25 Aralık 2010 Cumartesi

GERÇEMEK SAYI 24

GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Kasım 2010
İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 4
Sayı: 24

Gerçemek,
kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

FRENKİNCİRİ (Opuntia ficus-indica)

Yöremizde frenk yemişi ya da dikenli incir olarak bilinen bitkinin bilimsel adı frenkinciridir. Kaktüsgillerden olup yaprakları etli ve yayvan, dikenli bir bitkidir. Boyu iki metreyi aşar. Susuzluğa karşı dayanaklıdır. Genellikle kendiliğinden yetişir. Baharda sarı çiçek açar. Ağustos ayından itibaren yaprak uçlarında yeşil yemişler meydana gelir. Eylülde meyveler kızarır ve yumuşamaya başlar. Üzerinde siyah lekeleri, onların da içinde beyazımtırak dikenleri olur. Batarsa, fena acıtır. Zor çıkar battığı yerden. Dikenlerin kolay çıkması için çoğu kez zeytinyağı sürülür.

Anavatanı, Meksika olan frenkinciri, bu ülkede soğuk meyve olarak yenir, sıkıp suyu içilir, Tequila adındaki alkollü içki bundan imal edilir, hatta iri çekirdekleri kavrulduktan sonra kahve değirmeninde çekilerek kahvesi yapılır. Meksikalılar bu yemişi öylesine sevmişler ki yaprakları bayraklarına bile koymuşlar.

Frenkinciri meyvesinin kabuğu soyulduktan sonra içinde yüzlerce küçük tohum bulunan etli kısmı, buzdolabında bir süre bekletildikten sonra yenir.

C vitamini, magnezyum ve demir bakımından zengindir. Şeker ve kolesterol düşürücü özelliği vardır. İdrar söktürücüdür. Sindirim sistemine iyi gelir. Ayrıca cinsel gücü arttırdığı söylenir.

EDİTÖRDEN



TAŞ ÜSTÜNE
Mustafa B. YALÇINER

Kocaman yontma taşlardan yapılmış, Dörtayak Anıtmezarı’nın yanındaki taş evimde, Osman Bolulu’nun, imzalayıp gönderdiği Taşın İyisi’ni okuyorum.

Taş sözcüğü, Taşeli’nde, bir taş evde doğuşumdan mı, yoksa babamın Taşoluk köyünden oluşundan mı bilemiyorum, çıkardı beni uzun bir yolculuğa. Düşürdü, ayağımı taş kakan yollara.
“İlimon ektim taşa/ Bitmedi kaldı kışa” ya da “Anamur yolları gayrak da çakıllı/ Bir yar sevdim uyar akıllı” türkülerinin yalan yanlış söylendiği yıllara gittim önce.

Uyar akıllı bir çocuktum. Arkadaşlarla deniz kenarından çakıl taşı toplar, elimizde kuş lastiği, telefon direklerinin fincanlarını taş yağmuruna tutardık. Sonra da “ben çok kırdım, sen az kırdın” tartışması kavgaya dönüşürdü. Dövüleceğini anlayan eline bir taş alır, yarardı diğerinin kafasını. Akşam eve gelince de büyüklerimiz, “Yaramazlık yapanı Allah taş eder,” derdi de çok korkardık.
Sığır güttüğüm yıllardı, o yıllar. Hayvanları sulayıp, gölgeye yatırdığımız zaman başlardık beştaş ardından da kapma taş oynamaya. Ütülen, ertesi gün badem ya da ceviz getirirdi. Üten de taşla kırıp yerdi onları, ötekine zırnık bile koklatmadan.

Ben orta sondayken, taş gibiydi babam ama bir araba kazası sonucu ayrılıverdi aramızdan. Onu gömerlerken, yaşlıca bir adam cebinden çakıl taşı çıkarıyor, okuyup üflüyor ve atıyordu babamın kefeni üzerine. Rahmetliye taş vuruyor diye nasıl da kızmıştım adama. O ise, babam saptırmaya yüzü kıbleye gelecek şekilde yatırılıncaya dek sürdürdü taşlarından atmayı. Kocaman saylar saptırmanın ağzını kapatıp, çukur toprakla doldurulmaya başlayınca da hüngür hüngür ağlamıştım.

İşte, o yıllarda gelmeye başlamıştı kasabamıza, Avrupalı turistler, kadınlı erkekli, şortlu tişörtlü. Bikiniyle denize girerlerdi; kumsalda ele ele dolaşırlar, çekinmezlerdi de öpüşmekten. “Başımıza taş yağacak” sözleri dolaşmaya başlamıştı ortalıkta.

Lise yıllarımda en sevdiğim köşe yazısı Taş’tı. Taşlıyorduk biz de düzeni ve onu savunanları. Bu yüzden ben ve yoldaşlarım şeytan taşlanır gibi taşlanmıştık. Son sınıftayken de, Silifke’deki Taşköprü’de taşbebek gibi bir kıza laf atmıştım da, “Git işine, taş arabası” yanıtını almıştım. Nedense taşı gediğine koyamamıştım bir türlü. Üstelik taşı sıksam suyunu çıkaracak yaştaydım ama taşlaşıp kalmıştım.

Lise bitmiş, tenceremde taş kaynattığım yıllar geride kalmıştı artık. Taşı toprağı altın denilen İstanbul’da, Eğitim Enstitüsü’nde yatılı öğrenciydim. Hamamla da Çemberlitaş’ta tanışmış, ilk kez bir göbek taşına uzanıvermiştim.

İşte o yıllarda öğrendim, okuduğum kitaplardan, taş atıp da kolu yorulmadan varlığına varlık katanların, taş kalpli patronların olduğunu.

Yükseköğrenimimi tamamladıktan sonra taşlar yerine oturmaya başladı yaşamımda. Öğretmenliğe başladım. Sakal tıraşı için berbere gidiyordum artık. Kan taşını da tanıdım bu arada. Ayda, taş çatlasa beş yüz lira alırken nasıl birikimim olurdu ki! Borç harç evlendim ertesi yıl.

Daha sonra yoluma taş koyan olmadı, yurtdışı sınavını kazandım ve Fransa’ya gittim. Gördüklerim, öğrendiklerim karşısında, fal taşı gibi açıldı gözlerim.

Dönüşte, Gazi Eğitim’e atandım. Nevzat Yalçıntaş, Şaban Karataş, Cengiz Taşer gibi muhteremlerin TRT’de hüküm sürdüğü yıllardı. TRT’de “Taş Devri” vardı. Fred Çakmaktaş ile Barny Molostaş da dizinin en sevilen karakterleriydi.

Gençlerin birbirlerine taşlı sopalı saldırdığı yıllar gelip çattı. Ardından da kayaya çarptı, demokrasimiz. Fidanların başucunda taş, yakınlarının gözlerindeyse yaş. Bağrımıza taş bastık. Taşı yutsa öğütür dediğimiz, taş gibi midelerimiz rahatsızlandı. Mide kanaması geçirdik.

Arkamızdan sapan taşı yetişmezdi, el yakan kirayı ödeyebilmek, eve bir lokma ekmek götürebilmek için.

Taş günler, taş yıllar yormuştu beni. Artık doğduğum topraklara, bir nebze olsun, vefa borcumu ödemek istiyordum. Ve taş yerinde ağırdır diyerek emekli olup, baba ocağına döndüm. Dağlar, taşlar benim oldu. Elimi taşın altına koymaya da hazırdım ama derdimi ancak taşlara anlatabildim.

Taşların, tüm ülkede, yerinden oynamaya başladığı günleri yaşıyoruz şimdi de. Askere, polise taş atanlar çoğaldı. Yoksulluksa oturdu üstümüze, taş gibi. Taş üstüne taş koyan olmadı. Satıp savurdular ne varsa.

İnsani duygularımız taşlaştı. Yardımlaşmanın, dostluğun yerinde yeller esiyor şimdi. Benim de en yakın arkadaşım, dert ortağım Taşmasa oldu. Dün oradaydım. Eteğimdeki tüm taşları döktüm oraya. Ta uzaklarda, iki mavi arasındaki Kıbrıs’ın Beşparmak Dağları’na el salladım.

“Bir of çeksem, karşıki dağlar yıkılır” türküsünü mırıldanırken, bir de taş alıp fırlattım solumdaki kayaya. Tanıdık bir ses, yankılanarak geldi kulağıma.
“...
Atınca taşın iyisini / Devireceksin / Herifin birisini” diyordu, ağzının iki yanında iki şirin gamzeyle Osman Bolulu…


GERÇEMEK İÇİN GEÇ KALMIŞ BİR YAZI...
F. Saadet BİLİR

Gilindire (Aydıncık), Gülnar’ın Akdeniz’e açılan kapısıdır. Gülnar’da yaşayanlar fırsat buldukça denizle buluşmak için oraya gider.

Gittiğimizde, oradaki Pecheur Restoran’ın (neden balıkçı lokantası değil) sahibi Veysel Abi’nin (ışıklar içinde yatsın) tuttuğu, taze ve değişik cins balıklarla damak tadımızı zenginleştirirdik. Çocuklarımız onun balıklarıyla büyüdü nerdeyse. Biz, hazırladığı değişik lezzet ve tatları yerken o, bir yandan bardağındaki rakısını yudumlar; diğer yandan ilginç balıkçılık anılarını paylaşırdı bizimle. Sohbetimiz arasında Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan kardeşinden de söz ederdi.

1997 yılıydı sanırım. Yine bir hafta sonu eşim Ali ile Aydıncık’a gitmiş; Veysel Abi’nin lokantasında balık yiyorduk. Kardeşinin emekli olduğunu oraya yerleşmek üzere geldiğini söyledi. Tanışmamız için de ona haber yollayıp çağırttı. Biz yemeğimizi bitirirken sözü edilen Mustafa B. Yalçıner geldi. Tanıştıktan sonra yaptıklarımızı, yapacaklarımızı anlatmaya başladık. Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan eşi Canan Hanım, henüz emekli olmamıştı o sıralar aklımda kaldığına göre.

O sıralar ben, ‘Merv’den Anaypazarı’na Gülnar ’ adlı yapıtımın hazırlığı nedeniyle yoğun bir çalışma içindeydim. Mustafa B. Yalçıner de ‘Aydıncık Günaydın Kelenderis ’ adlı yapıtı için bilgi toplamaya başlamıştı bile. Konularımız ortak olunca hemen kaynaşıp derin bir sohbete dalmıştık.

Aydıncık’a geldiği o zamandan bu yana ilçesi, yöresi için ‘ne yapabilirim?’
sorusunu kendine soran ve yanıtlayan bir aydın, sorumlu yurttaştır o.

‘Aydıncık, Günaydın Kelenderis’, ilçenin geçmişine ışık tutan, sözlü kültürü gelecek kuşaklara aktaran belge niteliğinde bir yapıt.

Mustafa B. Yalçıner, ayrıca yayımladığı iki öykü kitabında da, ‘Toroslar’da Yaşam Erken Başlar ’, ve ‘Sümbül Gölü’ işlediği konuların büyük bir bölümü, o yörede yaşanmış, tanık olunan olaylar. Bunları yöresellikten uzak bir anlatımla evrensele taşımaya özen gösteren bir yazar .

--------------------------------------
[1] Etik Yayınevi,İstanbul, 2003.
[1] Fıra Ofset, nkara, 2004.
[1] Etik Yayınevi, İstanbul, 2008.
[1] Etik Yayıevi, İstanbul, 2009.
Bu yapıtlarla Aydıncık, tarihi, coğrafyası, kültürü, bitki örtüsü, yaşanan olaylarıyla, kısaca her yönüyle yazın dünyasına tanıtıldı.

Bu arada ‘Gerçemek’ adlı Taşeli yöresi kültür ve düşün dergisini de yayımlamaya başladı Mustafa B. Yalçıner.

Bir yerde okumuştum. Anadolu’da bir yerde, bir süredir yayımlanan aylık dergiyi tanıtmak için bir toplantıda karşılaştığı Çetin Altan’a veren yazara Çetin Altan, ‘Kutlarım, ne zaman kapatıyorsunuz?’ diye sorunca karşısındaki birden ne sorulduğunu algılayamaz. Çetin Altan da, ‘Özellikle Anadolu dergiciliği bizde birkaç sayıdan öteye gidemez, onu söylemek istedim,’ der.

Yukarıdaki anekdot (kısa anlatı), bizdeki dergiciliğin zorluğunu anlatıyor. Buna karşın heyecan ve istekle bu işi sürdürenler de yok değil. Mut’ta Nihat Mustul’un ‘Çıtlık’ı, Konya’da Zeki Oğuz’un “Çalı’’sı gibi. Bunlar, Anadolu’nun gözü, kulağı, sesi. Yaşayan, yaşanan olayların belleği, kültür koruyucuları bir bakıma. Bu dergilerde yazılanlar, onlardan süzülenler, damıtılanlar önemli bana göre. İsterdim ki, yurdumuzun her köşesinde böyle dergiler yayımlansa. Bunlar çoban ateşleri. Düşünsenize, her yöredeki çoban ateşlerinin yanışını. Özellikle gençlerin bunlardan etkilenişini, ilgili olanların yazın dünyasında çıraklığını yaşamasını...

‘Gerçemek’ dergisi dört yıldır yayımlanıyor. 23. sayıya ulaştı. Bilirsiniz, böylesi dergilerin yazı kurulunda birilerinin adı olsa da; dergi genelde bir kişinin özverili çabası ile yayımlanır.

Dergi zaman içinde reklamlardan kurtarıldı. İlk sayılarda belki de bilerek Aydıncık yöresinin kültürel öğelerine fazlaca yer verilmişti. Sonra ülkemizin birçok yerinden, hatta yurtdışından yazılarla beslenmeye başlandı. Kısaca ‘Gerçemek’ rüştünü ispat etti artık. Dergi ayrıca Aydıncık Belediyesi’nin desteğiyle geçtiğimiz yaz, 42 yazarın, 56 öyküyle katıldığı bir de öykü yarışması düzenledi.

Yerel yönetimler aslında, dünya görüşlerine bakmaksızın böyle özveriyle çalışan kültür adamlarını danışman olarak almalı, almalı ki; o yerleşimin sosyal, kültürel, turistik tanıtımı yapılsın. Tabii böyle dergileri de belediyeler, siyasi kimliklerini yansıtmadan, kültür adına desteklemeli.

Elinde fotoğraf makinesi yöresinin dağını taşını, börtü böceğini, bütün yönleriyle tanıtmaya çabalayan, bunları kendine dert edinen ‘Gerçemek’ dergisi sahibi ve genel yayın yönetmeni Mustafa B. Yalçıner, tek kişilik bir ordu aslında. Eşi Canan Hanım da onun gönülden destekçisi.


TOROSLARDA BİR YER: SÖĞÜT ÖZÜ
Celal Necati ÜÇYILDIZ

1978 Temmuz ayında Mut’tan Galip Usta’nın cipi ile yola çıktık. Köşk, Kozlar ve Söğüt Özü Yaylasına ulaştık. Kanimini’nin evinin yakınında indim. Katran, iledin ormanının altında bir bahçe kurulmuş. İçinde şırıl, şırıl su akmada. “TAHTACILARDA GELENEKLER” konusundaki bir bildirimin kaynak kişisi Kanimini (baba Musa Eroğlu) idi. Onunla söyleşi yaptım. Gece beni çardağın içinde konuk ettiler.

Sabah kalktım yola çıktım. Her adım başında bir su. Pınarlardan su içe içe Kozlar’a kadar yayan olarak geldim. Oradan da Mut’a dolmuş ile geldim.

Aradan 42 yıl sonra aynı yerleri görmek için eşim ile birlikte 26 ağustos 2010’da Sartavul’dan yola çıktık. Şifalı Su, Dandı yoluna saptık. 10 km. stabilize yol. Etrafı Toros sediri, var 30-40 yaşlarında. Bu koruluğun ekiminde emeği geçen Hüseyin Özbakır’a ve ekim dikim ekibinin emeklerine sağlık. Göklere yükseliyor. Birbirleri ile yarış ediyorlar.

Alt tarafta koruluk, üstte boz ardıçlar kaynaşmışlar.

Boncuk Çeşmesi’nden su içip, hem yola devam edip, hem koruluğun güzel kokusunu ala, ala Dağpazarı yoluna ulaşıyoruz. Tüneller kazılmış, borular döşenmiş Dağpazarı, Çivi suları kış aylarında Yapıntı Köyü’ne ulaşıyor. Orada hidroelektrik üretimi var. Orman işletmesinin gölet projesi devam ediyor. Dağpazarı’nda, Kilise’nin yanından Söğüt Özü yoluna sapıyoruz. Tozlu yolları aşarak Söğüt Özü’ne vardık. Bakkal, yörenin tek bakkalı. Taze balık bile satıyor. Biraz dinlenip, Kanimini, Musalı yurdunu soruyoruz. Vadiyi gösteriyorlar. “ Ilgın ılgın görünen servi ağaçlarını gördünüz mü? İşte orası.”

Yolları tozutarak vadiden devam ettik. Bir Yörük çadırına ulaştık. Bir kızımız var. Musa Demir’in evini sorduk. “ Onlar Mut’a gitti.” Biz de ağır ağır bahçelerin içine doğru gittik. Baktık bir kesim sahası. Tahtacı çardağı var. Onlara konuk olduk. Bozyazı ilçesinden Hasan Mülayim eşi ve çocukları. Kesim bitmiş. Orman işletmesinin adamları ölçüp, teslim alacaklar. Bu yıl yaz çalışması bitmiş. Bulurlarsa, bir yere daha göçecekler. Yoksa Bozyazı’nın yolunu tutacaklar. Oğlu Mehmet Eskişehir’de Muhasebe bölümünde, diğer oğlu Ercan ise Taşucu’nda Tarım bölümünde okuyor. Diğer çocukları küçük. O da babasının yaptığı tahta kamyon ve satın alınmış naylon oyuncaklarla oynuyor.

Oraya Fahri Kiraz Amca geldi. 1978 gelişimi anlattım.

“Bura Musalılar Yurdu . Burasını ben satın aldım, emanet sayılır. Onun için iyi bakıyorum. Erik, armut, ceviz, elma ağaçları var. Aşı yapmasını biliyorum. Kanimini Goca’nın ağaçlarına ek ağaçlar diktim, aşı yaptım. Onlar adeta yarışıyor. Şu elmalara bak. Ya armuda. Şu gördüğün yer, eski evin yıkığı. Şurası sonra yapılmış. 1985 yazıyor.”

Bize armut, erik koparıyor. Birlikte ağaçlar içinde resim çektiriyoruz. Söyleşimiz devam ediyor.
“Kanimini ile benim babam Ali Kiraz avcıydılar. Sabah erken kalkarlar, şu vadiye, dağlara giderlerdi; sabah çorbası keklik etinden olurdu. Şu karşıda görünen inlerde domuzlar olurdu. Onları ininde vururlardı. Geçenlerde beş artı bir tüfek aldım. O inlerde üç domuz da ben öldürdüm. Sanatçı Musa Eroğlu’nun çocukluğu hep buralarda geçti. Bir gün Zeynel diye birisi, onları sıkıştırmış, dövecekmiş. Babam yetişip kurtarmış onları.

Şu karşı vadinin bitiminde bir yurt vardı. Oraya Tahtacı Yurdu derlerdi. En güzel DERİM EVLERİ (*) orada yapılırmış. Goca Musa ve akrabaları çok derim evi yapmışlar. Yörükler bu derim evlerini kapış kapış ederlerdi.”

Fahri Kiraz amca Çatalharman köyünden, kış aylarında Mut’ta, yazınsa Söğüt Özü’nde Musalılar yurdunda oturuyor. Eşi ile birlikte elma, armut, erik ve ektikleri, avarlara bakıyor. Su sıkıntısı yok. Kendi suları var. Mehmet Yaşar diye biri hayrat bir pınar yaptırmış. Buz gibi su içiyoruz.

Oradan ayrılırken bir mutluluk duyuyorum. 42 yıl önce gördüklerimi yaşıyorum. Pınarlar, bahçeler. Tepelerde görünen Toros servileri, köknarları azalmış; orman kesim yaptırmış. Ama yenileri ekilip dikiliyor. Onlar da gıdım gıdım büyümeye devam ediyorlar.

