26 Kasım 2009 Perşembe

GERÇEMEK SAYI 18


GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Kasım 2009

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 3
Sayı: 18

Gerçemek,
Kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

DEVETABANI (cyclamen)

Toroslar’da 500 metreden sonraki rakımlarda kendiliğinden yetişen, Aydıncık yöresinde devetabanı olarak bilinen bitkinin bilimsel adı siklamendir. Seyrek çam ve meşe ormanlarında, taşlık ya da çalılık alanlarda, özellikle de pinar adı verilen kermes meşesi, çıtlık, tespih çalısı diplerinde kendini gösteren, çok yıllık, yumrulu otsu bir bitkidir.
Toprak yüzeyinden 10 cm kadar aşağıda bulunan koyu kahverengi yumruları düzgündür. Saçak kökleri, yumrunun alt kısmının ortasından çıkarak toprağa gömülür. Yumruların üst kısmının ortasındaki bir gözden ise, yorgan iğnesi kalınlığında, kahverengi yaprak sapları ile sarmal biçimde, daha ince ve daha açık renkli çiçek sapları çıkar. İri yumrularda bu gözden iki bazen de üç adet kurşun kalem kalınlığında, 3 ya da 4 cm uzunluğunda boru şeklinde saplar çıkar. Bunların ucundan da yaprak ve çiçek sapları fışkırır.
Bitkinin yaprakları, kalp şeklinde, uzun saplı, etli, kenarları düz olup çok az da olsa dalgalıdır. Yaprakların altı mor, üstüyse koyu yeşildir ancak üzerinde çeşitli şekil ve uzunlukta açık yeşil ya da gri desenler vardır.
Kasım başlarında, 15 cm civarındaki silindirik çiçek sapın ucunda, yere doğru eğilen kısmında, geriye doğru kıvrık beş parçadan oluşan, alt kısmı eflatun, üstü soluk pembe çiçek açar.
Siklamen tohumdan ya da yumrulardan üretilir.
Kurutulan devetabanı yumrularından elde edilen tozun yara üzerine serpilmesiyle yaranın iyileştiği, ayrıca eskiden yumruların sığırlarda ishal kesici olarak kullanıldığı söylenir. (EDİTÖRDEN)


İSTANBUL’DA YAŞAM
Mustafa B. YALÇINER

Bir zamanlar köyden kente göçün simgesi olan, iş, aş ve umut içeren “İstanbul’un taşı toprağı altındır,” diye bir söz vardı. Buna inanarak binlerce aile yollara düşmüş ve gelip yerleşmiş bu kente. Bunun sonucu olarak da İstanbul devasa bir kente dönüşmüş.
İnsanlarını da “İstanbul’u yaşayanlar” ve “İstanbul’da yaşayanlar” olmak üzere iki gruba ayırmak olası. İstanbul’u yaşayanlar, onun sunduğu nimetlerden yararlanan sosyoekonomik düzeyi yüksek kişilerdir. Bir de, Orhan Veli’nin “İstanbul’da Boğaziçi’nde/ Bir fakir Orhan Veli’yim./ Veli’nin oğluyum,/ Tarifsiz kederler içinde...” dediği türden İstanbul’da yaşayanlar var. Günümüzün İstanbul’u, birileri için tozpembe, diğerleri için gemi bacasından çıkan duman gibi kapkara.
Bin bir umutla gelip umutsuzluğa, yalnızlığa düşen, yaşam kavgası veren insanlar yaşıyor birkaç Avrupa ülkesinden daha büyük olan bu kentte. İşe geç kalmamak için sabah ezanıyla yollara düşen kadınlar, erkekler. Ana babalar evden daha erken çıktığı için, çocuklarının karnını doyuracak ve onları okul taşıtlarına bindirecek olan gündelikçi kadınlar. Otobüslerde, minibüslerde, servis araçlarında, uykulu gözler, asık suratlar.
Çalışanlar için burada zaman çok değerli. Ne yazık ki onun da büyük bir bölümü yollarda geçiyor. İnsanlar yürümüyor, koşuyor adeta; arkalarından sapan taşı yetişmiyor. Yok vapuru kaçıracağım, yok otobüsü kaçıracağım paranoyasına kapılmış insanlar. Ayrı semtlerde oturan iki kişinin bir saatçik görüşebilmesi için en az yarım gününü ayırması gerekiyor. Bu yüzden de insanlar, genellikle görüşemiyor.
Gelir çok gibi görünüyor ama gideri ancak karşılıyor. İstanbul’da yaşayabilmek için insanın çok çalışması ve adeta para makinesi olması gerekiyor. Yorgun argın eve dönen insanlar da yemekten sonra, sabah erken kalkabilmek için, hemen yatıyor.
Büyük kent yaşamı işte böyle! Parislilerin çok büyük bir kısmı da yaşantılarını “ İş, metro, uyku” olarak tanımlar. İstanbulluların da onlardan kalır yanı yok; tek fark, bizimkiler “İş, dolmuş, uyku” diyor.
Vaktiyle, Parisli bir arkadaşım bana şu soruyu sormuştu: “Paris’te metroya bindin. Çevrene şöyle bir baktığında, bayanlardan hangilerinin gerçek Parisli olduğunu nasıl anlarsın?” Yanıtlayamamıştım. Bunun üzerine, o da bana “Çantasını boynuna asıp, onu göbeğinin üstünde taşıyanlar gerçek Parislidir, çünkü burada kapkaççılık aldı başını gidiyor,” demişti. İstanbullu kadınlar da Parisli kadınlar gibi taşır olmuş çantalarını.
Trafik ayrı bir dert bu koca İstanbul’da. Araçlar güçlükle ilerliyor. Gemisini kurtaran kaptan misali, sağlayanlar, sollayanlar, makas atanlar, emniyet şeridinde gidenler... Sürücünün sürücüye saygısını yitirdiği bir kent olmuş İstanbul. Gelecek düşünülmeden bırakılmış cadde ve sokaklara artık sığmıyor arabalar. Bazı yerlerde, aynı kaldırımda, iki kişi bile yan yana zor yürürken, bazı yerlerde arabalar kaldırımda, yayalar yolda!
Yeni yerleşim yerlerinde, köy ile kent iç içe. Etrafı Çin setiyle çevrili sitelerin yanı başında birkaç manar ve önlerinde plastik seralar. Yıllar önce, bir gecede dikiliverilen gecekonduların oluşturduğu semtlerde, şimdi dört beş katlı bina ya da villalarla gecekondular beraber yaşıyor. Plansız programsız bir kentleşme var buralarda da. Yollar, sokaklar ve caddeler yine dar. Gelecek kuşak yine düşünülmemiş. Açgözlülük ile köşe dönmecilik, bu semtlerde de ön plana geçmiş.
Bir zamanların İstanbul’unu öve öve bitiremeyen şairlerimiz dünyaya yeniden gelseler, bu kente aynı gözle mi bakarlar acaba? Yoksa Abdülkadir Bulut’a hak mı verirler?

“Heder ettin beni bu yaşta
Sen ey güzel İstanbul
Çekip gidiyorum işte
Allahından bul”


DEVRİMCİ APARTMAN
Mehmet BABACAN

Apartmanın da devrimcisi mi olur demeyin sakın? Olur mu olur. Mimarlık tarihinde “Tarz”dı; “Stil”di; “Biçim”di diye diye, onca değişim oynayarak mı geldi? Hepsi de çatır çatır devrimin ürünü…
Ama bizim sözünü ettiğimiz devrim biraz farklı. Bu yaklaşımda ne yapının payı var ne de plan projenin. Sadece, bir ruh var belki…
Hoppala! Şimdi de apartmanın ruhu mu var diyeceğiz? Desek ne olur? Doğup, yaşayıp, ölüyorsa, canı da vardır, ruhu da… Şiddetli fırtınalarda ya da depremlerde, can havliyle, çıkardığı sesler, canlı olduğunu göstermiyor mu?
Neyse, fazla kurcalamayalım. Sözün kısacası, devrimci apartman olur. Zaten, bir şeyin temeline devrimcilik girmişse, o nesne devrimci olur arkadaş. Kurtuluşu yok…
12 Eylül faşist balyozu, kafamıza ustaca inince, feleğimiz şaşmıştı. Çünkü antrenörleri çok yetkindi; oyunu yaman oynuyorlardı. Bir çırpıda, ne kadar devrimci, aydın, demokrat varsa, bir bir toplayıp, içeri tıktılar. Faşist gericilik, sözlüklerin içine kadar giriyor; sözcüklerin altında farklı anlamlar arıyordu. “Devrim” sözcüğünün yerine, “ İnkılâp” sözcüğünü zorunlu kıldıkları gibi. Sosyal Bilgiler ders kitabındaki “Sosyal” sözcüğünden ötürü, kovuşturma açtıkları gibi.
En büyük suç aracı, elbette kitaptı. Tarihin tanık olduğu onca kitap ve kütüphane yangınına karşın, bir türlü tüketilemeyen o baş belası.
Ama yeni buldukları yöntem çok harikaydı doğrusu. Suç nedeni olan kitaplar, suçlunun sırtına yükletilip, sokak sokak gezdiriliyordu.
Bu yöntem, neden mi harikaydı? Yahu, bir düşünsenize, sırtında kitap yüküyle varlığı belgelenmiş bir adamdan, daha onurlu kim olabilir? Heykelini dikmeye gerek var mı o adamın?
Şu devrimciler çok şanslı be. Sanki onur kazanmaktan bıkmamışlar gibi, bir de faşistlerin geri zekâlılığı yüzünden onur kazanıyorlar.
Ne yazık ki ben bu onura erişemedim. Böyle yöntemler bulunacağını nerden bileyim. Saklamayı yeğledim ben. Yakacak değildim ya. Vallahi, ellerim yanardı. Kitaplarımın en vazgeçilmezlerini seçerek, yüz ellişer kitaplık iki koli yaptım. Sonra, dostum, meslektaşım Ali Yağız’ı buldum. Babası inşaatçıydı ve birkaç yerde inşaat temelleri vardı. O yapılardan birine, geçici olarak, saklayıvermesini rica ettim. Tehlike geçince, ya da fırsat bulduğumda, daha uygun bir yere taşıyacaktım.
Neyleyim, ecel vadeyi beklemedi, gözaltına alıverdiler. Sakıncasız diye evde bıraktıklarımın tümünü de çuvallara doldurup götürdüler. Odun, kömür yerine, sobalarda yaktılar. Kitap ve dergilerde adım yazılı olduğu için, görevli polis, arada bir, sırıtarak gelip, “Bugün, senin kitaplarla ısındık hoca. İyi de ısıtıyor ha” diyerek, üç kuruşluk aklıyla, dalga geçtiğini sanıyordu. Boş bırakmıyordum ben de;
“ Benim olduğunu nasıl anladınız?”
“ Adın yazılı ya.”
“ Yahu, senin okuma-yazman da mı vardı?”
Küfrü basıp gidiyordu tabii. Ne derse desin, önemli değildi. Asıl hazineyi kurtarmıştım ya, gerisi vız gelirdi…

Cezaevinden çıkar çıkmaz, ilk işim kitaplarımı aramak oldu. Nereye saklandığını bilmiyordum. Ali Bey de ortalarda yoktu. Tutuklanma korkusuyla, il dışına kaçmış. Onunla bağlantı kuramadığım sürece, defineyi bulmam olanaksızdı.
Aylar sonra buluştuk Ali öğretmenle. Ne var ki, kitapların saklandığı yerin üstünde, beş katlı bir apartman vardı. Oğlunun da kaçak olduğu sırada; baba inşaata devam etmiş; işçiler de, temeli iyice araştırmadan, betonu döküvermişler…
Yani, apartmanın temelinde devrimci kitaplar vardı.
Yani, apartmanın genlerinde devrimcilik yatıyordu.
O sokaktan her geçişimde, bir süre durur, sempatiyle bakarım o apartmana. Hiç olmazsa, bir köşesini, bir tuğlasını tutup, öpmek gelir içimden… O balkonların, o saçakların beni tanıdığını, bana gülümsediğini düşlerim hep. Devrimci dostlarımla olduğu gibi.




