15 Nisan 2010 Perşembe

GERÇEMEK SAYI 20





GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Mart 2010
İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 4
Sayı: 20

Gerçemek,
Kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.



SÜMBÜL (Hyacinthus orientalis)






Sümbül, soğanlı, çok yıllık, otsu bir bitkidir. Nemli, humuslu ve kalkerli topraklarda kendiliğinden yetişir. Parlak yeşil, etli, uzun yaprakları, kalın ama ensizdir. Ucu sivri, kenarları içe doğru bükülmüş olduğu için de bir oluğu andırır. Yapraklarının ortasından yükselen, koparıldığı zaman içinden yapışkan bir sıvı akan 20 ile 30 cm boyundaki silindirik bir sürgününün üzerinde, mart başlarında, cinsine göre mor ya da beyaz, keskin kokulu, çan şeklinde, on ya da on iki kadar çiçek açar. Çiçeklerin ucu altı parçaya ayrılır ve geriye doğru yatar.
Yunan mitolojisine göre de sümbülün şöyle bir hikâyesi vardır: Hyakinthos, çok yakışıklı, ölümlü bir delikanlıdır. Onun güzelliğine hayran kalan Apollon, ona aşkını ilan eder. Hyakinthos da Apollon’un bu isteğini kabul eder. Meltem Tanrısı Zefiros da vurgundur delikanlıya. Ama Hyakinthos, Zefiros’un teklifini reddeder. Deliye dönen Meltem Tanrısı, onun Apollon ile olan sıkı fıkı dostluğuna dayanamaz. Kıskançlığından kudurmak üzeredir.
Bir gün Apollon ile Hyakinthos disk atışı yaparlarken, Zefiros, Apollon’nun fırlattığı diski üfleyerek Hyakinthos’un başına çarptırır. Delikanlı da oracıkta ölür. Apollon, aşkının tamamen yok olmaması, ara sıra da olsa görebilmesi için, onu sümbüle dönüştürür.

EDİTÖRDEN

BU SAYININ GİDERLERİNİ PROF. DR. ALİ KAŞ VE DR. MEHMET NUR KARŞILAMIŞTIR. TEŞEKKÜR EDERİZ.