7 ya da 8 köy, Söğüt Özü yaylasına göçüyor. Hâlâ elektrik yok. Yolları tozlu. Muhtarlar dilekçe üstüne, dilekçe vermişler sonuç alamıyorlar. Elektrik gelmesi halinde, sulanacak alan artacak, üretim artacak. Birilerinin bir çalışma yapıp 2011 programına bunu aldırması lazım. Ama her şeye rağmen, onlar mutlu. Elektriksiz, televizyonsuz yaşamaya devam ediyorlar.

13 km. aşağıda Kozlar yaylarına ulaştığımızda, asfalt yol görüyoruz. Elektrik direkleri dikilmiş. Elektrikli yaşam devam ediyor. Mut’u yönetenler burada yaşıyor. Üretenler ise yukarıda. Onları da bir düşünseler!

Uzun süredir görmediğimiz dostumuz Dr. Rasim Tunca’nın Kozlar’da olduğunu öğreniyoruz. Özlem gidermek için evlerine uğradık. Ama Silifke’ye gitmiş. Bizi yaşlı teyzeler konuk ediyor. Bir kahve içip, oradan ayrılıyoruz. Mavga Kalesi’ni gezip, fotoğraf çekiyoruz. Poyraz deli deli esiyor. Asfalt yoldan kıvrıla kıvrıla iniyoruz. Kara Ekşi yolundan, Yeşilyurt Köyü’nden Mut-Sartavul yoluna ulaşıyoruz. Sıcak yüzümüze vurmaya başlıyor. Son hızla tırmanıyoruz. Sartavul’a ulaştığımızda bizi soğuk esen poyraz karşılıyor.

Gün dolup, akşam olduğunda Musa Eroğlu’nun sobasının bacasından dumanın tüttüğünü görüyoruz. Yaz günü sıcaktan bunalanlar. Üşüyüp sobayı ateşleyenler. İşte Toroslar’ın günlüğü böyle.

(*) Derim Evi, Yörük çadırının iskeleti tahtalardan olur, üzerine dokuma keçeler koyarlar. Genellikle yuvarlak çadırlar. Bunların, göçerken söküp takması kolay olur. (Bektiklerin topak çadırları bu yörede en ünlü çadırlardır.)

SABRİ DAYI
Mehmet BABACAN

Sabri Dayı bir gurbet kuşuydu. Onu her gördüğünde, “ Bu adam kim? Nerde doğmuş? Buraya neden gelmiş” gibi sorular, çengel gibi, takılırdı aklına.

Gerçi, “ İnsan doğduğu yerli değil, doyduğu yerlidir.” denmişse de, tabiatın genlerimiz üzerinde oynadığı oyunu ve yörelere göre yarattığı tiplemeleri görmezden gelebilir miyiz?

Sabri Dayı, her şeyiyle bu diyarın insanı değildi. Uzunca bir süredir burada yaşasa da, kaynaşamadığı apaçık belliydi. Olsa olsa, Güney’den ya da Orta Anadolu’dan olabilirdi. Öyleyse, Karadeniz’in bu uç noktasında, Kaçkarların dibinde işi neydi?

Sabri Dayı, yapayalnız biriydi. Soyadını bile bilen yoktu. Herkesin dilinde Sabri Dayı söylemi sürüp gidiyordu. Küçücük kulübesinde ölse, kimsenin haberi olmayacaktı.

Onun huyları da, kaderi gibi, saplantı sınırına dayanmıştı. Gün doğmadan kalkar, kulübesinin önünü, en az on metre uzaklığa kadar süpürürdü. Sonra, kuşların kısmeti saydığı ekmek kırıntılarını, her zamanki yere, kuşları okşar gibi bir özenle serpiştirirdi. Kahvaltı ettiğini gören yoktu. Davranışın üçüncü sırasında, heybe yarımı torbasını omuzlayıp, kıyı boyunca yürümek yer alırdı. Geçtiği yerlerde, işe yarar, sahipsiz ne bulursa torbasına atardı. Sadaka vermeye kalkmak küfür gibi gelirdi ona. Zaten, herkes tanıdığı için, böyle bir davranış da görülmez olmuştu.

Gücünü zorlamayacak işleri seçerdi. Sıva, badana, bağ bahçe işleri gibi hafif şeyler olurdu. Çay, fındık işleri ağır geliyordu ona. İş sahipleriyle asla pazarlık etmez, ne verirlerse onu alırdı. Kalıcı bir saygınlık kazanmış olmalı ki, ücretini ödemede asla haksızlık etmezlerdi.

Vaktini ne ile geçirmiş olursa olsun, akşamüstü mahalle kahvesinin bir köşesine oturur, torbasında kalan son ekmek kırıntılarını, bir bardak çay yardımıyla yer ve kulübesinin yolunu tutardı. Zorunlu kalmadıkça kimsenin yanına oturmaz; sorulmadan bir şey söylemezdi. Söylemesi gerektiğinde de, konunun can alıcı ana hatlarını, umulmadık netlikte, ortaya koyuverirdi. Sözün kısacası, kişilikli bir garibandı Sabri Dayı. Ama bir kapalı kutuydu o. Nerde doğmuş, nerde yaşamış, buraya neden gelmiş, bilen yoktu? Onu, adeta saklanır gibi yaşamaya zorlayan bir sır olmalıydı. Zihinlerde kümelenen merak, gittikçe büyüyordu. Gidip, açık açık sormalı mıydı? Belki bir fırsat çıkar da öğrenirim diye bekledi uzun süre. Ama gittikçe sabrı tükeniyordu. Zaten, aklına bir şey takıldı mı, rüyalarına bile girecek kadar, kıvrandırırdı onu. O yüzden mi nedir, Sabri Dayı, sık sık konuk oluyordu düş dünyasına.

Ne ilginç ki, öyle bir gecenin sabahında, ansızın karşılaştılar. Rüyanın etkisinden olacak, “Merhaba!” deyiverdi Sabri Dayı’ya. Sabri Dayı ise, hiç beklemiyor olmalı ki, şaşmaya bile vakit bulamadan, cansızca karşılık verebildi. Aslında ikisi de şaşkındı. Dokuz on adım sonra, merakla dönüp bakınca, o da bakıyormuş ki, göz göze geliverdiler. Bu kez, büyülenmiş gibi, “Merhaba” sözü, iki ağızdan birden çıktı. Yollarına devam ederlerken, tatlı bir gülümseme, gelip oturmuştu yüzlerine.

Bu selâmlaşma, Sabri Dayı’nın gönül kapısını ardına kadar açmıştı; yüzü daha bir aydınlık, bakışları daha bir canlıydı artık.

Bir dost bulabilmiş, ya da birine dostluk elini uzatabilmiş olmaktan ötürü öğretmen çok mutluydu. Çok geçmeden, aralarında sımsıcak bir dostluk doğdu. Artık, çok şey sorulabilir; çok dert paylaşılabilirdi. Öğretmenin durumu belliydi. O, devlet zoruyla gelmişti buraya. Ekmek kavgasıydı yaptığı. Geçim derdi olmasa buralarda işi neydi? Ömrünün de, mesleğinin de ilkbaharındaydı daha. Gurbet şarkılarının gözleri buğulandırdığı dönemleri yaşıyordu. Bakışları ufuklara dalıp gittiğinde, bir yanda annesinin şefkatli eli saçlarını sıvazlıyor; diğer yanda, yavuklusunun hayali, yüreğine ıpılık bir pınar akıtıyordu. Sabri Dayı’da bulduğu baba şefkati, ona sunulmuş eşsiz bir şanstı. Buluşmaları gittikçe sıklaşıyordu. Çünkü bir gün görüşemeseler, özlemleri çığ gibi büyüyordu.

Bir söyleşi sırasında, kullandığı şivesel bir sözcük yüzünden, öğretmene, nereli olduğunu sordu Sabri Dayı. Sevindi öğretmen. Soru kanalı açılıyor olmalıydı. Sorana sorulabilirdi elbet. Hiç acele etmeden, doğup büyüdüğü yöreyi; eğitim gördüğü okulları; gezip gördüğü yerleri, geniş geniş anlattı. Bazı konularda yüreği kabardı, sesi gırcılandı, gözleri doldu. Alın damarlarını ovalayarak önleyebildi gözyaşlarını. Sabri Dayı’nın duygularını da kabartarak, anlatma isteğini uyandırmaktı amacı. Böylece, o gizem kutusunu açabileceğini umuyordu.

Çayları tazelediler. Anlatma sırası Sabri Dayı’ya gelmiş olmalıydı, ama o, bir türlü başlamıyordu. Dayanamadı, korka korka sordu öğretmen:

“ Ya sen? Sen nerelisin Dayı?

“ Buralıyım.”

“ Değilsin Dayı, değilsin. Senin, buralarla ortaklığın hava ile su.”

“ Uzun hikâye çocuk, boş ver ” dedi.

Karadeniz’in mor ufuklarına dalıp gitmişti gözleri. Öylece kaldı bir süre. Bekleyen için bir dakika, bir saatti belki. Dalıp giden için bir ömürdü zaman. Ufkun tüllerine serdiği bakışlarını toplamadan ısırdı dudaklarını. Tanıdık kimsenin çıkmayacağını umduğu bu yerde, “Hiç açmamak üzere kapattım” dediği sır kutusu açılıyor muydu ne? Öksürdü. Çaydan bir yudum aldı. Sandalyesinin yerini hafifçe değiştirdi, başladı anlatmaya:

“Babayiğit bir Sabri vardı bir zamanlar. Bir evin bir oğluydu. Kuşlar, izinsiz geçemezlerdi üstünden. Ona selâm verebilmek için yarış ederdi rüzgârlar. Tanrı bile, Sabri’yi yarattığı için gurur duyuyor olmalıydı. Dere boyunda söğüt gibi büyüdü. Vaktinde askerliğini yaptı; çift çubuk sahibi oldu. Vaktinde de evlendi, bir kızı dünyaya geldi.

Sabri’nin en büyük kusuru, bileğinin gücüne fazla güvenmesiydi. Çünkü kimseden yumruk yememişti daha. Kendi yumruğunu balyoz sanması doğaldı. Balyoz da ne kelime; yan bakanın vay halineydi.

Ne hikmetse, bir gün, bir deli çıktı karşısına. Köylüsü, akranı Müslim’di bu. Köye yarım saat uzaklıktaki tarlada dalaştılar. Sorun tarla sınırıydı. Karşılıklı sözlerle atıştılar, yetmedi. İtiştiler, yetmedi. Hiç biri geri adım atmıyordu. Çevrede, ayıracak kimse de yoktu. Vuruştular. Alt alta üst üste saatlerce cebelleştiler. Ne var ki, Sabri’nin gücü tükeniyor gibiydi. Sonunda, Müslim galip gelmiş, Sabri’yi epeyce hırpalamıştı. Ama hırsı dinmiyordu bir türlü. İnsan evlâdı demeden; Allah yaratmış demeden vuruyordu. Kırk yıllık intikam alıyordu sanki. Sabri, yattığı yerden bağırdı:

“Tamam, sen galipsin. Şayet sağ bırakırsan, silâhımı getirip, seni vuracağım. Erkeksen kaçma, burada bekle beni.”

Müslim, aşağılayıcı bir kahkaha ile yanıtladı:

“Haydi lan! Sen kargayı bile vuramazsın. Senin her yerin silâh olsa ne yazar, düdük?” deyip, salıverdi Sabri’yi.

Sabri, kararını ve önerisini bir kez daha yineledi, oturduğu yerden:

“Bak, köye gidip gelişim, nerdeyse, bir saati bulur. Kaçıp gideceksen, boşuna yorma beni.”

“Ulan oğlum, silâh getirmezsen, yedi sülaleni topla gel. İşte buradayım. Bu söz erkek sözüdür, anladın mı?”

Sabri, köye doğru koşarken, bir yandan da söyleniyordu: “ Elimi çabuk tutmalıyım, kaçar gider bu ödlek.”

Zaman geçtikçe siniri yatışıyordu Sabri’nin. Köye yaklaştıkça sorumluluğu daha bir bilince çıkıyor gibiydi. Yapacağı işi daha net düşünmeye başladı. Silâhı götürüp, Müslim’i “dan” diye vuracaktı. Sonra ne olacaktı? Kendisi hapse düşecek, eşi ve çocuğu perme perişan olacaktı. Ya vurmazsa ne olacaktı? El âleme rezil olacak; dövülmüş horoz gibi. Her yerde pusup oturacaktı. Köyü terk etmedikçe, yaşamanın haram olacağı anlamına gelirdi bu.

Hışımla girdi eve. Silâhı alırken, eşi görmeliydi. Asla bırakmazdı. Belki, komşular da duyar, hep birlikte engel olurlardı. “ Ama ben epeyce direnmeliyim” diye geçirdi aklından. Ne var ki, eşi evde değildi. Komşularda da kimse yoktu. Biraz oyalanarak aldı silâhı; gizlemeden, sallaya sallaya yürüdü yola. Nasıl olsa, köyden birisi görüp, “ Ne o len, tavşan avına tabancayla mı gidilir oldu?” deyince; kükreyerek anlatacak; onlarda “ Sen deli misin?” deyip, silâhı elinden alacaklardı.

Neyleyim ki, köyü bir baştan bir başa geçtiği halde, kimsecikler yoktu. Sanki yer yarılmış da içine girmişlerdi. Yolun uzununu seçti. Hem de ağır ağır gidiyordu. Belki, bir yerlerden birileri çıkardı. Çıkmadı. İnsanoğluna kıran girmişti. Çevreyi sürekli tarıyordu gözleri. Birini görse, çağıracaktı nerdeyse.

Silâhı mermisiz götürmek olmazdı, alay konusu olurdu. Acaba, ateşlemez hale getirebilir miydi? Baktı, kurcaladı, beceremedi. Son bir umut kalmıştı: “ Belki, kaçıp gitmiştir. Ya da beklemekten bıkıp, çekip gitmiştir.”

Bir yandan yürüyor, bir yandan da, “ Allahım, gitmiş olsun, ne olur gitmiş olsun” diye, yalvarıyordu içinden.

Tarlayı görebileceği son tepeyi de tırmanıp, korka korka baktı; Müslim, bıraktığı yerde, heykel gibi, dikilip duruyordu. Yapacak bir şey kalmamıştı. Ağır ağır yaklaşırken, gene başladı Müslim:
“Haydi bakalım yiğit, neremden vuracaksın?”

“Uygun bir duruş ister misin?”

“Oğlum, senin elin titrer, yatarak ateş et bari.”

“Daha yaklaş, daha yaklaş, uzaktan vuramazsın sen.”

Onun sözlerini duymaz olmuştu Sabri. Başı dönüyor, kulakları uğulduyordu. Tüm dünya kararmış, yalnızca Müslim’in göğsü görünüyordu, nişan tahtası gibi.

Sonrasını anımsamıyordu. Kendine geldiğinde, Müslim kan gölünün içinde; kendisi de otların arasında sırt üstü yatıyordu. Bayılmış olmalıydı. Hiç kimse yoktu çevrelerinde. Silâh sesini bile duyan olmamıştı Olmamış ama, ölümü böyle yiğitçe bekleyene verilecek yanıt da yiğitçe olmalıydı, değil mi? Öyle yaptı Sabri. Silâhını gene eline alıp, sallaya sallaya, karakolun yolunu tuttu. Bu kez, insan çoktu ortalıkta. Akıl veren de çoktu:

“ Kaç, suçüstü olma” dediler.

“ Nasıl olsa tanık yol; silâhı sakla, inkâr et” dediler.

Hiç birine kulak asmadı Sabri. Kimseye yalvarıp yakarmadan teslim oldu. Mahkemede, tüm duygularını ve yaptıklarını bir bir anlattı. On sekiz yıl ceza verdiler. Epeycesini yattı. Kalanıysa affa uğradı. “ Haydi, serbestsin,” dediler bir gün.

Tahliye sözü anlamsız gelmişti Sabri’ye. O eski Sabri ölmüştü artık. Eşi ve çocuğu, o günahsız insanlar, soysuzların eline düşmüştü. Yalnız kendi ailesi mi? Her iki aileyi de viran etmiş biriydi aynada gördüğü. Bir kör gurur uğruna; lânet olası bencillik uğruna değer miydi bunlar? Bir küçücük hoşgörünün; bir tutam sevginin güllük gülistanlık edebileceği bir yaşamı, böylesine zehir edenlere, insan denebilir miydi? Yalnız insanların mı, taşın toprağın bile yüzüne bakacak hali kalmamıştı Sabri’nin.

Günahını ne kadar çekti; ya da üstüne ne kadar eklendi, hiçbir zaman bilemedi?

Şu torba, o gün, Sabri’nin omzuna takıp çıktığı torbadır. Çekilen cümle kahırlar; cümle hasret ve özlemler, o torbanın içinde.

O, yiğit Sabri’nin enkazıysa, benim içimde…


BİR DARBE MASALI
Mehmet ÖNDER


Yıllar yıllar önceydi. Belki anımsayan bile çıkmaz. Bizim köyde yakacak meşe odununun parayla satıldığı, muhtarlık seçimlerinde oyların hediyesiz verildiği ilkellik yıllarından bahsediyorum.
Kimi komşu köy muhtarları köyümüzün huzurunu, zenginliğini kıskanmış olmalılar; bozmak için sinsi planlar yapmaya başlamışlar.

O yıllar okulun önünde gevrekçiler, macuncular olurdu. Bir gün satıcıların arasında mantar tabancası, kızkaçıran, çatpat gibi patlayıcı oyuncaklar satan satıcılar türedi. İlkokul çağı ya, bayram seyran olmasa da çocuklar başladı harçlıklarını böyle şeylere vermeye, gürültü yapmaya. Hatta okul çıkışı köy meydanından geçerkenki patlamalardan bütün hayvanat ipini koparıp sağa sola kaçışır oldu.

Köyün sözü dinlenen yaşlılarının bu patlayıcı oyuncak satıcılarının köye sokulmaması için muhtarı defalarca uyarmalarına, muhtarın da önlem alacağını söylemesine karşın satıcı sayısı gitgide arttı.

Artık öğlen araları, akşam paydosu saatleri sıkıntıya dönüşmüş, köylü ipini koparacak diye hayvanlarını uzak yerlere bağlamaya başlamıştı.

Çocuklar oyun olsun diye yapıyorlardı ama komşu köy muhtarlarının ve özellikle Erikli köyü muhtarının amacı başkaydı.

Köyün yaşlıları muhtarla bir daha görüştüler, hatta eski muhtarla, muhtarlığa aday olmuş köylülerle de görüştüler. Hepsini bir araya getirmeye, çare bulmaya uğraştılar; olmadı.

***

Bu arada olayları izleyen birileri daha vardı. Köyün birinci bekçisi Kani efe ile kır bekçisi ve gece bekçisi.

Bunlar sık sık toplantılar yapıyorlar, önlemler düşünüyorlar, hatta muhtarı da uyarıyorlardı. Ama çözüm bulunamıyordu.

Bir gece Kani efeyi uyku tutmadı; kalktı köy kahvesine gitti. Kır bekçisini de uyku tutmamış, gece bekçisinin yanına gelmiş çay içiyorlardı:

-Arkıdeşla! dedi, Kani efe; hayvan haşat ipini koparıyo, her bir şey telef oluyo. Bu muhtar Süloman satıcıları bile kovamadı, yönetimi ele alalım. Başka çare yok.

Nasıl nasıl? derken “Önce muhtarı etkisiz hale getirelim” dediler. Keza, eski muhtarı da yine üyeleriyle birlikte etkisiz kılmak uygun olurdu. Başladılar kapı kapı adam toplamaya. Bu muhtardı, bu üyesiydi; bu eski muhtardı, bunlar da onun ihtiyar meclisi üyeleriydi; aha bu da aday olduydu da seçilemediydi, derken; kim var kim yok toplandı, muhtarlık konukevine yerleştirildi.

Kilidi bozup dışarı çıkamasınlar, diye de kapının üstünden zincirle bağlandı.

Artık yönetim yetkisi ellerindeydi. Malum eski başbekçi Kani efe, sabaha karşı kendi sesinden bir duyuru yaptı:

-Diyerli Ekmekçi köylüleri, sevgili hemşerilem; gulanızı açın, dinlen! Pamık topluma, haman savırma, susam silkme işlerini böyünkü gün arı verilmiştir. Bundan sonu yollara çıkman, eenizde oturun.

Bu duyuru, olağanüstü hal ilanı ile sokağa çıkma yasağı getirildiği anlamına geliyordu. Köy önemli günlere gebeydi.