DÜĞÜN GÜNLÜĞÜ
Hasan AKARSU

Düğün, Türkçe Sözlük’te, evlenme veya sünnet dolayısıyla yapılan eğlenti olarak açıklanıyor. Bizim eğlentimiz oğlumuzu evlendirme dolayısıyla yapılıyor. 02 Ağustos 2008’de Silifke’de yaptığımız nişanın üstünden on dört ay geçti ve düğün günü geldi.
22 Eylül 2009’da, 12.00 otobüsüyle Tekirdağ’dan İstanbul’a hareket ediyoruz. Hava bulutlu, serin ve yağmur yağacak gibi. Çekirdek aileyiz. Anne, baba, bir oğul, bir de kız. İstanbul yolculuğu rahat geçiyor.
Saat 21.00’de Kontur otobüsüyle Silifke yolculuğu başlıyor. Şeker Bayramı’nın üçüncü günü olduğundan İstanbul’a dönüş trafiği yoğun. Mut’lu olduğunu öğrendiğim yaşlı adam, torunu ve geliniyle yolcu salonunda oturuyor. Onu uğurlamaya gelmişler. Abdest alıp namaza duruyor bekleme salonunda.
Elli dakika sonra Harem’deyiz. Diyarbakır, Siirt, Cizre yolcularının çağrıldığını duyuyoruz. On dakikalık bir moladan sonra yola çıkıyoruz. 1970’li yılların Harem’ini anımsıyorum,
Balıkesir yolculuklarımı. Oralarda bıraktığım dostlarımı anımsıyorum, İlhan Berk’in sevgilisine seslenişini:”Sevgilim, işte eylül/ Ve işte senin usul usul seğiren yüzün// Zaman ki sonsuzdur/ Bitmemiş şiirler gibidir…” Eylül’de, zamanın sonsuzluğunda Silifke’ye yolculuğumuz heyecan verici. İzmit otogarından yolcu alıyor otobüsümüz. Otogar eski olup büyük bir yapı izlenimini veriyor. Yağmur çiseliyor, su birikintilerinden geçiyoruz. Adapazarı’ndan yolcu alırken Orhan Veli’nin “Yol Türküleri” adlı şiiri düşüyor aklımıza:”Hereke’den çıktım yola/Selam verdim sağa sola/ Haydi, benim bu dünyaya garip gelmiş şairim/ Yolun açık ola!/…Arifiye!/ Şoför durdu, Enstitü mektebi, dedi./ Süleyman Edip Bey müdürün adı./ Bir yol da burada duralım;/ Ellerinde nasır, yüzlerinde nur,/ Yarına ümitle yürüyenlere/ Bir selam uçuralım…” . Yarına ümitle yürüyenlerin yolu kesildi ne yazık ki. Köy Enstitülerinin kapanışı yürek dağlıyor.
İzmit’te oturup uzun yıllar Özgür Kocaeli gazetesinde yazılar yazarak, genç ozanlara ve yazarlara destek olan bir ozan, yazar ağabeyimiz var: Ruşen Hakkı. “Elini Hünerle Kuşlara Yelek Giydir” diyen ozanımız, ölümle her şey bitse de, bir hüzün kalacağını anımsatıyor:”…Adı ölümdür!/ Kapanır bir perde, bir perde açılır/ İstenmese de çıkılır yola/Biter her şey/Gene de bir hüzün kalır!”. Zamanla hesaplaşırken de hüzünleniyor:”…Uyuruz, uyanırız/ Islanırız, kurulanırız/ Atar bir çizik daha/ Alnımıza zaman” diyor.
Adapazarlı ozan, yazar Faik Baysal geliyor gözümün önüne. Şarköy’ün yazlarını zenginleştiren Baysal, 09 Aralık 2002’de ayrılmıştı aramızdan:”Bana bir dünya söyle, bir dünya/ Ellerimiz kan kokmasın içinde” diyerek dünyanın kardeşliğini özlüyordu. Ne yazık ki dünyamızda kavgalar, savaşlar acımasızca sürüyor.
Otobüsümüz, Bolu-Kaynaşlı’da mola verdikten sonra Bolu dağlarını aşarak yola devam ediyor. Bolu Beyi’ne karşı duran Köroğlu’nu anımsıyoruz. İlhan Berk, “Şimdi bir orman bir yerlerde şiirlere girmiştir” derken kim bilir hangi ormanları şiirlerine alıyor?
On saat süren yolculuktan sonra, sabaha karşı Konya’ya varıyoruz. Koltuklarımızda oturarak uyumanın zorluğunu yaşıyoruz. Dümdüz ovada ilerlerken Cemal Süreya’yı anımsamamak olur mu:”…Afyon garındaki küçük kızı anımsa, hani/Trene binerken pabuçlarını çıkarmıştı;//…Tanrım, gerçekten çocukluk günlerinizde mi?” Cemal Süreya, Tanrı’ya, Anadolu’yu çocukluk günlerinde mi yarattığını sorarken neyi anımsatmak istiyordu acaba? Elbette Anadolu’nun yoksulluğunu. Zenginliği de düşünülmeli değil mi? İşte Konya’dan geçiyoruz, Mevlana’nın, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Konya’sından. Ne diyordu Mevlana?”Ya olduğun gibi görün/ Ya göründüğün gibi ol!” Başka ne mi diyordu:”Güneş gibi ol! Toprak gibi ol! Akarsu gibi ol! Dünyayı ayakta tutan varlıkları örnek gösteriyordu.
Çumra-Karaman yolunda ilerliyoruz. Türk dilini canı gibi sevip koruyan Karamanoğlu Mehmet Bey’i anarak geçiyoruz kavun-karpuz tarlalarının kıyısından. “Türkçenin Başkenti Karaman’da beş dakika kalabiliyoruz. Mut ilçesi bizi bekliyor. Yollar kıvrılıyor, dağlara tırmanıyoruz, dağlardan iniyoruz. Sertavul Geçidini geçiyoruz. Alahan (Alacahan) Manastırı’na giden yolu gösteren tabela ilgimizi çekiyor. Mut’a 20 km yolumuz var daha. Manastırın 5. yüzyıl yapıtı olduğunu öğreniyoruz. Şimşek Turistik Tesislerinde dinleniyoruz. Mut’ta, Karaca Kız Anıt Mezarı’nın ve Karacaoğlan Anıtı’nın bulunduğunu anlıyoruz. Kara Kız’ın Anıt Mezarı yazısındaki dörtlük ilgi çekici: “Gökyüzünde tüten olsam/ Yeryüzünde biten olsam/ Al benekli keten olsam/ Yar boynuna sarsa beni”. Karacaoğlan Anıtı’ndaki dörtlük de öğüt verici:”Meclis’te arif ol kelamı dinle/ El iki söylerse sen birin söyle/ Elinden geldikçe sen iyilik eyle/ Hatıra dokunup yıkıcı olma”. Usta ozan Ruhi Su’nun sesi yankılanıyor şimdi bu dağlarda. Mut, palmiyeleriyle, kayısı ağaçlarıyla karşılıyor bizi. Adı gibi, umut verici, alçakgönüllü ilçe. Mut’tan geçerken, buralarda köy öğretmenliği yapmış olan ozan, yazar arkadaşım Ramazan Teknikel’i anımsıyorum. Coşkulu, duygusal şiirlerin ozanı Teknikel, “Göçebe Türküleri”nde bu yörelerden mi sesleniyordu: “…dallardan el ediyor güz kuşları/ göçebeliğimizi vurdular yüzümüze/ binek taylarında unuttuk suçumuzu/ söylerim dilim yetmez/ sorun/ uğramadığımız dağlardan sorun bizi”. Teknikel, Uçkaya Köyü’nde öğretmenlik yaparken, mektupları getiren postacı Selim’i anlatıyor bir yazısında. Yirmi beş yıl sonra aynı köye gittiğinde Selim’i sorduğunda, Değirmenci, karlı bir kış gününde köye mektup getirirken donarak öldüğünü, cesedinin birkaç gün sonra bulunduğunu, eliyle iç cebindeki mektupları tutarken donduğunu söylüyor. Teknikel, “Şimdi postacının getirdiği her dergide Selim’i görür gibi oluyorum” derken yarım yüzyıl öncesi köy yaşantısına götürüyor bizi.
Selim’i düşünürken Silifke’ye yaklaşıyoruz. Gülnar ilçesine giden yol sapağı ilgimizi çekiyor. Gülnar’da yaşayan ozan Ali F. Bilir ile eşi yazar F. Saadet Bilir’i anımsıyoruz. İkisinin birlikte hazırladığı “Orta Asya’dan Toroslar’a Gülnar” adlı kitabı anmamak olur mu? Çevrenin dili, kültürü ve toplumsal yapısı ayrıntılarıyla anlatılıyor bu yapıtta. Aydıncık ilçesindeyse, yazar Mustafa B. Yalçıner’in çıkardığı “Gerçemek” adlı dergi, yazınımıza ayrı bir renk katıyor. Yörenin sanatını ve kültürünü soluyan dergiyle göneniyoruz. Derginin Eylül-Ekim 2009 sayısı da yörenin ekiniyle dolu dolu. Mustafa B. Yalçıner’in Gündüz Artan öğretmenini anlattığı yazısı değerbilirlik örneği. Yoksul köy çocuklarının okuma tutkusunu ateşleyen, “Gülnar poyrazı” olabilen Türkçe Öğretmeni Gündüz Artan’ı eğitim ışıkları içinde saygıyla anıyoruz. Gülnar, Aydıncık yöresine gidilir de Anamur 1943 doğumlu ozan Abdülkadir Bulut unutulur mu? Sen Tek Başına Değilsin, Acılar Yurdumdur, Yakımlar adlı şiir yapıtları bulunan ozanımızı, yolculuk sırasında taşıtın kapısı açılıp düşünce, genç yaşta yitirmiştik. Çukurova, Toroslar deyince, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Osman Şahin, Behzat Ay da düşüyor aklımıza. Yöreyi, halkımızın dilini, ekinini yapıtlarında yaşatan yazarlarımız onlar. Göksu Nehri bize yol boyunca eşlik ederken, Kargıcak Köyü’nü geçiyoruz. Her yer uçurum. Göksu koyağında ilerliyoruz. “Göksu ormanla güzeldir” sözü ilgimizi çekiyor. Burada da Değirmendere var. Uzun süre Göksu’nun sol kıyısından giderken köprüden geçerek sağ kıyısında yola devam ediyoruz. Silifke Kalesi’nin yanından geçerek Silifke’ye ulaşıyoruz. Dünürlerimiz güler yüzle karşılıyor bizi, evlerine götürüyorlar, kısa bir söyleşiden sonra öğle yemeğini yiyip çaylarımızı içiyoruz. Yörenin Yüksük (kulak) çorbasını çok beğeniyoruz. Bizim mantımıza benzediğini söyleyebiliriz. Silifke’ye on yedi km uzaklıkta olan Susanoğlu’na gidip bize ayrılan eve yerleşiyoruz. Susanaoğlu, yörenin turistik yerleşim yeri olup büyük bir koyda kurulmuş. Denize girip sıcak, tuzlu, temiz sularında serinliyoruz. Üç metreden başlayan derinlik hemen beş-on metreye ulaşıyor. Akşama kına gecesine katılmak üzere gelin evine gidiyoruz. Gelin tarafının akrabaları, gelinin arkadaşları, oğlan tarafını sevinçle karşılıyor, hal-hatır sorulduktan sonra erkekler ayrı bir odaya alınıyor. Kadınlar, kızlar ve gelinin arkadaşları bir arada gece boyunca eğeleniyorlar. Oyun havalarından ve türkülerden sonra geline kına yakmaya geliyor sıra. Kına türküsü eşliğinde, yakılan mumlar bir tepsi içinde, gelin ile damadın etrafında dolaştırılırken, önce gelinin eline, sonra da yakınlarının eline kına yakılıyor. Kına yakan kadın, “gelinin eli açılmıyor” diyerek damadın annesinden bahşiş istiyor. Kına yakılıp gelin ve damat için uğurlu olması dileğinden sonra yeniden oyunlara başlanıyor. Yörenin kına gecesi ağıtından bir örnek:”Çamura taş atmayın batar gider/ Gurbete kız vermeyin yiter gider/ Anayı babayı terk eder gider/ Gız anası gız anası gınan gutlu olsun/ Vardığın yerde dilin datlı olsun…”
Gece yarısı Susanoğlu’na dönüp yatıyoruz. 24.09. 2009 Perşembe günü saat 08.00’de kalkıp yürüyüş yapıyorum ve denize giriyorum. Akdeniz’in tuzlu suyu gözlerimi yakıyor. Beş-on metre derinlikte denizin dibi görünüyor. Akvaryum gibi bir denizde yüzmenin tadına doyulmuyor. Öğleden sonra dünürler ve yakınları geliyor. Neriman Hanım, yayladaki bahçeden gül koparıp getirmiş. Birkaç kırmızı gül bırakıyorlar bize. Sıkma böreği yapıyorlar birlikte. Hamuru açıp tavada ya da sac üzerinde az pişirip içine peynir, çökelek, maydanoz koyarak sarıp sunuyorlar. Ayrıca helvayla, patatesle de yapılıyor.
Akşamüstü, kız babası Osman Bey’in önceden aldığı barbun balıklarını pişirtmek için balıkçıya götürüyoruz. O sırada, nişanda tanıştığımız emekli öğretmen Abdullah Bey’le karşılaşıyoruz. Balıklar pişirilirken birer bira içiyoruz, birkaç balığı da meze yapıyoruz. Yörenin en güzel balığı lagosmuş. Ondan sonra yediğimiz barbun balığı geliyormuş. Gelinin ağabeyi eczacı Kemal de Silifke’den geliyor. Evde akşam yemeğinde uzun bir söyleşiye dalıyoruz.
25.09.2009 Cuma günü de sabahleyin yürüyüş yaptıktan sonra denize giriyoruz. Bu kez kızım Özge Pınar ile ağabeyi Özger de denize giriyorlar. Yörede inşaat yapan bir yükleniciyle tanışıyorum denizde. Erzincanlı olup İstanbul’da oturuyormuş ve her yaz buraya tatile geliyormuş. İnşaat işini bıraktığını söylüyor. Denizden çıkıp kahvaltı ediyoruz. Öğleden sonra düğün sahibinin ağabeyi Salih Bey’lere çağrılıyız. Eşi Neriman Hanım bu kez yörenin yemeği olan “batırık” yapıyor. Batırık, kısırın sulandırılmışı; ancak içinde öylesine çok malzeme var ki insan şaşırıyor. İnce bulgur, susam, ezilmiş yer fıstığı, onlarca çeşit baharat, domates, marul, lahana ve domates turşusu da katılanlar arasında. Salih Oğuz’un evinden ayrılıp düğün evine gidiyoruz. Gelinin Trabzon’dan arkadaşı Banu, Ankara’dan arkadaşı Aslı geliyorlar. Düğün sahibi Osman Oğuz’un limon bahçesine iki arabayla gidiyoruz. Silifke’nin 5 km batısında olup on dönümlük bir bahçe ve içinde beş yüze yakın limon ağacı bulunuyor. Önceden olan limonlardan topluyoruz. Bu limonlara “şataf” deniliyor. Limon ağaçları damlama sistemiyle ve yer altı suyuyla sulanıyor. Ayrıca, Göksu’dan sulama kanallarına verilen su da kullanılıyor. Her yan limon ve çilek bahçesiyle dolu. Düğün evine dönerken Saray Pastanesi’nde künefeyle dondurma yiyoruz. Düğün evindeyse içli köfte sunuluyor özel olarak. Bu değin güzel içli köfteyi otuz yıl önce Besni’de yediğimi söyleyebilirim. Saat 23.00’te Susanoğlu’na dönüp uyuyoruz.
Bugün 26 Eylül 2009 Cumartesi ve düğün günü. Öğleye doğru hazırlıklarımızı yaparak Silifke’ye gidiyoruz. Düğün saat 19.30’da, Silifke Kalesi’ndeki lokantada başlayacak. Bu saate değin epeyce zamanımız var. Silifke’de gezintiye çıkıyorum. İki yerel gazete ilgimi çekiyor. Birisi haftalık çıkan “Sesimiz” gazetesi, diğeri günlük çıkan Göksu Gazetesi. Göksu Gazetesi 5 yaşında olup önemli yerel haberlerle ilgi çekiyor. Sözgelimi; üzüm pekmezi yapılışı, çulfallıkla dokunan kilimler, Uluslararası Karacaoğlan Şelale Şiir Akşamları haber olarak veriliyor. Tarsus’ta yapılan şiir etkinliği 28 Eylül 2009’da başlıyor ve dört gün sürüyor. 18 ülkeden ozan ve yazar katılıyor.
Düğün evi, her yerden gelen konuklarla doluyor. Silifkeli Hasan Öğretmen, Afyon’dan gelen Ercan Öğretmen ve eşleriyle tanıştırılıyoruz. Gelinimiz Emel’in Cerrahpaşa Tıp’tan arkadaşı İpek ile eşi Oğuzhan’ı tanıyoruz. Bir ara Göksu kıyısında gezintiye çıkıyorum. Üzerinde bulunan üç köprüden de geçiyorum. Kuzeydeki köprü, Roma Köprüsü olup taştan yapılmış. M.S. 77-78 yıllarının köprüsü. İmparator Vespasianus zamanında, oğulları Titus ve Domitianus tarafından Kilikya Valisi Memor’a yaptırılmış. Osmanlı döneminde onarılmış ve Cumhuriyet döneminde de genişletilmiş. Diğer köprüler sonradan yapılmış olmalı. Göksu Nehri 250 km uzunluğunda olup Silifke’den Akdeniz’e dökülüyor. Silifke’nin iki lagün gölü var. Biri Paradeniz Gölü olup denizle bağlantılı. Akdeniz’in suları kabardığında, Paradeniz’in suları da kabarıyor ve bir boğaz ile Akgöl’e geçiyor. Bu göllerin kuş cenneti olarak bilindiğini de belirtmeliyiz.
Saat 18.30’da Silifke Kalesi’ne çıkıyoruz. Masalar düzenli, herkesin yeri belli. 19.30’da düğüne gelenleri karşılamaya başlıyoruz. Herkes yerini aldığında gelin ile damat geliyor, ışıklarla, müzikle karşılanıyor ve dansa başlıyorlar. Saat ilerledikçe oyunlar hızlanıyor, oyuncular çoğalıyor. Gelin ile damat masaları dolaşarak kutlamaları ve takıları kabul ediyorlar. Düğünde çok oynandığını söylediğimde, yörede geçerli şu söz ilgimi çekiyor:”Düğüne oynamaya, mezarlığa ağlamaya gidilir.”
Düğün bitince, sembolik olarak gelin ile damat kaynana evine götürülüyor. Eve girerken gelin su testisini deviriyor. Gelinin kaynanasına ve kaynatasına, gelin için ne bağışlayacağı soruluyor. Biz de bir altın bilezik sözü veriyoruz. Gelin eve alınırken, evlilikleri sağlam olsun diye kapıya asma yaprağı yapıştırıyor ve çiviyle de çakıyor. Düğün burada sona eriyor. Biz de yatmak üzere Susanoğlu’na gidiyoruz.
27 Eylül 2009 Pazar günü erken kalkıp yürüyüş yapıyor ve denize giriyoruz. Kahvaltıdan sonra gazetelerimizi okuyup dinleniyoruz. Öğleye doğru Silifke’den, düğün evinden getirilen kabak böreğini ve burada yapılan mantıyı, Silifke yoğurduyla yiyoruz. Yoğurdu, düğün sahibi Emine Hanım’ın annesi Adile Teyze yapmış. İşte Silifke yoğurdu diyorum ve Adile Teyze’nin ellerine sağlık diyorum. Gelinimiz Emel’in arkadaşı Aslı, Mersin üzerinden Ankara’ya uğurlanıyor. Banu, yarın uğurlanacak. Biz de Silifke’den 15.00 otobüsüyle İstanbul’a doğru yola çıkıp geldiğimiz yerlerden geçerek, 28 Eylül 2009 Pazartesi günü saat 07.30’da evimize ulaşıyoruz.
Oğlan evindeki düğünü, 03 Ekim 2009’da Tekirdağ Öğretmenevi’nde yapıyoruz. Düğün telaşını yaşadıkça, Ozan Cemal Süreya’nın şu sözünü anımsıyorum:”Her aşkta en az on kişi vardır/ Bunlar en yakınlar ve tanıklardır”. Bir yıl öncesinden atılan adımın sonuna yaklaşıyoruz. Bu süre içinde, nişan yapılıyor, ev eşyaları seçilip alınıyor, ev kiralanıyor, eşyalar geldikçe yerleştiriliyor. Kısaca yeni bir ev açılıyor. Gelin tarafındaki düğün telaşından sonra, damat tarafının düğün telaşı başlıyor. Düğün davetiyeleri dağıtılıyor, gelecek olan konuklar belirleniyor, tüm hazırlıklar tamamlanıyor.
Silifke’den gelen on konuğumuzu ağırlıyoruz. Düğün salonundaki hazırlıkları izliyoruz. Gelin-damat masası süsleniyor, sandalyeler örtüyle kaplanıyor, garsonların özel ilgisi isteniyor. Kamera ve fotoğraf çekimi için hazırlık yapılıyor. Konuklar gelmeye başladığında karşılanıp yerleştirilmeleri sağlanıyor. Takıların aksamadan takılması için uğraş veriliyor. Nikâh işleminden sonra düğün başlıyor. Nikâh şahidimiz, Haseki Hastanesi Dahiliye Klinik Şefi Fuat Şar, Tekirdağ- Çiftlikönü doğumlu. Eşiyle gelip düğünümüzü şenlendiriyor. Gelin tarafının nikâh şahidi ise halası Hayriye Hanım oluyor. Namık Kemal Lisesi ile Tekirdağ ADD çelenkleri düğünümüze ayrı bir güzellik katıyor. Şişli Etfal Hastanesi KBB Asistanı Cem Erdurak ile Haseki Hastanesi Nefroloji Klinik Şefi Rumeyza Kazancıoğlu’nun kutlama telgrafları okunuyor. Oyunlar, eğlenceler saat 24.00 değin sürüyor. Konuklar gittiğinde, gelenek gereği gelin babası, kızının kırmızı kuşağını bağlıyor. Bundan böyle kızlarının kendi ailelerinden çıktığı simgeleniyor. Ağlamaklı, hüzünlü bir görünüm sergileniyor. Gelin ile damat gelin arabasıyla uğurlanırken düğün de sona ermiş oluyor. 06.10.2009 Salı günü Tekirdağ Yeni İnan Gazetesi’nde çıkan haber düğünümüzün özeti niteliğinde:”AKARSU AİLESİ’NİN MUTLU GÜNÜ: Gazetemiz yazarlarından, ozan-yazar Hasan Akarsu’nun doktor oğlu Özger Akarsu, 03 Ekim 2009 Cumartesi günü, Tekirdağ Öğretmenevi’nde yapılan nikah ve düğün töreninde, doktor Emel Oğuz’la evlendi. Cumartesi günü gecesi, akrabalar, öğretmen arkadaşlar, coşkulu eğlenceleriyle düğün sahiplerinin mutluluğunu paylaştılar. Düğün salonu, Saraylı, Silifkeli, Malkaralı, Şarköylü, İstanbullu, Tekirdağlı konuklarla doldu. Yazarlarımızdan Hasan Akarsu ve eşi Aynur Akarsu, düğüne katılan, mutluluklarını paylaşan konuklara teşekkür etti. Biz de evli çifti kutlar, ömür boyu mutluluklar dileriz”.