ŞEYTAN DERESİ
Mustafa B. YALÇINER

Taşeli’nde güneşin insanı terlettiği bir şubat ortası. Kızkalesi’nden kuzeye doğru dar asfalt yolda ilerliyoruz. 5 kilometre sonra sola sapıyor, selin yırttığı taşlı toprak yolda ilerliyor araba, dalgalı denizdeki sandal gibi. Yaklaşık iki kilometre sonra bitiyor yol. Düz çayırlık bir alanda duruyoruz. Mor çiçekli, rozet yapraklı bir adamotu karşılıyor beni ve eşimi. Yeni çiçek açmış azganlar ile üzerinde ADAMKAYALAR yazılı sarı bir tabela selamlıyor bizi.
Düzlüğün güneyine doğru ilerliyoruz. Taşların üzerinde “Buyurun, beni izleyin” dercesine duran kırmızı oklar. “Beyim, dikkatli olun” diyen bir ses geliyor kulağıma. Yaşlıca bir köylü, “Uçurumdur altı. Sırat köprüsü gibi, aşağısı Şeytan Deresi” diyor. Oklar saplanacak gibi oluyor kalbime. Bir ürperti sarıyor bedenimi. Kırmızı, tehlike ve kan. İnmeye devam ediyoruz. Aman, Tanrım! Aşağıda derin bir vadi. Kıvrıla kıvrıla giden bir dere yatağı, köpüklü sular taşırcasına. Ta uzaklarda Kızkalesi görünüyor. Vadinin iki yamacında testereyle kesilmiş gibi yalçın kayalar. Önümde, tarihin izlerini taşıyan ve yan yan basarak inebileceğim doğal merdiven basamakları. Başım dönüyor, gözüm kararıyor gibi. Sinsi bir korku sarıyor bedenimi. Ayağım kayar da bir kanatlanırsam, leşkargalarına yem olurum. “Korkma” diyor Romalı bir asker, “buraya çok inip çıkan oldu.” Bu denli ıssız ve gizemli yer çekiyor beni. Eşime, gelme, burada kal, sen inemezsin diyorum. Dinliyor sözümü.
Asklepios’u arıyor gözlerim, başıma bir iş gelirse beni tedavi eder diye. İnmeye başlıyorum, boynumda içinde fotoğraf makinesi bulunan çantam, üzerimde yün kazak. Güneş vuruyor tepeme. Vücudum ıslanmaya başlıyor. Okları izleyerek yola devam ediyorum. Yaşlı bir harnubun dibine varıyorum, oturup biraz dinleniyorum. Sağımdaki dik kayaya üç beş ömür çiçeği tutunmuş. Giriyorlar makinemin belleğine. Sarı kocaman bir bilgilendirme levhası duruyor karşımda, başlıyorum okumaya:
“Adamkayalar, Kızkalesi’nin 7 km. kuzeyinde bulunan, ölü kültü ile ilişkili kutsal bir alandır. Bu alan, yalnız Kilikya’da değil, tüm dünyada benzerine az rastlanır bir mekandır. Kabartmalar, ölmüş olan önemli kişilerin anısını yaşatmak üzere yakınları tarafından yaptırılmıştır. Bazı kabartmalarda yazıtlar bulunmakta ve bu yazıtlarda kabartmayı yaptıran kişinin adı, kim için yaptırdığı ya da kimin yaptığı şeklinde bilgiler verilmektedir. Uzanmış olan figür, ölmüş olan kişiyi temsil etmektedir.
Stilistik incelemeler, kabartmaların M.Ö. 4.yy’dan Roma’ya kadar uzanan zaman dilimi içinde yapılmış olduğunu göstermektedir. Kabartma sırasının ortasında 5 basamaktan oluşan, oturma kademelerine sahip, niş şeklinde bir sunak bulunmaktadır. Soldaki figür, bir elindeki testiden diğer elindeki kaseye bir sıvı (su ya da şarap) dökerken betimlenmiştir. Bu tasvir, anma törenleri için yapılmış olan bu mekanda, antik dönem gelenekleri arasında bulunan, sıvı sunusunun yapıldığına işaret eden bir ipucudur.
Tablolar içinde en çarpıcı olanı, hüzünlü bir anı yansıtan, askerin karısına ve kızına veda ettiği sahnedir. Geri dönmediği anlaşılan bu asker, bu kabartmayla ölümsüzleştirilmiştir. Dikkatle bakıldığında oturmakta olan karısının önünde duran kız çocuğu ve ailenin bütünlüğünü temsil eden sadakat sembolü küçük bir köpeğin ön ayaklarını kaldırarak asker figürüne doğru yönelmiş olduğunu görmek mümkündür.”
Okları izlemeye devam ediyorum. Yol düzgün sayılır. Kafasını boşluğa uzatmış düzgün bir kayanın üzerindeyim. Yan tarafından yükselen bir piynar çalısına seriyorum, fanilamı, gömleğimi. Bırakıyorum kazağımı da oraya. Yeniden yola koyuluyorum. Dilim damağım kurumuş. Sağda solda sarnıçlar var. Ortaçağ’da değilim ki içsem.
Korkunç bir sessizlik egemen Şeytan Deresi’ne. Çalıların arasından ara sıra kertenkeleler çıkıyor ve tembel tembel ilerliyor. Bir kuş ötüyor, puhuya benzer, yankılanıyor vadide, deliyor sessizliği. Gökyüzü çok uzaklarda, aramızda yalıyarlar var.
Yalnız değilim artık. Sağımdaki kayada yıllara meydan okumuş insanlar var, kadınlı erkekli. Kurşuni çerçeveler içerisinde, on kadar insan fotoğrafı asılmış sanki kocaman taş duvara. “Kuş konmaz, kervan geçmez” bu yere, bu kabartmalar niçin yapılmış olabilir diye soruyorum kendime. Kabartmaların aslını orada bırakarak suretlerini alıyorum.
Kafamda yanıtsız kalan sorularla dönüyorum, çamaşırlarımın yanına. Eşimin sesini duyuyorum. Bakıyorum, en son basamağa gelmiş. Ona eşlik ediyorum. Sarp kayaların üstündeki tarihi kabartmaların önüne varınca, “Şurada bir fotoğrafımı çeker misin” diyor eşim. Savaş kazanmış Romalı komutan gibi de zafer işareti yapıyor. Öyküler kurguluyor, tarihi bir yolculuğa çıkıyoruz.
Daha sonra da o adamların kayalara neden kazındığının gerçek öykülerini öğrenemeden, tarihin tozlu yaprakları arasında bırakarak dönüş yolunu tutuyoruz. Bir kuş ötüyor arkamızdan, çınlatıyor Şeytan Deresi’ni…