O gün patlayıcı oyuncak satıcılarının hiçbiri gelmemişti.

Yine aynı gün, elinde mantar, mantar tabancası, kızkaçıran olan ve olabilecek bütün çocuklar arandı. Bu çocukların ıslahı için köyün en dövüşken adamlarından şaplak ve kamçı ekipleri kuruldu.

Kani efe kendini genişletilmiş muhtarlık yetkileriyle donattı. Her geçen gün, yumuşak görünen kişiliğinin altında sert bir adam saklandığını belli etti. Hatta o denli insafsız davrandı ki, “Efe dövme şu çocukları diye” çağrıda bulunanlara:

- Dövmeyem de macun mu ikram edem gadeşim? diye çıkıştı.

***

Yeni muhtar Kani efenin getirdiği yenilikler bununla sınırlı kalmadı:

“Yüreğim yufka, dayanamıyorum” deyip birinci ve ikinci sınıf öğrencilerini dövenlere büyük cezalar getirdi. Ardından bütün birinci ve ikinci sınıfı üçüncü sınıfa yükseltti.

Çocuklar bir şeyler öğrenir de büyüyünce muhtarlığı elinden alırlar diye ellerindeki tüm tarih, masal, şiir ve öykü kitaplarını toplattı, köy meydanındaki havuza attırdı.

Yasaklar çocuklara getirilenlerle sınırlı kalmadı; köye okunacak gazete sokulmasını da yasakladı. Daha çok, hamamdan yeni çıkmış da esvabını sırtına geçirmeye fırsat bulamamış bayan resimleri basan gazetelerin girmesine izin verdi. Kahvelerde oturanlar birbirlerinden gazete isterken “Okudun mu?” yerine “Baktın mı?” diye sormaya başladılar.

Bu durum bilinmeyen kimi şeylerin ortaya çıkmasına da sebep oldu. Bakkal Bayram efe, dükkânın önüne sandalyesini atar, boş kaldıkça gazetesini okurdu. Bir gün baktık ki, sarışın bayanın ayakkabıları yukarda, saçları aşağıda.

***

Bunlar yaşanırken darbeci muhtar Kani efenin getirdiği yenilikler kültürel alanla da sınırlı kalmadı, siyasal ve ekonomik alanlara taştı:

Erikli muhtarı ile çok yakın arkadaşlık kurdu. Onun hiç bir ricasını kırmadı; köye ait terzi ve berber dükkânı ile has ekmek fırınının işletmesini, ticari yetenekleri çok deyip, mantar tabancası ve kızkaçıran satıcılarına verdi.

Köy arazilerinin Erikli köylülerine kiralanmasına, hayvanlarının başıboş ve sürüler halinde köy meydanından geçmesine, bizim köyün meralarında serbestçe yayılmalarına karşılıksız izin verdi.
Eriklililer, bizim bir kuzumuz sınırı geçse ceza kestiği halde, onların başıboş eşek sıpalarının ve taylarının köyün en yaylımlı meralarında yayılıp karın doyurmalarına da izin verdi.

Artık köy bizim köyümüz değildi; Erikli Köyü’nün bir parçasıydı.

Hatta Erikli muhtarının bacanağının köyü olan ufacık İzmeilköylüler bile çamışlarını bizim çayın kıyısında gütmeye, bizim çayda serinletmeye başladılar.

***

Kani efe kendi muhtarlığını tam güvence altına aldıktan sonra, konukevinin kapısını açtı. Ancak, içindekilere kahveden eve evden kahveye gidecek kadar serbestlik tanıdı.

IRGATLAR

Emekçiler akıyor sabah sabah
Beşer onar
Kentin alanlarına
Yürekleri tedirgin
Belirsiz bir bekleyiş içinde
Bakışları bulanık
Elleri şakaklarında
Ayakları çağrıya hazır
Kadınlı erkekli
Bir yanları üryan
Bir yanları yamalıklı
Güvenceden yoksun
Dünden bugüne
Sigortaları ise
Büyükten küçüğe
Hak getire

Mehmet AYDIN

ACININ GÖLGESİ

Kendi gölgesiyle sevişiyordu temmuz
Ay yok
Bulut yok
Gökyüzü yok

Acının pençesinde sevişiyordu gün
Baskının
Sömürünün rahminden
Sökün ediyordu gün

Aydınlanıyordu bir bahar dalı
Solgun yüzlerde
Ve acının gölgesinde parlıyordu
Özgürlük ateşi

Ahmet Yılmaz TUNCER



GİLİNDİRE DENİNCE
Arif YILMAZ

Gilindire, şimdiki adıyla Aydıncık, Toros dağların eteğinde, bir sahil kasabasıydı. Berrak havalarda, gündüz Kıbrıs’ın dağları, gece ise Girne’nin ışıkları görünürdü.

1940 ortalarında, Gilindire’de yüz kırk ya da yüz elli kadar ev vardı. Evlerde elektrik yoktu, su yoktu. Geceleri gaz lambası, fener, bazı ev ve işyerlerindeyse lüks kullanılırdı. Yemekler odun ateşinde, ekmekler de sacda pişirilirdi. Kullanma suyu ise ya kuyu ya da pınarlardan sağlanırdı.

Gilindire halkı çiftçilikle geçinirdi. Balıkçılıkla uğraşanlar da vardı. Balık, sallama ya da kamışla, yasak olmasına rağmen dinamitle de avlanırdı. Aslında balıkçılık yapabilmek için balık avlama karnesi, ilkbahar ve sonbaharda gece avlanabilmek için de izin almak gerekirdi. Yalnız Ömer Yılmaz’ın, karnesi vardı.

Tutulan balıkları satmak oldukça zordu çünkü herkes kendi ihtiyacını kendisi gideriyordu. Bir keresinde, Küçükalan’da, gündoğusunun etkisiyle birkaç metre yükseklikte dalgalar oluşmuştu. Karaya balık atıyordu. Çırpınıp duran balıklar çekilen dalgayla yeniden denizine kavuşuyordu. İşte böyle bir zamanda, ben de yarım sepet çupra ve kefal toplamıştım.

Yol, Gilindire çarşısını ikiye bölerdi. Denize bakan kısmında da kuzeyinde kalan kısmında da dükkânlar ve mağazalar vardı. Çarşının içinde, yol ikiye ayrılarak, biri iskele diğeri Anamur istikametinde devam ederdi. İki yolun arasında kalan üçgen biçimindeki yer, Cumhuriyet alanı olarak düzenlenmişti. Ortasında Atatürk büstü vardı. Milli bayramlarda, davullu zurnalı eğlenceler, geceleri fener alayı tertiplenir, havaların iyi olduğu zamanlar geç vakitlere kadar halk burada eğlenirdi.

İskele denize doğru, on metre kadar, bir taş yapı olarak uzanırdı. Beş altı tonluk mavnalar, bu iskeleye yanaşıp doldurulur ya da boşaltılırdı. Hepsi de insan gücüyle, kürekle gider gelirdi. Mavna ve kayıklar vapura ya da iskeleye sırayla yaklaşırlardı. Yükler on beş kadar hamal tarafından yüklenir ya da boşaltılırdı.

O yıllarda denizden Gümrük ve Tekel görevlileri sorumluydu. İskelenin güneyindeki iki katlı bina, İnhisar (Tekel) müdürlüğüne aitti. Gilindirelilerin, yayla köylerinin, Gülnar, Mut, Karaman ve Ermenek bölgelerinin tuz, sigara, kibrit, rakı ve ispirto ihtiyaçları Gilindire İnhisar Müdürlüğünce karşılanırdı. Gemiyle gelen mallar, Tekel ambarlarında depolanır daha sonra da develerle sevkiyatı yapılırdı. Yine Gülnar ve çevresinden İnhisarın görevli kişileri tarafından halktan kuru üzüm satın alınır, vapura yüklenmek üzere Gilindire’de ambarlarda bekletilirdi.

Liman Müdürlüğü olarak örgütlenen bu kurum, mıntıkası dâhilinde olan deniz ve karanın gözetimini yapardı. Liman Müdürünün görevleri arasında, limana gelen vapurların demir atma yerlerini belirlemek ve kalkış saatini ayarlamak da vardı. Gemi limana gireceği sırada müdür, ön kısmında denizcilik flaması, arkasındaysa Türk bayrağı takılı bir sandalda hazır bulunurdu. Müdürün düdüğünü çalmasıyla vapur demirini atardı. Yine müdürün işaretiyle gemi demirini toplardı. Ticaret vapuru ile Denizcilik İşletmesi vapuru bazen limanda karşılaşırdı.

Denizcilik İşletmesi vapurları, İstanbul yönünden on beş günde bir, Mersin tarafındansa haftada bir Gilindire limanına uğrardı. Bir aralık İstanbul tarafından gelen vapurlar önce Anamur limanına uğrar, oradan da Girne’ye geçerek Gilindire’ye gelirdi. Buradan da Mersin yönüne giderdi. Mersin yönünden gelenler ise, Gilindire’den Girne’ye gider, oradan Anamur’a gelirdi.

Gilindire’de bir de vapur acentesi vardı. Karadan yolculuk çok güç olduğundan vapurla yolculuk tercih edilirdi. Gemi limana girmeden önce yolcular biletlerini acenteden alırdı. Ben gerek öğrencilik gerekse öğretmenlik yaptığım yıllarda hep vapurla yolculuk yapardım. Acente aynı zamanda vapura yüklenecek ya da oradan indirilecek yüklerin işlemini de yapardı.

Gilindireliler hem kendi ihtiyaçlarını gidermek hem de ticareti yapmak için deniz tuzu toplardı. Oysa yasaktı denizden tuz toplamak. Tuzu toplatmamak için, İnhisar İdaresine bağlı korucular (bekçiler) sürekli kıyıları kontrol ederdi. Yakaladıklarını da jandarmaya teslim ederdi.

Çataltaş’ın güneyinde bir in vardı, adı da Koyunini. Buradan Küçükalan’a kadar olan bölgeye Tuzyalısı adı verilmişti. Gilindirelilerin büyük bir çoğunluğu işte bu yalıdan tuz toplardı. Kayalık ve denize düz olarak uzanan kıyı şeridindeki yalaklara dolan deniz suyu yaz sıcağında buharlaşarak tuza dönüşürdü. Halk bu tuzu keselere doldurup evlerine götürürdü. Boşalan yalaklar tekrar doldurulurdu. Serilip kurutulan tuz ise, daha sonra kullanılmak ya da satılmak üzere çuvallarda saklanırdı.

Yasak olmasına rağmen, tuz toplayanlardan biri de bendim…

EDEBİYATIMIZIN KEKİK KOKULU ŞAİRİ: ABDÜLKADİR BULUT

Mehmet ŞAHİNCİLEROĞLU

Mersin’in Anamur ilçesinin Akine Köyü’nde 1943 yılında dünyaya gözlerini açmıştı Abdülkadir Bulut. Sıkıntıyla dolu yaşamında merdivenleri yavaş yavaş çıkarken, kim derdi bir gün Milliyet Sanat Dergisi’nin düzenlediği “1974’ün En Başarılı Genç Şairi” yarışmasında “Övgüye Değer Genç Şairler”den biri seçileceğini. Ama bazen hayatın sürprizlerle dolu olduğunu unutmamak gerekti. Belki, bu onun içinde bir sürpriz olmuştu. Kim bilir…

O, 42 yıllık hayatına 7 şiir, 2 çocuk romanı kitabı sığdırmış, Cemal Süreya’nın deyimiyle tam bir “Kasabalı Lorca”dır. Kullandığı halk motifleri, kendine özgün şiir dili, O’nun toplumcu bir şair kimliği kazanmasını sağlar. Şiirlerinde kullandığı yerel söyleyişlere evrensel bir boyut kazandırmıştır. Yani, yerel dili evrensele taşımış bir şairdir Abdülkadir Bulut.

Onun hayatında İstanbul’un önemli bir yerinin olduğunu vurgulamadan geçemeyeceğim. Çünkü İstanbul’da bulunduğu süre içinde birçok ek iş yapmıştır. O, hem öğretmen, hem yayınevlerinde düzeltmen, hem de dergilere eleştiri, söyleşi, kitap tanıtma yazıları yazan biridir. Ek işler yaparken birçok edebiyatçı tarafından tanınmaya başlar. Şunu ta belirtmekte yarar var, İstanbul gibi bir şehirde yaşaması O’nun edebiyat çevresinde daha çok tanınmasını sağlar.

Halk kültürünü çok iyi bilen ve yazdığı şiirlerde halk kültüründeki yerel deyişleri çok iyi kullanan şair, toplumcu şiir anlayışına yeni bir soluk getirerek yerelden evrensele ulaşmış bir toplumcu şair kimliği kazanır. Doğa ve insan sevgisini, şiirlerinde Yörük motifli kilimler gibi dokuyarak, Toroslar’dan Akdeniz’e uzanan Taşeli kültürünü, toplumsal bir duyarlılıkla bir bir işlemiştir. O’nun şiirlerinde umutsuzluğa yer yoktur. Derin bir doğa ve insan sevgisi, yurt sevgisi, vatan-millet sevgisi, memleket sevgisi kokar Toroslar’ın eteklerindeki kekikler gibi O’nun şiirleri.

“Nasıl tanırsa bebek/Kokusundan anasını, babasını/Şairin hası da işte öyle tanımalıdır yurdunu.” dizeleriyle dile getirdiği şair duyarlılığını, “Tılsımı her an bozulacakmış gibi/Sarmalıyız hayatı.” dizeleriyle yaşam sevgisi, “Yolum düşünce Anamur’a/Göğüs kılları yenice büyümüş/Mısır sulayan delikanlılarla/Ayaküstü bir şeyler konuşmalıyım/Tarlalara akan sulara bakarak./Yolum düşünce Anamur’a/Kökleri dahi sökülerek yakılan/Ilgın ağaçlarının duruşundan/Bir şeyler katmalıyım hayatıma.” dizeleriyle memleket sevgisini, “Mayıs 77 Taksim alanında/Hayatımıza sıkılan kurşunları/Ve yaşlı akrepler gibi/Üstümüze yürüyen panzerleri/Vakit çok dar demenden/Arkamı soğuk taşlara vererek/Ve hiçbir sözcüğü yutmadan/Anlatmalıyım köylülerime.” dizeleriyle toplumsal duyarlılığı vurgulamıştır. O, çocukları hiç ihmal etmez. “Yeniden dönersem Mersin’e/Yine böyle bir Temmuz günü/Uçurtmalar almalıyım mutlaka/Çocukların oyunlarındaki güzelliğe/Karıştırmak gökyüzünü.” diyerek çocuklara olan sevgisini anlatır.

Toroslar’ın eteklerindeki yarpuzların, kekiklerin kokusudur Abdülkadir Bulut şiirleri. İnsanla doğanın geleceğe umutla bakarak kucaklaşan ölümsüz dizeleridir Abdülkadir Bulut’un şiirleri.
“Sen Tek Başına Değilsin” den “Acılar Yurdumdur”a, “Yakımlar”dan “Gözyaşları da Çiçek Açar”a kadar birçok yapıta imza atmıştır Abdülkadir Bulut. “Varlık”, “Türk Dili”, “Doğrultu”, “Soyut”,“Forum”, “Milliyet Sanat Dergisi”, “Gösteri”, “Çocukça”, “Öykü” gibi dönemin önemli dergilerinde yazıları, şiirleri yayımlanan Abdülkadir Bulut, edebiyatımızın en önemli isimlerinden birisidir şüphesiz.

9 Ağustos 1985 yılında, hayatının en verimli çağında, “Heder ettin beni bu yaşta/Sen ey güzel İstanbul/Çekip gidiyorum işte.” dizeleriyle, sevenlerine saçma denebilecek bir kazayla veda ediyordu Abdülkadir Bulut.

Edebiyatımızda hak ettiği yere, yeteri derecede sahip çıkılmadığından henüz ulaşamayan Abdülkadir Bulut’u, hak ettiği yere ulaştırmak bizlerin elinde. Ne büyük bir değer yetiştiğinin farkına varılsın yeter! Daha 16 yaşında iken ünlü şairler ile adı birlikte anılan, geride bıraktığı eserlerle sevenlerinin gönlünde taht kuran, bu değerli şair ve yazarımızın eserlerini ve mirasını yaşatmanın artık vakti gelmiştir.

Ona sahip çıkmak, onu edebiyatımızda unutulmazlar arasına sokmak, yeteri kadar tanıtmak, sadece bir şair değil, onun yazarlık kimliğiyle de tanınmasını sağlamak, bunu genç nesillere aktarmak bizlerin elinde! Artık, bunca zaman yeteri kadar sahip çıkılmayan Toroslar’ın Kekik Kokulu Şairi-Yazarı Abdülkadir Bulut’a sahip çıkma zamanı!..

Sonsöz olarak şunu belirtmekte yarar var. Değerli yazarlar Saadet Bilir ve Ali Bilir, “Abdülkadir Bulut “Kasabalı Lorca” Yaşamöyküsü, Şiir, Söyleşi ve Mektupları…” adlı, Abdülkadir Bulut’un biyografisini anlatan bir esere imza atarak, Abdülkadir’i daha yakından tanımamızı, onun eserlerine sahip çıkmamızı, gelecek kuşaklara tanıtılmasını, edebiyatımızda hak ettiği yere ulaşmasını sağlamak için kapsamlı bir çalışma hazırlamışlar.

Saadet Bilir ve Ali Bilir’e böyle bir eseri bizlere kazandırdıkları için ne kadar teşekkür etsek azdır.

Yazımı Abdülkadir Bulut için yazmış olduğum bir şiirim ile noktalamak istiyorum.


BÖYLE DE ÖLÜNÜR MÜ?
Abdülkadir Bulut’a,

Elinden tutarak büyüttün sözcükleri
Kök salmış koca bir çınar gibi toprağa.
İlmek ilmek dokuyarak hayat verdin
Unutulmaya yüz tutmuş yurdumun geçmişine.
***
Sık sık dokuduğun kilimlerin
Rengârenk motifleriydi yüreğin.
Taşeli’nde umman bir denizdin
Ulaşılması zor, koca bir dünya.
***
Seninle dile geldi Toroslar’da kekik kokusu,
Anamur’da hayat buldu Akdeniz’in dokusu,
Edebiyat dünyamızın düşünce okyanusu,
Anadolu’mun Taşelili Abdülkadir Bulut’u.
***
Öyle sessizce çekip gitmek yakıştı mı sana?
Kim anlatacak Toroslar’dan Akdeniz’e Taşeli’ni bana?
Kızıyorum, en verimli çağında elvedâna!
Böyle de ölünür mü zamansız USTAM?


“CUMHURİYET TÜRK MUCİZESİ” (*)
Hasan AKARSU


Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler, Diriliş adlı iki romanından sonra, “Cumhuriyet/Türk Mucizesi” adlı belgesel romanını yazdı. Romanı bitirdiğimizde, Cumhuriyet’in ne değin zor koşullar altında gerçekleştirildiğini daha iyi anlıyoruz.

Kuvayı Milliye ruhunu, özgürlüğü, toplumsal uyanışı, yokluk ve yoksulluk içinde başarıya giden yolu, bilimselliği, karşıcı yazarların “sahte tarih” yaratma çalışmalarını, akıl ve yurtseverlikle yola çıkanların başarılarını buluyoruz Cumhuriyet’te. Müslüman ülkeler, dünya ülkeleri de şaşırıyorlar bu mucize karşısında. Emperyalizmin kuklası olan Yunanlıların geri çekilirken yakıp yıktıkları Anadolu, karşıcı yazarlardan Refik Halit, Ali Kemal, Kurtuluş’u destekleyen yazarlardan Halide Edip, Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Ruşen Eşref, Asım Us geliyor gözlerimizin önüne. Meclis’teki gelenekçilerin Mustafa Kemal’den kurtulma savaşımları, öte yandan, Mudanya Antlaşması’nı başarıyla gerçekleştiren, Trakya’yı savaşsız kurtaran İsmet İnönü daha çok büyüyor gözümüzde.