KARAMAN İLİNDEN KALKAN KERVAN
Celal Necati ÜÇYILDIZ


Toroslar’da Aladağ eteklerinde 18 ve 19. yüzyılda, yüz binlerce insan yaşıyordu. Kavgasız dövüşsüz, hümanist bir yaşam biçimiydi bu. Burada yaşayan Bulgar, Rum, Türkmen, inanan, inanmayan hepsi birbirlerine saygılıydı. Karamanlı Mehmet Beyin çizdiği rotada, Yunus Emre felsefesi hüküm sürüyordu.
Toros dağlarında o beldeden, o beldeye dolaşıp duruyorlar, birbirlerine de destek oluyorlardı. Hayvancılıkla uğraşanların yanında, demirciler, çalgıcılar, tarımla uğraşanlar da vardı. Demir yollarında, orman kesimlerinde de çalışıyorlardı. Sanayi de gelişiyordu. Suyla çalışan hızarlar. Orman işçiliği. Yeni yeni meslekler ortaya çıkıyordu. Hep ama hep yardımlaşıyorlardı. İnançlar yerine dostluk ve dayanışma ön plana çıkıyordu.
Ama bu davranış biçimi, yönetenlerin hiç hoşuna gitmiyordu. Zaten Osmanlılar da Karamanlıları pek sevmiyordu. Ters düşüyorlardı birbirlerine. Onlar Farsçayı, Arapçayı ön plana çıkarmak için uğraş verirken, Karaman’da yaşayanlar kendi öz benliği ile yazıp, konuşuyorlardı. İşte Karaman bu yüzden sevilmeyen illerin başında yer alıyordu. Karacaoğlan, Dadaloğlu gibi birçok ozan da obadan obaya gidiyor, çalıp, çığırıyorlardı. Ağıtları, uzun havaları, koşmaları çadırlarda, çeşme başlarında ya da koyaktan koyağa seslendiriyorlardı. Yürekli insanlar vardı Karaman ilinde.
1826’da ferman buyruldu: Karaman ilindeki ne idiğü belirsiz topluluklar, oradan sürüle. Sıcağa, sivrisineğe, sıtmanın içine gönderile. Akılları başlarına gele. Bir ağustos sıcağında da zorunlu iskân başladı, Karaman’dan Çukurova’ya, Erdemli ve Göksu ovalarına. Askerler geldi gitmek istemeyenlerin üstüne. Bir kısmı zorla gemilere bindirildi, Kıbrıs’a, Girit’e gönderildi. O yıl binlerce insan kırıldı. Kimileri azılı çıktı, ele geçirdi gemiyi de Alanya’da karaya çıktı.
Yeni yurtlar, ovalar, otlaklar verilecekti kendilerine. Pir Sultansız, Yunus Emresiz, Karacaoğlansız, Dadaloğlusuz bir inanca kendilerini bırakma ve Karaman ilini unutmaları kaydı ile.
Yani bilimsel olarak asimilasyon başladı. Sarıcalar, Tosmurlu, Kabasakallı, Boynu İnceli, Bolacalı, Elbeyli, Evciler, Sarıkeçililer, Işıklılar, Abdallar, Avşarlar, Karaman ilinde kardeş kardeş yaşarken, yeni enjekte edilen inanç yumağı ile birbirlerine düşman oldu. Cuma Akşamları, yerini Cuma Hutbeleri’ne bıraktı. İçine sindirenler güzel güzel yaşamaya devam ettiler. Bir kısmıysa içine sindiremeyip dağlara çıktılar. Dağların doruklarında yaşamaya devam ettiler. Çobanlık bitti yeni meslekler öğrendiler.
Böylece orman işçiliği, tahtacılık ortaya çıkar. Süveyş Kanalı yapımı da bunların imdadına yetişir. Hacı Paşalar bunlara sahip çıkar, iş verir. Adana Yumurtalık, Karataş ve Taşucu’ndan gemilerle kereste gider Mısır’a doğru. Demir yolları için latalar hazırlanır. Melemencilerin bir kısmı Taşucu’nda kalır, Hamalist olurlar. Bir kısmı Çamalanı’na gider orada orman işçisi olur. Evciler’in bir kısmı yeni köyler kurar. Ovada kalanlara Yörük, dağlara gidenlere Türkmen, Tahtacı, Abdal denir.
150 ile 200 yıl öncesine dönüldüğünde her şey başkaydı. Tek yürek, tek ses. İnsancıl bir yaşam süreci. Türkmeni, Rumu, Bulgarı hepsi kardeşçe yaşıyordu. Bu zorunlu iskânla Karaman’da yer alan Alevi ocağı Ermenek’e gider. O günün zor ulaşılan yerine sığınır. Bu ocağın bu günde sahipleri Fikret Ünlüler, Ali Müfit Gürtunalar kendine özgü felsefesini sürdürürler.
Peki, 200 yıl geçmesine rağmen başarmışlar mı? Hayır. Bugün Toroslar’da ve Toroslar’ın eteklerinde, Taşeli yurdunda Yörük’ü, Türkmen’i geleneklerini sürdürmeye çalışıyorlar. Vahabiler ise hâlâ kendilerine benzetmeye devam ediyor. Kin nefret aşılasalar da tutmuyor. Fetvalar kâğıt üzerinde kalıyor.
Karaman’dan Balıkesir yöresine gidenler bu gün Karaman, Karamanlı gibi yerleşim yerleri kurmuşlar. Bunlar hâlâ Çepni Türkmen geleneklerini sürdürüyorlar. Muğla’ya gidenlerse her ne kadar Vahabilere benzemeye çalışsalar da kendi öz benliklerini korumaya devam ediyorlar.
İşte Toroslar’da Tünelin iki ucunda; Belemedik ve Karaisalı’da yaşayan Tahtacılar, bugün Kozan’dan Çanakkale’ye kadar uzanmışlar.
Sorduğumuzda TÜNELİN UCUNDAN GELMİŞİZ diyorlar. Gelmişler, gitmişler, konargöçer yaşamlarını sürmüşler. Cumhuriyetle birlikte Karaman’a tekrar dönememişler ama. Satın aldıkları yeri, tüm benlikleriyle yurt edinmişler. Balkanlar’dan gelenlere verilen topraklardan bunlara hiç ama hiç verilmemiş. Çünkü bunlar, ötekileşmiş. Ama emeklerini birleştirmişler Rum çiftliklerini satın almışlar. Onu aralarında paylaşıp tarımla uğraşmaya başlamışlar. Fethiye’de Günlük Başı, Antalya Finike’de Hızır Kahya, Gökbük. Serik’te, Merkeze yakın Koyunlar, Ortaca Fevziye Köyü, Ekşiliyurt, Aydın Alamut, Balıkesir Türkali, Mehmetler, Anamur da Kaş Dişlen, Bozyazı Bahçekoyağı, Silifke Bahçe Obası (Kırtıl) Mut Köprübaşı, Kumaçukuru, Sinamış (Yeşilyurt) gibi köyler, bu şekilde kurulmuş. Buna kavuşamayanlar da Karadeniz’de, Ege’de, Marmara’da orman işçiliğine devam ediyor.
Bir şeyi unutmamışlar hâlâ: Cuma Akşamları’nı yerine getirmeye çalışıyorlar. Bir Dede bulurlarsa, musahip olup, içeri kurbanlarını kesiyorlar. Toroslar’daki geleneklerini sürdürüyorlar.
Bugün Moldavya’da, Gagavuzlar kilometrelerce uzaklıkta buradaki geleneklerini sürdürüyorlar. Hem de KARAMAN lehçesiyle. Ama Hıristiyan olmuşlar, olsun!
Yıllarca, Türkmen’i, Yörük’ü, Tahtacı’yı, Çepni’yi ayırmaya, birbirlerine düşürmeye çalışmışlar ama ömürleri vefa etmemiş. Boşuna uğraşılmasın bölüp parçalama zihniyetini diriltmek için. Beceremezler.
“Ferman padişahın, dağlar bizimdir,” diyen Dadaloğlu, “Tahtacı gelini, orman güzeli çek bıçkını dağlar senindir” diyen Âşık Ali İZZET Özkan bu duruşu haykırmıştır. Karacaoğlan’ın dilindedir Mengileri; Pir Sultan’ın, Can Hatayi’nin, Kul Himmet’in nefesleri dillerde. Söylenmeye de devam ediliyor.



KAYBOLAN BİR KÜLTÜR
Mustafa SAĞLAM

Ben, Ermenek’e bağlı Zeyve’de doğdum, çocukluğum da orada geçti. Adının değiştiriliş tarihini pek bilmiyorum ama benim hatırladığım altmışların başından bu yana Yaylapazarı olarak geçer resmiyette. Ama köylüler arasında da hâlâ Zeyve olarak bilinir, öyle söylenir hep. Zeyve, kendisi küçük bir köy ama sulak, yeşillik ve pazarıyla ünlü bir yer; yeni adını da bu yüzden “Yaylapazarı” koydukları kesin.
Yalnızca bir köy, bir pazaryeri de değildir Zeyve. Toroslar’daki en eski kültür merkezlerinden biridir bana kalırsa. Kültür merkezi demişsem öyle sanat evleri, tiyatroları, okulları, medreseleri olan bir yer değil tabi. “Bu durumda nasıl bir kültür merkezi olsun,” denebilir şüphesiz. Şöyle ki: Zeyve, yabancıların çok gelip gittiği bir yer. Yalnızca çevre il ve ilçelerden de değil, yabancı turistlerin de eskiden beri geldiği yer aynı zamanda. Anımsıyorum, ta benim aklımın yeni ermekte olduğu 1960 yıllarında bile ki doğru dürüst araba yolu filan da yoktu, yabancı turistler gelirdi oraya. Sırtları çantalı çantalı görürdüm onları. Hem de kadınlı erkekli. “Demek gavur dedikleri böyle olurmuş,” diye ilgiyle bakardık. Onun için diyorum Zeyve Pazarı, o yörede dışarıyla ilişkisi olan tek yer, kültürel yönden dışarıya açılan tek kapıydı diye. Bu yüzden, o çevre için çölde bir vaha gibiydi Zeyve.
Toroslar’ın o bölgesinin, coğrafi özelliğinden dolayı dışarıya ulaşımı zordur, orası bayağı bir kapalı havzadır yani. Bu yüzden de, “Taşı ağır bir memleket,” derler bizim Ermenek’ten söz edilince. Bahsettiğim, yirminci yüzyılın o dönemleri, bizim o çevreden dışarıya göçlerin henüz başlamadığı dönemlerdi aynı zamanda. Köy halkının, kendi tarlasını ekip, kendi ekinini biçtiği tarihler.
Hal böyleyken, gazetenin ulaşmadığı, televizyonun henüz icat edilmediği, bir de ortaokulda, lisede okuyan sayısının üçü dördü geçmediği bir zamanda, kültür ve uygarlık başka nasıl gelecek bir memlekete? Yolu düşen yabancılar yoluyla elbette ki. Bizim oraya da onlarla ulaşırdı, orada görülürdü bilgi, görgü, nezaket ve düzgün bir Türkçeyle konuşabilme becerisi.
Her şey, tabi başta da zanaat, usta-çırak eğitimi yoluyla öğrenilirdi Zeyve’de. Başlı başına bir okuldu demirci, bakırcı, terzi, ayakkabıcı ve berber dükkânları. Su değirmenleri dersen ona keza. Okumanın az olduğu yerde, çıraklık bir umut kapısıydı gençlerin geleceği açısından. Özellikle ayakkabıcı, bakırcı ve demirci dükkânlarında dört çıraktan aşağı olmazdı hiç.
Herkesçe iyi bilinen bir şey vardı ki, kötü bir usta, beceriksiz bir çırak, ham bir kalfa, ekmek kazanamazdı Zeyve’de. Zanaat erbabı olmak isteyenler, ustaya dikkat etmeli, onun maharetlerini kapıp, işin püf noktalarını öğrenmeliydiler kendilerine ayrı dükkân açabilmeleri için. Zanaat eğitimi uzun sürerdi bu yüzden de. Örneğin, yenekli bir pide, kolayca bayatlamayan bir somun çıkarabilmek için birkaç yaz iyi bir fırıncının yanında çalışmalıydınız. Çayın demini iyi tutturmak, iyi bir kahve yapabilmek için de ustadan epeyce bir azar ve tokat yemeniz gerekirdi.
Bir onlarda değil, hepsinde öyleydi zanaatın. Birkaç gün ustanın yanında görünüp de sonra, “Ben bu mesleği kavradım,” diye çıkıp gelme yoktu. Çeliğe iyi bir su verebilme derecesinde bilgiye erişmek için ta küçük yaştan başlayıp, askere gidinceye kadar çekiç sallamak zorundaydı bir kişi. Ki, yaptığı sağlam olsun, müşterisi ona güvenebilsin.
Çevre köylerde pek çok kalfalar vardı Zeyve’de yetişip de dükkân açan, ekmeğini o işten kazanan. Bu yüzden de çevrenin en önemli meslek edinme yerlerinden biriydi Zeyve.
Ayrıca bütün çıraklar, kalfalar, kendi mesleğinden olsun, olmasın, oradaki her ustaya saygı gösterirlerdi ve kendi ustası sayarlardı onları. Elbette böyle bir zorunluluk yoktu ama usul, gelenek vardı. Yani ustalar da, çıraklar da, kalfalar da ortaktı orada. Ve o Zeyve Pazarı esnafı ile oranın müdavimleri, birlikte koca bir aile gibiydiler. Hem de öyle bir aile ki, bütün dertler, acılar ve sevinçler paylaşılırdı aralarında. Birlenilerek aşılırdı zorluklar. Birbirlerine duydukları kendilerine has bir sevgileri saygıları vardı hep. Öyle bir birliktelikti onlarınki.
Ve en önemlisi, emek çeken, emeğe değer veren, üretken bir toplumdu Zeyve’dekiler. Öyle gün boyu boş boş oturup, çene çalmazlardı. Yaşlı ustalar dışında boşa zaman harcayan olmazdı hiç. En çok çalışanı da değirmenlerdi herhalde. Takırtılar, gece gündüz kesilmezdi. Benim aklımın erip geldiği sıralarda, en az on değirmen taşı vardı dönen. Önceleri daha fazlaymış ama nedendir bilmiyorum bir kısmı işlemez olmuş, yıkılmış. Oluklara gelen suyun kemerleri dururdu yalnızca, hâlâ da duruyor. Her gün çevre köylerden bir hayli at, eşek, deve yükü buğday gelir; un, bulgur olarak geri giderdi. Her kış başlangıcı, bir iki hafta darıya dönerdi değirmenlerin taşları. Bazen de değirmende ekmek yapılırdı o taze darı unundan ve gelen giden sıcak sıcak yerdi. Lezzetine doyamazdı o yeni öğütülmüş unun ekmeğini yerken.
Hurda demir parçaları gelir; oradan balta, keser, tahra ve saban demiri olarak giderdi evlere. Top top kumaşlar gelir, insanların üstünde giysi olarak çıkardı. Erkekler, saçlı sakallı gelirler, tıraşlı ve temiz olarak dönerlerdi ailelerinin yanlarına. Demek istediğim, en iyisinden mal üreten, hizmet veren bir yerdi Zeyve Pazarı.
Her yerde olduğu gibi zamanla orası da değişti tabi. O ünlü ustalar öldü, yerlerine onların gibileri gelmez oldu bir daha. Gelenler de teknolojiye yenik düştüler; her şeyin fabrikada yapılanı çıktı, daha ucuza hem de. Önce bakırcı dükkânları kapandı, alüminyum, çinko ve plastik kaplar çıkınca. Arkasından demirci dükkânları kapandı bir bir. Kimse ayakkabı yaptırmaz oldu ve ayakkabıcılar yanlarına çırak bulamayıverdiler o mesleği devam ettirecek. Toroslar’ın başlarında bile motorlu veya elektrikli değirmenler çalışmaya başladı, ihtiyaç kalmadı bizim oradaki su değirmenlerine.
Yirminci asrın son çeyreğine girerken o eski ustalar da, çıraklar da, kahveler de, kahveciler de piyasadan çekilmişti tek tek. Bizim o güzelim Zeyvemiz, zamanın getirdiği makineleşmeye yenik düşmüştü sonunda; bir çağ kapanmıştı.
O Zeyve Çayı, yine eskisi gibi şarıl şarıl akıyor. Her biri beş altı asırlık olan çınar ağaçları yine ordalar ve diplerini koyu bir gölgeyle gölgelendiriyorlar yazları. Pazaryeri, hafta sonları iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık oluyor yine. Kahvehaneler, lokantalar açık. Fırınlar çalışıyor. Su değirmenlerindense ancak biri, ikisi dönüyor. Onlar da günün büyük bir kısmında istirahattalar zaten.
Günümüzde de, ihtiyaç olabilecek hepsi fazlasıyla var orada, her aradığını bulursun; ama hiçbir şeyin eski tadını bulamazsın. Oraya her varışımda bir şeylerin eksik olduğunu hissederim. Kahvecinin verdiği çay, eski çay ama Kamil Koca’nınkini tutmuyor, ondaki koku, ondaki tat yok. Fırınlarda yine saç kebabı pişiyor, pideler çıkıyor fakat Hamza Ahmet’in pişirdiklerinin lezzeti yok hiçbirinde. Değirmen takırtıları, demircinin çekiç sesleri, bakırcının “Tan! Tan!”ları, ustalar arasındaki o şakalaşmalar, gülüşmeler yok. Yaşayanlar için anısı var yalnızca.
Kısacası, zamanın altında kalan, bir döneme gömülen altın bir çağdı Zeyve’nin o günleri. Kaybolan ama anılmaya değer bir kültürdü o. Keşke sürdürülebilseydi ama olmadı. Boşuna dememişler, “Başlangıcı olan her şeyin bir de sonu vardır,” diye.



GÜLGEZ
Gülizar Söğütçü Kurum

Zemheri soğuğuydu
Morun menekşeye küstüğü
Bir dağın yamacında
Ölüm sessizliğine bürünmüş
Kış uykusundaki dalları
Uyutmayan köy çeşmesinden
Suyu doldurdu
Nasır tutmuş omzundaki
Boyunduruk izlerinde derin bir sızı
Yürüdü döke saça sularla
Sabahın alaca karanlığına
Kış yanığı teninde
Soğuk etini yüzüyordu
Yarı donuk bir halde
Tahta kapıdan girince içeriye
Zılgıtı yedi
Elinde kürekle bekleyen eltiden
Şaşkınlığı geçmeden, geçemeden
Az daha tandıra düşecekti
Anadolu’da gelin olmak işte böyle bir şeydi
Ona bu hakkı veren erine
Bir kat daha arttı

Özlemle karışık kırgınlığı
Koca Almancı olunca
Senenin bir ayı evli
On bir ayı dul sanki
Gurbetten daha gurbet
Almanya acı vatan
Daha ne kadar sürse hasret
Gelse de bitse çile
Üç çocuk bir de töre
Yakışır mı yüzündeki gülüşe sevinç
Gülmez,
Niçin almaz yanına
Güzeller güzeli Gülgez’ini
Sığmaz mı ki yamacına
Er kişinin namusu
Öyle yabanda olur muydu?
Töre masalında
Birilerinin emrine uşak
Cebine gelir demekti
Gülgez’in ezilişi
Ermez aklı bir türlü niçin götürmez yanına
Çolunu çocuğunu
Böyle kendi evinde sığıntı
Kendi aşına açtı
Yolunu gözlediği erinden
Senede bir gün olsun
Güzel bir söz yerine dayaktı gördüğü
Avrupa görmüş adamdı nasıl aldanırdı da
Bu oyunu anlamazdı
Kan kustu da anlatamadı
Bu hüzne dayanamadı yüreği
Kan kusan Gülgez’e
Sukut lal oldu, vefa sağır
Dediler haber verin tez gelsin
Kadın elden gidiyor yetişsin
Köyden yürüyerek çıktı haberce
Kar kış kıyamet kurt sesleri duyulurken
Daha tan ağarmadan
Köye dönüşü akşamın geç saati
Çekmişti telgrafı
Haberci kendinden geçmiş
Buz taneli kirpikleriyle müjdeyi verdi
Geldiğinde kocası
Çoktan kapatmıştı kar
Beyaz bir örtüyle
Gülgez’in kara toprağını.