ALTINCI DUYU
Osman BOLULU

Yeri ışıkla dolası Nermin (1929-10.01.2010) Bolulu’ya

Görerek, işiterek, koklayarak, dokunarak, tadarak dış dünyayı algılama ve ona göre devinime geçme hem insana hem hayvana özgüdür. Buna beş duyu deniliyor. Hayvanı devinime geçiren, bir canlı türünün bütün bireylerinde us ve düşünceden bağımsız olarak doğuştan gelen bilinçsiz eylem ve davranışıdır.
Sözlüklerdeki tanımlarına ve bize öğrettiklerine göre:
* Gördüklerimizi sevimli ya da sevimsiz; kendimize yakın ya da uzak, korkunç,
* İşittiklerimizi doğru ya da yanlış, inanılır inanılmaz,
* Kokladıklarımızı hoşlanılır hoşlanılmaz,
* Dokunduklarımızı sert yumuşak, soğuk sıcak,
* Tattıklarımızı acı tatlı bularak, bizi edime tutuma yönelten beş duyumuzdur der, orada kalırsak, beş duyunun insan ve hayvandaki işlev ve kaynağını ayırt edemeyiz: Hayvanınki, dış dünyadan gelen etkiye karşı, içgüdüsel tepkidir.
İnsanı ve hayvanı, beş duyu bakımından ayırt eden bilinçtir:
Beş duyunun algıları beynimize ulaşır, beynimizin buyruğuyla karşılaştığımız durumu, olayı değerlendirip ona göre devinime geçmemizi sağlar. Hayvanınki gibi sınırlı değildir. İnsan beyniyle düşünür: Kendisini ve çevresini tanır; algı ve bilgileri anlıkta duru ve aydınlık olarak izler; temel görüş ve bilgiler edinir; çevresinde ve toplumundaki ruhsal etkinleri ve durumları değerlendirir. Buna ‘altıncı duyu’ demek, insanın hayvandan ayırımı olarak değerlendirmek, tanılamak gerekir. Altıncı duyu, insanı hayvandan üstün kıldığı oranda, insanı acıtır, tepkilendirir, atağa geçirir. Diyelim ki beş duyunuzdan gelen bir acıyı çekiyorsunuz, ondan kurtulmanın yollarını arar, önlem alırsınız. Çünkü insan düşünür, algıladıklarını anlar, üstüne yönelen kötülükleri yenmek için belleğine kaydeder. Yaşadıklarından çıkarım yapar, ders çıkarır.
Beş duyudan gelen etki, insanın beynine ulaşır, beynin buyruğu ile organlar devinime geçer. Bütün organlarınızı etkiler, gövdenizin tümüne yayılır, beyninizi tırmalamış, ruhsal dinliğinizi parçalamıştır. Böylesi acı, yalnızca bir tek insanı değil, ulusal ve evrensel bağlamda bütün dünyanızı kuşatmıştır. Bundan büyük acı olabilir mi? İnsanın beş duyudan gelene karşı yapılan davranış, insanda toplumsal tepkiler de yaratır. İnsan, beş duyudan gelen tadı, acıyı, kokuyu, korkuyu, çevresini tanımayı vb. hemcinsiyle bölüşür.
Ondan algıladıklarının düğününü yapar, şenliğini, ağıtını söyler. Ondan üstüne yönelen kötülüklerden kurtulmak için örgütlenmesinde, gelişip dönüşmesinde, beş duyusundan algıların büyük payı vardır.
Bütün organlarınızı etkilemiş, gövdenizin tümüne yayılmış, beyninizi tırmalamış, ruhsal dinliğinizi parçalamıştır. Böylesi acı, yalnızca bir tek insanı değil, ulusal ve evrensel bağlamda bütün dünyanızı kuşatmıştır. Bundan büyük acı olabilir mi?
Hayvansallıktan kurtulamamış, altıncı duyu edinememiş; olanı biteni yazı sayar, ona uyarlanır, susar, özünü korumak için atağa geçemez. Altıncı duyu sahibi, insanlığı yıkıma götüren durum ve olaylar karşısında savaşıma geçer; gerekirse, bu uğurda canını vermekten kaçınmaz. İnsanlığa süreklilik kazandıran, insanlık mimarı, böylesi insanlardır.
‘Beş duyu’ konusunda insan ve havyan arasındaki ayırtı üstüne yazılmış bir yazı var mıdır, bilmiyorum. Ama benim ilkokulda öğrendiğim ‘beş duyu’ tanımına takılıp kaldığımı görüyor, yazıklanıyorum.
‘Beş duyu’ üzerinde beni düşündüren, aklımdan, beynimden silinmeyecek bir acıdır: 1950’nin baharında, Taşova köprüsünde, öğrencileriyle gezinen bir bayan öğretmene bir kırımızı güzel uzatmıştım, kabul edilmişti. Elli dokuz yılı, o gülün aydınlığında, yalnızca sevgili, eş olarak değil; dost, arkadaş olarak, birbirimizi hiç kırmadan, kaş yıkmadan, mutluluk örneği olarak yaşadık. Elli dokuzuncu yılın eylülünde:

“Diken üstüne dizili
Elli dokuz yılın içinden geçip dipdiri
Zehrimi bal dudağına katık eden
Çakır gözlerinde eritip öfkeyi
Benim gibi geçimsiz dağını
Bin tarha bölüp
Gül bahçesine dönüştüren
Anamdan bacımdan öte dostum
Yiğit diye beni el içine salan
Ilımanların en durusunu
Göğsünde bulduğum
Kavgamın slogansız ustası
Ayrıntıları aşmış gerçek insan
Güzelliğin hası
İşte birisi