İsmet İnönü, Lozan Antlaşması’nın önderi olarak, Batı’yla yüzyılların hesabını görüşüyor. Türkiye’nin yıkıma uğratıldığını, özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı istediğimizi vurguluyor. Lord Curzon’a şu sözleri söyletirken düşünüyoruz İnönü’yü:”…En nihayet şu kanaate vardık ki ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nerden bulacaksınız?...İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz…”. Lozan’da kapitülasyonlar kaldırılıyor, Osmanlı’nın borçları için ödeme planı kabul ediliyor, İstanbul ve Çanakkale Boğazları boşaltılıyor. Meclis’te Padişahlık kaldırılırken, Vahidettin İngilizlere sığınıyor. Ali kemal yakalanıp linç ediliyor. Türkiye, “haklı bir savaştan güzel barışa” doğru yol alıyor, “Duru güzel, kültürlü sesiyle” Mustafa Kemal’in. O ki, gerçek kurtuluş için bilim ve eğitimi göstererek, kadın haklarını, karma ekonomiyi savunarak başarıyı yakalıyor. Çünkü aldığı mirası iyi biliyor:”Devraldığımız maddi miras yazık ki yoksulluk, gerilik, ilkellik, bilgisizlik. Bunları da yeneceğiz” diyor. İstanbul’da gösterilen “Ateşten Gömlek” filminde, ilk kez iki Türk kadını rol alıyor. 1. Meclis, yurdumuzun kurtarıcısı. 2. seçimler yapılıyor ve 2. Meclis, devleti düzenleme görevini üstleniyor. Kurtuluş kutlamaları başlıyor illerimizde. Ankara, başkent oluyor. Cumhuriyet ilan ediliyor. Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanı seçildikten sonra söyledikleri, ulusumuzun önünü açıyor, umudunu tazeliyor:”…Milletimiz liyakatini, yeni rejim sayesinde, uygarlık alemine daha kolaylıkla gösterecektir. Hep beraber ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır…”

Mustafa Kemal, yurtsever Türk Ulusunun yoksulluğu, bilgisizliği yeneceğine inanıyor. Önünde uzun ve yorucu bir yol olduğunu biliyor. Bugünümüzü anlamak için okumalıyız Cumhuriyet romanını. Yüzyıl öncesinde de ülkeyi bölmek için aynı oyunların oynandığını görmek için okumalıyız.

(*) Cumhuriyet/ Türk Mucizesi- Turgut Özakman, Belgesel Roman, Bilgi Yayınevi, 34. Basım, Ekim 2009, 436 s.


ÖYKÜ UMUDA YOLCULUK
Mustafa B. YALÇINER

Bastonuyla vuruyordu adam, derme çatma kapıya. “Oğlum, iki aydır sadece yaşlılık aylığına kaldım. Onunla da geçinemiyorum. Ödeyemediğin kira nedir ki! Öte başı on lira. Valla, bak talebe falan demem, atarım dışarıya. Sana bir hafta süre. Ya kirayı ödersin ya da çeker gidersin” diye bağırıyordu.

Kapı açıldı. Uzun boylu, zayıf bir delikanlıydı yaşlı adamı yanıtlayan. “Tamam, dayı. Bugün kasabaya, amcamlara gideceğim. Dönüşte ödemeye çalışırım, kiranı.”

Ev sahibi,“Fesüphanallah” diyerek uzaklaştı oradan.

Yaşlı adamın istediği, arabacılık yaptığı yıllarda atını bağladığı ahırdan bozma odanın kirasıydı. Helâsı dışarıda; banyosuysa odanın bir köşesindeydi, yerden azıcık yüksekte, üzeri şaplanmış. Bir de kurşun boru yerleştirilmiş, duvardan açılan deliğe.

Delikanlı, “Hey Tanrım, ne biçim çile bu böyle! Elleri bağlı, bir kör gibiyim. Nasıl ilerleyeceğim bu yolda,” diye söyleniyordu.

İki yıl önce kaybetmişti babasını. Ağabeyi de askerdeydi. Birkaç kez okulu bırakıp, köyüne dönmeyi bile düşündü. Terk etse ne yapacaktı? Tarlası yoktu ekip dikecek, sandalı yoktu balıkçılık yapacak! Yoksulluk batağında çırpınıyordu köylüleri de. Kim tutacaktı onu elinden!
Tek dostu, sabrıydı delikanlının. “Her gecenin bir sabahı vardır” diyordu sürekli. “Ama ileride kesinlikle acısını çıkaracağım bu günlerin.”

Tek umudu amcasıydı şimdi. “Belki” diyordu “belki amcam biraz para verir. Yengemin yemeklerini de çok özledim. Ne zamandır doğru dürüst bir şey girmedi kursağıma. İki gün adam gibi yemek yerim. Çamaşırlarımı yıkatır, sıcacık bir evde ödevlerimi yaparım. Amcam cebime bir de yirmilik sokuverirse, değme keyfime! Bakkala borcumu, ev sahibine de kirayı öder, kalanla idare ederim. Ne kaldı ki şunun şurasında sömestr tatiline! Birkaç gün erken gider, birkaç gün de geç dönerim, çalışırım yine kahvede.”

Bavulu elinde çıktı odadan. Okul yolu üzerinde tanıdığı bir bakkal vardı; ona uğradı, tedirgin bir kuş gibi. Müşterilerin gitmesini bekledi bir süre.

“Sadık Amca, şey, bana beş lira borç verebilir misin? Pazartesi okul dönüşü öderim,” dedi delikanlı, boynu bükük.

Bakkal, gözlüğünün üzerinden baktı. “Bana bak, Oğlum Nevzat” dedi “sinemaya gideceksen vermem, ona göre.” Yalvaran gözlerle baktı, liseli. “Valla, sinemaya falan gitmeyeceğim. Bak, bavulum da elimde. Hafta sonunu amcamlarda geçirmek istiyorum. Yol parası gerek de” dedi utangaç bir ses tonuyla.

Bakkala teşekkür ederken pırıl pırıldı gözleri Nevzat’ın. Tuttu garajın yolunu. Kebapçının önünden geçerken, durdu bir an. Tükürüğünü yuttu ve hızla uzaklaştı oradan.

Garaja yaklaşıyordu, ev sahibini gördüğünde. Bir an, yatağı ve tahta bavulunun evin önüne konulduğunu düşündü, içi sızladı. Hemen yolunu değiştirdi.

Bindi otobüse. Yaşlıca bir adamın yanına oturdu, selam vererek. Uzattı kâğıt beşliği şoföre. Aldığı bozuk parayı saydı. Dört lirası kalmıştı.

-Yolculuk nereye, delikanlı?
- Kızılkaya’ya.
- Güzel kasabadır. Oralı mısın?
- Hayır. Amcam var orada, ilkokul öğretmeni. Yanına gidiyorum.
-Peki, sen ne iş yaparsın?
- Lisede okuyorum, son sınıfta.
- Ne olacaksın ileride?
- Kazanabilirsem, yatılı bir yüksekokulda okumak ve öğretmen olmak istiyorum.

Otobüs, portakal bahçelerini geride bıraktı, artık girmek üzereydi kasabaya. Şimşek çaktı uzaklarda. Kızılkaya’nın üzerinde kara bulutlar dolaşıyordu. Palmiyeler, okaliptüsler sallanıp duruyordu lodosla. Hemen aşağıda, denizin dibi oynamıştı sanki. Dev dalgalar dövüp duruyordu kayalıkları.

Nevzat indi otobüsten; ceketini ilikledi, yakasını da kaldırdı. Fırtınayla boş karton kutular sürükleniyordu sokakta, naylon torbalar ise kanatlanmıştı.

Liseli, girdi bir bakkala. İlkokulun yerini sordu.

- Okul az önce dağıldı. Ne yapacaksın ki?
- Amcam, orada öğretmen de.
- Adı ne amcanın?
- Umut Solak.
- Tanırım onu. Dün göçtü buradan; solcuymuş, sürdüler Doğu’da bir yere.
- Şaka yapıyorsunuz, değil mi?
- Bu işin şakası mı olur? Gitmeden önce bana uğradı; borcu vardı, gittiği yerden göndereceğini söyledi. İnanmazsan, adresini vereyim, şuraya çekmeceye koymuştum. Buldum işte. Al, bak.

Gök gürledi. İri damlalar düşmeye başladı. Nevzat’ın içinde bir deprem oldu, göçüverdi dünyası. Gözlerindense sicim gibi yaş dökülüyordu sessiz sessiz.

- Ne oldu, delikanlı, her memurun başına gelir böyle şey. Neden ağlıyorsun ki?

Yanıtlayamadı, Nevzat. Çıktı dükkândan. Yolun karşısına geçti. Durakta, mendilini çıkardı, kurulamaya çalıştı saçını. “Kara gün kararıp da kalmaz ya” dedi.
Baktı ıslak gözlerle, otobüs geliyor mu diye…


17 Eylül 2010 Cuma

GERÇEMEK SAYI 23




GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Eylül 2010
İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 4
Sayı: 23

Gerçemek,
kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.



SUMAK (Rhus coriaria)


Toroslar’ın sahilden uzak kesimlerinde yetişen, 2 metreye kadar boylanabilen, kışın yaprak döken, çalı görünümünde bir bitkidir. Derin çizgili yapraklarının kenarları girintili çıkıntılı olup, uzun, sivri ve tüylüdür. Üzüm salkımı halinde beyaz çiçek açar. Güze doğru bu çiçekler kızıla çalan, ekşi, kırmızı mercimeğe benzeyen meyvelere dönüşür. Etli kısmın içinde kahverengi çekirdeği vardır. Bu tohumlar toplanıp, güneşte kurutulur sonra da öğütülür. Elde edilen toz sumak, baharat olarak kullanılır. İştah açıcıdır. Paçanın vazgeçilmezlerindendir.

Karacaoğlan da bu konuda şöyle der:

“Seherden evvel de ekşili paça
Limon bulunmazsa sumak isterim”

Kokuyu azalttığı için de soğan salatasında kullanılır.
Hazmettirici ve kurt düşürücü özelliği olduğu söylenir.
Sumak yaprağı deri tabaklamakta kullanılır. Bununla ilgili olarak da yöremizde şöyle bir atasözü vardır:
“Keçinin sumağa yaptığını sumak da derisine yaparmış.”
EDİTÖRDEN


OSMAN ŞAHİN ve DARAĞACI AVI
Mustafa B. YALÇINER

Darağacı Avı, Can Yayınları’ndan Ağustos 2010’da çıkan, okurun büyük haz alacağı türden, müthiş, hepsi de birbirinden çarpıcı, usta işi dört öykünün yer aldığı bir Osman Şahin klasiği.
Kitaba adını veren ilk öykü Darağacı Avı, bir başyapıt, diliyle biçemiyle tam bir Osman Şahin öyküsü.
Darağacı Avı mekân ve ana kişi Miran’ın tanıtılmasıyla başlıyor. Miran, dere kıyısındaki çalılıklar arasına yüzükoyun uzanmış, eli tetikte, ilk akşamdan beri babasıyla amcasının katili ve evlenmeyi düşündüğü Hori kızı da kaçıran Hamey’i beklemektedir. “Yıllardır beni yaşatan tek duygu bu alçağı öldürmekti,”diyor Miran. Osman Şahin de onun bu duygusunu şöyle dile getiriyor: “Bu duygularla nice oyuklara girmiş, pusulara yatmıştı. Her defasında da tetikteki parmağı aç kalmıştı…”
Miran, tek kurşunla devirdiği Hamey’i atın sırtına sıkıca sarıp sarmalar ve zifiri karanlıkta, atın yuları elinde, çalılarla kaplı, eğri büğrü yolda, tepeye doğru tırmanmaya başlar. Şafak sökerken de Ardıçlı Tepe’ye varır.
Sevgilisi Hori ile bir zamanlar buluştuğu ardıcın dibine çeker atı. Ölüyü ayak bileklerinden kalın bir dala sıkıca bağlayıp, sallandırıverir onu.
Öyküde mekân, aşağıdan yukarıya doğru bir seyir izlemektedir. Aşağıda, Miran yıllardır kurduğu hayaline kavuşmuş, ağır bir yükten kurtulmuştur. Ama yukarısı, Ardıçlı Tepe tam bir kâbusa dönüşür. İnsanlığını yitirir Miran. İntikam seline kapılmıştır. Ne biçim bir öfke, ne biçim bir öç alma duygusu! Bir insan bu denli nasıl gaddarlaşabilir! Miran’ın duygu dünyasının daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacak, öykü içine serpiştirilmiş bazı cümleler: “Bu dalda çürüyüp dökülecek… Tırnakları sökülünceye, parmakları kopuncaya kadar bekleteceğim onu… Kurtlar yiyip bitirinceye kadar kurutacağım onu… Hori kıza dokunan parmakları doğrayacağım…”
Hava da oldukça sıcaktır. Günlerdir baş aşağı sarkıtılan ceset çürümeye başlar. Ölünün ağzına yüzüne sinekler çokuşur, kurt kaynamaya başlar her yanı. İnsanın burnunun direğini sızlatan bir koku sarar Ardıçlı Tepe’yi.
Uykusuz ve yorgun Miran gözlerini kapar kapamaz, ölünün canlandığını sanarak fırlar yerinden. Ölüye olan zulmü arttıkça, kendi korkusu da büyür içinde. En çok da geceleri korkar. Ölünün yarı açık gözleri huylandırır Miran’ı. “Hiç ölmemiş gibi, şu pezevengin gözlerine bak! Ölü dediğin ölü gibi bakar. Buysa canlıymış gibi bakıyor.”
İçindeki öfke denizi, günler geçtikçe limanlaşacağı yerde ekşimiş ayran gibi kabarmaktadır. Azgınlaşmış, söz dinlemez biri olup çıkmıştır. Miran dibi oynamış öfke denizinde debelenmektedir. Oradan geçmekte olan yaşlı adam da, oğluna istemeye istemeye azık ve su getiren ana da Miran’ın ölüye eziyet etmemesini ve onu bir an önce gömmesini istemektedir ama düşmanını öldürdüğü halde kini bir türlü geçmeyen katil, ikna olmaz. “Onu her gün ölü görmek hayat veriyor bana… Hayır bu adam gömülmeyi hak etmedi daha… Zamanı gelince, öte dünyaya iskeletini uğurlayacağım,” deyip durmaktadır.
Miran’ın ölüyü bu şekilde kaç gün beklettiği pek anlaşılmıyor; yazarın kullandığı, “Birkaç gün sonra…” ya da “Günlerdir…”gibi zaman zarfları da yetmiyor, bunu anlamak için.
On dört sayfalık öykünün sonuna doğru, Osman Şahin kültürel bir öğeden yararlanarak Hori’yi getirir kocasının ölüsünün yanına:
“…Hamey’in atıydı. Sırtında kanlı semeri, başında yuları, koşum takımları yoktu. Öldürülen sahibinin her yere sinen kokusunu alarak bulmuş olmalıydı Ardıçlı Tepe’yi… Hamey’in atı gibi soylu cins atlar binicisiyle birlikte kaybolmuşsa, eve binicisiz dönmüşse, ev sahipleri, atı boş bırakırlar, ardından usulca izlerlerdi onu. At, sahibinin öldürüldüğü yeri bulup tanıyabilirdi.”
İntikam hırsıyla yanıp tutuşan Miran, uzun uğraşlardan sonra öç ve nefret duygularıyla çıkar kadının üstüne. Bu sahneyi de şöyle betimler, usta Öykücü Osman Şahin: “İçindekini yeterince öldüremediği için, düşmanının fiziksel ölümü de yetmez olmuştu ona. Ağır ağır sallanan ölüden günlerden beri alamadığı öcünü asıl şimdi almak istermiş gibi, düşmanını küçük düşürmenin, aşağılık duygusunun umarsız hıncıyla yüklendi kadına…”
“Ölünün parlayan gözleri ağır ağır kapandı. Asıl şimdi ölmüş gibiydi,” cümleleriyle de bitiyor Darağacı Avı.


***

İkinci öykü “Sarı Yatak”, ağalık ve köy gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Yazar, mekân ve kahraman olarak da öğrencilik ve öğretmenlik yıllarının bir kısmının geçtiği, bu nedenle de çok iyi tanıdığı Güneydoğu Anadolu’yu seçmiştir.
Olay, Mardin ili Ömerli ilçesine bağlı Bamedi Köyü’nde geçer. Suyun cimri, güneşin cömert olduğu bir mekândır, burası. Köy, ilçeden bir hayli uzakta kurulmuş; yarı yola kadar ciple, ondan sonra da at ya da katır sırtında gidilir. Köyde tek bir ağaç, tek bir yeşerti yoktur. Çeşme nedir, pınar nedir bilmez Bamedililer; sarnıçta biriken, gübre şerbeti renginde, kekremsi suyu kullanırlar. “Bamedililer suya hasret, güneşe düşmandı. Güneş orada sudan güçlüydü. Su ekmekten önce gelirdi,” der yazar da.
Öykü, sarnıç başında bekleyen köylülerin ve sarnıcın betimlenmesiyle başlar. Sarnıç kapağı kilitlidir. Anahtar da Ağa’nın elindedir. Sabah erkenden gelen köylüler, uzun kuyruklar oluşturur ve Ağa’yı beklemeye başlarlar. Su, Ağa için bir tehdit aracıdır. “Onu bunu dinlemem, akşam sarı yatağı isterem. Getirmezsen, sarnıçtan damla su vermem” der marabası Faraç’a.
Faraç, yatalak anası için bir sünger yatak getirmiştir Suriye’den. Ağa’nın karısı da bu yatağı ister. Affan çağırır marabasını, “Getir yatağı” der. Faraç kabul etmez. Ağa hakaretler, tehditler yağdırır köylüsüne. Nuh der peygamber demez maraba. Öfkelenen Ağa, basar tokadı. Faraç da çeker silahını. “Koruma duygusuyla birden önüme geçince, kurşunu o yedi, ben kaldım. Karayazı…” diye açıklar Ağa karısının nasıl öldürüldüğünü.
Ömerli ilçesi savcısı, hükümet tabibi, başyazman ve otopsi yardımcısı sabah erkenden yola çıkarlar ve öğleyin gelirler köye. Onları komşu Rişmil Köyü karakol komutanı karşılar. Ölen kadına otopsi yapıp, rapor düzenlenecektir. Affan Ağa’nın evine varırlar. “Oda tabanına serilen hasırın üstüne öldürülen kadının cesedini uzatmışlar, üstüne de beyaz bir çarşaf örtmüşlerdi.”
Affan Ağa direnir, otopsi yaptırmak istemez. Hatta tehdit eder gelen memurları: “Hayır. Eğer avradımı kesip biçerseniz, dışarıdaki köylülerime emir vereceğim. Az sonra burada kan gövdeyi götürecek, haberiniz olsun,”der.
Böyle dese de, Ağa’nın devlet otoritesi karşısında nasıl da yelkenlerini indirdiğini görürüz. Ayrıca Savcı Fikret Beyin bakış ve sözleriyle, çocuk yaşta bir kadının, dedesi yaşında, çok eşli Ağa ile evlendirilmesinin kınanmasına tanık oluyoruz. “Baktı ölünün yüzüne. Ve bir an çarpılmış gibi oldu. Ne yapacağını bilemedi. Bir yerdeki genç ölü kadının yüzüne, bir de sırık gibi uzun boylu yaşlı ağanın yüzüne baktı. Henüz kadınlaşmamış, çocuk yaştaki bu kadın dedesi yaşındaki bu adamın nasıl karısı olabilirdi. Ölü Pero’nun çocuksu, temiz yüzü, saflığın, duruluğun yüzüydü. Onca sefaletin içinde bu güzellik ne arıyordu? Derinden etkilenmişti savcı.”
Yaklaşık bir günlük bir olayın tam on dokuz sayfada anlatıldığı öykünün sonundaysa, Bamedi Köyü’nün sahibi Affan Ağa, “Ayrıca ben, küçükten beri ağalık gelenekleri içinde doğmuş büyümüşem. Ağalık, her daim haktır, istemektir afandi,” der. Osman Şahin ise haksız yere istemenin Ağa’nın başına neler açacağını, köylülerin hepsi için emrin demiri kesmediğini gözler önüne serer. Haksız yere dayak yiyen, köle muamelesi gören köylünün ağasına karşı gelmesi ve dayanamayıp, silah çekmesiyle de her kuşun etinin yenmeyeceğini vurgular.