YAĞMUR DUASI
Nihat MUSTUL

Yine kurak bir yıl… Yine sayısız yağmur duaları…
Aslında bu, insanların doğaya yaptıklarını, doğanın insanlara geri ödemesiydi.
Düşüncesizlik, acımasızlık, sevgisizlik, bugüncülük, bencillik, bilgisizlik doğal dengeyi hızla bozmuştu. Su kaynakları bir bir kurumuş, dağlar yeşilsiz, hayvansız, kuşsuz kalmıştı. Eski karlar, eski yağmurlar yoktu artık.
Kuraklık korkusu arttıkça yağmur duaları da artıyordu. Televizyon haberlerinde sık sık bunun görüntüleri de veriliyordu.
Çaresizlik ve inanç karışımıydı bu. Ama bundan da öte, doğayı tanımamaktı, doğanın dilini bilmemekti. Oysa doğayla en iç içe yaşayan, doğayla en çok haşır neşir olan köylüydü, doğanın dilini en iyi onun anlaması gerekirdi. Gerçi doğa dili bilmeyen çoktu bu ülkede. Ama en bilgisiz, en çaresiz köylüydü, bu yüzden yağmur duasını da onlar yapıyordu.
Duaya katılanlar içinde gencecik insanlar, çocuklar da vardı. Okulda, soba üstünde yapılan tencereli deneylerin hiçbir yararı olmamıştı anlaşılan onlara.
Yine bir haber saati işte, yine yağmur duası görüntüleri… Her seferindeki gibi bu görüntüler de elli yıl öncesi köyüme götürdü beni.
O yıl köyde korkunç bir kuraklık yaşandı. Güzün bütün ekinler ekildi ama bahar gelince damla yağmur yağmadı.
Bilirsiniz köyde bütün umut topraktadır. Ama o yıl toprak yanıp kavruldu, kurudu. Ekinler bir karış ancak büyüdü, sonra sararıp soldu, cansız, cılız kaldı.
Bütün köylü gibi babamın gözü de gökyüzündeydi. Sabahları kenarda, köşede gözüken küçük bulut kümelerinin büyüyerek bütün gökyüzünü kaplamasının umuduyla yanıp tutuşuyordu. Her gökyüzüne bakışında da “Sen bilirsin Allah’ım, sen büyüksün..!” diyordu.
Herkes kara kara düşünüyordu. Otların kuruması hayvanları yiyeceksiz, sütsüz koymuştu, bir deri bir kemik kalmıştı hepsi.
Her şey yağmurun yağmasına bağlıydı. Değilse ne buğday, ne arpa, ne saman, ne ot olacaktı. Açlıktan ilikleri kopacaktı.
Günlerce, aylarca bir damla yağmur düşmedi.
Komşumuz Güdük Musa ikide bir “Ne yaptık biz sana Allah’ım!” diyordu.
Ekinleri gibi içleri de yanıyordu köylülerin. Kimsenin yüzü gülmüyordu. Birkaç gün daha böyle giderse kimse kurtaramazdı artık ekinleri.
Yağmur duasını ilk Güdük Musa dile getirdi. Öyle çaresizdi ki köylüler, kimse “hayır” demedi bile.
Artık herkesin ağzında, aklında, düşünde yağmur duası vardı.
Babam, Güdük Musa, bir de Muhtar, imamla görüştüler bu konuyu. İmam, “yaparız, tamam” dedi ama, “yarın”, ya da “öbürsü gün” demedi hiç. Acelesi yokmuş gibi davrandı hep. Oysa köylüler için gün değil, saat bile önemliydi. Ama bu iş imamsız olmazdı, her şey ona bağlıydı. Dil döküp yalvardıkça da “Az daha bekleyelim, her şeyin vakti saati var” diyordu. Beklemekten başka yapacak bir şey yoktu.
Bir iki gün sonra imamın şehre gittiğini gördük. Şehirden düğmeli bir kutu getirdi. Sonradan öğrendik ki adı radyoymuş bunun. Köyümüzün ilk radyosu buydu. Çok merak ediyorduk. Türkü söylüyordu, haber, hava raporu veriyordu.
Köylüler durmadan sıkıştırıyordu imamı, yalvarıyordu.
Bundan bir hafta sonraydı… İmama göre vakit gelmişti artık, tamamdı, yarın bu çevreye yağmur yağacaktı. Geceden bütün köylüye duyurdu bunu, “Yarın yağmur duasına çıkıyoruz” dedi.
Kimse işe gitmedi o gün. Herkes heyecanlıydı, umut yüklüydü. Havada da hafif bir serinlik vardı. Ufukta yer yer bulutlar görünmüştü bile. Giderek serinlik arttı, bulutlar köyün üstüne doğru gelmeye başladılar.
Öğle namazından sonra bütün köylü köyün beş yüz metre uzağındaki tepede toplandı. Köylüler durmadan imama “Yağacak mı hoca?” diyordu. İmam değişmişti, emindi. “Yağacak yağacak, ben yağacak diyorsam yağacak” diyordu.
Dualar okundu, eller gökyüzüne açıldı, “Bir kötülük yaptıysak bizi bağışla, bizi rahmetinden esirgeme, bize acı…” denildi.
Herkesin gözü de, eli de havadaydı.
Yavaş yavaş bütün bulutlar gökyüzünü doldurdu. Güneş görünmez oldu, hava karardı. Birden uzaklarda bir şimşek çaktı, gök gürledi… Tıp, tıp, tıp… Ve gökyüzü boşandı… Arkasından doyumsuz bir toprak kokusu geldi.
Dua, yağmur sesi, yağmur kokusu, çığlık, sevinç birbirine karıştı. İşte işe yaramıştı yağmur duası. Allah Allah’lığını göstermişti, duymuştu köylülerin feryadını. Hele şu imam, büyük adamdı doğrusu, yedi aydır yağmayan yağmuru yağdırmıştı. Hiç kimse yapamazdı onun yaptığını.
İşte tam o anda bir karışıklık oldu. Bir anda kimse kavrayamadı bu karışıklığı. Az önceki coşku, çığlık… Birden kesildi. Yumruklar havada uçuştu. Herkes merakla o tarafa yöneldi.
Olamazdı bu..! Babamın da, Güdük Musa’nın da içinde olduğu beş on kişi imamı dövüyorlardı.
Tekme, tokat, yumruk… Öyle bir dayak attılar ki imama… Kimse ses bile çıkarmadı, ayırmadı. Ama herkes şaşkındı. “Madem böyle bir marifetin, böyle bir gücün vardı da, ekinlerimizi neden kuruttun…” diyordu dayağı atanlar.
Karışıklık anlaşılmıştı… Oysa çok yalvarmıştı köylüler, yürekleri yanmıştı hepsinin. Ah imam, ah..!
Ortalardan, kenarlardan “oh olsun!” , “ellerinize sağlık!” sesleri yükseldi bir süre.
Ağır yaralanmıştı imam. Gözleri mosmor şişmişti, dişi kanamıştı, burnundan kan akıyordu. Böyle bir şey nasıl olabilirdi, o da şaşkındı. Nankördü bu köylüler. Her yeri yanıyordu, acıyordu. Zor kurtardı kendini köylülerin elinden. Bir eli burnunda, sendeleyerek köye doğru koşup gitti.
Bu olaydan iki gün sonra öğrendik ki, bu bölgeye yağmur yağacağını o akşamki radyo haberlerinden öğrenmiş imam. Bunu duyan herkes de, “Vay namussuz vay..!” dedi imama.
O gece de köyü terk ettiğini duyduk imamın.





ÖYKÜ

ZORUNLU GEZİ
Mustafa B. YALÇINER

Azgın dalgalarla boğuşup durduk bütün gece. Islak kamçılarıyla dövdü, küçücük sandalımızı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de yabancı sahile sürükledi bizi. Cami ve kilise görünüyordu uzakta. Yer yer kayalık yer yerse açık kumluktu kıyı. Sandalımız param parça olmadan, deniz canavarlarının pençesinden bir an önce kurtulabileceğimizi düşündüğümüz bir koya sığınıyorduk sonunda. Arkamızdan hışımla gelen dalga, suda kaydırılan taş gibi uçurdu sandalımızı ve oturttu onu kuma.
Çamaşırlarımızı kurutmak için ateş yakacaktık. Ali, çalı çırpı topladı. Şapkamın içindeki kibriti çıkardım ama ıslanmıştı. “Git, kibrit bul gel,” dedi Ali.
Tırmanmaya başladım. Yola varınca, bir adam gördüm. Seslendim ardından. Dönüp baktı. Yağmurda ıslanmış tavuk gibiydim. Titreyerek vardım yanına ve kibrit istedim. Verdi.
-Bu haliniz ne böyle! Nereden geliyorsunuz?

-Balıkçıyız. Poyraz bizi Türkiye’den ta buralara sürükledi.
-Orada ısınamazsınız. Çağır arkadaşını da sizi eve götüreyim.

-Biz nereye geldik, böyle?
-Kıbrıs’ta, Lapta’dasınız.
Ali'yi de alıp geldim.
-Buyurun, gidelim, dedi adam.
Kibritin üzerindeki Altı Ok, rahatlatmıştı beni. Bu adam, Rum olup Türkçe de konuşabilirdi. Ama Halk Partili olması, onun Türk olduğunun kanıtıydı.
Evine geldik. Yerler bembeyaz taş kaplıydı. Islak çorapla bastığım yere ayaklarımın izi çıkıyordu. Çoraplarımı çıkarıp cebime soktum. Azıcık yürüdüm, dönüp baktım. Simsiyah izler peşimden geliyordu. Durdum. Adam bana baktı sonra da bir odanın kapısını açıverdi. Böylesini hiç görmemiştim. Duvarları boydan boya renkli taşlarla kaplıydı. Musluktan da sıcak su akıyordu. Neredeyse bizim sandal kadar bir de teknesi vardı. Bizim köyde böylesi ne gezerdi, su bile yoktu evlerde. Hava güzel olursa, anam kuyunun başına kazan kurar, çamaşırı da bizi de orada yıkardı.
Bizi odaya aldı. Yer sergisi, ne yolluktu ne de çul. O daha başka bir şeydi. Bir teneke kutu getirdi, kuyruğunun çatalını soktu duvardaki iki deliğe. İçindeki teller kızarmaya ve etrafa sıcaklık saçmaya başladı. Bizim köyde elektrik dediklerinden de yoktu. Çok şaşırmıştım. Bu güne kadar ben hiç dışarı çıkmamıştım ki!
Adam tedirgindi. Hem bizimle ilgileniyor hem de dışarıyı gözetliyordu.
-Burada, jandarma var mı? Ne de olsa biz kaçak sayılırız.
Adam hemen sarıldı telefona.
-Şansınız varmış. Nöbetçi polis amiri, Türk çıktı.
Kulplu, kocaman bir bardakta çay getirdi bize. Daha çayımızı bitirmeden, bir görevli geldi. Onun kıyafeti farklıydı bizim askerlerden.
Bir çay da ona ikram edildi. Küçücük bir sandalla geldiğimizi duyunca çok şaşırdı, adam. Çaylarımızı bitirdik ve sandalın yanına gittik. Kontrolünü yaptı. Balık sepetini alıp yola koyulduk.
Polis Karakolu yazılıydı duvarın alnında. Bizi sıcacık bir oda aldılar. Yaklaşık on altı saatlik ölüm kalım savaşından sonra böyle bir yerde olmak, bulunmaz bir nimetti bizim için. Sıcağı görünce üzerimizdeki ıslak elbiselerden buharlar çıkmaya başladı.
Yiyecek getirttiler bizim için. Karnımızı doyurmuştuk ama çamaşırlarımız hâlâ ıslaktı. On beş yirmi dakika sonra karakol mahşer yerine döndü. Gelen, “Geçmiş olsun” diyordu. Bizi getiren memur onlara seslendi:
-Görmüyor musunuz? Adamların üstü başı ıslak, hasta olacaklar. Çabuk muhtarı bulun, giyecek getirsin!
Kalabalık dağıldı. Biraz sonra elleri kolları dolu döndüler. Sanki bizim köydeki düğünlerde gibiydik: “Bir ceket, bir gömlek ve bir çift çorap Mustafa Mehmet'ten.” “Bu çamaşırlar da Hasan Hüseyin'den” gibi sözlerle bir yığın elbise toplandı. Elinde asker elbisesi ve iç çamaşırlarıyla muhtar da geldi. Çamaşırlarımızı değiştik.
Yaşlıca bir adam sokuldu yanıma. Elimi sıkarken avucuma para kıstırdı.
Gelenler gitmiş, Ali ile ikimiz kalmıştık.
-Ali, bana para verdiler.

-Bana da.
Bir karakol memuru içeri girdi.”Buyurun, ifadenizi alacağız” dedi.
Önce ben gittim ifade vermeye. Çıktığımda, gözlerime inanamadım. Bizim Ali damat gibi, iki dirhem bir çekirdekti. Berber gelip tıraş etmiş onu. Ali içeri girince, aynı berber beni de tıraş etti.
Akşam oldu. Evlerindeki yemeklerden alan gelmiş. Etlisinden sütlüsüne her şey önümüzdeydi. Padişah sofrası donatılmıştı adeta.
Yemekten sonra bir memur, bize bir oda gösterdi. İki yatak hazırlanmış, biri somya öteki tahta sedir.
-Yorgunsunuz. İstirahat edin. Başka bir ihtiyacınız var mı, dedi.
-Ayağımız karada, karnımız tok, yatacak yatağımız da var. Daha neye ihtiyacımız olsun. Sağ olun, dedim.
Ali'ye somyayı verdim. Yatağa şöyle bir uzandı.
-Burası benim harcım değil. Kendimi kayıkta sanıyorum.
Soyunup yatağa girmiştik. Çarşaf, yastık ve yorgan mis gibi kokuyordu. Erkenden, tavuk gibi tünedik. On dört saat deliksiz bir uyku.
Sabahleyin elimi yüzümü yıkarken, Ali geldi.
-Yattığın yatağı neden toplamadın? Burada senin anan mı var ki yatağını toplasın?
Ali askerde öğrenmiş yatağın toplanacağını, ben nereden bilebilirdim.
Biz çok mutluyduk, gülüşüyorduk. Ama ya anamız babamız, onlar ne yapıyordu? Gözlerim doldu, onları düşününce.
Kahvaltıya çağırdılar bizi. Tereyağı, reçel, yumurta, kaşar peyniri, zeytin ve çay, hepsini bir arada ilk kez görüyordum. Yemekten sonra polis memurunun biri, mahkemeye çıkarılmak üzere bizi Girne'ye götürdü. Üç katlı bir binaya girdik. Hâkim ifademizi aldı ve bizim uçakla Türkiye'ye geri gönderileceğimizi söyledi. Memura “Bunları pasaport dairesine götür” dedi. Gittik bir başka yere. Parmak izleri, yandan ve cepheden fotoğraflar…
Uçakla dönecektik ama paramız yoktu. Polis memuruna sandalı satıp satamayacağımızı sorduk. Bize beklememizi söyledi ve çıktı. Bir yerlere telefon etti, Adana’ya en erken uçak çarşambaya varmış. İki kişilik de yer ayırttı. Günlerden pazartesiydi. Demek ki iki gün daha buradaydık.
Gönderilen telgraf ellerine ulaştıysa, bizimkiler rahat etmiştir yoksa perişandır halleri. Ortalıkta cenaze yok ama acı çok.
Arabaya bindik tam hareket edecektik, bir araba durdu önümüzde. Bir genç geldi yanımıza.
-Buyurun, bizim misafirimiz olacaksınız, dedi.
Emir kulu gibiydik. Ne denilirse, onu yapıyorduk. Geçtik öteki arabaya. Mustafa Latifoğlu ile tanıştık. Bize dört yüz elli verdi.
-Bu sizin yol paranız ve harçlığınız. Sandal satılırsa, onun parasını size ulaştıracağım.
Lapta'ya gelmişiz ile. Geldiğimizi duyan doldurmuş kahveyi. Kimi çay ısmarlıyor kimi lokum ikram ediyordu. Öğle yemeğini de orada yedik. Bir de fotoğraf çektirdik.
İkindiüzeri Girne'ye gittik. Sahilde bir çay bahçesine oturduk. Ardından da Lefkoşa'ya doğru yola çıktık. Döne döne bir dağın tepesine vardık. Oradan ta uzaklarda rengârenk ışıklar görünüyordu. Boğaz adında bir kasabada lokantaya girdik. Koyun eti çok nefisti. Ali rahatsızlanmış, hiçbir şey yiyemiyordu.
-Başım ağrıyor, midem bulanıyor. Motoru da bozmuşum.
Bunun üzerine bir hap verildi Ali’ye. İçti onu. Kalktık. Lefkoşa'ya gidecektik ama Ali hasta olduğu için köye döndük.
O geceyi bir evde geçirdik. Sabah olunca, kahvaltı için bizi almaya geldiler. Ali evde kaldı, ben gittim. Yolda iki kişiye rastladık. Ali'yi sordular. Hasta, evde yatıyor, dedim.
Kahvaltı için yaşlıca bir amcanın evindeydim. Hanımı bir İngiliz ile kaçmış ve Londra'ya gitmiş. Dertliydi, adam. Sohbete dalmıştık. Bir delikanlı geldi, “Ali'yi doktora götürdüler,” dedi. Hemen çıktık. Yolda karşılaştık Ali ve yanındakilerle. İğne yapılmış, hap vermişler. Oradaki bir kahveye oturduk.
-Veysel, bunlar ne iyi insanlar yahu! Arkadaşın biri, hasta çorbası yaptırmış, hanımı ile geldi. O kadın, bacım olsun, bana bir kaşık çorba içirebilmek için ne kadar uğraştı bilemen. İçim almıyor, gardaşım. Bir baktım, kadıncağız ağlıyor. “Yoksa çorbamı beğenmedin mi” diyor. Sonra da koluma girip beni doktora götürdüler.
Biz konuşurken, bir polis memuru geldi. Rumlar şikâyet etmiş. Bizi alıp Lefkoşa'ya götürdüler. Çok katlı bir binaya vardık. Sandık gibi bir şeyin içine girdik. Kapısı kapandı; polis bir düğmeye bastı, bir baktım yukarı doğru gidiyoruz. İçim bir tuhaf oldu. Yedinci katta inip bir odaya girdik. Rütbeli, resmi giyimli bir adam bize, “Hakkınızda şikâyet var. Kusura bakmayın, dışarı çıkmayacak geceyi de burada geçireceksiniz. Yarın da yollayacağız sizi ” dedi.
Ali sıkışmış, kıvranıp duruyordu. Tuvalete gitmek istediğini söyledi ve çıktı. Ben koridordayken, Ali döndü tuvaletten. Yerini sordum, tarif etti:
-Sağa git, sola dön, tam karşında.
Odanın kapısını açınca, galiba yanlış yere geldim, dedim. Baktım duvarda iki musluk var. Şöyle bir göz gezdirdim. Köşede dibeğe benzer bir taş vardı. Sağına baktım soluna baktım. Nereye nasıl yapacağımı bilemedim. Kapağını kaldırdım; içinde su vardı. Oturdum ama bir türlü gelmiyordu. Baktım olacak gibi değil, çıktım üstüne…
Yanına vardığımda, Ali kıs kıs gülüyordu.
-Ne gülüyorsun?
-Nasıl yaptığını merak ettim de.
-Kuş gibi tünedim.
Ertesi gün dört buçukta bizi havaalanına götürdüler. Biletlerimizi almaya giderken, “Türkiye'ye gidecek yolcuların yerlerini almaları rica olunur” diyen bir ses duydum. Kalbim küt küt atmaya başladı. Ne de olsa ilk kez uçağa binecektim…

20 Ekim 2009 Salı

GERÇEMEK SAYI 17




GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Ekim 2009

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 3
Sayı: 17

Gerçemek,
Kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.