Sevgilerin omcası” değdim güzelim sayrılandı. O acılarını, organlarında yaşıyordu. Bense beynimde, organlarımda, düşlerimde, düşüncelerimde duyumsuyordum, o acıyı. Ona göstermemek için yüzüme iğreti gülücükler konduruyor, kurtulmasını bekliyordum. Seksen birinci yaşına adım atarken 10 Ocak 2010’da göçtü dünyadan.
İnsanlar anadan baban öksüz, yetim kalır. Ben sevdiğimden, arkadaşımdan, dostumdan, yaşama sevincinden yetim kaldım.
Dünyada tapulu hiçbir şeyim yok. Nermin, Karşıya Gömütlüğü 6. kapı, Ada 19/ 493’te yatıyor. 494’ü kendime ayırttırdım. Beni tapu sahibi eden de, bu yazıyı yazdıran da Nermindir. Kalan ömrümü, onu utandırmayacak biçimde yaşamak boynumun borcudur.


GÖNÜL DOSTU KEMAL ÖĞRETMEN
Celal Necati ÜÇYILDIZ

Malatya-Akçadağ’dan bir genç kalkar ve Ankara’da Hukuk Fakültesini bitirir. Levhasını yazdırır tam avukatlığa başlayacakken, TRT’nin açtığı yapımcılık sınavını kazanır. TRT Çukurova Radyosu’nda göreve başlar. Özgün programlar yapar. “Halk Müziğini Yaşatanlar”, “Karacaoğlan- Dadaloğlu Yurdundan” ve daha niceleri.
Omzunda bilmem kaç teyple köy köy gezer, kâh Karacaoğlan Şenliklerindedir kâh Silifke Türkmen Şenliklerinde. Köyde yaşayan sanatçılara ulaşır. Önce kendi mekânlarında onlarla söyleşiler yapar sonra da TRT stüdyolarında, onlardan aldıklarını dinleyicilerle paylaşır.
İşte Felteş (Ahmet ) Duman, Musa Yıldız, Hüseyin Say, Ali İzzet Özkan ve birçoklarını taşır programlarına. Hep zevkle, severek yapar bunu. 12 Eylül 1980 ile birlikte TRT 101lerinin içinde yer alır. Onu Ankara’da Sağlık Şube Müdürü yaparlar. Sanırım onu doktor sanırlar. O göreve başlamaz. Hukuk mücadelesi başlar. Bir yandan da 5 Ocak İşhanında avukatlığa başlar. Uzun süren bir hukuk mücadelesi ile görevine geri döner.
Ama onun kayıtları kaybolur. Silifke Halk Oyunları Grupları, Felteş, Musa Yıldız vb. programların arşivine ulaşılamaz. Bir ara Hatay Radyosu’nda da Müdür olarak görev yapar.
İşte şimdi emekli, o bizim 40 yıllık gönül dostumuz. Bu dostumuzu penceremizden sizlere tanış etmek istedim.
1974-1975 yıllarında Mut’ta Karacaoğlan ve Kaysı Bayramında birlikte olduk. Ruhi Su, Ümit Kaftancıoğlu, Sadi Yaver Ataman, İrfan Ünver Nasrattınoğlu, Osman Atilla, Müjgan Cumhur, Ihsan Hınçer (Türk Folklor Araştırmaları Dergisi sahibi), Ali Arslan, Belediye Başkanı Yahya İnanıcı, Araştırmacı Sıtkı Soylu, Halk Eğitim Müdürü Hilmi Dulkadir ile söyleşiler yaptı. Tüm çalışmalarını kayıt altına aldı. Kendisi göreve devam ederken kasetler otobüs ile Mersin’e ulaştırıldı. Bir iki saat sonra yayınlandı. Yani canlı yayın gibi bir şeyler oldu.
Silifke’de yapılan Türkmen Şenliklerinde, Uluslararası Silifke Müzik ve Folklor Festivali’nde yapımcılığı yanında komite üyesi olmak gibi katkılar sundu. Halk Müziği ve Sanat Müziği Ses yarışmalarında jüri üyeliği yaptı. Yarışmacılardan biri de Sabahat Akkiraz olunca, onunla ilgili bilgileri sizlere aktarmak istiyorum.
Akşam jüri değerlendirmeyi yaptı. Sabahat Akkiraz üçüncü oldu. Sonuç bir gün sonra, akşam açıklanacak. Kemal Öğretmen TRT Çukurova Radyosu’nda onu birinci ilan etti. Hemen jüri, TRT ile ters düşmemek için karar değiştirdi ve Sabahat Akkiraz da birinci oldu. Yıllar sonra Ankara’da Sanatçı Musa Eroğlu’nun evinde konuktum. Bir kaset çalışmasını dinlerken, sesi tanıdım. “Fötr şapkalı babası var mı,” dedim. “Evet” yanıtını aldım. Bir gün sonra da babası ile birlikte geldiler. Günler geçti Sabahat Akkiraz Türkiye’yi aştı, dünyaca ünlü bir sanatçı oldu.