***

“ Üç Kişiydiler. Üçü de ak saçlıydı… Erkekler meclisinde otururlar, saygı görürler, tütün tabakası taşırlar, cigara sarar içerlerdi… Masal analarıydı onlar. Ağızları birer anlatı yorgunu, söz akarı ve söz büyücüsüydüler. Adları Kara Hapa, Sultan Ana ve Ümmülü Ana’ydı. Toros gecelerinde bir oda dolusu insana bitmez tükenmez öyküler, masallar anlatırlardı… Konuları farklıydı… Üçü de insanın hiç değişmeyen yanlarına vurgu yapar, ihanetleri kötülerken, iyiliği öne çıkarır, överlerdi…” İşte böyle tanıtıyor Bey Analar’ı, Osman Şahin.
Okur, kendini Toroslar’da bulur bu öykülerde. Köy gerçeğine, köyün geçmişine ve insanlarının duygu dünyasına bir yolculuğa çıkar. Üç öyküden oluşan Bey Analar’ın satırlar arasında gezinirken de tarihi bilgiler yanında insanı tanır, okur.
Kara Hapa, köyün ağıtçısıdır. Birileri ölünce ilk onun haberi olur. Kara Hapa ölünün başucuna oturur. ““Ağıda başlamadan önce eline, yüzüne biraz kan sürerdi Kara Hapa. Kan, ölümle bilinmezin işaretiydi. Ağıt ise sesin siyaha dönüşmesiydi. Kara Hapa, saç örgülerini çözünce, diğer kadınlar da saç beliklerini çözerler, yas mendillerini alınlarına sararlardı. Kara Hapa, ölünün özel eşyalarına dokunur, bakar, koklar, duygulanır, günlük yaşamından ayrılarak bambaşka bir duygu düzenine geçerdi… Sonra gaipten bir çağrı, bir ses almış gibi titremeli sesi duyulur, başını ileri geri sallayarak, içe işleyen iniltiler çıkararak, sesini alıştıra alıştıra tutkuyla başlardı ağıda…”
Odayı doldurup taşan, kapı eşiğine hatta dışarıya oturan kadınlar, Kara Hapa’nın yakımından, davranışından etkilenir, duygulanır, birbirlerine sarılır, hıçkıra hıçkıra ağlarlar.
“…Kara Hapa, yalnızca ölen kişinin ağıdını yakmazdı. Herkesin geçmişinde ağıdını yaktığı, acısını çektiği ölüler vardı. Onları da ağıda katardı. Geçmiş ölülerin adlarını teker teker saydıkça çığlıklar yükselirdi.”
Kara Hapa yalnızca iyi insanların ağıdını yakmaz, övmez Bazen kötü insanları da anlatır, yerer onları. Köylülerin, “Günah için yaratılmıştı, onsuz hayat daha emniyetli” dedikleri Sefer Veli’yi öyle bir hicveder ki Kara Hapa, okur da insanın böylesini ilk kez duydum, der.
Sultan Ana, köyün yakımcısıdır. Seferberlik günlerini anlatır. Köy boşalır, çoluk çocuk, yaşlılarla kadınlardan başka kimse kalmaz. Yemen’e Lübnan’a gidip dönmeyenler anlatır. Sarıkamış’a, Van’a, Filistin’e gidenlerden haber alınamamış. Tarlalar ekilmez, harman sürülmez, değirmen taşları dönmez olur.
“Sefalet girince, namusun, törenin, ahlakın da ipleri gevşer oğul. İki avuç un için gidip değirmenciye uçkur çözenlerimiz oldu. Zayıflık gösterdiler. ‘İt yavuzsa yat önünde yuvarlan,’ dediler.
Ortalığı haydut sarmış; gündüzleri kapılar açılmaz olmuş. Şehit haberleri üst üste gelmeye başlamış köye. “Dört dul alan cennete gider,” sözü çıkarılmış. İmamlar da üçer dörder şehit kadınlarıyla evlenmiş. “Kör Hafız’ın bile dört çocuğu oldu.”
Savaş bitince, geri dönüşler başlar. Yüze yakın insandan ancak yirmi biri geri döner. “Kimin kolu, kiminin bacağı yoktu. Sağır ve kör olanlar vardı.”
Onların gelmesiyle, köy yeniden eski halini almaya başlar.
Ümmülü Ana, yaşanmış öyküler anlatır. Mersin’in Fransızlar tarafın işgal edilmesiyle baş gösteren olayları anlatır. “İki kulağımın duyduğunu, iki gözümün gördüğünü tek dilimle anlatacağım,” der Ümmülü Ana.
Fransızlardan yüz bulan Rumlar, Ermeniler silahlanırlar, milisler oluştururlar. Aslanköy’de yaşayan dört Ermeni de köyü terk ederek onlara katılır. Kereste tüccarı Corci, Fransızların gelmesiyle şımarır. Kesim işinde çalıştırdığı Aslanköylülerin parasını ödemez. Onlar da hızarda ne varsa el koyarlar. Buna çok öfkelenen Corci, oluşturduğu müfrezeyle köyü basmaya kalkar. Çatışmada adamlarıyla birlikte öldürülür. Köyden kaçan dört Ermeni de ölenler arasındadır.
Fransızlar Yolçatı Köyü’nü işgale karar veriler. Köyde yalnızca otuz kadar yaşlı erkek vardır. Savaş görmüş bu ihtiyarlar kuracakları bir tuzakla köyü koruyacaklardır. Köyün Ağası Abdullah çıkarı uğruna durumu gizlice bildirir Fransızlara. Abdullah’ın da içinde bulunduğu köylüler beklemeye başlar. Fransızlar köyü basar ama tuzak işe yaramamıştır. Abdullah hariç tüm erkeklerin kulakları keserler. “Kesik kulaklarının yeri görülmesin diye, başlarına ince bir poşu sararlar, poşu uçlarını çenelerinin altında düğümler, sonra da başlarına şapkalarını geçirirlerdi. Yaz kış böyleydi bu…”
Mersin’in kurtuluş günü kutlamalarındaysa, Abdullah evinden çıkamaz olmuştur…

***

“Çatal Celal”, kitaptaki son öykünün adı. Öyküde Çatal Celal’in, yeğeni Mızrap ile karlı bir günde, Osman Şahin’in doğup büyüdüğü, gittiği her yere de yüreğinde götürdüğü Aslanköy’den Başpınar Köyü’ne yaptığı gece yolculuğu anlatılmaktadır.
Yazar, köyünün kahvelerini, lokantalarını seriyor gözler önüne. Elinde bir kamera gösteriyor köy gerçeğini. Okuru çekiyor öykünün içine, ona adeta bir film izlettiriyor.
Toroslar’da yarım metreyi bulmuş kar kalınlığı. Yağış da süreceğe benzer. Mızrap, karısı için sigara, çay ve şeker almaya gider Aslanköy’e. Veresiye yapar alışverişi. Dönüş için kendine bir yoldaş aramaya başlar. Kahveye girer. Bulamaz kimseyi. Canı çay ister ama parası yoktur. Ismarlayan da olmaz. Ardından lokantaya girer. Köşede dayısı Çatal Celal rakı içmektedir. Okur onunla işte burada tanışır. “Fazla iriyarıydı. Arkasına iki adam rahatça saklanabilirdi… Koşarcasına yürür, bacaklarını iri, pergel gibi açardı… Burnunun dibindeki insana on metre ilerideki insana seslenir gibi konuşurdu…”
21.00’e kadar içerler. Meyhaneden ayrılırken Çatal Celal iki büyük rakı daha alır ve gocuğunun ceplerine yerleştirir. Kasaba uğrarlar, bir kilo yağsız kıyma çektirir. Emanet bıraktığı küspe dolu elli kiloluk heybeyi boynuna geçirir yetmişlik Celal ve düşerler yola, loş karanlıkta. Kar lapa lapa yağmaya devam etmektedir. Rakı içerek, meze olarak da çiğ et yiyerek yol alırlar. Sohbetlerinden Çatal Celal’in, Atatürk hayranı olduğunu, yobazları hiç sevmediğini ve din konusundaki düşüncelerini öğrenir, okur.
Mızrap’ın hiç sevmediği Geceyatmaz İsmail’in evinin yanına varırlar. Yüksek sesten rahatsız olup uyanan Geceyatmaz, küfreder yoldan geçenlere. Mızrap durur mu hiç, o da başlar yanıt vermeye. En küçük küfrü kaldıramayan Celal oldukça sakindir. Yeğeni ise onun bu durumuna çok kızmaktadır. Celal’in, yeğenine haneye tecavüzün büyük suç oluşturduğunu açıklamasıyla Mızrap da sakinleşir.
Yolda büyük rakının birini bitirirler. Eve geldiklerinde, karısı Şehriban çıkışır, söylenir, ilenir Mızrap’a. Dayı Celal araya girer sakinleştirir ortamı. Yiyip içtikten sonra dayı ile yeğen yeniden düşerler yola. Derin karda bata çıka, el ele tutuşup yardımlaşarak yürümeye devam ederler.
Rakı bitmiş, kıyma tükenmiştir. Sabahın üçüne doğru varırlar Celal’in evine. Karısı Nur Kadın, giyinmiş kuşanmış, güler yüzle karşılar gelenleri ve kızartılmış tavuk butları, sıcak bazlama, salatalık turşunu koyar sofraya. Mızrap, karısını yengesiyle karşılaştırır ve derinden bir ah çeker. Celal, ardıç ve mazı tohumlarının suyuna kolonya ve bal karıştırarak elde ettiği ve adına viski dediği içkiden ikram eder yeğenine.
Gün doğmak üzereyken, Mızrap gitmek ister ve kalkar ayağa. Çatal Celal, “Hayır seni evine kadar götürmem gerek” diyerek düşer peşine yeğeninin. Bağıra çağıra Çatak Mahallesi’ne doğru yürümeye başlarlar…
Osman Şahin, yaklaşık on beş saatlik olay zamanını on dokuz sayfada anlatmış. Öyküleme sırasındaysa, kronolojik bir yöntem izlemiştir. Öyküleme sırasında Çatal Celal’in geçmişiyle ilgili bilgiler vermek için de ara sıra geriye dönüşler yapmış. İşte bu geriye dönüşler sırasında öğreniyoruz Celal’in Bulca’ya olan aşkını ve hiç camiye gitmediğini...
Osman Şahin tüm bu öykülerde insanı anlatmış. Ama onun gelişim süreçlerini değil olay ya da olaylardaki o anki kişilik yansımalarını ele almış. Bu arada da kendi değer yargılarını, dünya görüşünü, olaylar karşısındaki duygu ve düşüncelerini paylaşmıştır okuruyla.
Bir öyküde ne anlatıldığı kadar nasıl anlatıldığı da önemlidir. Konu, kişi, mekân, zaman, kurgu ve öyküleme yanında anlatım ve dil konusunda da iyi bir ustadır. Osman Şahin. Her öyküsünde olduğu gibi, bu öyküsünde de çıplak ve düz bir anlatım yerine, betimlemelere, çağrışımlara başvurmuş, şiirsel bir dil kullanmıştır, yazarımız.
“Darağacı Avı” yalnızca okunması değil aynı zamanda okutulması da gereken bir öykü kitabıdır.