ÇOBANÇIRASI (Phlomis)

Kurak ve güneşli yerlerde yetişen çobançırası, 60 ile 100 cm yüksekliğinde, Akdeniz Bölgesi’ne özgü çalımsı bir bitkidir.
8 ya da 10 cm civarında uzunluğu olan, yüzeyi pütürlü, tüylü oval yapraklarının güneş gören yüzü koyu yeşil, görmeyen kısmı ise bozdur. Bir zamanlar bitkinin yaprakları, gaz lambalarında fitil yerine kullanılmış.
Nisan ortalarında açan 3 ile 4 cm boyundaki sarı çiçekleri, bitkinin dalı üzerinde dairevi şekilde sıralanır. Çift dudaklı bu çiçekler koparılıp emilince, insanın ağzına tatlı bir sıvı gelir.
EDİTÖRDEN


GÜNDÜZ ARTAN (1934-Tire / 20.08.2009 Mersin)
Mustafa B. YALÇINER

Doğduğum Gilindire’de ne elektrik vardı ne de musluktan akan su. Önceleri ocaklıktaki ateşin feriyle ders çalışırken, sonraları gaz lambasının ışığında kitap okumaya başladım. Gazete sayfalarında hiç gezinmeden de bitirdim ilkokulu.
Ortaokul, ilçe merkezimiz Gülnar’daydı. Gidip kaydoldum. 52 köyden çocuklar gelmişti oraya okumak için. Yoktu birbirimizden farkımız. Davar ya da sığır gütmekten bıkmış, okuyup “adam” olmak istiyorduk. Mahcup, içine kapanık, düzgün cümle kuramayan, kelime dağarcığı oldukça sınırlı, konuşmaya cesaret edemeyen çocuklardık. Çoğumuz gazeteyi ilk kez görüyorduk, onu nasıl tutacağımızı bile bilemiyorduk.
Dilimiz yöresel sözcüklerle doluydu, vurgular yanlış, söyleyiş yanlıştı. Bu çocukların arkasına, onları yönlendirecek bir Gülnar poyrazı gerekiyordu. Bu rüzgâr da, ete kemiğe bürünerek, karşımıza Gündüz Artan olarak çıktı. O, 1960’lı yıllarda, Gülnar Ortaokulu’nda hem Türkçe öğretmenim hem de okul müdürümdü.
Bir gün derste, “Hangi köşe yazısını okuyorsunuz” diye sormuştu da ben de sınıfın köşelerine bakmıştım, yazı mı var diye.
İşte o ‘Gündüz’ dağıttı karanlığı. O öğretti bana Atatürk’ün yaptığı devrimleri. O aşıladı bana bu yolda yürümem gerektiğini. O öğretti bana insanı sevmeyi. O aşıladı bana dil ve edebiyat sevgisini. Ve çoğumuz hâlâ Artan rüzgârıyla ilerlemekteyiz edebiyat deryasında, küçücük yelkenlimizle.
Yıllar birbirini kovaladı. Yine Gülnar’da karşılaştık bir etkinlikte. Sarılıp elini öptüm. Kendi el yazısıyla yazıp verdi telefon numarasını. Daha sonra sık sık görüştük. Gerek İçel Sanat Kulübü’nün yayın organında gerekse, kendisine sürekli yolladığım, Gerçemek’te çıkan yazılarımdan söz ederek kutlardı beni.
Amansız bir hastalığa tutulmuştu Gündüz Hocam. Son telefon görüşmelerimizin birinde daha iyice olduğunu söylemişti…
Ve 20 Ağustos 2009, Artan rüzgârının durduğunu tarih, benim de yeli kesilmiş yelkenliye döndüm gün.
Saygıyla hatırlayacağım Gündüz Artan Hocam, Mersinli olmamasına karşın, Mersin için onlarca kitap yazmış değerli bir araştırmacıdır. Ve Mersin Kültür Tarihi’nde çoktan yerini almış olan bir aydınlatmacıdır. Ona Mersinliler olarak minnettarız. Edebiyatımıza kazandırdığı eserleri ve Mersin üzerine yaptığı çok değerli araştırmalarıyla, o güzide insanın küçücük kalbimizde her zaman kocaman bir yeri olacaktır.
Işıklar içinde yatsın!


BİR FESTİVAL ANISI
Mehmet BABACAN

İnsanlığın, düşe kalka yol aldığı gelişim sürecinde, yöneten ve yönetilen kavramları doğduğundan beri, yönetime el koyma çabası hiç eksik olmamıştır.
Uzun süreli örgütlenme sonucunda başarılan, halk ihtilalleri görüldüyse de halka rağmen gerçekleştirilen darbelerin sayısı, olağanüstüdür. Bunların önemli bir bölümü, fanatik gruplarca yapılmış olmakla birlikte çoğu kez askerî güçlerin kullanıldığı tarihsel bir saptamadır.
Yönetime el koymayı başaran güçler, kim olursa olsun, herhangi bir yöntemle, halkı oyalamadan, disiplinin sağlanamayacağını iyi biliyorlardı.
O nedenle kamuoyunu, bir sosyal etkinliğe yönlendirmek, ilk yapılacak işlerden sayılmıştır. Kullandıkları yöntemlerin başlıcalarını, sportif etkinlikler, ürün festivalleri ve sanat gösterileri olarak saymak olasıdır.
Ancak sanat etkinliklerinden bekledikleri yarar, halkı oyalamak ve düzenin propagandasını yaptırmak olduğu için, sanatı, doğal karakteri olan ilericilikten soyutlayıp, şakşakçı konumuna düşürmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla, aykırılık gösteren sanatçıya da sanat yapıtına da yaşam hakkı tanımak istememişlerdir.
Darbecilerin kullandıkları toplumsal yöntemler, emek-sermaye kavramlarına bakış açılarıyla ilişkin olmuştur hep.
Genellikle, sermayenin egemenliğini korumaktan yana olanlar, diktanın her türünü acımasızca uygularken, emekten yana eğilim gösterenler, hukuksal yaklaşımlara ve demokratik doza ağırlık vermişlerdir.
Ülkemizde de yaşanan darbeler, hep askerî güçlerce gerçekleştirilmiş ve söz konusu yöntemlerin tümü, toplum üzerinde kullanılmıştır.
Bunlardan 27 Mayıs 1960 harekâtı, kentsel alanda sanat etkinliklerini öne çıkarırken kırsal alanda, ürün festivallerine ağırlık vermişti.
Güneyde, Mersin’in Mut ilçesi bu kervana erken katılan yerlerden biri olmuştur. Çünkü kayısı üretimi, Mut’a kimlik olacak düzeye ulaşmış, pazarlama ihtiyacı dayatmış bulunuyordu.
Bu bakış açısı altında, 1962 yılı Haziran başında “Mut Kaysı Festivali”nin ilki gerçekleştirildi.
O sırada Mut’a, yaya 6-7 saat uzaklıkta, Gülnar ilçesine bağlı bir köyde öğretmendim. Festivali, köy kahvesinde 13.00 haberlerinden öğrendik. Saat 19.00’da konser vardı. Gitmek üzerine başlayan şakalaşmamız, ciddileşti ve “Haydi” sözüyle uygulamaya girdi.
Yöremizde arabalı ulaşım yoktu. Bizim için de yol sokak gerekmiyordu. Tüm kestirmeler, patikalar bizim için yoldu. Göksu vadisine yönelik inişi, yarışırcasına geçtik ve konsere vaktinde yetiştik.
Açılış etkinlikleri gün boyu sürmüş, sıra akşam konserine gelmişti. Mut Kalesi’nin önünde, açık havada yapılacak olan konserin as solisti, o yılların popüler türkücüsü Aliye Akkılıç’tı. As solist öncesini ise sahneyi yörenin genç yetenekleri dolduracaktı.
Bu bağlamda, sahneye çıkan bir genç, daha ilk türküde, “Olacak çocuk, bokundan belli olur,” dedirtmeye başlamıştı. Ne var ki ikinci türküyü bitirmeden elektrik kesildi. Bekledik. Arıza giderildi. Genç, yeniden başladı türküsüne. Hayret! Bu kez de ses cihazı bozuldu. Yeniden başladık beklemeye. Mut öğretmenlerinden bir grupla birlikteydik. Bu arada, bir fısıltı geldi kulağımıza: “Bu genç, alevi olduğu için sabote ediliyormuş.”
Sessizce, sahneyi kontrol altına aldık ve o gence, bildiği türkülerin tümünü çaldırdık. Ne yazık ki Aliye hanımı dinleyemedik. Çünkü geceyi polis karakolunda geçirdik. Tesellimiz o ki, “Olacak çocuk” konusundaki öngörümüz yanlış çıkmadı. O harika delikanlı Musa Eroğlu’ydu...


YAVAŞLIĞA GÜZELLEME
M. Şehmus GÜZEL

Feyza Hepçilingirler için

“DAHA YAVAŞ LÜTFEN. Pps” BAŞLIKLI Zikrullah Kırmızı imzalı ve John Lennon’un “İMAGİNE”İ EŞLİĞİNDEKİ İNCE VE SIK DOKUNMUŞ FİLOZOFİK DEYİŞLER, DÜŞÜNCELER, DAMITILMIŞ CÜMLELER BENİ ALDILAR BENDEN VE HEMEN YAZMAYA SÜRÜKLEDİLER. ZATEN MAKİNE BAŞINDAYDIM, FAHRİ PETEK’İN HAYAT HİKÂYESİNİ BİTİRMEYE ÇALIŞIYORDUM AMA ONU BIRAKTIM VE BU METNİ YAZDIM DİNLERKEN VE SEYREDERKEN.
Etkilenerek ve etkilendiklerimi sizlerle paylaşmak umuduyla:
Az tüket mutlu ol. Azla yetin yarına da kalsın.
Her saniye sonuna kadar yaşanılmayı hak ediyor. Her saniye dopdolu tadılmaya değer.
Merdivenleri yavaş yavaş çık. Koridorlardan koşarak geçme. Kayarsın. Kapıları yavaşça kapa. Çarpılırsın yoksa. Çarpılma.
İçimizdeki çocuğu öldürmemek. İçimizdeki kadınları dinlemesini bilmek. Adam olmak kısacası. Bütün hödüklere nanik!
Evet, can sıkıntısından uzak durmak. Ama unutmamak: Can sıkıntısı ille kötü bişey de değildir. İlle kötü bişey de olmayabilir. Kemal Tahir Kelleci Memet’te boşuna « içerideki » kahramanlarından birini « Canın sıkkını, gevşeğinden iyidir » diye konuşturmaz. Bildiği bişey vardır mutlaka.
Hiçbir zaman hiçbir kimsenin « Fan »ı olmamak! Asla!
İyimser karamsar olmak. Kapkara karamsarlıktan fena halde kaçınmak.
Koşmamak. Yürümek. Yürürken yaşamdan istifa etmemek. İstifade etmek.
Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenciydim, çocuktum ufacıktım. Yerde buldum bir erik ama yemedim. Erik yemek için erik ağacını çiçeklenmesinden sonuna kadar seyretmek. Erikler olgunlaşınca tana tane toplamak. Topla-Bak.
Lise’den sıyrılarak çıktım. Kadıköy’e doğru piano piano yürümeye başladım. Demir Köprü’nün üstünde durdum: Sağda Haydarpaşa Garı, solda Anadolu’ya açılan kavimler kapısı. Ey Anadolu duy beni! Bekle beni!
Kadıköy’de Meydan’da iyi bir kitapçı var. Kitapcı’da Orhan Kemal’ler var: Gıcır gıcır Varlık Cep Kitapları. Arkadaş Islıkları, Avare Yıllar, Babaevi, Cemile... Kadıköy’de arka sokaklarda esnaf lokantaları var. Esnaf lokantalarında tas kebap, pilav var. Esnaf lokantalarında kuru fasulye, pilav var. Demli tavşankanı çaylar var. Ve hoş sohbet. Daha ne olsun?
Moda’ya doğru bir yürüyüş olsun: Kıyıdan. Her ağaç gövdesine dokunarak. Kuşlara göz kırparak. Denizle ve balıklarla arayı fazla açmadan. Kız arkadaşlarımızı okşayarak. Meme uçlarını ısırarak. Tam o sırada dolmuşta geçen genç anneye ve dizleri üstündeki çocuğa bir tebessüm: Filiz memnun ben memnun.
Z-AMAN’I amandan ayırmak Z’yi özgürlüğüne kavuşturmak. Z (ZET) « ölümsüzlük » demektir Hellencede. Ölüm-sizlik olmasın!
Çiçekli heybelerini umut, adalet, hoşluk, aşk, eşitlik, güzellik, şirinlik, barış, kardeşlik, huzur ve özgürlükle doldurup pembe bisikletlerine atlayarak gökyüzüne yol döşeyenlere ve döşedikleri yoldan «yükselenlere» bin selam. Öpücüklerle.
(g)örmek: Kill Your Television.www.TurnOffYourTv.com
aN-a(ı)-msamak: Tv’lerinizi kapayınız (g)özlerinizi açınız.
Carl Honore’nin Yavaş eserine ve onu Türkçeye kazandıran Esen Gür’e (Alfa Yayınları) teşekkür etmeyi ihmal etmemek.
Bir kent düşünün: Citta Slow: Yavaş Kent.
Bugüne kadar hızlı yaşadık biraz da yavaş yaşamayı denesek diyorum. Ne dersiniz?
Siz düşünedurun, John Lennon ve Yoko Ono ormanda yürürler yavaş yavaş ve yine yavaş yavaş yürüyerek ormandan çıkagelirler. Dev konaklarına doğru tıptıptıpatıp. Kapının önünde duruverirler: Bu adres o adres midir? Yavaş ol batman gelesin şehri burası mıdır? John ve Yoko ya da Yoko ile John aniden yitiverirler: Aaaaaa, fakat meraklanmamak lazım yine de, çünkü konağın içinde peyda olurlar sonra. John piyanosunun başına oturur. İmagine’e başlar. O sırada Yoko tek tek tane tane kocaman papcurları açar: Bir. İki. Üç. Dört. Beş. Işık dolar dev salona. Duvarlar bembeyazdır. Ve işte o duvarlara John rüyalarını yazıverir. Yavaş yavaş okunsunlar diye.
Evet, ne dersiniz? Bugüne kadar hızlı yaşadık biraz da yavaş yaşamayı denesek diyorum. Siz ne dersiniz?

