Halk Partili olması, onun Türk olduğunun kanıtıydı.
Evine geldik. Yerler bembeyaz taş kaplıydı. Islak çorapla bastığım yere ayaklarımın izi çıkıyordu. Çoraplarımı çıkarıp cebime soktum. Azıcık yürüdüm, dönüp baktım. Simsiyah izler peşimden geliyordu. Durdum. Adam bana baktı sonra da bir odanın kapısını açıverdi. Böylesini hiç görmemiştim. Duvarları boydan boya renkli taşlarla kaplıydı. Musluktan da sıcak su akıyordu. Neredeyse bizim sandal kadar bir de teknesi vardı. Bizim köyde böylesi ne gezerdi, su bile yoktu evlerde. Hava güzel olursa, anam kuyunun başına kazan kurar, çamaşırı da bizi de orada yıkardı.
Bizi odaya aldı. Yer sergisi, ne yolluktu ne de çul. O daha başka bir şeydi. Bir teneke kutu getirdi, kuyruğunun çatalını soktu duvardaki iki deliğe. İçindeki teller kızarmaya ve etrafa sıcaklık saçmaya başladı. Bizim köyde elektrik dediklerinden de yoktu. Çok şaşırmıştım. Bu güne kadar ben hiç dışarı çıkmamıştım ki!
Adam tedirgindi. Hem bizimle ilgileniyor hem de dışarıyı gözetliyordu.
-Burada, jandarma var mı? Ne de olsa biz kaçak sayılırız.
Adam hemen sarıldı telefona.
-Şansınız varmış. Nöbetçi polis amiri, Türk çıktı.
Kulplu, kocaman bir bardakta çay getirdi bize. Daha çayımızı bitirmeden, bir görevli geldi. Onun kıyafeti farklıydı bizim askerlerden.
Bir çay da ona ikram edildi. Küçücük bir sandalla geldiğimizi duyunca çok şaşırdı, adam. Çaylarımızı bitirdik ve sandalın yanına gittik. Kontrolünü yaptı. Balık sepetini alıp yola koyulduk.
Polis Karakolu yazılıydı duvarın alnında. Bizi sıcacık bir oda aldılar. Yaklaşık on altı saatlik ölüm kalım savaşından sonra böyle bir yerde olmak, bulunmaz bir nimetti bizim için. Sıcağı görünce üzerimizdeki ıslak elbiselerden buharlar çıkmaya başladı.
Yiyecek getirttiler bizim için. Karnımızı doyurmuştuk ama çamaşırlarımız hâlâ ıslaktı. On beş yirmi dakika sonra karakol mahşer yerine döndü. Gelen, “Geçmiş olsun” diyordu. Bizi getiren memur onlara seslendi:
-Görmüyor musunuz? Adamların üstü başı ıslak, hasta olacaklar. Çabuk muhtarı bulun, giyecek getirsin!
Kalabalık dağıldı. Biraz sonra elleri kolları dolu döndüler. Sanki bizim köydeki düğünlerde gibiydik: “Bir ceket, bir gömlek ve bir çift çorap Mustafa Mehmet'ten.” “Bu çamaşırlar da Hasan Hüseyin'den” gibi sözlerle bir yığın elbise toplandı. Elinde asker elbisesi ve iç çamaşırlarıyla muhtar da geldi. Çamaşırlarımızı değiştik.
Yaşlıca bir adam sokuldu yanıma. Elimi sıkarken avucuma para kıstırdı.
Gelenler gitmiş, Ali ile ikimiz kalmıştık.
-Ali, bana para verdiler.

-Bana da.
Bir karakol memuru içeri girdi.”Buyurun, ifadenizi alacağız” dedi.
Önce ben gittim ifade vermeye. Çıktığımda, gözlerime inanamadım. Bizim Ali damat gibi, iki dirhem bir çekirdekti. Berber gelip tıraş etmiş onu. Ali içeri girince, aynı berber beni de tıraş etti.
Akşam oldu. Evlerindeki yemeklerden alan gelmiş. Etlisinden sütlüsüne her şey önümüzdeydi. Padişah sofrası donatılmıştı adeta.
Yemekten sonra bir memur, bize bir oda gösterdi. İki yatak hazırlanmış, biri somya öteki tahta sedir.
-Yorgunsunuz. İstirahat edin. Başka bir ihtiyacınız var mı, dedi.
-Ayağımız karada, karnımız tok, yatacak yatağımız da var. Daha neye ihtiyacımız olsun. Sağ olun, dedim.
Ali'ye somyayı verdim. Yatağa şöyle bir uzandı.
-Burası benim harcım değil. Kendimi kayıkta sanıyorum.
Soyunup yatağa girmiştik. Çarşaf, yastık ve yorgan mis gibi kokuyordu. Erkenden, tavuk gibi tünedik. On dört saat deliksiz bir uyku.
Sabahleyin elimi yüzümü yıkarken, Ali geldi.
-Yattığın yatağı neden toplamadın? Burada senin anan mı var ki yatağını toplasın?
Ali askerde öğrenmiş yatağın toplanacağını, ben nereden bilebilirdim.
Biz çok mutluyduk, gülüşüyorduk. Ama ya anamız babamız, onlar ne yapıyordu? Gözlerim doldu, onları düşününce.