FRANSA MAYIS 68 (*)
M. ŞEHMUS GÜZEL

Mayıs 68 bitti mi? Bitmedi mi? Ocak 2008’de Daniel Cohn-Bendit’e kulak verenler kulaklarına inanamadılar. Çünkü Mayıs 68’in öğrenci liderlerinden en ünlüsü aynen şunu söyledi: “Mayıs 68 bitti! Bir daha ortaya çıkmamak üzere tonlarca tarihi kaldırım taşlarının altında kaldı.”
Ondan bir yıl kadar önce de Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, “Mayıs 68 ile bütün ilişkilerimizin koparılması şarttır.” diyordu.
Oysa 2008’de, kırkıncı yıldönümü dolayısıyla, yeniden dünya kadar kitap yayınlandı. İki aydan daha az süren Mayıs 68 üzerine şimdiye kadar yayınlanan kitaplar 1789 Burjuva Devrimi’ne ilişkin olanlardan daha çok. Paris Komünü üzerine yazılanlardan da… Mayıs 68 üzerine yazılanların sayısı 1914-1918 ve 1939-1945 savaşlarına ilişkin olanlar kadar. Veya birazcık fazla… İnanılacak gibi değil ama daha Ekim 1968’de Mayıs 68’e ilişkin kitapların sayısı 124’ü bulmuştu.
Fransızlar için “Mayıs 68, 20. Yüzyıl’ın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en önemli olayıdır.”
O zaman bitmesi ve/veya bitirilmesi istenen bu tarihi başkaldırının önemi nereden kaynaklanıyor?
Fransa Cumhuriyeti çağdaş tarihinde, siyasi hayatı, toplumsal yapıları, kadınlık durumunu, entelektüel ortamı, ekonomiyi ve bilhassa emekçi-patron ilişkilerini etkileyen bunca kapsamlı bir olay, bir başkaldırı, bir eylemler bütünü yaşanmadı.
Hele bu kadar kısa zaman dilimindeki eylemler dizisi içinde, sonunda ve hemen sonrasında.
Başlangıcı bakımından Mayıs 68 bir tür başkaldırıdır. İhtilal değildir: Çünkü öğrenci hareketinin ve onu izleyen işçi hareketinin hedefi veya hedeflerinden biri siyasi iktidarı almak olmadı. Kimi küçük siyasi gruplar “iktidarı almak” tan söz ettiler elbette. Ama bu sadece sözde kaldı.
Ancak Mayıs 68 kültürel bir devrim boyutunu kazandı. Çünkü tutucu, içine kapanık, korkak, sinmiş ve sindirilmiş Fransız toplumunu a’dan z’ye titretti. Ve birçok sorunun sorulmasına olanak sağladı.
O günlerin “Kültür İşleri” Bakanı ve Cumhurbaşkanı General Charles de Gaulle’ün en önemli danışmanı, hatta “fikir babası” André Malraux, Mayıs 68 için boşuna “Medeniyetimizin tanık olduğu en derin, en önemli krizlerden biridir” demedi.
Dönemin burjuva ve küçük burjuva ailelerinin -ki bunların kimi öteden beri komünistti- çocukları, kız ve erkek çocukları isyan ettiler: Önce “ana-babalarının toplumuna.”
Sonra çocuklar birey olarak da kendilerini ispat etmek “Biz de varız!” demek olanağı buldular. Başka olanak, başka yol bırakılmadığı için “kaldırım taşlarını” konuşturmak zorunda kaldılar. Anımsamak gerek: O yıllarda Fransa’da oy kullanabilmek için 21 yaşını doldurmuş olmak gerekiyordu. Oysa 18, 19 veya 20 yaşındaki gençler askere alınıyor ve Fransız sömürgeciliğinin ve/veya emperyalizminin “geleceği için” cephelere gönderiliyordu. Oysa çocuklar sadece askere alınmak için anımsanmak istemiyorlardı, aynı zamanda konuşmak ve düşüncelerini açıklamak istiyorlardı artık.
Gençlerin ana-babalarına isyanlarıyla birlikte, o güne kadar entelektüel ortama, işçi hareketine, toplumsal mücadelelere damgasını vurmuş olan ve bu tekelini kimseyle paylaşmak istemeyen Fransız Komünist Partisi’ne (FKP) karşı da başkaldırı söz konusudur. FKP elbette bundan hiç memnun olmadı ve bunu göstermekten de çekinmedi: O zaman gençlerle arasındaki farklar giderek “uçuruma” dönüştü.
Öğrenci gençlere hızla genç kadın ve erkek emekçiler katıldılar. Öğretmenler, öğretim üyeleri de… Sanatçılar da… Sinema dünyasının önemli isimleri de... Öğrencilerle ve genç emekçilerle kendilerini dayanışma içinde hisseden ve dönemin egemenlerine kafa tutan bu çocuklara sempati duyan yurttaşlar. Böylece eylemler dizisi bütün toplumu kapsayan boyutlara ulaştı.
Mayıs 68 boyunca, heyecanlı toplantılarla, tartışmalarla, gösteri ve yürüyüşle, grevle ve işgalle tanışmayan tek köy, tek kasaba ve tek kent kalmadı.
Mayıs 68’e giden yol, önce taşra üniversitelerinin yurtlarında, sonra Nanterre’de neredeyse masum denebilecek öğrenci eylemleriyle başladı: Erkek öğrenciler “kız öğrencilerin yurtlarına serbestçe girmek ve kız arkadaşlarını kaldıkları yurt odalarında ziyaret edebilmek için” yıllardır süren isteklerine olumlu yanıt verilmemesi üzerine harekete geçtiler. Reşit (21 yaşını doldurmuş) kız öğrenciler, erkek öğrencilerin yurtlarına girebiliyorlardı ama bunun tersi yasaktı. Öğrenciler yurtlardaki modası geçmiş iç yönetmenliğin değiştirilmesini ısrarla ve yıllardır dile getiriyorlardı.
Öğrenciler aynı zamanda üniversitede geniş bir reform yapılmasını arzuluyorlardı. Ve ders programlarının saptanmasından yönetime ilişkin konulara kadar her alanda kendileri de kararlara katılmak istiyorlardı.
1964’de yükseköğrenime açılan Nanterre’deki Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nün kız ve erkek öğrencilerinin başını çektiği yasal ve son derece barışçıl eylemlere rağmen Milli Eğitim Bakanlığı yasakta ısrar edince ve hükümet öğrencilere karşı son derece yersiz ve alışılmamış bir biçimde polisini gönderip sert ve acımasız davranınca ve başka etkenlerin de katkısıyla öğrenci eylemleri yeni boyutlar kazandı…
Vietnam’da yıllardır süren ABD işgalini ve akıl almaz saldırılarını kınamak için bin bir eylem yapan, Filistin halkının kurtuluş mücadelesini desteklemek için gösteri ve yürüyüşler, toplantılar düzenleyen son derece bilinçli siyasi kümelerin, “ihtilalcilerin”, Troçkistlerin, Maocuların, Gueveracıların, Anarşistlerin (asli ve asil anlamında) örgütlü katkısıyla eylemler dal budak saldılar.
İktidarın öğrencileri dinlememekte ısrarı ve gösteri ve yürüyüşlerin üzerine Fransa’da o zamana kadar alışık olunmayan, akıldan geçirilmesi bile mümkün olmayan feci bir saldırganlıkla yürümesi üzerine olaylar yeni boyutlar kazandı...
Nanterre’de fakültenin kapatılması üzerine, öğrenciler Sorbonne’a yani Paris’in merkezine yöneldiler.
Nanterre o tarihte Fransa’nın Afrika’daki, bilhassa Kuzey Afrika’daki eski ve/veya yeni sömürgelerinden ve çoğu Cezayir’den getirilmiş veya gelmiş “göçmenlerin” tıka basa oturduğu, oturtulduğu gecekondularla çevrili şantiye halinde küçücük bir kasabaydı. Bu kasabada çocuklar için okul yoktu. Bırakın hastaneyi bir sağlık odası bile yoktu. Doktor da yoktu. Tam anlamıyla yoksulluk ve terk edilmişlik içindeki bu gecekondu kasabada, henüz tam anlamıyla yerleşememiş bir fakülte ve çevrede oturanların yaşam biçimlerine duyarsız kalamayan öğrenciler vardı… Öğrencilerin “Üçüncü Dünya”ya kadar gitmelerine gerek yoktu: Çünkü “Üçüncü Dünya” ile komşuydular. Öğrenciler diğer mahallelerdeki “Fransızların” nasıl yaşadıklarını biliyorlardı ve aradaki “uçurumu” çok yakından görebiliyorlardı. Yeni kurulmakta olan yükseköğrenim binalarının inşası da bu terk edilmişlik bu yoksulluk ve bu karman çorman havaya katkıda bulunuyordu… Öğrencilerin inşaat işçileriyle ve çevredeki Citroen Fabrikası çalışanlarıyla ilişkileri dostçaydı...
Eylemler başlar başlamaz öğrencilerin yurtlara ve üniversiteye ilişkin istekleri hemen kabul edilseydi veya kabul edilmeleri için ciddi görüşmeler başlatılsaydı, belki ve büyük ihtimalle, hareket bu küçücük kasabanın ve üniversitelerin sınırlarını aş(a)mayacaktı.
Belki diyorum, çünkü öğrenci hareketi sadece öğrencilerin kendilerine özgü ve bazıları neredeyse “sudan” taleplerini kapsamıyordu: Bütün toplumu ilgilendiren birçok talebin kristalize edilmiş biçimini sunuyordu…
Ama işte o küçük ve “sudan” taleplerin en otoriter biçimde reddi ve anında polisin gönderilerek “dayakla” sorunun çözülmek istenmesi bardağı taşıran damla oldu… Ve böylece taşan su, kısa zamanda, başka etmenlerin de devreye girmesiyle ve yıllardan beri asla tatmin edil(e)memiş ve gittikçe birikmiş bütün isteklerin aniden ve artık patlaması üzerine durdurulamaz bir sele dönüştü.
Mayıs 68, o günlerden bugüne birçok ve hepsinin listesini yapmak bile bir kitap dolduracak kadar çok olan son derece ilginç ve kalıcı miras dizisi bıraktı. Bu miras birçok yönlüdür.
Mayıs 68’in miras bıraktığı birçok şeyi milyonlarca insan paylaşıyor. Örneğin Mayıs 68’den gelen ve dillerden hiç düşmeyen sloganlar:
“Sous les pavés, la plage!” (“Kaldırım taşlarının altında, plaj!”)
“CRS, SS!” (“Toplum polisi, SS!”) Bu sloganda öğrencilerin İkinci Savaş yıllarına göndermesi çok açık.
“İl est interdit d’interdire!” (“Yasaklamak yasaktır!”)
“Ce n’est qu’un début, continuons le combat!” (“Bu sadece bir başlangıç, mücadeleyi sürdürelim!”)
Kimi, döneminin renklerini taşısa, kimi epey abartmalı olsa bile bu sloganlar o günlerde bir isyan, bir başkaldırı rüzgârının estiğinin göstergeleridirler. Mutlaka bu nedenle günümüze kadar gelebildiler.
En önemlileri ise İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ ELDE ETMEYE YÖNELİK OLANLARIDIR: Örneğin; “Yasaklamak yasaktır!” başlı başına bir programdır: Bununla yasaklamanın hiç bir meseleyi çözmediği, yasaklamanın hiç bir somut sonuç getirmediği vurgulanmak isteniyor(du). İşin en ilginç tarafı da bu cümlenin slogan olarak öğrenciler tarafından yaygınlaştırılmasından önce ilk kez o günlerin ünlü komiği ve sinema oyuncusu Jean Yanne tarafından kullanılmış olmasıdır. Elbette öğrenciler bu cümleye daha farklı ve daha kapsamlı yeni anlamlar yüklediler.
Mayıs 68 bireysel özgürlük için yakılan bir türkü olarak da algılanabilir.
Bu sloganlar ve bu devrimci nitelikli arzular sonucu Mayıs 68 Fransa’da ve dünyada yankılandı, ses getirdi.
Elbette her ülkenin kendine özgü gençliği, kendine özgü iç ve dış dinamikleri mevcuttu ama Fransa’dan yükselen bu sloganlar ve bu ses birçok ülkede, pek çok kentte ve fakültede yankılandı. Binlerce genç etkilendi ve her gençlik grubu kendine özgü dersler ve deneyimler çıkardı. Böylece Mayıs 68 sınır ötesi bir etki yarattı.
Bu dinamik güç her ülkeyi ondan sonraki günlerde, ondan sonraki dönemlerde etkilemeyi de sürdürdü. Böylece gerçek bir eylemlilik süreci başladı. Bizde ve başka coğrafyalarda…
Mayıs 68 Fransa’da çok başlı, çok nitelikli bir özellik, bir boyut kazandı…
Büyük olasılıkla diğer ülkelerdeki öğrenci eylemlerinden en belirleyici farkı, Fransa’da Mayıs 68’in, öğrenci eylemi olarak başlaması ve mayıs ayının ortasından itibaren işçilerin katılımıyla bütün ülkeyi etkisi altına alan işyerlerinin işgal edildiği genel grev niteliğine bürünmesidir. Ve işte o zaman General Charles de Gaulle’ün on yıllık iktidarını ve bizzat kurduğu V. Cumhuriyet’ini radikal biçimde silkelemesidir.
Fransa’daki eylemler demeti bir yıl öncesinden ve 1968 başından beri Almanya Federal Cumhuriyeti, İtalya Cumhuriyeti, Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Meksika Birleşik Devletleri, İngiltere Krallığı, Cezayir Sosyalist ve Demokratik Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Belçika Krallığı, Hollanda Krallığı ve diğerlerinde değişik biçimlerde kendilerini gösteren ve türlü boyutlar kazanan öğrenci ve emekçi eylemlerinden kopuk değildiler. Tam aksine birbirleriyle iletişim ve etkileşim içindeydiler. O günlerde, o aylarda Fransa öğrenci liderlerini Almanya, Belçika, Hollanda ve İngiltere öğrenci hareketi liderleriyle değişik ve uluslararası toplantılarda, gösteri ve yürüyüşlerde bir arada görmek istisna sayılmıyordu. Zaman zaman IV. Enternasyonal’in değişik yerlerdeki, başkentlerdeki toplantıları çerçevesinde de değişik ülkelerin Troçkist öğrenci lideri bir araya geliyorlardı.
Öğrenci hareketinin uluslararası boyutu deneyimlerin paylaşılmasında, kimi isteklerin uluslararası nitelik kazanmasında ve dayanışma gösterilerinde birincil derecede rol oynadı.
Hemen söylemekte yarar var: Mayıs 68, Fransa’da başından itibaren birçok kesimden tepki aldı. Yani Fransa’da herkes “Aman ne iyi ki Mayıs 68 geldi, yapıldı” demedi.
Birçok Fransız için Mayıs 68, bir “rüya”ydı ama birçoğu için de “kâbus”tu.
Mayıs 68’in fena halde korkuttukları pek çoktur: Yaşlı ve içi geçmiş ama toplumsal hayattaki etkinliğini yitirmemiş Katolikler ve Katolik Kilisesi en başta… Katoliklerin daha aşırı dinci olanları yani Entegrist Katolikler… Bunlar kadınların dinin etkisinden kurtulmaya yönelmeleri ve daha bir dizi neden sonucu Mayıs 68’e ve getirdiklerine fena halde karşıydılar ve hala karşılar.
Özgürlükçü yönüyle Mayıs 68, aşırı sağcıları ve onların küçük büyük parti ve derneklerini de korkuttu...
Klasik sağ: Charles de Gaulle ve çevresinde toplanan ve kendilerini tarihi “Golistler” (“Gaullistes”, “De Gaulle taraftarları”) olarak isimlendiren André Malraux, Michel Debré, Alain Peyrefitte, Christian Fouchet gibi siyasetçiler ve diğerleri de Mayıs 68’e muhaliftiler…
Mayıs 68’in en önemli yönlerinden biri de, sonraki dönemlerde Fransa siyaset sahnesinin ünlü aktörleri olacak birçok kişinin kendilerini ilk kez veya yeni yeni gösterdiği bir arena olmasıdır: Öğrenci liderlerini artık herkes biliyor. Yine de Daniel Cohn-Bendit’in o günlerde “Kızıl Dany” değil “Dany Le Noir” (“Kara Dany”) veya sadece “Dany” olarak anıldığını belirtmek isterim. O günlerde anarşist ve radikal bir biçimde FKP karşıtı olduğu anımsanırsa ona “Kızıl” denmesi doğru olmazdı ve “Kara Dany” adıyla Anarşizmin rengini alarak ortaya çıkması doğaldı... Dany “renklerle dansını” çok ta uzatmadı ve, bildiğiniz gibi, “Yeşil”de karar kıldı...
Bu vesileyle Mayıs 68’de Troçkistler ve Maocular yanında Anarşistlerin de oldukça etkili olduklarını eklemek gerek: “Front Noir” (“Kara Cephe”) gibi değişik kümeler içinde...
Öğrenci liderleri olarak tanıtılanların bir kısmı sadece öğrenci lideri değildi: Örneğin, Alain Geismar sadece öğrenci lideri olarak anımsanmamalı. O o günlerde genç bir öğretim üyesiydi ve SNE-Sup (Yükseköğrenim Ulusal Sendikası) Genel Sekreteriydi. Mayıs 68’in hemen sonrasında Maocu bir örgütün liderliğini üstlenen Geismar, bir süre hapsedilecek, daha sonra da “Baba Evi”ne yani Sosyalist Parti’ye üye olacaktır.
Önemli liderlerden üçüncüsü ve artık neredeyse unutulmuş gibi olan Jacques Sauvageot genç bir öğrenciydi ve UNEF’in (Fransa Öğrencileri Ulusal Birliği) Başkan Yardımcısıydı. Başkanın istifası üzerine bu görevi üstlenmek durumunda kalacak, bir süre sonra o da öğretim üyesi olacaktır. UNEF, Sauvageot ve yoldaşlarıyla o günlerde soldaki küçük ama etkili PSU’nün (“Parti Socialiste Unifié”, “Birleşik Sosyalist Parti”) öğrenciler içindeki yankısıdır. UNEF yönetiminde başka devrimci grupların da temsilcileri bulunuyordu. Sauvageot daha sonra yaşamını bir bilim adamı olarak mütevazı bir biçimde sürdürdü.
O günlerin devrimci öğrenci örgütlerinden ve IV. Enternasyonal’in “Fransa şubesi” JCR’in (“Jeunesse Communiste Révolutionnaire”, “Devrimci Komünist Gençlik”) liderlerinden Alain Krivine, Daniel Bensaid (O günlerde Nanterre’in “İkinci Daniel”i olarak tanınan, günümüzde filozof ) ve Henry Weber de unutulmamalı. Krivine ve Bensaid hep aynı partide kaldılar. Krivine, partisini temsilen birçok kez cumhurbaşkanlığına aday oldu. Weber ise bir süre sonra “Baba Evine” yani Sosyalist Parti’ye (SP) geçti. Birkaç defa milletvekilliği yaptı. Hala SP’de ve SP’nin Avrupa Parlamentosu’ndaki temsilcilerinden biri.
Birçok sendikacı lider de o günlerde ilk ciddi sendikal ve siyasi deneyimlerini yaşadılar. CGT Genel Sekreteri Georges Seguy, CFDT Genel Sekreteri Eugène Deschamps, CGT-FO Genel Sekreteri André Bergeron ilk akla gelenler.
O günlerde iktidar saflarındaki birçok isim de daha sonra kendilerinden söz ettirdiler: Örneğin Jacques Chirac o günlerde “İş ve İşçi Bulma Devlet Sekreteriydi. Aslında bir tür bakan yardımcılığı veya ikinci derecede bakandı. Yani bizzat bakanlık teşkilatına sahip olmayan ve başka bir bakanlığa, bu örnekte Toplumsal İşler/Çalışma Bakanlığı’na, bağlı. Türkiye’de tam karşılığı olmayan bir makam: O nedenle Fransızcasını da yazıyorum : “Secrétaire d’Etat à l’Emploi.” Chirac, Çalışma Bakanlığı’na bağlı olarak çalışıyordu. Ama Mayıs 68’de Çalışma Bakanı’ndan daha çok kendinden söz ettirmesini bildi. Asıl önemlisi işçi sendikalarının temsilcileriyle hükümeti adına, önce “gizlice” sonra açıkça, ilk ilişkileri kurmasıdır.
Yine aynı günlerde Başbakan Georges Pompidou’nun “Toplumsal İşler” (“Affaires Sociales”) Danışmanı Edouard Balladurdu. Balladur da birçok sendika lideriyle bizzat ve gizli bir biçimde görüşerek işçilerin, grevci emekçilerin öğrencilerle birlikte hareket etmelerinin önünü kesmeye çalıştı. Ve işçi sendikaları yöneticilerinin feci biçimde korkmaları sonucu amacına ulaşabildi.
Burada ismi geçenlerin her ikisi daha sonra birçok kez bakanlık yaptılar, başbakanlık görevini üstlendiler ve cumhurbaşkanlığına aday oldular. Birbirlerine rakip bile oldular: Chirac, Balladur’u ilk turda geçtikten sonra 1995’te cumhurbaşkanı seçildi ve bu görevini 2007’ye kadar sürdürdü.
İşte bu açılardan bakınca Fransa’da Mayıs 68, yakından incelenmeyi hak ediyor.
399 sayfalık bu çalışma toplumsal tarihi bakış açısıyla ve olayların tarihsel çerçevesinde gerçekleştirildi. Umarım okur da, anlatılanlardan yararlanır ve böylece Mayıs 68’i yeniden değerlendirmek olanağı bulur. Yazar o zaman amacına ulaşmış olacaktır.
Kimi kitap ömür törpüsüdür, çünkü konuya ilişkin araştırmaların yapılması, yazımı, yayını birkaç yılınızı alır. İşte Fransa Mayıs 68 bu tür kitaplardan biridir. Burada bu çalışmanın okuyucuya ulaşmasına yardımcı olan değerli dostlarıma teşekkürümü mutlaka bir kez daha yinelemeliyim:
İlki değerli dost, iyi insan Eşber Yağmurdereli’dir: Onun yazın ve kültür dünyamıza bir tür armağan olarak sunduğu Kibele Yayınları sayesinde bu kitap okuyucuya sunulabildi. Eşber Yağmurdereli’ye, yakın çalışma arkadaşlarına ve kitabın yayını için emek harcayanların tümüne ne kadar teşekkür etsem azdır.
İkincisi iyi şair, iyi yazar ve önemli yaratıcılarımızdan Sezai Sarıoğlu’dur. Onun sıkı ve harbi okumasından “sınıf geçen” kitabı artık « son okumasını » yaptıktan sonra matbaaya göndermek ve yayınlanmasını beklemek çocuk oyuncağıydı. Bu da birkaç ay sürdü, o da ayrı bir serüven oldu, anılarımızda yerini alarak.
Üçüncüsü iyi yazar, yardımdan kaçınmayan, şirin insan Selçuk Şahin Polat’tır. Birkaç yıl önce bu kitabı önerdiğim ve ilk aşamada yayınlamayı ciddi olarak düşünen bir yayınevi belli bir süre sonra yayın politikasına uymadığı gibi bence de son derece yerinde bir kararla yayınlamaktan vazgeçince kime ve nereye önereceğimi araştırırken yardımını istediğim dostlardan biri de oydu ve bana Eşber Yağmurdereli ve Kibele Yayınları adresini o verdi. Başlangıçta Selçuk vardı evet. Kitabın burada ve bu biçimde yayımlanmasında tayin edici yardımı oldu.
Hepsine tek tek candan teşekkürlerimi sunuyorum.
Dünya kadar kitap okuduktan (kaynakça epey yüklü, mutlaka bir göz atmalısınız, belgesel filmlerden kurgu filmlerine dünya kadar kaynak var, bir kısmını internet aracılığıyla ücretsiz izlemek te mümkün) ve olaylara bizzat tanık olmuş, birkaçını mutlaka sizlerin de tanıdığından emin olduğum, Abidin Dino, Güzin Dino, Tacettin Karan, Fahri Petek gibi yakın dost ve arkadaşlarla yaptığım söyleşilerden sonra yazdığım ve değişik aşamalardan geçen kitap artık okuyucunun ilgisini bekliyor. 399 sayfalık ve epeyce orijinal fotoğraf ve belgeyle de donatılmış bu kitapta mutlaka yeniden düşünülmesi ve gözden geçirilmesi gereken noktalar olabilir. Bunun için siz değerli okuyucularımın katkılarınıza ihtiyacım olacak. Kitabı okuma fırsatı bulursanız ve varsa eleştiri, gözlem ve saptamalarınızı bildirebilirseniz mutlu olurum. Hepinize en derin sevgi ve selamlarım ve başarı dileklerimle kolay gelsin.
(*) M. ŞEHMUS GÜZEL, FRANSA MAYIS 68, KİBELE YAYINLARI, İSTANBUL, 2010.

BİR ÇOCUĞUN TÜKENİŞİ

Pazarı
Pazartesiye bağlayan sabah
İşine koşuyordu yalınayak bir çocuk
Yüreğine gömüyordu
Günün alacasını
Kaç kez çiğniyordu
Yorgun yolları
Kesilmişti yolu babanın
Daha erkenden
Bir göçük altında
Kara taban oluyordu gün boyu
Bir lokma ekmek uğruna
El ayak çekilince akşamüstleri
Eline bakıyordu irili ufaklı
Ev horantası

Yıllar mevsimler geçti
Soldu benzi
Kara sular indi dizlerine
Sosyal haklardan yoksun
Hep sokaklarda harmanlandı
Ölümünü, aşamadı yaşamı


Mehmet AYDIN




8.8’LİK DEPREMDE

8.8’lik depremde
Yalnız Mimar Sinan’ın yapıtları
Ayakta kalır

Yüksek mimarlara inat!
Gökdelenlere inat!

Bir de Cumhuriyet’in
Saygın mimarları:
Mimar Kemalettin
Ve diğerleri
Bu onurdan
Payına düşeni alır.