NİŞAN GÜNLÜĞÜ
Hasan AKARSU

Her gencin evlenip yuva kurma özlemi var. Evlenip anne-baba olanlar, bu kez çocuklarının evlenip yuva kurmalarını özlüyorlar. Torun büyütmenin mutluluğunu yaşamak da bir özlem oluyor. Bir de büyüyen, bir meslek sahibi olan çocuklarının evlilikleri gecikirse, ne değin üzüldüklerini siz düşünün. Her şeyin bir zamanı olduğunu biliyoruz. Zamanı geçince yaşanacak sıkıntıları da.
Beklentiler içinde yaşarken meslek sahibi oğlumuzun nişanlanma isteğini duyunca coştuk. Nişan adayı kızımız Emel. Önce kızımız Özge Pınar tanışıyor Emel Ablasıyla. Sonra annesi. Annesinin yüzünde güller açıyor. Bana: “Gelinimiz çok güzel, çok güler yüzlü. Görünce sen de seveceksin” diyor. Çekilen fotoğraflardan tanıyorum Emel’i. Fotoğraflarda gülüyor eşimin dediği gibi. Hevesleniyoruz anne-baba olarak. Meslekleri aynı. Yaşları yakın. Uyumlu duruyorlar. Mutlu olacakları inancımız pekişiyor. Sıra nişan gününü saptamaya geliyor.
02 Ağustos 2008 Cumartesi günü Mersin-Silifke’de olacağız. Şarköy’de yaz dinlencesindeyiz. Kızımız Özge Pınar İstanbul’da okulunun son sınıfına başladı. Eşimle ben 30 Temmuz Çarşamba sabahı Şarköy’den Tekirdağ’a gidiyoruz. Tekirdağ’da alışveriş edip hazırlıklarımızı yapıyoruz. 31 Temmuz Perşembe günü İstanbul’da çocuklarımızın yanındayız. Bu kez İstanbul’da alışveriş yapıyoruz. 01 Ağustos Cuma günü saat 21.00 otobüsüyle, Akarsu Ailesi olarak dört kişi Silifke’ye hareket ediyoruz. Esenler Otogar girişlerinden birinde köprü çöktüğü için yoğun bir trafik yaşıyoruz. 10-15 dakikalık gecikmeyle yetişebiliyoruz Silifke’ye kalkan tek otobüse. Gece yolculuğumuzun 15 saat süreceğini öğreniyoruz. Harem’e uğruyoruz, saat 22.30’u buluyor çıkışımız. İlk durağımız İzmit Otogarından sonra Bolu yakınlarında oluyor. Bundan sonra 4-5 saat aralıksız giderek Konya’ya ulaşıyoruz. Sabahı Konya’da karşılıyoruz. Kahvaltı edip yola çıkıyoruz. Karaman’a değin göz alabildiğine uzanan düzlükte yol alıyoruz. Otobüsümüz Contur Şirketi’nin. Otogarlara girip yolcu alıyor. Bu yollardan dört yıl önce de geçmiştik. Mut ilçesinden de yolcu alan otobüsümüz 02 Ağustos Cumartesi günü 12.00’de Silifke Otogarına ulaşıyor. Burada, Mut’tan Silifke’ye değin süren yolculuğumuzdan söz etmenin sırası. Bir nehir boyunca ilerliyoruz. Bunun Göksu Nehri olduğunu biliyorum; ama ön koltukta oturup İstanbul’dan bu yana bizimle yolculuk yapan, Turgut Özakman’ın Diriliş romanını okuyan bayan, bizi kendine yakın buluyor ki Göksu Nehri olduğunu doğruluyor ve dağlara tırmandıkça, yükseklerden daha güzel görüneceğini söylüyor. Dediği gibi de oluyor. Mavi-yeşil arası bir renkle akan Göksu kıyısından gidiyoruz kimi kez. Üzerinden de geçiyoruz Göksu’nun. Bu gidişimiz Artvin’e Çoruh kıyısından gidişimizi anımsatıyor. Bir nehirle bir kente girmenin güzelliğini yaşıyoruz.
Silifke Otogarı’nda sıcak bir karşılama ve tanışma töreni. Emel’in babası Emekli Öğretmen Osman Oğuz, annesi Emekli Öğretmen Emine Oğuz, kızları Nöroloji Asistanı Emel Oğuz ve oğulları Eczacı Kemal Oğuz’la tanışıyoruz. Kemal, Eğirdir’de askerliğini yapıyor. Kız kardeşinin nişanı için izinli olarak geliyor. Oğuz Ailesi bizim yorgun olduğumuzu düşünerek bir süre otelde dinlenmemizi öneriyor. Uygun görüyoruz. Kemal, bizi arabalarıyla Taşucu’nda bulunan Best Resort Hotel’e götürüyor. 217 ve 218 nolu odalara yerleşiyoruz. Duş alıp dinleniyoruz. Bir-iki saat sonra Kemal gelip alıyor ve Silifke Kalesi’ne çıkarıyor. Orada yemek yiyoruz. Silifke’nin ünlü poyrazı dur durak bilmiyor. Silifke’ye Kale’den bakmanın zevkini yaşıyoruz. Silifke Kalesi’nin yüksek bir kayanın üstüne yapıldığını görüyor, 23 kulesi ve burcu olduğunu, kaleyi Ermeni krallarının, içindeki camiyi de Yıldırım Bayezid’in onarttığını öğreniyoruz. 65 bin nüfuslu ilçede, limon ve çilek bahçeleri dikkat çekiyor. Göksu üzerindeki Silifke Köprüsü’nden geçerken söylencesini de anımsıyoruz. Bir türlü karşı kıyıya bağlanamayan köprü için bir adak gerektiği düşünülüyor ve bir sabah Göksu’ya ilk inen kişinin kurban edileceği kararlaştırılıyor. Bir ustanın karısı inince yakalanıp diri diri köprü ayağına gömülüyor. Köprü bundan sonra tamamlanıyor. Seller geldiğinde duyulan iniltilerin o kadının sesi olduğuna inanılıyor şimdi. Yoğurduyla ünlü olsa da yoğurt eski önemini yitirmiş durumda. Önceki gezimizde sorduğumuz kişiler, sütlerin karıştırıldığını, bu nedenle yoğurdun değerinin düştüğünü söylemişlerdi. Yemek sonrası, nişan töreni için bize düşenleri yapmaya çalışıyoruz. Çiçek yaptırıyoruz, çikolata ve baklava alıyoruz. Yine otele dönüyoruz ve dinlenmeye çekiliyoruz. Bizi nişan töreni için saat 20.00’de alacaklarını söylüyorlar. Bu sırada Emel ve yakınları saçlarını yaptırıyorlar. Kızımız Özge Pınar’ı da unutmadıkları için seviniyoruz.
Saat 20.00’yi az geçe Oğuz Ailesi’nin evindeyiz. Sıcak bir karşılamadan sonra onların törene gelen yakınlarıyla tanıştırılıyoruz. Osman Oğuz’un ağabeyi Salih Oğuz, kardeşi Ahmet Oğuz ilk tanıştıklarımız. Salih Bey emekli öğretmen olduğu için çabuk ısınıyoruz. İleri görüşlü, demokrat, sağlıklı düşünen birisi. Ahmet Bey de öyle olup konuşmalarıyla ortamı ısıtmada ustalığını gösteriyor. Gülüşüyoruz. Emine Hanım’ın annesi Adile Teyze’yi, ağabeyi Mehmet Bey’i tanıyoruz. Törenin birinci bölümünde kız istenecek. İsteme görevi bana verildiği için biraz heyecanlıyım. Kalıp sözlerden uzak durduğum için söyleyeceklerim beğenilir mi diye düşünüyorum. Emel, yaptığı kahveleri sunuyor, kahveler içilirken söyleşi sürüyor. Ve sözü alıyorum:”Biz Akarsu Ailesi olarak Marmara Denizi’nden Akdeniz’e geldiğimiz için kalabalık değiliz. Oğuz Ailesi coşkulu karşılamasıyla bizi gönendirdi. Çocuklarımız tanışıp anlaşmışlar. Onların birlikte yaşamak için attıkları bu ilk adımlarında yanlarında olma mutluluğunu yaşıyoruz. Kızınız Emel’i, oğlumuz Özger’e istiyoruz.” Bu kısa sözlerimden sonra Osman Oğuz da çocuklarımızın tanışıp anlaştıklarını ve bu kararı verdiklerini belirtti. Bize onlara yardımcı olmak görevinin düştüğünü söyledi. Nişan çikolataları sunuldu. Alkışlarla isteme töreni sona erdi.
Törenin ikinci bölümüne geçmeden önce Oğuz Ailesi’nin diğer konukları da gelip tanışıyorlar bizimle. Özellikle Ahmet Oğuz, bu tanıştırma işini en güzel şekilde yerine getiriyor. Bu kez nişan yüzükleri takılacak. Bu görevin Emel’in büyük amcası Salih Bey’e verileceğini düşünürken, bana verilmesi heyecanımı arttırdı. Emel’i isterken söylediğim sözleri yinelerken yüzükler geldi. Önce Emel’e, sonra Özger’e yüzükleri taktım. Kurdeleyi kesip gençleri kutladım ve uğurlu olmasını diledim. Gençler ellerimizi öptüler. Baklavayı açıp önce birbirlerine sundular, sonra konuklara. Fotoğraflar çekildi, tören kameraya alındı. Erkekler ayrı bir odaya geçip Oğuz Ailesi yakınlarının hazırladığı mezelerle içkilerini yudumlayıp söyleştiler. Gençler müzik eşliğinde dans edip oynadılar. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Gece yarısı evden ayrılıp otelimize döndük.
Otelimiz yörenin en güzel oteli. Sabah kahvaltısı zengin. 03 Ağustos Pazar sabahı kahvaltı edip deniz kıyısında gezindik. Deniz birden derinleşiyor. Fotoğraf çektik. 12.00’ye doğru Kemal gelip bizi evlerine götürdü. Nişan törenini değerlendirdik. Bir aksama olmadığını, güzel geçtiğini belirttik. Bugün İstanbul’a 19.00 otobüsüyle hareket edeceğiz. Bu saate değin de Silifke’yi gezerek tanıyacağız. Gençler ayrı bir arabayla kıyı kesimleri geziyorlar. Kız Kalesi vb. Biz ise Osman Bey’in arabasıyla Silifke’ye 27 km uzaklıkta olan Uzuncaburç’a gidiyoruz eski Karaman yolundan. Demircili Köyü’nde Demircili Anıt Mezarı ilgimizi çekiyor. Osman Bey, buralarının yayla yerleşim yerleri olduğunu söylüyor. Kırobası sapağından geçip Uzuncaburç Beldesi’ne ulaşıyoruz. Buraya antik kenti görmeye geliyoruz. Uzaktan gördüğümüz yüksek bir kale ilgimizi çekiyor. Çevresinde dolanıyoruz; ama içine girip inceleme olanağımız yok. Duvarlarından kimi taşlar düşecek gibi. Kaya mezarlarını görüyoruz. Roma Antik Kenti’ne giriyoruz. Denizden 1200 metre yüksekteyiz. Burada, İ.S. 72 yılında, Diocaesarea adıyla özerk kent devleti kurulduğunu öğreniyoruz. Şimdiye değin hiç kazı yapılmayan bir antik kentteyiz. Alman Fraiburg Üniversitesi’nin yakında kazı çalışmaları yapacağı söyleniyor. Görkemli Zeus Tapınağı’ndan sonra, sütunlu yolda ilerliyoruz. Tören Takı, Tiyatro, Çeşme, Mezarlık, Kuzey Kapısı, Giriş Kapısı gezdiğimiz yerler. Kazı sonrasında burasının büyük değer kazanacağını seziyoruz. El değmemiş sütunların yüksekliği, mezar taşlarının, lahitlerin süslemeleri bunu gösteriyor.
Silifke’ye bir başka yoldan dönüyoruz. Dönüşte Cambazlı Antik Kenti’nin, Şıkkale’nin ve Karakabaklı Antik Kenti’nin yanından geçiyoruz. Narlıkuyu’ya ulaşıyor ve gençlerle buluşuyoruz. Burası balığıyla ünlü. Yurdun birçok yerinden balık yemek için gelenler oluyor. Deniz levreğinin tadına doyamıyoruz. Yanında Özel Tekirdağ Rakısı da iyi gidiyor. Söyleşimiz, havamız tatlanıyor. Değişik olarak deniz kayalıklarından çıkarılan bir ottan yapılan “Kaya Koruğu” turşusu sunuluyor. Masamızı şenlendiren Abdullah Öğretmen ile eşi Filiz Hanım’dan söz etmeden geçemeyiz. Abdullah Bey, yeni emekli olmuş, sevilen bir idareci olduğu belli. Dershanecilerin onun peşini bırakmayacağını anlıyorum. 12 Eylül’de günlerce hücrede tutulmuş, yargılanıp aklanmış eğitimcilerimizden. İleri görüşlü olduğu belli. Buraya sürekli balık yemeğe geldiği için tanınıyor. Balıkların en iyisi, en iyi biçimde pişirilip getiriliyor. Sakiliği severek yapıyor, herkese meze uzatıyor, herkese takılıyor, gençler gülmekten bayılıyor. Nasıl Neyzen “rakının ürktüğü adam” ise, Abdullah Bey de öyle. O, bir de yengeçleri ürkütüyor. Yemeğin üstüne ünlü lokma tatlısı getirtiyor Abdullah Bey. Lokma tatlısı da övdüğü kadar var.
Yemek sonrası ayrılıp Silifke Otogarı’na geliyor ve otobüsümüze yerleşiyoruz. Dünürlerimizin verdiği limonları, tatlıları da alıyoruz. Sıcak bir ağırlama ve uğurlamadan sonra, İstanbul’a dönüş için on beş saatlik yolculuğumuz başlıyor. 04 Ağustos 2008 Pazartesi günü öğleye doğru İstanbul’da oluyoruz. Oğlumuz Özger’i nişanlamanın mutluluğuyla dinleniyoruz.

RECEP ÜZÜMÜ
Mehmet Ali KILINÇ

Recep üzümünün adını kimin koyduğunu, niçin “recep” koyduğunu hala bilmiyorum ve bu konuda en küçük bir fikrim de yok. Yaygın olarak sahilde çardakların veya başka ağaçların üzerine tırmanmış asmaların üzümü, yaylalarda bağlarda da yetişen, taneleri seyrek ve irili ufaklı, söbüye yakın yuvarlak, salkımlarının görünüşü pek göz alıcı olmayan, tam olgulaştığında, taneleri üzerinde kahverengiye yakın benekler oluşan, sarıya çalan renkte recep üzümünün tadını, lezzetini, gezip gördüğüm yerlerde hep aradım durdum, ama hiç bir yerde, hiç bir üzümde o tadı, bir türlü bulamadım. Bu gün, hele deprem felaketinden sonra, üzüm bağlarının yerini, o yörede, tamamen apartmanlar aldı, yörenin pazarlarında artık hiç görülmüyor. Çok önceleri, pazarlarda satıldığı yıllarda, Gölcük-Değirmendere sırtlarında bulunan bağlarda yetişen çavuş üzümünde, Ege’nin çekirdeksizinde, yabancı ülkelerin tanelerinin ikisinin insanın ağzını dolduracak büyüklükteki plastik görünümlü üzümlerinde, Hatay Hassa’nın pırıl pırıl parıldayan beyaz üzümünde, Burdur’un karasında, Antalya’nın mor üzümünde aradım durdum. Hiç birisi aradığım o lezzetin yanına bile yaklaşamadı. Kimisi şeker gibi çok tatlıydı, bazıları barut gibi çok ekşiydi. Bazılarının görüntüsü çok güzeldi ama tatları üzüme benzemiyordu.
Kimisi de doyurucu, iri taneliydi ama silikondan imal edilmiş gibi lezzetten nasibini almamıştı. O tadı recep üzümünün tadını yıllarca boşuna aradığıma, o tadın sadece, yaşayan Köy Enstitülü büyük ustalardan Mehmet Başaran’ın “Yatırım Çocuklar” romanında anlattığı yatırım çocukların son kuşağına mensup biri ve evin en büyük çocuğu olarak, yatılı okuldan mezun olup, yıllık izinlerimde zaman zaman köyüme uğradığımda, kendi maaşımı almaya başladıktan sonra bile, rahmetli babamın Cuma günleri her pazardan dönüşünde, küçük kardeşlerime dağıtırken bana da verdiği, bu gün sadece babam verdiği için bana apayrı bir tadı olduğuna inandığım, bu gün bile tadı hala ağzımdan gitmeyen, gazete kâğıdından külaha sarılı iki topak ala şekerin, gök kuşağının her bir rengiyle renklendirilmiş fasulye şekerlerinin ağzımda bıraktığı tat gibi, tekrar yaşanması hayal olan bir çocukluk anısı tadı olduğuna karar verecektim ki, yanılmışım.
Kırk yılı aşkın süre önce, çocuk yaşımda çıktığım köyüme, daha sonraları hiç yolum düşmedi değil, zaman zaman tabi ki düştü. Ama yıllık iznimi aldığım tarihler, yaz mevsimine rastlasa bile, sanırım tam uygun tarihe denk gelmemiş olsa gerek. Emeklilik yıllarımda bir gün, artık gemileri yakmış olarak iyice yerleştiğim Antalya’dan otobüse binerek, Gülnar üzerinden köyüme gitmek üzere sabahı erken saatte Gilindire’de otobüsten indim. Günlerden bir Pazar günüydü. Gilindire’den geçen Anamur- Ankara otobüsünün ilkine binip Gülnar’da indim. Aslen benim köyümden olup, ilçede oturan, ilçenin ileri gelenlerinden adını bu gün rahmetle andığım, Kör Mehmet Emmim o gün henüz hayatta olduğuna göre, yıl olarak on beş yıl kadar öncesi, köyüme vardığımda, yangından sonra bu gün hepsinin ağaçları birer kara kütük haline gelmiş olan nar ağaçlarının başından, ilk yetkinleşenlerinden nar koparıp yediğime göre, mevsim güz başı, aylardan da, erişilmesi zor yerlerde kalan, bala kesmiş recep üzümü salkımlarına, eşek arısı sürülerinin insanları yaklaştırmadığı ay olan eylül ayı olsa gerek. O yıllarda köye günün her saati değil, haftanın her günüde bir sefer de olsa araç bulmak mümkün değil, hele pazar günleri hiç değil. On üç kilometre uzaklıktaki köyüme ulaşmak için ya taksi kiralamam veya şansım varsa köye giden tanıdık bir özel araca rast gelmem gerekiyordu. Çarşıyı şöyle bir dolaşıp, köye özel aracıyla gidecek olanın olup olmadığını soruşturdum. Tanıdık biri, köyde bir düğün olduğunu, Kör Mehmet Emmi’nin özel aracıyla düğün için köye gideceğini söyledi. İlçemizin büyüklüğü zaten ne kadar ki; on dakika içinde Kör Mehmet Emmi’yi de buldum, Mehmet Emmi’nin Toros marka arabasında köye gitmek için sığışacak bir kişilik yeri olduğunu da öğrendim. Çok geçmeden hazırlandık ve araca binip köye doğru yola çıktık.
Araçta, aracı kullanan Mehmet Ağa’nın oğullarının birinden başka yolcu olarak, Mehmet Ağa, eşi ve ben bulunuyordum. Araçta bir kişilik yer daha yer vardı. Biraz gittikten sonra, önceden haberli, köye gitmek için yol üzerinde bekleyen, bir yolcuyu daha almak için ilçe çıkışında durduk. Yolcumuzun araca binmesini beklerken, tam yanımızdan, önünde üstünde heybeli boz eşeği, eşeğin üzerine binili torunu olduğunu sandığım beş altı yaşlarında sümüklü bir oğlan çocuğu, eliyle ipini çektiği alacalı bir ineği olan, güleç yüzlü, kınalı saçlı, şalvarlı bir teyze geçiyordu. Teyzenin yüzü yabancı gelmedi ama tanıyamadım. “Yabancı” kelimesi sözün gelişi. Aslında o anda orada “yabancı” sıfatının hak eden bir kişi varsa aslında güleç yüzlü teyze değil doğma büyüme oralı olan, ama yıllarca uzak kalmış olan bendim. Neyse konumuz şimdi o değil. Teyze Mehmet Ağa’yı yakından tanıyor olacak ki görür görmez aracımıza yanaşıp hal hatır sordu. Mehmet Ağa da karşılık verdi. Hoş beşten sonra, Mehmet Ağa yaşlı teyzenin kocası olan emmiye çok çok selam söyledi. Bir yandan almakta olduğumuz yolcumuzun eşyaları bagaja yerleştirilirken, yanımızdan ayrılan yaşlı teyze, önündeki eşeğin heybesine yöneldi. Aracımız hareket etmek üzereyken, heybenin gözündeki sepetten bir salkım üzüm çıkarıp, arabanın camından Mehmet Emmi’ye uzattı. Mehmet Emmi de, yaylanın gece ayazının soğukluğu henüz üzerinden gitmemiş olduğu uzaktan belli olan, teyzenin verdiği recep üzümü salkımını ortasından ayırarak, yarım salkım üzümü bana uzattı. Ağzıma attığım ilk üzüm tanesinde, yıllardır aradığımı söylediğim tadın, ağızda kalan, babamın verdiği gazete kâğıdından külaha sarılı fasulye şekerinin tadı türü, hasreti çekilen, özlemle karışık, hayalimdeki çocukluk anısı tadı olmadığını, yıllardır aradığım lezzetin gerçek olduğunu, hala aynen çocukluğumdaki gibi yerli yerinde durduğunu anladım. Hele nasıldı bir anlat diyecek olursanız, o tadı burada yazıyla anlatmak mümkün değil. En iyisi mevsiminden ne önce, ne de sonra, tam mevsiminde yerine gidip o lezzeti tatmak gerek.