Toroslar’ın yüce dağlarında Felteş (Ahmet ) Duman’ı köyünde buldu. Saraydın Köyünden Musa Yıldız’ı, Silifke Lisesi Yaylı Sazlar Orkestrasını, Çok Sesli Korosunu ve Silifke Halk Oyunlarını dünyaya tanıtan Hüseyin Say’ı, Özcan Seyhan’ı, Çataklıları, Çukurbağ’ın Deve Bortlamasını, Kız Kaçırmayı, Orta Oyunlarını radyoda dinleyicilerle buluşturdu. Musa Eroğlu’nu Ankara’da buldu. Onunla programlar yaptı. Onu dinleyicileri ile buluşturdu. Ali İzzet Özkan her Mersin’e geldiğinde onunla buluştu.
“ Tahtacı güzeli, orman gelini/ Çek bıçkını, dağlar senindir” dedi, “ şu sazıma bir düzen ver/ Teller de muradını alsın.”
Halk Müziğini Yaşatanlar Programında Felteş Dede’nin, “ Dere dere gidelim/ Kara koyun güdelim” mengisini çaldı, söyledi. Zaman zaman eşi Cennet Ebeye de ağıtlar söyletti.
Felteş Dede kolay kolay kimseye güvenmezdi ama sürekli birlikte olduğu Özcan Seyhan ve Kemal Öğretmen’e çok güvenirdi. Tüm bildiklerini, gizli saklı demeden onlarla paylaştı. Bu güven kolay değildi.
O dönemde arşivinin orasında burasında kalan, Felteş Dede ile ilgili bir çalışmasının kopyasını bize verdi. Verdiği diğer insanlar, hep alıp gitmişler. Ondan yararlanmışlar ama iade etmemişler. Bize de son kopyayı verdi. Ben ona hemen geri vereceğim. Diğerleri gibi yapmayıp, sizlerle paylaşıyorum.
Birinci Kaset 28 dakikalık Söyleşi. İkinci kasette ise, “ YENİ MENGİ, ESKİ MENGİ, BEBEK AĞIDI, GERDEK GECESİNDE ÖLEN GENCE AĞIT, MUHAMMET ALİ SEMAHI, KIRKLAR SAMAHI, MEVLANA AYİNİ ( HÖYKÜRME), YEMEN ELLERİ MAKAMI ( ERKAN SAMAHI), GEYİK AĞIDI var.
Bunlar birer hazinedir. 1975 yılında kayıt altına alınmış. O yıllarda Özcan Seyhan, Arif Şahin de bu nefesleri Felteş Dede’den kayıt altına almışlardı. Bizlerin derme çatma cihazlar ile aldığımız kayıtları sağ olsun dostumuz Yaşar Doruk’a vermiştik. Notaya alıp, yayınlanmasını sağlanacaktı. Sonra da kaybolduğunu söyledi. Ama bunun yanında nisan ayında Kanal Kültür’de Felteş Dede ile ilgili olarak Halil Atılgan’ın yazısını görünce mutlu oldum. Demek ki kayıtları bulunmuş. Emekleri de yerini almış. Kısa bir süre sonra Mersin’de dostumuz Kemal Öğretmen ile buluştuk. 40 yıla varan dostluk günlerini andık. Bir arada olduğumuz günleri anımsadık.
İşte sizlere iki örnek verdim. Birinde emek hiçe sayılıyor. Diğerinde emek verenler yâd ediliyor.
O hep kaynağından bulup çıkardı, bir pınar gibi akıttı yayınlarla. TRT’nin o ünlü sanatçıları zaman zaman geldiler, onun kayıtlarından yararlandılar ama bir gün olsun, onun adını anmadılar. Kıyıda köşede kalmış bir radyo yapımcısı ne olacak dediler…
Avukat Kemal Öğretmen dostumuz şimdi emekli. Avukatlık da yapmıyor. Ama bir şeyi çok iyi yapacağına inanıyorum. Büyük bir kültür hazinesinin üzerinde oturuyor. Onu bizlerle paylaşsın, daha önce radyoda paylaştığı gibi. O zaman duyardık şimdi de okuyalım. Buna ihtiyacımız var. Birçok şey bildiğini sananların çoğundan daha verimli olacağına inanıyoruz. Zira dağarcığı dopdoludur. Ucundan bir açılınca, akıverecek. Bir pınar gibi çağlayacak, ne değirmenler döndürecek. Bu cevheri gördük biz onda. Bizleri bundan mahrum etmez inşallah. Bunun örnekleri var. Yazar Ümit Kaftancıoğlu, gazeteci Adem Yavuz, onun gibi, birer yapımcıydılar. Onlar şimdi aramızda değil ama öyküleri, makaleleri, hâlâ belleğimizde…