Hasan AKARSU
Ağustos 2010


BEDEL
Mehmet BABACAN

“Doğada, her kazanımın bir bedeli vardır” desek, lâfımız iddialı mı olur? Yani, sınırını bizim çizemediğimiz bir yaşam sürecinde, her kazancın karşısına bir şeyler mi ödüyoruz?
Acaba, aldığımız mı çok, verdiğimiz mi?
Bu alış-veriş denk bile olsa; nedense, hep, verdiğimiz aldığımızdan çok görünür gözümüze. Bir gül için, koskoca bir bahçe verdiğimizi sanırız. Muhasebesi nasıl tutulur bunun? Yürümeyi öğrendik düşe kalka. Bedeli dizlerimizde, kafatasımızda çizgi çizgi. Burnumuza vurulanları az-çok gördük de, ruhumuza vurulan kırbaçlardan haberimiz oldu mu?
Yüreğimizin yapısını ve işlevlerini bir bir sayıp dökmüşler. Ama,. Özlem.
Ölülerini koyduğumuz hurdalığın yerini bilen var mı?
El yordamıyla çırpınışımıza bakmadılar. Ne yaptıksa yaranamadık bizden öncekilere. Söyledik, “Sus” dediler. Sustuk “Saman altından su yürütüyor” dediler. Dalgalarına taş attığımızı sandılar da, adım başı bedel ödettiler bize.
Zaten, garibanların bedel ödemesi erken başlarmış. Örneğin, benimki gibi.
Bu saptamayı, ses sanatçısı İnci Çayırlı’ya borçluyum ben.
Şarkı dediğimiz müzik türü onunla girdi bizim köye. Bizim oralar türkü diyarıydı. Düğünümüzde, bayramımızda; çobanın kavalında, dilli düdüğünde hep türkü olurdu. Yörük çadırlarının arasında, türkülerin her çeşidi, yanık yanık, yankılanır dururdu. Ne saklayayım, değişik olduğundan mıdır nedir, şarkı da bir hoş gelmişti bize…
Köyümüze ilk gramofonu Zeybek Koca getirmişti. Şimdiki CD çalarlara göre dinozor benzeri, ama müzik aletleri kervanında önemli bir yeri olan acayip bir aletti. Bir kutunun üstünde, masaldan çıkmış bir ejderha başı vardı ki, boyun kıvırışı canlı gibiydi. Daha üstte, ağzını kocaman açmış, nakışlı bir boru, meydan okuyordu sanki Kutunun yan tarafındaki kol yeterince çevrilip, ejderha kafasının ucuna iğnesi de takılınca, hazır hale geliyordu. Üstünde çömelmiş köpek resmi olan kara tekerlek dönmeye başlayınca, yılan kafa iğnesini “Cızz” diye batırıyor; iğne batınca da bir kadın avaz avaz şarkı söylemeye başlıyordu. Çok yanık söylüyordu doğrusu. Doyum olmuyordu.
Kiminin Zeybek Koca, kiminin Zeybek Süleyman dedikleri kişi, köyün muhtarıydı ve yiğit bir adamdı. Ormanda karşılaştığı ayıyı boğuşarak öldürdüğü için, zeybek denmiş. Ege’nin yiğitlerine efe dendiği gibi, Akdeniz yiğidine de “Zeybek” denmiş olmalıydı. Çünkü soyadı olmuştu Süleyman emmiye.
Zeybek emmi esnafça dinletirdi gramofonu. Kütleşen iğneleri kibrit kutularına doldurup bize ödev verirdi. Görevimiz, hayvan otlatırken onları kösüre taşında bilemekti. Kösüre taşı, bir tür zımpara taşı olup, köyümüzde madeni vardı. Yani, ödevimiz kolay ve zevkliydi. İşimizi iyi yaptığımız için, bol bol şarkı dinlemenin üstüne, dededen kalma aferinlere de doyardık.
Beş altı taneden fazla olmayan taş plak, şarkıyı sevdirmişti bize. Hele İnce Çayırlı dedikleri bir kadın vardı ki, bayılıyorduk ona. Ama adı yok muydu? Belli ki, ”İnce Çayır” denilen bir yer var, bu kadın da oralıydı.
“İnce çayır biçilir mi?/Sular soğuk içilir mi?” diyen bir türkü de vardı zaten. Şimdi “Kesik çayır” diyorlar. O zaman çayır inceymiş demek ki..Adı geçen kadının “İnci Çayırlı” olduğunu nerden bilelim? İnciyi bilmeyiz ki. Ne denizimizde vardı, ne de gelinlerimizin boynunda Haa, çayırları iyi bilirdik. Hayvanlarımızla haşır neşir olduğumuz yerlerdi oralar.…
O şarkıcı kadın, yalnız beni değil, çok kişiyi etkiliyor olmalıydı. Çünkü en çok onu dinliyorlardı. Hatta acıyorlardı ona. Hüngür hüngür ağlaşırlardı onu dinlerken. Ağlamaz denen erkekler bile, yaşlı gözlerini saklamaya çalışırlardı. O ağıtları da, o yüzden yediğim dayağı da, asla unutamam…
Akşam olur olmaz, büyük küçük tüm dinleyiciler, muhtarın çadırının önünde yerlerini alırlardı. Çok sessiz olunur, fısıltıyla konuşulurdu. Yoksa Zeybek emmi çalmazdı. Gramofon dinlemekle camide bulunmak arasında fark yok gibiydi.
Muhtar emmi, yüklükten plakları özenle çıkarır, kadifeyle sildikten sonra, isteklere bakmadan, kendine göre bir sırayla çalmaya başlardı. Herkes sevdiği şarkıyı heyecanla beklerdi.
“Hatice’m saçlarını dalga dalga taratmış/Tanrı bizi topraktan, onu nurdan yaratmış” diyen bir şarkı vardı ki, onu bekleyen daha mı çoktu; yoksa ben de o grupta olduğum için mi öyle gelirdi bilmem? Şarkı ilerledikçe, burun çekmeler, hıçkırıklar sessizliği bozmaya başlardı. Sonuna doğru, şapır şapır dizlere vurularak, “Vah anam! Vah yavrııım! Şarkısı bataydı, nasıl kıydılar sana a kınalı kekliğim!” sesleri koro haline gelirdi. Erkeklerin ağıdı sessiz olursa da, arada bir, gözünü gözlüğünü, gömleğinin koluyla gizlice silerken, suç bastırır gibi “Susun gız, dinleyelim şunu!”diyen bir dayı sesi de eksik olmazdı...
Hatice teyzenin saçları o şarkıdan sonra dikkatimi çekti. Komşumuzdu, Ali emminin karısıydı Hatice teyze. Öz teyzemden farksızdı. Ama saçlarına hiç dikkat etmemiştim. Yunaklıkta çamaşır yıkarken gördüm ilk kez. Çemberini çıkarıp beliklerini çözmüştü. Sarı saçları dalga dalga savrulmaktaydı. Nurdan yaratılmak nasıl olurdu ki?
O günden sonra, Hatice teyzeye daha bir yakınlık duymaya başladım. O yakınlığa dayanarak sordum bir gün:
“Hatice teyze, şarkı dinlerken niye ağlaşıyorsunuz?”
Anlar mı, anlamaz mı dercesine, bir süre yüzüme baktıktan sonra;
“A yavrım, sesi plağa alınanın sesi galmazmış. Sesi çıkmaz olurmuş”
İnandım. İçimde öyle bir tel koptu ki, tanımsız…
Bu ses alma olayı hiç aklımdan çıkmaz oldu. Acaba, sesini zorla, döverek mi almışlardı? Hiç de dayak yiyen birinin söyleyişine benzemiyordu.
Konu, bizim çocuk grubunu da etkilemişti. O yüzden, plak yapanlara sövmeyi yarış haline getirmiştik. Ağıda da katılıyorduk bazen. Nasıl olsa, gözümüzün suyu da boldu, burnumuzun sümüğü de…
Günler geçtiği halde, içimdeki huzursuzluk dinmek bilmiyordu. Sesi alınmış Hatice teyzem, düşlerime giriyordu. Onun seslenemeyişi, serçe yavrusu gibi ağzını açıp kapatışı, yüreğimi parçalıyordu.
O yufka yüreğim, o sivri kafam, ansızın isyan etti bir gün. Bu kadının ayrı şarkılara ait üç tane plağı olduğuna göre; sesi birine alınmışsa, ötekileri nasıl söylemişti? Kafamda günlerce evirdim, çevirdim, bir çözüm bulamadım. Kimseye de söyleyemedim. Zaten, yaramazlıkta ünlüydüm. “Gene bir muzurluk çıkardın” diyecekler, dayağı yiyecektim. Çünkü beni önce döverler, yaptığımı sonra sorgularlardı. Ama içime kurt düşmüştü bir kez. Beynimde bir tahterevalli inip çıkıyordu, söylesem mi, söylemesem mi? “ Sus ulan velet” denileceği kesin olmakla birlikte, söylemesem de çatlayacaktım.
Ya bir daha gramofon dinletmezlerse?
Birkaç gün daha geçti. Dayanma gücüm tükeniyordu artık. Her şeyi göze aldım: “Varsın olsun. Kovarlarsa kovsunlar. Uzaktan dinlerim ben de. Nasıl olsa açık hava., dedim, korku dağları beklese de, tüm cesaretimi toplayarak, zamanı kollamaya başladım: Nihayet, yatma vakti geldi. Muhtar emmi gramofonu toplamaya başlarken, kaçabileceğim yönü de seçerek, Bu kadının sesi bu plağa alındıysa, ötekileri nasıl söyledi ya? Dememle, şamarın gelişi bir oldu. Dediğime, diyeceğime pişman ettiler.
Ağlayarak gittim eve. Babam beni dinledikten sonra, düşüncemi doğruladı, ama benim gibi dik başlılık etmedi. Sadece "İyice bir düşünün" demekle dedi komşulara.
Kral çıplak" mı demiştim ne? Çok geçmeden, benim sorduğum soru herkesin diline düştü. Ağıt korosuna katılım azaldı. Son kalan ağlayıcılarsa, ölmüş yakınlarına ağlıyorlardı. Giderek, ağıt tümüyle bitti de, gramofon dinlemenin, bizi saran o kutsallığı, o dostane havası da kaybolup gitti.
İyi mi ettim, kötü mü ettim, bilmiyorum? Ya da neyin bedeli ne idi; nereye ne kadar ödendi, onu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bedel ödemekten hiç kurtulmadığım...

OKUMUŞ ADAM
Mehmet ÖNDER

Bir nüfus sureti istediler. Bu nüfus cüzdanı, bu da fotoğraf.
Gözlüğünü düzeltip nüfusu inceledikten sonra, bu kez gözlüğün üstünden yüzüme baktı:
- Annenizin adı Ayş mi?
Muhtar iyi kötü selamlaştığımız biri, sağ olsun ilgi gösteriyor.
Annemin adının aslında Ayşe olduğunu, nüfus müdürlüğünde e harfinin eksik yazılmasından ötürü Ayş yazılı olduğunu anlattım. Muhtar gözlüğünün üstünden, “İşte bu olmadı!” der gibi hâlâ bakmayı sürdürünce, işlerimin çok yoğun olduğunu, fırsat bulur bulmaz düzelttireceğimi söyledim.
Söz sırası ona geldi:
- İhmalcilik, dedi, hiç iyi bir şey değildir. Her işi zamanında yapmak gerekir. Hele hele siz okumuş yazmış adamsınız. Siz böyle yaparsanız cahil insanlar neler yapmaz. Hemen bir ilmuhaber yazalım, git düzelttir.
Acelem var ya, ezile büzüle nüfus suretini almaya çalışıyorum. Söz üstüne söz veriyorum: “İlk fırsatta, boş kaldığım ilk gün, sizden bir değiştirme yazısı alıp düzelttireceğim.” Falan filan. Ama nafile. Adamın, hayattaki en büyük emeli, benim nüfus cüzdanımdaki anne adının e harfi eksikliğini tamamlatmakmış gibi bastırdıkça bastırıyor:
- Siz okumuş yazmış adamsınız. Yakışıyor mu şimdi? Sen bunu kendine yedirebiliyor musun?
Ben mahcup mahcup kıvranırken o bir yandan hazırlıyor, bir yandan da söylenmeye devam ediyor:
- Şimdi Mehmetçim, cahiller neler yapmaz? Öyle ya.
Ayıp değil mi, filan demeye getiriyor. Yalnızca muhtar olsa neyse. İş için gelmiş başkaları da var. Onların üstüne de görevmiş gibi, muhtara destek oluyorlar:
- Ya ya, olur mu? Yakışır mı?
***
Köyde bizim muhtar, zeytin hırsızlarını karşısına dikeltir, saatlerce öğüt verirdi, paylardı. Onlar da boyunlarını önlerine eğer, bir daha zeytin çalmayacaklarına söz verirler, yeminler ederlerdi.
Biz çocuklar seyre gider, “Ali şöyle yemin etti”, “Veli böyle yemin etti”, “Bir daha çalmayacaklarmış” diye diye taklitlerini ederdik.
Benim muhtarın karşısındaki boynu bükük duruşum da tam zeytin hırsızı duruşu. Köyde muhtar oturduğu yerden, yetişebildiğine bir tokat çıkarırdı; bereket versin, bu yalnızca öğüt veriyor.
Ama çenesi kalabalık. Ben nüfus suretini almış aceleyle kapıdan çıkarken, o hâlâ arkadan bağırıyor:
- Bir yarım gününü ayır. Bir ilmühaber düzenleyelim. Yakışmıyooor!

***
Okula kayıt başvurusu yapıcam. Tüm evrakı hazırladım. Muhtar korkusundan eski tarihli bir nüfus sureti var onu ekleyiverdim.
Memur evrakı eline aldı, tek tek inceliyor. Nüfus sureti eski tarihli ya, acaba “Bunun yeni tarihlisi gerekli” der mi? Muhtarın karşısında boynu eğik durmak var. Aklıma geldikçe yüreğim cıız ediyor. İçimden dualar ediyorum. “Tanrım, sen büyüksün, nüfus suretinin eski tarihli olduğunu görmesin.”
Sıra ona geldi “Bu da tamaaam” dedi, geçti. Dualarım kabul oldu ya neredeyse göbek atıcam. Ama memur tüm evrakı inceledikten sonra “Tamam” diyeceğine, yine geri uzattı. “Ne oldu?” dedim:
- Fotoğraflı ikametgâh senedi eksik. Ekle getir, tamam.
Kendi kendime kızıyorum, şimdi. Nüfus suretindeki eski tarihi görmeme duasını yaptın, tamam; fotoğraflı ikametgâh duasını niye unutursun be adam. Bir de mürekkep yalamışız.
İşim o denli acele ki, nüfus değiştirme işini dünyada yapamam. Yapmaya kalksam işimi kaybederim. Hiç çıkış yolu yok. Yine karşısına dikilicem, zeytin hırsızı gibi.
Tabii gittim. Odası yine tıklım tıklım. Sıraya girdim. Muhtarın, yirmi gün önceki gelişimden bu yana gündeminde en ufak bir değişiklik yok. En arkalarda olduğum halde, beni görüp dırdıra başladı:
- Mehmetçim yakışıyor mu şimdi? Siz böyle yaparsanız, okumayanlar neler yapmaz. Hiç yakıştıramıyorum. Olmuyor.
Sıradakiler bir şey anlamasa da, ben harf harf anlıyorum. Mahcup mahcup bakıyorum.

***
En büyük sıkıntıyı, ev sahibi “Zaten kiracı virancı, elektriği, suyu üstüne al. Yarın çeker gidersin, başıma kalır. Almayacaksan evimi boşalt!” deyince yaşadım.
Öğrendim ki, her ikisine hem nüfus sureti hem de ikametgâh gerekirmiş. Yandım ki, ne yandım. Şimdi bu adamdan, dört tane birden evrak nasıl istenir.
Kabahatimi örtmek için bir kutu baklava aldım, bir büyük şişe de gazoz; dikildim karşısına.
Ne çare. Adam sinir küpü. Hediyelere bakmıyor bile. “Bunlarla suçunu hafifleteceğini mi sandın?” der gibi yüzüme baktı:
- Ne var?
Birazcık yumuşar gibi mi ne? Hemen atıldım.
- İki nüfus, iki ikametgâh.
- Hem de ikişer ikişer, öyle mi?
- …
- Yakışıyor mu sana? Okumuş bir adam olarak, sen kendine yakıştırabiliyor musun?
- …
Neyse sağ salim bunu da geçiştirdik.
Yıllarca en büyük yaşama zorluğum, nüfus cüzdanımdaki anne adının e harfi eksikliği oldu, diyebilirim.
***
Hiç aklıma gelmezdi. Kaderde bir gün işsiz kalmak da varmış. İşsizim ya boş boş dolanıyorum. Aklıma nüfus cüzdanım geldi. Vaktimi boşa harcayacağıma, gideyim, nüfus cüzdanımı değiştireyim; e harfi eksikliğinden kurtulayım, dedim. Öyle ya, muhtar en az yirmi kez söyledi. Benim e harfine karşı bir tavır takındığımı düşünmüş olacak “Olmadı, yakışmadı…” diye payladı durdu.
Şimdi ben de dikileyim karşısına, tabii o yine başlayacak; “Olmuyor Mehmetçiğim. Sen okumuş yazmış adamsın, yakışıyor mu sana? Bir ilmühaber yazalım” tümcelerini sıralamaya. Sanacak ki, ben yine, abi vaktim yok. İşim çok acele. En kısa zamanda... Falan filan diyeceğim. Ezilip büzüleceğim. Tabii ben, vaktim var. Yaz bir ilmühaber. Götüreyim nüfus müdürlüğüne, şu Ayşe’nin e’sini bir güzel yazdırayım. Şöyle alnı açık, başı dik geleyim bundan sonra karşına, diyeyim. Öyle ya, biz okumuş yazmış adamız. O kadar mürekkep yalamışız. E harfi eksik nüfus cüzdanıyla dolaşmamız yakışık alır mı?
***
Daltaban muhtarlığa koştum. Dikildim karşısına. Nüfus cüzdanımı gururla uzattım:
- Buyurun Macit abi. Vaktim oldu, geldim. Yaz bir ilmühaber, tamamlatayım şu “e” harfi eksikliğini.
Muhtar her zaman yaptığı gibi, bir nüfus cüzdanına, bir de yine gözlüğünün üstünden bana baktı:
- Talebin nedir?
Her gidişimde uzaktan paylamaya başlayan muhtar, bu kez dalgın bir gününde olmalı. Açıklamaya çalıştım:
- Hani annemin adı Ayşe idi de, e’si eksikti Ayş mı demiştin. İşte ona e ekletmek için yazı yazdırmaya geldim.
Nüfus cüzdanına dikkatlice bir daha baktı:
- Buna e’mi ekleteceksin?
- Öyle.
Yanıtıma bir kahkaha attı:
- Yahu Mehmet Bey! Siz okumuş yazmış adamsınız. O kadar mürekkep yalamışsınız. Ayşe olsa ne oluur, Ayş olsa ne olur? Ne zararı var şimdi. Siz böyle bir harf için sorun çıkarırsanız, okumamışlar neler yapmaz, neler.
Baktım yapmayacak, geri döndüm. Arkamdan hâlâ laf yetiştiriyor:
- Uğraşmayın böyle gereksiz şeylerle. Çok rica edicem.



DÖRTLÜKLERLE ANILAR

Bir göz gördüm bir zaman Tuzluca’da
Gülden, denizden ve de ateştendi
Bedenim geleli kırk yıl oldu da
Ah, gözlerim kaldı hep Tuzluca’da.

Kanlı Eylül, yeni evim Ankara
Yedi polis, sekiz asker sokaklar
Bir kız var komşum, öyle bir bal/kara
Bildirilerimi aşkla boyalar.

Karasabanla çiftçiliğimi ben
Adana topraklarında devirdim
Ey işçiler, ey ırgatlar, sizi ben
Ah, Kemallerle, Güneylerle sevdim.

Bin dokuz yüz doksanda, Balcılar’da
Üç kurs, üç okul, on dört cami vardı
Cumhuriyet seksen yedi yaşında
Evler çokluktan ve açlıktandı.

Çocukluğum kokulu şehir, şu Mut
Her telime ter olmuş şehir, şu Mut
En sevgilim, Mut halkı var içinde
Borcumu öderim terler içinde.

Nihat MUSTUL
24 Temmuz 2010 Sertavul


ONURLU YAŞAMAK
‘’Yere düşmekle,
zarar gelmezmiş
altın’a
Ya
Onur düşerse,
ayaklar altına’’
der, ünlü bir
Köy Enstitülü, Atatürkçü,
adam gibi adam,
bilge, sevecen bir ozan,
benim hemşerim olan
Mehmet Babacan.
Onurlu insanlara der ki;
Fizikçi Bozdemir-Süleyman,
Siz, siz olun
Onurunuza sahip çıkın,
Taç yapın başınıza.
Eğilmeyin asla,
kimsenin karşısında.
Zira
onursuzluğun telafisi
yoktur bu dünya’da.
Unutmayın;
Onurlu yaşamak bir erdemdir,
Bu kısa yaşam yolculuğunda.
Süleyman BOZDEMİR


KAYADAN UÇUNCA NE DİYON BANA?
Celal Necati Üçyıldız

Mut’un Kayabaşı Köyü’ne İsmail Şahin dostun Hakka yürümesi dolayısı ile gitmiştim. İşte Kayabaşı köyü tam kayanın başına kurulmuş. Köyü kuranlar kendilerini çevreden korumak için savunması kolay bir yer seçmişler. Sarıkavak’tan akan coşkun sular şelale olmuş. 20 hane kadar bir köy. Silifke’nin Karahacılı Köyü Dabıran Mahallesi’nde oturmakta iken, komşularının baskısı, evlerini yakmaları üzerine buraya gelmişler. Kayanın başı dar gelince Yeni mahalle dedikleri Sarıkavak yönüne doğru evler yapılmaya başlamışlar. Su pompaları kurarak dağlara sıra sıra teraslar kurmuşlar. Kaysı, incir, ceviz ve sebzeler ekmeye başlamışlar. Toprak verimli, su bol. Emek verince üretim başlamış. Kayadan uçmadan, üretim yapmaya devam ediyorlar.
Mersin, Silifke, Mut Köprübaşı gibi yerleşim yerlerinden akrabaları köyde son görevlerini yaptılar. Mezarlıkta toprağı çamur yaptılar, saptırmayı çamur ile sağlamlaştırdılar. Sonra Taki Özcan Dede Tahtacı, Alevi inancına uygun cenaze hizmetlerini yerine getirdi. Köyde gelenlere ölgülü yemeği verildi. Dede hayırlısını verdi.
Biz de Musa Eroğlu, eşi Fatma Eroğlu, Mut Kumaçukuru Mürebbisi Mustafa Ak, eşi Melek Ak birlikte katılmıştık. Giderken Mut, Kurt Suyu, Çortak, Sarıkavak üzerinden gitmiştik. Dönüş yolunu Dere, Narlı, Hacı Ahmetli, Bağcağız, Karaekşi üzerinden yaptık.
Gittiğimiz yol üzerinde cennete çevirmiş incirler, üzümler, ceviz ağaçları. Narlı’da Mut Belediyesi su deposu yanında mola verdik. Köyün suyunun beşte biri Mut’a bola sala yetmiş.
Köyde Muhtar Ali Tekin ile söyleşi yaptık. Kaysının en iyisi burada yetiştiriliyormuş. İncir yine öyle.” Sakızlık ağaçlarını ne yapıyorsunuz,” dediğimizde. “ O avara işi, biz kaysımıza, incirimize ancak zaman ayırabiliyoruz.”
Musa Eroğlu bu köyde bir süre kalmış. Çocukluk anıları depreşti. Kemancı Hasan Amca, Ali Emminin çocukları geldiler. Söyleşiler kuruldu. Fatma Eroğlu içini geçirdi. “Şu bizim dedelerimiz neden kuru yere, dağın başına köy kurmuşlar. Şu adamların dedeleri gelmişler, suyun hörlediği yeri seçmişler.”
Narlı Köyü’nden yukarı doğru tırmanınca bağlar ile karşılaştık. Aşağıda sulak yerlerde incir, kaysı ile uğraşırken buralara bakılmamış, yine de ayakta kalmaya çalışıyorlar. Vadiden karşı Toros Dağları’na baktığımızda Karacaoğlan Karakız Tepesi görülüyor. Musa Eroğlu ve Mustafa Ak o bölgede yaptıkları orman kesimlerini anımsadılar. Tepeleri isimleri ile andılar.
Hacı Ahmetli köyü, Zeyker Yaylası ve Bağcağız’a yaklaşırken aşağılarda Kumaçukuru Köyü görülüyordu. Köy susuzluktan, yolsuzluktan terk edilmiş. Mut’un asfaltsız, susuz tek köyü.
Üretim durmuş. Ancak dönüm başına aldıkları teşvik var.
Bağcağız okulunu görünce Musa Eroğlu ; “Benim üniversitem duruyor ha?”
“Evet” dediler.” Duruyor.”
Bir günce şekillendi. Kayabaşı köylüleri üretime devam ediyorlar. Bir yıl pat pat motor alıyorlar, bir yıl ev yapıyorlar. Bir yıl da oğlan, kız evlendiriyorlar. Su bereket vermiş. Devlet gölet, hidrolik elektrik santral kurmak için uğraş veriyor. Kurt Suyu bolluk bereket vererek Göksu’ya ulaşıyor.