İLK DİYARBAKIR YOLCULUĞUM
Mustafa SAĞLAM.

Yıl 1972. Akşehir Öğretmen Okulu’ndan güz dönemi mezunuyum. İlk görev yerim Diyarbakır’ın Hani ilçesine bağlı bir köy. İlk kez Türkiye’nin doğusuna düşüyor yolum.
Hangi dini bayramdı hatırlayamıyorum şimdi. Beş-altı gün süren bir bayram tatili sonu yola çıktım ve sabahın dokuz buçuğunda Adana Otobüs Garajı’ndayım, Diyarbakır’a gidecek bir otobüs arıyorum yazıhane yazıhane. O zamanlar şehirlerarası otobüs garajı, nehrin kenarında ve o eski taş köprünün hemen bitişiğindeydi. Yerinde koskocaman bir cami var şimdi.
Sabah yola çıkacak otobüslerin hiçbirinde yer yok. Bayram sebebiyle yazıhanelerin önü kalabalık mı kalabalık. Hepsinden “Dolu” yanıtı geliyor bol bol. Ancak ikindi dört buçuğa Kamil Koç otobüslerinden bir yer bulabiliyorum.
Sabahın dokuz buçuğundan akşamın dört buçuğuna uzun bir zaman; garajda oturmakla geçmez. Bir iki gazete alıp, reklamlarına kadar okudum, bulmacalarını doldurdum; olmadı, vakit geçmek bilmiyor bir türlü.
Çıkıp, çarşıya doğru dolaşmayı düşündüm. Eşya olarak bir çantamla bir yatak balyam var. Onları bir yere koymam gerek. Emanetçiye vardım, bunları emanete bırakmak istediğimi söyledim.
-Çantayı alayım ama yatak balyasını alamam. Yerim dar; onu nereye sığdırayım? Ön tarafa koyuver, bir şey olmaz. Bak, başka yatak balyaları da var zaten; onlar da durup duruyor, dedi adam dışarıdaki yorgan balyalarını göstererek.
İçeri bir baktım gerçekten boş yer yoktu hiç. Küçücük bir emanet odası vardı adamın. Yan taraftaki raflara paketleri ve çantaları koyunca kendisi bile zor gidip geliyordu aralarından. Ona da hak vermemek elde değil.
Pek içim rahat olmasa da yatak balyasını emanetçinin ön tarafına, köşeye koydum ve çarşıya doğru yürüdüm.
Adana’ya daha öncesi bir iki sefer gelmişliğim var ama ana caddeler dışında fazla da bir yer bilmem. Fakat zamanım bol olunca her bulduğum caddeye amaçsızca girip çıkıyorum. Arada bir durup vitrinlerde ilgimi çeken şeylere filan bakıyorum bir süre. Filmde Kemal Sunal’ın yaptığı gibi elimi para cebimin üstünde tutuyorum bir yandan da. Daha öncesi, bir tanıdığımın cebinden epey bir parasını çalmışlardı burada çünkü.
Öğleye kadar bu şekilde vakit geçirdim. Tam saat on iki buçukta gittim, garajı çeviren duvarın dışında şöyle elimi alnıma koyup bir baktım; benim yatak yerinde duruyordu. Geri dönüp gezmeye devam ettim.
O yıllarda devlet dairelerinde yaz saati diye bir vakit çizelgesi uygulanıyordu. Öğle aralığı verilmezdi ama mesai saat üçte biterdi. Çalışanlar, o zamana kadar açlığa nasıl dayanırlardı bilmem.
Tam da saat üç civarları filandı. Küçük Saat’in oralardayım. Yerin adını da o zaman öğrendim. Mesai çıkışı olduğu için caddeler tıkış tıkış insan. Hava, mevsime göre sıcak mı sıcak. Çevredeki kalabalık, bu sıcağı biraz daha kızıştırıyor sanki. O dakikalar araba trafiğinin de yoğun olduğu zaman. Pek çok memurun işyerine özel arabasıyla gidip gelmesinden herhalde.
Bir fırsatını bulabilsem yoldan karşıya geçmeyi düşünüyorum fakat arabalar arka arkaya ulanıyor. Üstelik köyden gelmişim, öyle gözümü karartıp aralarına dalıverecek halim de yok.
Karşı tarafta biri dikkatimi çekti o an; omzundaki yatak balyasının altında iki büklüm olmuş, yüzü filan pek göründüğü yok, benden yana geçmeye çalışıyor. Adamı tanımam ama ilgimi çeken omzundaki yatak. Yatak balyasının sarılı olduğu çaput çul, geriden bile çok tanıdık geldi bana. Benim yatağın dışındaki örtüye çok benziyor. Benzemek de ne, “Ben oyum,” diyor adeta. O anda gidip, garajdaki yatağıma bakmak geliyor aklıma. Ama Küçük Saat nereee otogar nere. Oraya varmak bile bir hayli zamanımı alır.
Gerçi başka bir kadın da, benimkine benzer bir çaput çul dokumuş olabilir. Çaput çullar, eskiyen giysilerin dilinmesiyle dokunuyor nasıl olsa. Herkes, her türden her renkten giysiler giyebilir. Onlar dilinip çaput dokunabilir; tuhaf olan ne var bunda?
O ara bir yolunu bulup benden tarafa geçiyor; daha yakından görüyorum adamı. Omzundaki balyaya bakıyorum, balyanın etrafında dolandırılıp bağlanmış olan ip de benimkine benziyor. Allah Allah! Hiç istememe rağmen yatağın kesinlikle benim olduğuna inanacağım nerdeyse. Ama neticede ip de fabrika malı; bir dükkândan alıp yatağını sarmıştır adam. Olamaz mı?
Buna karşın garaja kadar gitmekten vazgeçtim; yanına biraz daha yaklaştım ve balyanın köşesinden görünen minderin rengine bir baktım: Hayret, o da benimkine benziyor. İyiden iyiye karışıyor kafam. Çünkü biri benzer, ikisi benzer; üçü de benzeyecek değil ya bu mübareğin. Var bunda bir hikmet.
Adam kalabalığı sıyırdı ve sokaklardan birinin arasına doğru yöneldi. Bırakmadım, ben de gittim arkasından. İyice yaklaşıp kolundan dürttüm.
-Bir dakika arkadaş, dedim. Sormamı bağışlayın ama bu yatağı nerden getiriyorsunuz?
Adam, yönünü dağa doğru çevirip elini döndürdü döndürdü ve Toroslar’ın zirvesini gösterircesine:
-Taaa ordan, bizim köyden getiriyorum, dedi.
Ama yatağı da yere dikliğine koydu. Bu sırada bir adama bakıyorum bir kendime; o, benden biraz daha çelimsiz, şöyle bir tartıp biçiyorum, gözüm kesiyor onu. Dövüşürsek önce neresine vuracağıma karar vermeye çalışıyorum.
Öğrenciliğimde bize hazırlattıkları bir stajyerlik dosyası vardı. Her öğretmen okulu mezununda bulunur o. İdari yazışmalar için birer örnek olur onun arasında. Valize sığmadığı için yatak balyasının ortasına koymuştum onu. O, aklıma geldi.
-Arkadaş, dedim. (Nerden arkadaşım oluyorsa.) Yatağın içinde bir dosyam olacak. Benim kimliğim de aha şu; dosyadaki isimle benimki tutarsa, yatak benim. Tutmazsa veya dosya yoksa senden özür dilerim ve yatağını da alır gidersin.
Adam, itiraz etmedi. Elimi minderin içine soktum. Bu arada adamın yüzüne bakıyorum; elim aşağı doğru kaydıkça adamın yüzü kızarıyor. Kızardı, kızardı ve elimin bir yere varıp dayandığını fark edince “Hıh!” dedi.
Ben, henüz bir şey söylemeden:
-Abi, polise gitme; ben yatağı götürüp aynı yerine koyuvereyim, dedi.
O, bunu söyleyinceye kadar polise gitmek aklımda yoktu hiç.
-Olmaz, dedim. Benim yatağı bırakır, oradaki yorgan balyalarından birini alır gidersin.
Yann taraftaki dükkâncıya.”Polise bir telefon edip, parasını ödeyeyim,” dedim. “Polisin telefonunu bilmem,” dedi dükkâncı. Bilmediğinden değil de, hırsızdan çekindi sanırım.
O an yanımızdan geçen bir genç:
-Abi şu arka tarafta Hacı Bayram Karakolu var. Gelin gösterivereyim, dedi.
Önde o genç, arkasında omzunda yatakla hırsız ve en geride de ben yürüdük. Ama içime bir kuşku düştü yine. Bu adamlar birbirlerini tanıyorlarsa, ortak veya arkadaşlarsa... Ceplerinde kocaman birer bıçakları varsa... Bıçağın ucu iyice sivriyse...
Acaba vaz mı geçsem şu yatak işinden diye düşünüyorum. Ne ki, öte başı bir yatak; edeceği kaç lira? Kaybedersem ölüm olmaz ya sonunda.
Ama o benim yatağım; annem, bir çeyiz hazırlar gibi bana hazırladı onu, parasal değeri olmasa da manevi değeri var en azından.
Ben bunları düşünürken, bir sokağın ucuna varıp, başka bir sokağa doğru döndük.
Ön taraftaki delikanlı:
-Abi, orda, deyip sokağın öte başındaki “POLİS” yazısını gösterdi.
İçim rahatladı tabelayı görünce. O gence teşekkür ettim ve gitti.
Karakolun kapısında bir polis karşıladı bizi.
-Hayırdır? Bu yatak da neyin nesi? Satıyor musunuz yoksa diye sordu biraz alaylı bir şekil.
Ben meseleyi anlattım. Yatak garajdaydı falan filan işte.
-Girin içeri, dedi.
İçeri girdik ve yatağı bir kenara koydu adam.
O sırada polis bana sordu;
-Nerelisin?
-Konyalıyım, dedim.
-Ha benim aslanım, diye heyecana geldi polis. Mevlana çocuğu bu, yedirir mi ulan sana?
Her ne kadar Konyalı olsam da o zamana kadar Mevlana Müzesi’ni topu topu iki kere gezmişliğim vardı gerçi.
Adamın ifadesini almaya başladılar. Yatağı garajdan kendisinin almadığını, Selahattin bilmem ne adında birinin getirip ona “Bitpazarında sat gel, parasını bölüşelim,” dediğini söyledi.
Polisler birbirlerine baktılar ve:
-Şu bizim Selahattin değil mi bu, diye sordular birbirlerine.
Sonra hırsıza dönüp:
-Yatağı satınca parayı nerde bölüşecektiniz, dediler.
-O, beni bulacaktı, diye yanıt verdi hırsız.
İnanmadı polisler.
-Doğru söyle lan, deyip anında iki tokat indiriverdiler.
-Valla billa doğru söylüyorum, abi.
Yine inanmadılar. “Getirin şu falakayı!” dedi içlerinden yaşça büyük görünen biri. Falaka denen dayak aracını o zamana kadar hiç görmemiştim; nasıl bir şey olduğunu bilmezdim. Adını, Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde okumuştum ancak.
İki ucuna bir ipin bağlı olduğu, ok atılan yay benzeri bir sopa indirdiler duvardan. Ama sopa düz ve sağlamdı; ipi de bir o kadar dirençli görünüyordu geriden.
-Yat bakalım, dediler adama.
Adam, yere sırtüstü yattı ve tabanlarını havaya kaldırdı. Sonra ayakkabılarını çıkarıp, topuklarına kadar iple sopa arasına geçirdiler ve sopayı döndürerek iyice sıkıştırdılar. “Selahattin seni nerde bulacaktı,” diye soruyorlar aynı yanıtı veriyor adam. Sopayı vurmaya başlıyorlar tabanının altına. Birkaç sopadan sonra yine aynı soru, yine aynı cevap. Bu böyle devam edip gidiyor. Sanırım insanın en kalın derisi tabanının altındakidir; ondan bile kan çıkmaya başladı döve döve.
Ben, durmuş onları seyrediyorum bir kenarda. İçim sızlıyor adamın o halini gördükçe. Kendi ayağımın altına inmiş gibi oluyor sopalar. “Keşke getirmeseydim,” diyorum. “Yatağı garaja iletivereceğini de söylemişti bir güzel.” Memurlara bir şey de söyleyemiyorum. Korkuyorum bir hata yapıp aynı dayağı yemekten.
-Yatağımı ne zaman alıp da gideceğim, diye sorabildim ancak.
-Bekleyeceksin, dediler. Amir yok; amir gelip ifadenizi alacak.
Epeyce bir devam etti hırsıza uygulanan dayak faslı. Ben de, köşede oturup, sabırsızca amiri bekledim tabi.
O sırada, Polislerden biri, otobüs yazıhanesine telefon edip, biletimi bir saat sonrasına erteletti. Şanstan, bilet aldığım otobüs bir yerlerde arıza yapmış, bir saat sonra hareket edecekmiş zaten.
Neyse, bir süre sonra amir kapıdan girip odasına geçti. Bir sessizlik aldı içeriyi. Bir polis, kapısını çalıp, olanları amire anlatmaya girdi.
-Geç, diye beni işaret etti amirin yanından çıkarken.
Hayatımda ilk kez bir polis amirinin karşısındaydım. Her ne kadar suçlu konumunda olmasan da polis karşısında nasıl davranılacağını bilmediğim için, korkuyla karışık bir heyecan vardı içimde. Yanlış bir şey söyleyip az önceki dayakların bana da yönelmesinden korkuyorum. En büyük istediğim, o kapıdan dayak yemeden bir çıkabilmekti şimdi.
Polis amiri yaşlıca bir adam. Altmış beş, yetmiş arası filan.
-Bu mesele nasıl oldu, anlat bakalım, dedi bana. Biraz da sertti sesinin tonu.
Ben, yatağı garaja bıraktığım andan itibaren neler olduğunu bütün ayrıntılarıyla bir bir anlattım. O da, sözümü fazla bir kesmeden dinledi.
Sonra bir de ötekini çağırıp onun ifadesini aldı.
Bana:
-Davacı mısın, diye sordu arkasından.
Düşündüm: Bu adam ceza ile ıslah olacaksa, deminden beri yediği dayakla peygamber kesilmesi gerekir zaten. Bir de cezaevine girmesine hiç gerek yok bence.
-Davacı olmasam... Yediği dayakla zaten uslanmıştır, diyecek oldum kekeleyerek.
-Davacı değilsin de adamı neden tutup buraya getirdin, dedi azarlarcasına.
Her ne kadar öğretmen olsam da, henüz toy biri olduğumu o da görüyor.
-Davacıyım, dedim çaresiz.
Bir şeyler yazdılar çizdiler, ona da, bana da imzalattılar.
Sonra da:
-Bu yatak otogardan çalınmış; suç mahalli orası, sizi oraya havale edeceğiz, dediler.
Bir taksi çağırdılar; Murat 124. Onlar yeni çıkmıştı o yıllarda ve o zamana göre konforlu sayılırdı. Yatak balyasını bagaja koyduk. Şoförün yanına ben oturdum; arka koltuklara da hırsızla o Konyalı polis oturdu. Garaja vardık.
Hırsıza:
-Taksinin parasını öde bakalım, dedi polis.
Ama hırsızın cebinde bir kuruş yok. Bütün ceplerini döküştürdü, para namına bir şey çıkmadı hiçbirinden. Velhasıl beş lira taksi parasını ödemek de bana düştü.
Bir de oradaki polisler aldı ifademi. Olanları bir de orda anlattım baştan sona. Benden sonra da hırsızı çağırdılar ifadesini almak için. Kapının arkasından birkaç tokat sesi geldi bu arada.
Benim görev yeri adresimi aldılar. Bir de tutanak imzalattılar yatağı bana teslim ettiklerine dair. Beni serbest bıraktılar, hırsızı bir daha görmedim.
Yatağı aldıktan sonra sevine sevine öyle bir gidişim vardı ki perondaki otobüse doğru; sanki hapishaneden kurtulmuş gibiydim. Bunun için demiş olmalılar “Allah, fukara kulunu sevindirmek için eşeğini önce yitirtir, sonra buldurur,” diye.
Aradan bir ay kadar filan geçtikten sonra bir de Hani’de mahkemeye çağırıp ifademi aldılar. Ondan sonrası ne oldu, adam ceza aldı mı almadı mı bilmiyorum.
İlk öğretmenlik görevime başlarken, Diyarbakır’a ilk gidişim böyle oldu işte.