ACEM PALAVRASI DEĞİL
Mehmet BABACAN

Ne zaman ki, “Dev gibi”, “Ayı gibi”, ya da benzeri sözlerden birini duysam, çocukluğumun Veli emmisi gelir aklıma. Yüz yüze olduğumuzda emmi desek de, arkasından hep Kör Veli derdik. Herkes öyle derdi zaten. Bir gözü kör müydü, yoksa az mı görüyordu, anımsamıyorum? Hatta “Deli Veli” diyenler bile vardı. Ama deliliği filan yoktu adamcağızın. Belki, saflığı yüzünden öyle diyorlardı. Olsa olsa zararsız bir deli sayılabilirdi… İki metreye yakın boyuyla sırım gibi bir insan azmanıydı o. “Taşı sıksa suyunu çıkarır” derlerdi ya, sıktığı olmuş muydu bilmiyorum? Ama gücüyle ilgili anlatılanlar efsane gibiydi. Bazı yaşlılar, “ Hikmetinden sual olunmaz. Böylesi saf kulların nerden kuvvet aldıkları bilinmez.” gibi söylemlerle, adeta evliya konumuna oturtuverirlerdi.
Ben görmedim ama köyün büyükleri, “Ayı niyetine yaratılmış bir adam bu” diye diye anlatırlardı: Bir gün, köyün uzakça bir mahallesinde düğün varmış.(Hayvancılık nedeniyle yerleşildiğinden, mahalleler epeyce dağınıktır.) Kör Veli’nin delikanlılık dönemi. Muhtar emmisinin evine uğramış. Düğüne birlikte gideceklermiş. Vakit akşam. Evde başka da kimse yokmuş. Muhtar, önden çıkarken “Veli kapıyı çekegel” demiş. (Kapıyı çekip kapatıver anlamına çokça kullanılır.) Muhtar önde, Veli arkada, karanlık yoldan düşe kalka düğün evine varmışlar. İçeri girecekleri sırada “Emmi bunu nereye koyacağım” deyince anlaşılmış ki, Veli, kasasıyla birlikte söküp getirmiş kapıyı.
Şimdi, okurun “Ufak at da kuşlar da yesin” diyeceğini biliyorum. Fazla küçültemem arkadaş. Olsa olsa, o dönemlerde evlerin eğretiliğini; kapıların derme- çatmalığını söyleyebilirim. Başkaca zırnık inmem. Hatta daha bile çıkarım. Anlatacaklarım bitmedi daha. Başkalarının yalancısıyım bile demeyeceğim. Çünkü tanık çok…
Bizim oralar kıraçtır, verimsizdir. Tanrının taşı yarattığı yerdir… Ancak, taşın dağıtımı sırasında işi çıkmış da, Çukurova’nın payı bizde kalmış. O nedenle, öyle boylu-boslu ekin olmaz. Orakla gıdım gıdım biçilecek kadar olur. Orakçı, biçtiği ekini rastgele, demet demet bırakır gider tarlaya. Akşamüstü işi bitince desteleri toplayıp, yük haline getirir ve sırtlayarak uygun yerdeki harmana götürür. (Elbette, Veli’nin götürdüğü yük, diğerlerinkinin, en az, iki katıdır.) Bundan sonrası düven aşamasıdır.
Sahi, yeni kuşak düveni bilmez değil mi? Anımsayalım: Tabanına çok sayıda keskin çakmak taşı çakılmış büyükçe bir tahta, hayvan gücüyle, harmandaki sapın üstünde döne döne çekilerek, ekin saman haline getirilirdi. Buna, düğen sürmek denirdi. Günlerce sürerdi bu iş. Sonra, yaba ile savrularak, samanla tane birbirinden ayrılırdı.
Biçerdöver bizim oralara hiç uğramadı. Patos dedikleri, traktör gücüyle kullanılan, ekini saman haline getirme aygıtı bile, 1960’lı yıllara doğru zor gelebildi.
Orta yaşı geçkin zamanında, harmanımızı sürerken tanıdım Kör Veli’yi. Uysallığıyla cüssesinin yarattığı zıtlık, ilgi çekici bir sempati yaratıyordu.
Gerçekten, şaşılacak derecede güçlüydü. Çok ender görülse de, sinirlendiği bir gün, atın boynunu kıvırarak yere yatırdığını gözlerimle görmüştüm. Bu gücü, hiçbir zararlı davranışta kullanmayışı; hatta saflığıyla alay eden haylaz çocuklara bile safça gülüp geçişi, evliyalaştırmaya yeltenenleri yüreklendirir gibiydi. Yapacağı işe, yüreğinin tüm gücüyle sarılışı, fiziksel gücünü arttırıyordu belki.
Gençliğinde daha da atak, ele avuca sığmayan bir delikanlıymış ama, sempatik saflığı yüzünden çok sevilirmiş.
Gün olmuş, doğanın kuralı işlemiş, Veli de sevdalanmış komşu kızına. Yerinde duramaz olmuş. Neyse ki, köylü önayak olmuş da, kısa sürede evlendirmişler.
Evlendirmişler de, zaman kötü. Tarla tarımıyla hayvancılığın birlikte yürütüldüğü; o nedenle yayla sahil göçüldüğü yıllar. Mevsimse, ekin biçme mevsimi. Yani, yeni güvey Kör Veli, deniz sahilinde ekin tarlasında; üç günlük gelinse, Akova yaylasında hayvanların başında. Arası, yaya gidişiyle altı saatlik yol… Of anam of!
İyi ki, insanoğlu teselli yaratmakta epeyce ustadır. Avunmak için avutup durduğu gönül adlı afacan kuş, ferman dinlemediği gibi, menzili de bilmez. O yüzden, Kör Veli’nin gövdesi ekinliktedir ama beyni- yüreği Akova’dan hiç beri gelmez.
O gün de, güllü gelini hayal ede ede ekini biçmiş, akşam karanlığı basarken, desteleri büyükçe bir yük haline getirerek, harmana götürmek üzere yüklenmiş. Neyleyim ki, yol harmanın yolu değil, yaylanın yoludur Akşam serinliğinde altı saatlik patika yol su gibi akıp gitmiş. Yayladaki Yörük çadırına gireceği sırada, yük kapıya takılınca fark etmiş yanlış harmana gittiğini.
O desteyi, yayla ekini olgunlaşıncaya kadar bekletmişler de, yayla harmanına katmışlar.
Kim ne derse desin, ben, aşk diye, sevda diye buna derim işte…