VURGUN YEDİ YÜREĞİM (*)
M. Suat GÜLŞEN

Üç sünger kayığı iskele boyunca yan yana dizilmişti. 1955 yılının sünger sezonunu açmak, ilk seferlerine çıkmak üzere hazırlıkları tamamlanmış bekliyordu. Mayıs ayında başlayıp, aylarca sürecek bir serüven başlamak üzereydi. Kayıklara dalgıçların yatakları yerleştiriliyor, erzaklar ambara istifleniyordu. Kayıkların son kontrolleri yapılıyordu. Kayıklarda bir koşuşturma bir hareketlilik vardı.
Davul gümbür gümbür çalıyordu. Sabah sabah çalan bu davul, süngercilerin denize açılacağının bir habercisiydi. Sanki delikanlıları askere gönderiyormuş gibi törenle gönderilirdi dalgıçlar da süngere. Gidip de dönmemek var! Dönüp de yürüyememek!
Davulun sesine tüm kasaba halkı toplanmıştı. Dedeler, nineler, kadınlar ve çocuklar doldurmuşlardı iskele meydanını. Dalgıçlar vedalaşmaktaydı sevdikleriyle. Kimisi anne ve babasının ellerini öperken, kimisi de son kez sarılıyordu eşlerine. Son kez öpüp kokluyordu çocuklarını.
Dalgıç Murat tutmaktaydı daha kınası silinmemiş eşinin ellerini sımsıkı. Ayşe Gelin ağlamaklı. Niçin bu davulun sesinde hüzün vardı? Niçin dört ay öncesi düğünlerindeki gibi neşeli çalmıyordu? Niçin efeler oynamıyordu zeybeği?
Ayrılık zordu. Yöre halkı yıllarca çekmişti bu zorluğu. Ayrılığa alışmak olası mı? Dayanma gücü kalmamıştı birçoğunun. Evlenince dalgıçlığı bırakırım diyordu Murat. Çaresizdi, yapacak başka bir işi yoktu. Zaten kasabanın başlıca gelir kaynağı değil miydi süngercilik? Balıkçılığı motoru olan yapıyordu, sebzeciliği de tarlası olan. O da ancak onların karınlarını doyuruyordu. Dalgıç Murat’ta bunların hiç biri yoktu ki!
Gençti, güçlüydü. Gözü kapalı bilirdi denizin siyah gülleri olan süngerlerin yerlerini. Her dalışta en az üç Apoşe (ağ torba) toplardı süngerleri dolu dolu. Ne Ege sahili kalmıştı dalmadığı, ne de Akdeniz sahili. Yasal olarak 16 kulaca kadar dalmaları gerekirken, 30-35 kulaç derinliklere inerlerdi. Taramıştı her sünger sezonunda denizin derinliklerini. Her süngerci isterdi kayığında olsun Murat gibi gözü pek genci.
Ayrılık vakti gelmişti. Murat sarıldı dört aylık eşine, öptü alnından. Titreyen bir sesle: “Hoşça kal, Allaha emanet ol. Beni merak etme. Kısmetse dönerim 3-4 aya kadar. Sakın ağlama arkamdan.” diyebildi.
Sonra annesinin babasının ellerini öpüp onlara da sarıldı. Babası: “Sen bizi hiç merak etme oğlum, tasalanma. Güle güle git. Yolunuz açık, deniziniz durgun, soluğunuz güçlü, şansınız bol olsun. Allah sizi korusun. İnşallah sağ salim dönersiniz, seni tekrar karşılarız burada. Yine kavuşuruz” dedi. Dalgıç Murat dayanamadı, son bir kez daha sarıldı eşine!
Teknelerin halatları çözülmeye başlayınca, kaldırılan demirlerin zincirleri art arda şıngırdamaya başlamıştı. Davulcu tokmağı daha bir hızla vurmaktaydı gidenlerin ardından.
İskelede kalanların gözleri yaşlı, dualar okumakta, el sallamaktaydılar uzun uzun. Tekneler hızla yol alıyordu boğaza doğru…
Gözden kaybolunca tekneler, kalabalık dağılmıştı. Eve doğru yürürken, Ayşe gelin göz pınarlarına dolan yaşları tutamadı daha fazla. Damlalar süzüldü solgun yanaklarından. Kayınvalidesi sıvazlayarak gelininin sırtını: “Ağlama güzel kızım ağlama. Gidenin ardından ağlamak iyi değildir. İnşallah birkaç ay sonra sağ salim döner Murat’ımız, tasalanma” dedi.
Gözyaşlarını silmeye çalışan Ayşe Gelin, hıçkırıklarını tutmaya çalışarak: “Nasıl tasalanmayım anne. Kaç dalgıç vurgun yedi bu denizlerde. Ölenler, felç kalanlar oldu. Çok korkuyorum” diyebildi.
“Hepimizin yüreğinde aynı korku, aynı sızı, güzel kızım. Kötü şeyler aklına getirme. İnşallah sağ salim döner kocan” diyerek elini tuttu gelininin. Yürüdüler el ele.
Baba da: “ Üzülme kızım. Her ayrılığın bir kavuşması olur inşallah. Benim oğlum cesurdur, iyi dalgıçtır, bir şey olmaz evelallah. Üzülmeyin. Siz eve gidedurun, ben biraz kahvede oturup gelirim” diyerek ayrıldı yaşlı adam yanlarından.
İskele alanı boşalmış, davul susmuştu. Sessizliğe gömülmüştü tüm kasaba. Dalgalar daha hızlı dövmekteydi sahili. Martıların sanki kanadı kırık, kuşlar suskundu. Havada sis mi vardı ne! Tepedeki ormanların başı dumanlı. Bir garip durmaktaydı boğazdaki fener, ışıkları sönük… İskele sessiz, kasaba sessiz, ev Murat’sız…
Gitmek mi zordu, kalmak mı? İkisi de zordu. Ancak gidenlerin zorluğu iki kat fazlaydı. Dalgıçlar sevdiklerine olan özlemin dışında her dalışın riskini de yaşıyorlardı. Nasıl yaşamasınlar ki; yaşamları bir incecik hortuma, bir de kılavuz ipine bağlıydı.
Sabah erken başlardı dalışlar. Birkaç zeytin, bir dilim peksimet ve bir bardak çay içildi mi, gün boyu başka bir şey yemezlerdi. Dalışlar tok mideyle yapılmazdı.
Dalgıcın forması özenle giydirilirdi. Bakır omuzluğu göğsüne geçirilip, lastik formadaki madeni çembere cıvatalarla sıkıştırılarak tutturulurdu. Sonra koca bir bakır kazana benzeyen miğfere hava borusunun marpucu vidalanıp dalgıcın başına geçirilirdi. Sonra omuzluğa sıkı sıkı vidalanırdı. Miğferin önünde, yanlarında ve başının üzerinde dışarısını görmeye yarayan üç lambozu, yani yuvarlak pencereleri bulunurdu. Ayrıca ayaklarına veya beline 20 kilo kurşun ağırlıklar bağlanırdı, dalgıcın suya batmasını sağlamak için. Haberleşmeyi sağlamak için de beline uzunca bir kılavuz ipi bağlanırdı.
Hava pompası çalıştırılıp hava verilirdi. Dalgıç kayığın kenarından kendini denize bırakır, inerdi mavi dünyanın derinliklerine. Haydi rastgele…
Dalgıç, miğferin tepesindeki lambozdan yukarıya doğru baktığında, kendisine takılı hava hortumu ile kılavuz ipinin yukarıya doğru uzadığını ve ta yukarıda kayığın altını görürdü. Sanki bu iki ipe bağlı kocaman bir şamandıra gibi dururdu koca kayık.
Bir başka dünyadır denizin derinlikleri. Uçurumları, ormanları, mağaraları, kayalıkları, kum tepecikleri, yosunları ve çiçekleriyle mavi-yeşil muhteşem bir tablodur. Su üstündeki dünyadan daha güzel ve büyüleyici. Kayalık ve yosunlu yerlerde sünger toplayan dalgıçlara eşlik eder rengârenk, çeşit çeşit balıklar.
Sünger, suyun içinde kömür karası gibi görünür. Ancak deliklerinden ayırdına varılır. Fil kulağı, melat, kabadika, deli sünger gibi çok çeşitleri vardır. Filkulağı en kıymetlisidir bu süngerlerin. Deli sünger pek kıymetli değildir, çok zor kopar yapıştığı kayadan.
Dalgıçlar topladıkları süngerleri apoşiye doldurup, apoşi tam dolunca apoşenin ipini iki kez çekerek haber verir yukarıdakilere, “Apoşi doldu yukarı çek” diye.
Her dalgıç günde üç kez dalıp, süngerin bulunma durumuna göre yaklaşık bir saat kalırdı derin sularda. Akşama kadar devam ederdi dalgıçlar arasında sırayla dalmalar.
Akşam olunca aşçılar yemekleri hazırlamış olur, hep birlikte sofraya oturulurdu. Akşam yemeğini doyasıya yerlerdi. Bünyeleri alışmıştı günde bir öğün yemeye.
Toplanan süngerler hemen işleme tabi tutulurdu. Ayakla çiğnenir, sıkılır ve deniz suyuna bırakılırdı. Sonra güneşte kurutulurdu. İşlem sonunda bu kapkara süngerler bembeyaz oluverirdi.
Cömert denizin nimetlerinden biri de süngerdi, mavi suların insanlara bahşettiği. Ah bir de verdiğinin karşılığında canlar yanmasa, vurgunlar olmasa, geride kalanları gözü yaşlı, dul, yetim bırakmasa!
Süngere çıktıktan birkaç hafta sonra; eve özlem, sevdiklerine özlem çöker yüreklerine dalgıçların. Kamaraları onların hayaliyle dolar, rüyalarına girer sevdikleri. Çoğu zaman uyku tutmaz gözlerini. Uykuları kaçtığında güverteye çıkıp yanık yanık türküler söylerler, aya, yıldızlara, yakamozlara karşı…
Tekneler açılınca engin sulara, gitmek mi zor, kalmak mı? Demiştim ama kalanlarınki de gidenlerden daha kolay olmazdı. Hele Ayşe Gelin’in ki çok daha zordu.
Günler haftaları kovalamıştı. Özlem, Ayşe Gelin’in yüreğine kor gibi oturmuştu. Yanıp yanıp tutuşuyordu. Pembe yanakları solmuş, bir de bulantıları başlayınca yemez içmez olmuş, iyice sararıp solmuştu. Ayşe Gelin’in “Geçer, geçer” dediği bulantıları geçmiyordu bir türlü. Bu durumu gören kayınvalide de çok üzülüyordu. Bir gün zorla doktora götürmüştü gelinini. Doktor hiç beklenmedik muştuyu vermişti Ayşe Gelin’e: “Hamilesin, anne olacaksın. Bulantıların ondan.”
Kayınvalide gelinine sarılmış, sevgi yumağı oluşturmuşlardı. Ayşe Gelin’in gözbebeklerindeki sevinç parıltıları ışıl ışıldı. Kalp atışları sanki dışarıdan duyuluyordu. Sevinç içinde eve dönünce, kayınpederine de verdiler bu muştuyu. Evi sevinç ve mutluluk rüzgârı doldurmuştu.
Ah, bir de Dalgıç Murat aralarında olsa, o da katılsaydı bu sevinç yumağına. Nasıl ileteceklerdi şimdi bu muştuyu ona!... Kim bilir Murat hangi sularda, hangi denizin derinliklerinde sünger toplamaktaydı şimdi?... Acaba içine doğmuş mudur, hissetmiş midir baba olacağını?
Ayşe Gelin sevincini eşiyle paylaşamamanın, kollarına sarılamamanın hüznünü hissediyordu. Bu mutluluğu doya doya yaşayamıyordu. “Ah, Murat’ım bir dönse, ona da baba olacağını bir söyleyebilsem, dünyalar onun olurdu” diye düşünüyordu.
Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Murat gideli dört ay olmuştu. Ayşe Gelin karnındaki bebeğin hareket ettiğini hissettikçe annelik duygusunu daha yoğun yaşamaya başlamış, heyecanı bir kat daha artmıştı.
Kayınvalide ve kayınpeder, gelinlerinin bir dediğini iki etmiyordu. Elini sıcak sudan soğuk suya değdirmek istemiyor, el üstünde tutuyor, adeta üzerine titriyorlardı. Ayşe Gelin’in rahatı iyiydi ama içindeki özlemi büyüdükçe büyüyor, dayanılmaz olmaya başlıyordu. Her gece Murat’ı düşünüyor, onun hayaliyle yatıp, onun hayaliyle kalkıyordu.
Bir sabah, bir süngerci kayığının boğazda görüldüğü haberi hemencecik yayılıverdi kasabaya. Konu komşu birbirine haber vermiş; dalgıç eşleri, çocukları, akrabaları iskeleye koşmuştu. Ayşe Gelin, kayınvalidesinin koluna girmiş, heyecanla adımlamaktaydı sokakları.
Daha kayık yanaşmadan iskeleye, kalabalık toplanmıştı sahile. “Kimin sünger kayığıydı bu? Hangi dalgıçlardı seferinden ilk dönen? Bu sorular meraklandırmıştı herkesi. Acaba, Dalgıç Murat da dönüyor muydu?”
Derken, kayık iskeleye yaklaşınca, anlaşıldı dönenlerin kimler olduğu. Ayşe Gelin’in beklediği kayık bu değildi. Ümidini yitirmiş, sevinci yarıda kalmıştı. Bekleyenlerin bir kısmının yüzleri gülerken, diğerleri de ümidini yarınlara bağlamıştı.
Ancak, dönen dalgıçların; kasaba dalgıçlarından birinin vurgun yemiş olduğunu söylemesi yarınlara kalan ümitleri yıkmıştı. Vurgun haberini kendileri de Bodrum’lu süngercilerden duyduklarını ama ismini onların da bilmediğini söylemesi tüm dalgıç yolu bekleyenleri üzmüştü. Sarı bayrak çeken bu kayığın dönüş yolunda olduğunu, birkaç güne kadar kasabaya ulaşabileceğini söylemesi kalplere bir ateş düşürmüştü. Bu kötü haber kasabanın üstünü kara bulutlar gibi kaplamış, yüreklere korku salmıştı. Kimdi acaba vurgun yiyen, kim?
Ayşe Gelin dönüş yolunda zor yürümekteydi. Sanki dizlerinin bağı çözülmüştü. Kayınvalidesinin koluna girmemiş olsa yığılıp kalacak gibiydi. Kayınvalide gelininin perişan durumunu görünce:
“Sakın aklına kötü şeyler getirme kızım, sakın boş yere üzme kendini. İnşallah Murat’ım değildir vurgun yiyen. Birkaç güne kadar sapasağlam çıkıp gelir inşallah” diye teselli etmişti gelinini.
Avuntular fayda etmiyor, yüreğine düşen kurt için için kemiriyordu Ayşe Gelin’i. Nasıl bekleyecekti, nasıl geçecekti birkaç günü daha. Ne gecesi belliydi ne de gündüzü. Sanki bir hayalet gibi dolaşıyordu evin içinde. Yastığa koyunca başını, oda dalıyordu derin sulara…
İskele bu kez çok daha kalabalıktı. Sarı bayrak çekmiş kayık yaklaşırken sahile herkeste bir korku bir heyecan. Demir atıp iskeleye yanaşan kayığın halatları bağlanırken herkes toplanmıştı başına. Bıraksalar dolacaklardı kayığa. Çok geçmeden çıkardılar vurgun yiyen, ayakları üzerinde duramayan dalgıcı kamaradan.
Murat’tı bu, Dalgıç Murat. İki kişi zor taşımaktaydı ayaklarını yerde sürüyen Murat’ı Gözlerine inanamadı Ayşe Gelin, feryatları yeri göğü inletti. Dal gibi delikanlı çökmüş, bitkin.
“Hemen İstanbul’a basınç odasına götürün. Aksuna yaptırdık fayda etmedi. Tedaviyle belki yürüyebilir” dedi dalgıç arkadaşları.
Ayşe Gelin hiç bırakır mı yiğidini? Yere yapışsın hiç ister mi! Ne gerekirse yapacak, yürütecekti sevdiğini. Ama önce eve götürmeliydi. “Bana bırakın, verin bana, ben taşırım erkeğimi” diyerek aldı sırtına. Düştü evin yoluna.
Karnında çocuğu, sırtında yiğidi, her adımda ağırlaşıyordu yükü. “Ha geyret, ha gayret” diye zorla atmaya başladı adımlarını. Alnındaki boncuk boncuk terler, gözyaşlarına karışıyordu. Eve az kalmıştı ama dermanı tükendi, varmadan kapıya yere kapandı.
Bu korkuyla gözlerini açtı Ayşe Gelin. Yatağından doğruldu. Gördüğü kâbustan uyanmıştı. Kalbi küt küt atıyordu. İnanamadı gördüklerinin rüya olduğuna. Alnındaki terleri sildi. Kalktı, bir bardak su içti. Neden sonra kendine geldi. “Çok şükür yaşadıklarım gerçek değilmiş” diye rahatladı. Korkusu, kâbusu yavaş yavaş dağılmaya başladı.
Sonra biraz hava almak için evin önündeki bahçeye çıktı. Bahçedeki tulumbadan su çekerek yüzünü yıkadı.
Oturdu tek katlı evin taş duvarının önündeki tahta sedire. Sabahın serinliğinde, mis gibi dağılan çiçeklerin kokusunu çekti ciğerlerine. Karşı tepenin ardından süzülen güneşin ilk ışıklarıyla, hava aydınlanmak üzereydi. Yeni bir gün, yeni bir umuttu Ayşe Gelin için.
Bu sırada bahçe kapısı tokmağının sesi duyuldu. “Tak tak tak…” Kimdi bu? Tan yeri ağarırken kimdi gelen?
Acaba Ayşe Gelin’in kayınpederi mi? Sabah namazı için gittiği camiden mi dönmüştü? Duraksadı birden. Kayınpederi olsa anahtarıyla açmaz mıydı kapıyı? Derken tekrar duyuldu tokmağın sesleri, daha hızlı. “Tak tak tak…”
Kapının ardından “Kim o?” diyebildi Ayşe Gelin. “Benim ben, Murat.” Açtı hemen kapıyı ardına dek. Sarıldılar birbirlerine. Ayşe Gelin sevinçten kendinden geçmişti. Bırakmıştı kendini eşinin sımsıkı saran kollarına. “Gece boyu yol aldık, yelken açtık, biran önce varabilmek için sevdiklerimize” dedi Dalgıç Murat. “Tam zamanında geldin, tam zamanında. Neredeyse ölüyordum korkudan” dedi Ayşe Gelin.
Uyandı anne baba da bu seslere. Yandı evin ışıkları. Verildi muştulu haber genç dalgıca. Dünyalar onun oldu. Ayşe Gelin, Murat’ına ermiş, yeni bir günle, yeni bir yaşam başlamıştı…

(*) Kelenderis Öykü Yarışması Üçüncüsü