Kahvaltıya çağırdılar bizi. Tereyağı, reçel, yumurta, kaşar peyniri, zeytin ve çay, hepsini bir arada ilk kez görüyordum. Yemekten sonra polis memurunun biri, mahkemeye çıkarılmak üzere bizi Girne'ye götürdü. Üç katlı bir binaya girdik. Hâkim ifademizi aldı ve bizim uçakla Türkiye'ye geri gönderileceğimizi söyledi. Memura “Bunları pasaport dairesine götür” dedi. Gittik bir başka yere. Parmak izleri, yandan ve cepheden fotoğraflar…
Uçakla dönecektik ama paramız yoktu. Polis memuruna sandalı satıp satamayacağımızı sorduk. Bize beklememizi söyledi ve çıktı. Bir yerlere telefon etti, Adana’ya en erken uçak çarşambaya varmış. İki kişilik de yer ayırttı. Günlerden pazartesiydi. Demek ki iki gün daha buradaydık.
Gönderilen telgraf ellerine ulaştıysa, bizimkiler rahat etmiştir yoksa perişandır halleri. Ortalıkta cenaze yok ama acı çok.
Arabaya bindik tam hareket edecektik, bir araba durdu önümüzde. Bir genç geldi yanımıza.
-Buyurun, bizim misafirimiz olacaksınız, dedi.
Emir kulu gibiydik. Ne denilirse, onu yapıyorduk. Geçtik öteki arabaya. Mustafa Latifoğlu ile tanıştık. Bize dört yüz elli verdi.
-Bu sizin yol paranız ve harçlığınız. Sandal satılırsa, onun parasını size ulaştıracağım.
Lapta'ya gelmişiz ile. Geldiğimizi duyan doldurmuş kahveyi. Kimi çay ısmarlıyor kimi lokum ikram ediyordu. Öğle yemeğini de orada yedik. Bir de fotoğraf çektirdik.
İkindiüzeri Girne'ye gittik. Sahilde bir çay bahçesine oturduk. Ardından da Lefkoşa'ya doğru yola çıktık. Döne döne bir dağın tepesine vardık. Oradan ta uzaklarda rengârenk ışıklar görünüyordu. Boğaz adında bir kasabada lokantaya girdik. Koyun eti çok nefisti. Ali rahatsızlanmış, hiçbir şey yiyemiyordu.
-Başım ağrıyor, midem bulanıyor. Motoru da bozmuşum.
Bunun üzerine bir hap verildi Ali’ye. İçti onu. Kalktık. Lefkoşa'ya gidecektik ama Ali hasta olduğu için köye döndük.
O geceyi bir evde geçirdik. Sabah olunca, kahvaltı için bizi almaya geldiler. Ali evde kaldı, ben gittim. Yolda iki kişiye rastladık. Ali'yi sordular. Hasta, evde yatıyor, dedim.
Kahvaltı için yaşlıca bir amcanın evindeydim. Hanımı bir İngiliz ile kaçmış ve Londra'ya gitmiş. Dertliydi, adam. Sohbete dalmıştık. Bir delikanlı geldi, “Ali'yi doktora götürdüler,” dedi. Hemen çıktık. Yolda karşılaştık Ali ve yanındakilerle. İğne yapılmış, hap vermişler. Oradaki bir kahveye oturduk.
-Veysel, bunlar ne iyi insanlar yahu! Arkadaşın biri, hasta çorbası yaptırmış, hanımı ile geldi. O kadın, bacım olsun, bana bir kaşık çorba içirebilmek için ne kadar uğraştı bilemen. İçim almıyor, gardaşım. Bir baktım, kadıncağız ağlıyor. “Yoksa çorbamı beğenmedin mi” diyor. Sonra da koluma girip beni doktora götürdüler.
Biz konuşurken, bir polis memuru geldi. Rumlar şikâyet etmiş. Bizi alıp Lefkoşa'ya götürdüler. Çok katlı bir binaya vardık. Sandık gibi bir şeyin içine girdik. Kapısı kapandı; polis bir düğmeye bastı, bir baktım yukarı doğru gidiyoruz. İçim bir tuhaf oldu. Yedinci katta inip bir odaya girdik. Rütbeli, resmi giyimli bir adam bize, “Hakkınızda şikâyet var. Kusura bakmayın, dışarı çıkmayacak geceyi de burada geçireceksiniz. Yarın da yollayacağız sizi ” dedi.
Ali sıkışmış, kıvranıp duruyordu. Tuvalete gitmek istediğini söyledi ve çıktı. Ben koridordayken, Ali döndü tuvaletten. Yerini sordum, tarif etti:
-Sağa git, sola dön, tam karşında.
Odanın kapısını açınca, galiba yanlış yere geldim, dedim. Baktım duvarda iki musluk var. Şöyle bir göz gezdirdim. Köşede dibeğe benzer bir taş vardı. Sağına baktım soluna baktım. Nereye nasıl yapacağımı bilemedim. Kapağını kaldırdım; içinde su vardı. Oturdum ama bir türlü gelmiyordu. Baktım olacak gibi değil, çıktım üstüne…
Yanına vardığımda, Ali kıs kıs gülüyordu.
-Ne gülüyorsun?
-Nasıl yaptığını merak ettim de.
-Kuş gibi tünedim.
Ertesi gün dört buçukta bizi havaalanına götürdüler. Biletlerimizi almaya giderken, “Türkiye'ye gidecek yolcuların yerlerini almaları rica olunur” diyen bir ses duydum. Kalbim küt küt atmaya başladı. Ne de olsa ilk kez uçağa binecektim…