KIZ VE KİRAZ

Kiraz ağacındaki kız,
Seker daldan dala
Kiraz devşirir.

Dere boyunda ince ılgın
Salınır sağa, sola,
Savrulur etekleri.
Sallanır iki yana,
Kiraz moru memeleri.

Açılır, kapanır,
Öpülse eriyip ağızda kalır,
Kiraz çürüğü dudakları.

Bir şarkıdır söylediği.
Mavi bir sevda şarkısı.
Hayır mavi değil,
Eladır söylediği.

Kız basar,
Dal ırgalanır,
Yel eser kirazlar…
Yelde kız ve kiraz kokusu
Kız değil bre bu!
Yürek üzgüsü…

METİN DEMİRTAŞ



Pazarı
Pazartesiye bağlayan sabah
İşine koşuyordu yalınayak bir çocuk
Yüreğine gömüyordu
Günün alacasını
Kaç kez çiğniyordu
Yorgun yolları
Kesilmişti yolu babanın
Daha erkenden
Bir göçük altında
Kara taban oluyordu gün boyu
Bir lokma ekmek uğruna
El ayak çekilince akşamüstleri
Eline bakıyordu irili ufaklı
Ev horantası

Yıllar mevsimler geçti
Soldu benzi
Kara sular indi dizlerine
Sosyal haklardan yoksun
Hep sokaklarda harmanlandı
Ölümünü, aşamadı yaşamı