İNSANLIĞA AKAN IRMAK
Celal Necati ÜÇYILDIZ


Songül Saydam, Yaşar Öztürk uzun yıllardır tanıdığımız dostlar. Biri resim öğretmeni, diğeri araştırmacı gazeteci. Kızları ARDA ile sade yaşamları olan mutlu bir aile örneği sundular.
Öğretmen, siyasetçi halk adamı Kamil Saydam’ın kurup yıllarca öğrencilere, öğretmen ve aydınlara hizmet veren HALK KITAPEVİ, HALK KIRTASİYE‘ye onun ölümünden sonra sahip çıktılar, onu devam ettirdiler. Bizler cebimizde paramız olsun, olmasın hep kitaplar aldır okuduk. Şimdi ise modern olarak HALK KİTAPEVİ örnek bir kitap sergisini andırıyor.
Biz bu ikiliyi hep kültür alanında gördük. Göksu vakfının şiir, resim yarışmasında, bir panelde, bir konferansta, bir tiyatro etkinliğinde, bir konserde katkı sunanlar olarak gördük.
Bir de baktık, ellerinde bir kitapla çıktılar karşımıza : “ İNSANLIĞA AKAN IRMAK- Kültür Sanat Yaşamımızdan Portreler”. Bu yapıtı içime sindire okumak istedim. Toroslar’da su kanalının kenarında ceviz ağacının altında ağustos sıcağını hiçe sayarak okuyuverdim.
Bu yapıttaki portrelere baktığımızda Türk aydınlanmasına imza atanlar hep bir araya gelmişler. Adeta Kırklar Meclisini kurmuşlar. Usumda ayrı ayrı zamanda yaşayan bu dev insanları bir yerde toplantıya çağırdım. Toroslar’da Mağaras, Alahan da söyleşi kurdular. Türkiye’yi yeniden tanımladılar. Şu karanlık günlerimizi, güneşe döndürdüler. Aydınlık günleri müjdelediler bizlere.
İşte bunu yapmış yazarlar. Onları bir mağarada toplamışlar, kara çadırlarda bağdaş kurdurup, dünyanın kör düğüşünden uzak, savaşların olmadığı, ülkenin bereketli sofralarına götürmüşler.
Yazar Çevirmen Azra Erhat ve Tonguç Baba ile başlamışlar, doğa dostu, toprak adamı Aşık Veysel ile bitirmişler. Sabahattin Eyüpoğlu, Nurullah Ataç, Abdi İpekçi, Ziya Gökalp, Hilmi Ziya Ülken, Mithat Paşa, Nuri Demirağ, Hulusi Behçet, Şevket Baysanoğlu, Agop Dilaçar, Kaşgarlı Mahmut, Ali”ir Nevai, Afet İnan, Evliya Çelebi, Sait Faik, Bir Garip Orhan Veli, Mevlana, Mimar Sinan, Fatih Sultan Mehmet (Sanatçı Dostu Padişah), ve Aşık Veysel. İşte Kırklar Meclisi. Çağın derinliklerinden kopuk gelen aydınlar. Hepsini bir araya getirip, onları konuşturmak. Onları tanıtmak, onların toplumsal yanlarını göstermek.
Tonguç Baba ile Köy Enstitülerini çağımıza uygun olarak yeniden kurmak. Nurullah Ataç, Kaşgarlı Mahmut ile dilimizi Arap kültür emperyalizminden kurtarmak. Mithat Paşa ile ekonomi öğrenmek, hem de ulusal ekonomiyi kurmak. Nuri Demirağ ile demiryolları ağını kurmak. Onun uçak sanayi projesini, düşünü gerçekleştirmek. Aşık Veysel ile toprağı türküler eşliğinde eşelemek, deşelemek üretmek, üretmek hep. Sonra da hakça bölüştürmek onu.
Bu güzelim yapıt Etik Yayınlarından çıkmış. En güzeli edinmek birini, sonra da benim göremediklerimi de görmek, yeni düşünceleri katmak. Ülkemizin ayağa kalkıp, yeniden şahlanması için, aydınlanma ışığının yeniden doğması için katkı sunmak. İşe bunu yapabiliyorsak, o zaman Kırklar Meclisi hep yanımızda olacak. Her sıkıştığımızda bize YARDIMCIMIZ OLAN HIZIR olarak yetişecek.
Bir milli eğitim bakanı olmak isterdim. İşte o zaman bu yapıtı okullarda el kitabı olarak öğrencilere önerilip, özetlerinin çıkartılarak, her yıl yaz aylarında gençlik kamplarında tartışmalara açılmasını sağlardım. O zaman Kırklar Meclisine yeni yüzlerin katılacağını, ülkenin en azından daha uygar, daha üretimci, daha çağdaş yapıda olacağına inanıyorum.

HALİKARNAS BALIKÇISI VE GİLİNDİRE
(GERÇEMEK)

1965 yılına değin adı Gilindire olan Aydıncık’ta Romalılardan kalma bir hamam, hakkında da şöyle bir söylence var:
Deniz yoluyla kente gelen yolcular, hamamda yıkanmadan şehre alınmazlarmış. Hamamdan çıkarlarken kontrolden geçerler, hastalıklı olanlar kente sokulmazken, sağlam olanların kollarına bir mühür vurulur ve kente ancak mühürlenenler girebilirlermiş. Böylece bulaşıcı hastalıkların önüne geçilirmiş.
Halikarnas Balıkçısı, Deniz Gurbetçileri adlı romanının 94 ile 95nci sayfasında bu konuya birazcık değinmiştir.
“Motorda bir bozukluk vardı. Bir limana varılmalıydı da onun nesi varsaonarılmalıydı. Ateşoğlu Gilindire'ye doğru yol alıyordu. Neyse o kentin, birçok kıyı kentleri gibi burnu dağda, kuyruğu da balık gibi denizdeydi. Karaya uğramak her denizci gibi cinine gidiyordu. Ama ne yapsın? Uğrama zoru vardı. Karaya varınca kağıtlarla, kaptan olarak önce yalnız kendi çıkacaktı. Karantina memuru kağıtlara bakıp, denizcilerde veba ya da kolera olmadığına aklı resmen yetinceye dek, kayıktan kimse çıkamazdı. Çünkü çıkarlarsa, Allah sakınsın, hastalık yayarlardı. Ama kentin yanı başındaki köy ya da başka kentlerden, karadan her gün gelen oluyormuş, o başkaydı! Hastalık dediğin, karadan değil, hep denizden seyahat ederdi. Neyse, Gilindire’deki muhafaza memuru-karantina olmayan yerde muhafaza memuru karantina işine bakardı- iyi bir adamdı, hiç zorluk çıkarmadı. Tayfalar, ona kumanyalarından hediyeler verdiler. Sonra motoru çözüp her parçasını muayene ettiler. Motoru soğutmak için, su dolaşımını sağlayan bir boru parçasının çatlamış olduğunu anladılar. Bir branda bezini şerit şerit kestiler, iyice stokkolayıp sıkı sıkı sardılar. Ama motoru işletince, sular faaaşşş diye aktı, oradakilerin üstünü başını sırılsıklam etti. O çatlak parçayı Gilindire’deki bir tenekeciye lehimlettirdiler. O da tutmadı. Kentte bir tüfekçi buldular. Bir eski tüfek namlusundan bir parça kestirmeyi düşündüler. Ama eni uymadı. Çatlağı onarmak için kaynak lazımdı. Kaynağı ya Mersin ya da Antalya’da yapabilirlerdi. O parça alınıp, karadan atla mı, deveyle mi ta o söylenen kentlere götürülüp onarılmalı sonra da gene eşekle mi atla mı, deveyle mi Gilindire’ye getirilmeliydi. Bu olacak iş değildi. Rüzgar uygun estikçe, depozitonun yelkenle gitmesine, rüzgar esmezse ya da ters eserse depozitonun dalgıç motoru ile çekilmesine karar verdiler…”


ÖYKÜ EMEKLİ
Mustafa B. YALÇINER

Ankara boşalıp rahatlamış biraz. Yaz tatiline çıkabilenler de ayrılmış kentten. Caddelerde çoğunlukla kravatlılara, çantalılara rastlanıyor bu boğucu öğle saatinde.
Yaşlı bir adam yürüyor yabancı dillerde yazılmış tabelaların baskın olduğu bir sokakta. Tarif edilen yere gelince kafeyi arıyor gözleri. Carpe Diem Café yazılı tabelayı görünce de dudaklarında acı bir tebessümle “Tamam, işte burası” diyor. Sonra da saatine bakıyor ve elinde gazetesi giriyor kafenin bahçesine. Bakınıyor sağına soluna; masalar hemen hemen boş. Sokağa yakın birinin yanına varınca, bir sandalye çekip oturuyor. Gazetesini bırakıyor masanın üzerine. Hemen koşup gelen garsondan bir orta kahve ile küçük bir şişe su istiyor. Sigara paketi ile çakmağını da koyuyor önüne. Kahvesini beklerken, gazetesini alıp haber başlıklarına bir göz atıyor. “Aman, iç karartıcı haberlerle dolu! Okunacak tarafı da kalmadı gazetelerin,” dedikten sonra bırakıyor onu aldığı yere. Sokaktan gelip geçenlere bakmaya başlıyor. Tanıdık birini arıyor gibi. Bir ara gözleri parlıyor ve yüzü gülüyor. Ayağa kalkıyor ve yürümeye başlıyor giriş kapısına doğru. “Hocam” diyen, beyaz kısa kollu gömlek giymiş, siyah kravatlı, saçları ağarmış, yüzü kırışmaya başlamış birisi geliyor. Öptürmüyor, Hoca elini. Sarılıyorlar yalnızca birbirlerine. Masaya geçip karşılıklı oturuyorlar. Garson, Hoca’nın kahvesini ve suyunu getiriyor. “Ne içersin, Kâmil” diye soruyor, Hoca. “Bir orta kahve ile küçük bir şişe su, lütfen” diyor, “Ankara’nın suları da içilmez oldu, Hocam. Arsenikliymiş.”
-Nasılsın, bakalım Kâmil? Ev halkı iyi mi?
- Eh, işte! Siz nasılsınız, Hocam?
- İşçisi, köylüsü, memuru, emeklisiyle memleketin hali ortada, fazla söze ne gerek var! Neyse, sen çocuklardan haber ver.
- Kız da oğlan da okulu bitirdi. İkisini de evlendirdik. Kız iş bulamadı. Koca parası yiyor. Oğlan çalışıyor ama huzuru yok, kriz nedenliyle her an izine ayırabilirlermiş.
-Şu lanet olası kriz nedeniyle kaç kişinin işyeri kapandı, yuvası dağıldı, intihar girişimleri bile oldu. Millet neredeyse yiyecek ekmeğe muhtaç hale geldi ama hâlâ “Teğet geçti” diyenler var ülkemizde.
-Haklısınız, Hocam. Hatırlar mısınız, bir gün derste “Böyle ağacın böyle meyvesi olur” demiştiniz. Ne yapalım, ağaç sağlıklı değil.
-İş yerinden memnun musun bari?
-Huzurum hiç kalmadı. Genel müdür ile aram da iyi değil. Her an sürülebilirim. Emekliye mi ayrılsam, gidip şöyle ufak bir sahil kasabasına yerleşsem mi acaba diyorum. Dün sizin Ankara’ya geldiğinizi duyunca hem sizi görmek hem de emeklilikle ilgili düşüncelerinizi almak için sizi rahatsız ettim.
-Asla rahatsızlık duymadım, tam tersine seni gördüğüme de sevindim.
-Hocam, imreniyorum size. Ne iyi ettiniz de emeklilik sonrası çekip gittiniz buradan.
- Hani bir söz vardır, “Dışı eli yakar, içi beni” diye.
-A, şaşırttınız beni!
-Bak, Kâmilciğim. En sağlıklı kararı vereceğinden eminim. Ancak emekliye ayrılmadan önce neler yapacağını iyi planla. Eşine de sor ne düşündüğünü. Şu söyleyeceğimi de sakın gözden ırak tutma: Günümüz koşullarında artık emeklilik, ötelenilenlerin yaşanabileceği bir dönem olmaktan çoktan çıktı. Bir insanın, emekli olunca gerçekleştirmek istediği hayalleriyle karşısına çıkacak gerçek yaşam arasındaki açı ne denli geniş olursa, o denli mutsuz olur. Hemen şunu da ekleyeyim izninle: Çiçeği burnunda bir emeklinin, başka bir yerde yepyeni bir yaşama başlaması, yeni dikilen bir fidana benzer. Kök salıp tutunabilmesi zamana bağlıdır.
-Hocam, küçük yerlerde de mi durum böyle?
-Oralarda da durum pek farklı değil. Eskide kalmış, küçük yerlerdeki insanların dürüstlüğü, içtenliği, karşılıksızlık ilkesi. O güzelim insanlar da yok olup gitmiş. Son yıllarda uygulanan sosyoekonomik politikalarla, oradakiler de bozulmuş. İlişkiler çıkarlar üstüne kurulur olmuş. Çıkar konusunda biraz testere gibi olabilseler anlayacağım! Ama keser olmuşlar, hep kendilerine yontuyorlar. Sonra sözünde durmayanlar, kılık değiştirenler, partiden partiye geçenler, fırıldaklar, el üstünde. İnsanların büyük bir çoğunluğu da almaya gelince koşar, vermeye gelince kaçar olmuş.
-Ülkemizin genel hali de böyle değil mi, Hocam? Ama benim asıl merak ettiğim, küçük yerlerdeki sosyal ilişki nasıl? Bu soruyu emekli olduktan sonra küçük kentlere yerleşen birkaç eşe dosta da sordum.
-Yanıtlanması zor bir soru. Ya oranın insanıyla yüz göz olmayacaksın, kendi kabuğuna çekilip yaşayacaksın ya da oranın insanıymış gibi davranacaksın. Seni tanırım, sen onlardan biri asla olamazsın. Yaklaşırsan acı çekersin, uzak durursan da yapayalnız kalırsın, mutsuz olursun. Yaşamının son dönemi olacak emeklilik, yerleşme konusunda çok ama çok iyi düşünmen gerekir.
-Hocam, burada da yaşam çok zorlaştı. Kışın ödenen doğalgaz parası tüyler ürpertici. Su berbat, inanın dişimizi bile damacana su ile fırçalıyoruz. Akşam eve dönünce arabayı park etmek için yarım saat dolaşıyorum. Sonra biliyorsunuz, büyük kentte de sosyal yaşantı diye bir şey yok. Sineması var tiyatrosu var deniyor var ama yılda kaç kez gidiliyor ki! İnsanlar yürürken neredeyse birbirini çiğneyecek. Gürültü, çevre ve görüntü kirliliği, kapkaççı ve hırsız korkusu, giyim kuşam için harcanan paralar vallahi tam bir ömür törpüsü. Bir de düzene ayak uyduramayanların sürülme endişesi... Ankara’nın tek nimetinden yararlandım bugüne değin: Çocuklarım rahat okudu, hepsi bu. Nimetinden yararlanamayacağım büyük kentin, külfetine niye katlanayım ki!
-Bunlara itiraz etmiyorum. Ben, emekli birisinin küçük bir sahil kasabasında parasal yönden çok daha rahat edeceğini biliyorum. Buradaki bir aylık yakıt parasıyla, orada bir kış ısınabilirsin. Kira, buraya oranla çok daha ucuz. Ulaşım gideri neredeyse olmaz, giyim masrafı da yok denecek kadar az. Havası temiz, doğası harika. Oralarda tek sorun insani ilişki.
-Hocam, şu insani ilişki konusunu biraz açar mısınız?
-Okuyanı yazanı az olur küçük yerlerin. Kültürel farklılık büyük sorun. Televizyon ya da cami kültürü egemendir onlara. Din, siyaset ve dedikodu vardır konuşmalarında. Onların işi gücü, dün ve bugündür. Gelecekle ilgileneni pek az olur. Sonra küçük yer insanı, çok iyi bir duygu sömürücüsü olup çıkmış. “Hastam var”, “Okuyan çocuğuma harçlık yollayamadım”, “Anamın ilacını alamadım”, “Balığa çıkacağım ama mazot alacak param yok, dönüşte sana balık veririm”, “Aybaşına şurada iki gün kaldı, bana şu kadar para lazım” diyenlere yanıtın ne olacak? Saf saf çıkarıp vereceksin misin? Evet dersen, zamanında geleceğini hiç düşünme. Bekleme boşuna gelecek diye. Gelmeyeni de olacak.
-Demeyin, Hocam. Ben bunları hiç düşünmemiştim.
-Evlat, yirmi beş otuz yıl öncesi gibi değil memleket. Bozulduk, kent ile köy arasında sosyal ilişki yönüyle hiçbir fark kalmadı. Dini imanı para oldu, milletin. Çıkarcılık, bencillik aldı başını gidiyor. Büyük kentte bunun farkına pek varılamıyor ama küçük yerlerde apaçık.
-İnanın Hocam, şimdi alabora oldum. İyi de ben Ankara’da nasıl geçinirim, emekli aylığımla!
Hoca’nın boğazına dizildi sözcükler. Yutkundu. Saatine baktı:
-Bu konuyu daha sonra enine boyuna bir daha konuşalım, evlat. Haydi, şimdi işe geç kalacaksın.
-Ay! İyi ki hatırlattınız. Bakın Hocam, zaman ayırırsanız, bir akşam gelir, sizi alırım ve bize gideriz. Bu konuyu da yemek boyunca daha ayrıntılı konuşuruz.
-Zahmet olmazsa, neden olmasın!
-Ne zahmeti Hocam şeref duyarız.
Kâmil kalktı yerinden, Hoca’nın elini sıktı ve kasaya yöneldi. Hoca seslendi arkasından:
-Ben hallederim, sen koş işine.
Tek başına kalınca, Hoca biraz kızdı kendine. Bir sigara yaktı. İlk nefesten sonra koydu onu kül tablasının kertiğine. “Ne gereği vardı bu denli açık konuşmanın,” dedi. Bakışlarını kül tablasına çevirdi. Salına salına yükselen dumana baktı. “Kâmil’in moralini bozdum, hayalleri de kaybolacak şimdi bu duman gibi. Bıraksaydım da kendisi mi yaşayarak öğrenseydi acaba!
Ama uyarmam da gerekirdi çünkü insancıl, iyiliksever birisidir Kâmil. Yararlanırlar onun iyi niyetinden. Birçok örneği var, benim bildiğim. Başlangıçta bir lokantaya çağırırlar; yedirirler, içirirler birkaç kez. Bir başka gün de borç diyerek alırlar parasını elinden. Kâmil de inanır onlara. İstediği zaman da, eğer isteyebilirse tabi, ‘Kaçmadık ya canım, ödeyeceğizdir elbette’ olur, alacağı yanıt.
Ankara’da kalsan daha iyi edersin, yaşayamasın sen küçük yerlerde deseydim, o da olmazdı. Karısı çalışmıyor. Tek maaşla nasıl yaşayacaklar bu koca kentte!
Aman, boş ver be Hoca, çocuk değil ya Kâmil! Biliyordur kesinlikle emekli olunca aylığının azalacağını, lojmandan çıkarılacağını ve Ankara’da yaşayamayacağını. Küçük bir kente gidecekse de aklını başına devşirerek gitsin. Deneyim, yalnızca yaşayarak edinilmez ki! Deneyim, başkasının yaşadıklarından, gözlemlerinden de kazanılır.”
Kalktı yerinden, sigarasını ve çakmağını koydu cebine. Garsona baktı, hesabı istedi. Az sonra getirilen hesaba bir göz attı, dudakları büktü, basını salladı ve ödedi hiçbir şey söylemeden. Fişi cebine koydu. “Eskiden olsaydı, işe yarardı vergi iadesinde” diye mırıldandı. Gazetesini de alıp giderken, “Yaşanılacak yer değil, büyük kentler,” dedi sitemli bir ses tonuyla...