Mehmet AYDIN


“BİLLUR BİR AVİZE BURSA’DA ZAMAN”
Hasan AKARSU

Bursa, 1970 yılı başlarında otobüsle içinden geçerek Balıkesir’e gittiğim kent. Otogarında çay içtiğim, yalnız bir kez, o da geceleyin tepelerden ışıklarıyla izlediğim kent. Camilerini, türbelerini, Uludağ’ını gezemediğim için üzüldüğüm, imgelemimden süzülüp gelen yeşil Bursa. 10 Mayıs 2008 sabahı bu kez gezmek için yüz yüze geldiğim, özlediğim kent, merhaba!
Malkara’dan başlayan otobüs yolculuğu, Korudağ üzerinden Gelibolu’dan Çardak’a geçerek sürüyor. Biga yakınlarında Baştur Dinlenme Kuruluşlarında soluklanıp çay içiyoruz. Gönen yakınlarından, Bandırma ve Karacabey’den, Ulubat Gölü kıyısından geçip sabahleyin güneş doğarken Bursa’yla buluşuyoruz. “Tarihi Kentler Birliği” Bursa’da toplanıyor bu yıl. Karagöz Milli Parkı yanından geçerek Ulucami önünde konaklıyoruz. Kahvaltıdan sonra Ulucami’yi gezerek başlıyoruz Bursa’yı tanımaya. Ulucami, 1396-1400 yıllarında Yıldırım Bayezid tarafından, Niğbolu Savaşı’nı kazandığında adak adadığı için yaptırılıyor. Yirmi cami adadığı halde, görkemli bir camide karar kılıyor ve Ulucami’yi yirmi kubbeli yaptırıyor. İç alanı 3.180 metrekareyi bulan cami, Türk camileri içinde en büyükleri sayılıyor. Minberinde gezegen sistemi olan caminin ortasında da şadırvan bulunuyor. Biz gezerken onarımı yapılıyordu. Bu yüzden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirindeki o sesi duyamadık:”Bursa’da bir eski cami avlusu,/ Küçük şadırvanda şakırdayan su/ Orhan zamanından kalma bir duvar…/ Onunla bir yaşta ihtiyar çınar,/ Eliyor dört yana sakin bir günü…” Devlet büyüklerinin toplandığı bir cami olarak da bilinen Ulucami’nin bahçesinde geziniyor, ulu çınarların serinliğini duyumsuyoruz. Yanında bulunan Koza Han’ın önceleri medrese olarak kullanıldığını anımsıyoruz. Batısında yer alan hamama yukardan bakıyoruz. Orhan Gazi Çarşısı yanındayız şimdi. Orhan Bey’in 1339-1340’ta yaptırdığı, Osmanlı külliyelerinin ilk örneklerinden olan Orhan Camisi ve Külliyesi’ni geziyoruz. Tarihi Belediye Binası’nın etrafında dolaşıyoruz. 1880’de Ahmet Vefik Paşa’nın vali olduğu dönemde yapılan bina, estetik güzelliğiyle gülümsüyor bize.
Otobüse binerek Hüdavendigar Camisi ve Külliyesi’ne doğru giderken, bir zamanlar Atatürk’ün de konakladığı Çelik Palas Otel’in yanından geçiyoruz. Çekirge’de bulunan camiyi, 14. yüzyılda Sultan 1. Murad yaptırıyor. Ayrıca, Osmanlı mimarisinde benzeri olmayan iki katlı 1. Murad Camisi’ne, kapalı olduğu için dışardan bakıyoruz. Alt katı cami, üst katı medrese olan iki katlı caminin 1975-1976’da onarım geçirdiğini öğreniyoruz. Osmanlı padişahlarının üçüncüsü olan 1. Murad’ın türbesini gezip Muradiye Camisine gidiyoruz. Bahçede 270 yaşındaki selvi ağacı tüm görkemiyle yükseliyor. Cami, 2. Murad tarafından 1424-1426 yıllarında yaptırılıyor. Giriş kapısının özgünlüğü, süslemeleriyle ilgimizi çekiyor. İlk dönem padişah camilerinden olup devlet konularının tartışıldığı, mahkemelerin görüldüğü camide, ilk dönem İznik çinilerinin kullanıldığını öğreniyoruz. Külliyesini geziyoruz. Aşevi, medrese, sübyan mektebi ve 17. yüzyıla ait Osmanlı evi yanında, 12 türbe ve 40 mezar yer alıyor. Fatih’in oğlu Cem Sultan Türbesi de ilgimizi çekiyor. Osmanlı’ya ihanet etmediği için İtalya’da zehirlenerek öldürülen Cem Sultan’ın türbesi ağabeyi tarafından en güzel süslemelerle yaptırılıyor. Fatih’in babası 2. Murad’ın türbesinin saçaklarında uzay ve güneş sistemi yer alıyor. Bu sistem bir de Ulucami’nin minberinde bulunuyordu. Türbelerin bahçesinde kesilmiş olarak korumaya alınan 600 yıllık çınar tüm görkemiyle yatıyor. Bursa, Osmanlı’nın ilk başkenti olarak ünlü bir tarih kenti. Caminin duvarındaki “Sadaka Taşı” günümüz için de bir etik örneği. Ortasında büyük bir oyuk, yanlarındaysa 6 küçük oyuk bulunuyor. Varlıklı olanlar para bırakıyor bu oyuklara. Gereksinimi olanlar, gereksinimi kadar alıyorlar, başkalarını da düşünüyorlar. Bu uygulama, şimdi kimi kahvelerimizdeki “askı” geleneğini anımsatıyor.
Tophane’ye çıkıp Orhan Gazi Türbesi’ni geziyoruz (1326-1360). 1855 depreminde yıkılan türbe, Sultan Aziz tarafından 1863’te yeniden yaptırılıyor. Ertuğrul Gazi’nin oğlu Osman Gazi’nin türbesini (1257-1326) geziyoruz. Tophane’deki toplar ve Kurtuluş Savaşı Şehitliği ilgimizi çekiyor. Topların Ramazan’da kullanıldığını öğreniyoruz. 1905’te açılan Saat Kulesi, 35m yüksekliği ve 89 basamağıyla önemli bir yapı. Bursa’ya metrelerce yüksekten bakıyoruz. Diğer camileri ve türbeleri görmek için giderken yolumuz üzerindeki Geruş Sinegogunun onarımda olduğunu gözlüyoruz. Süleyman Çelebi’nin türbesi yanından geçiyoruz. Süleyman Çelebi’nin ( 1351-1422) Ulucami’de imamlık yaparken, “hangi peygamberin daha üstün olduğu” konusunda çıkan bir tartışma sonucunda, Mevlid’i yazdığını, Hz. Muhammed’in üstünlüğünü vurguladığını anımsıyoruz.
Ulucami’nin yapımında öncü olan Üftade’nin (1490-1580) 1572’de yaptırdığı camisini ve Üftade Türbesi’ni görüyoruz. Asıl adı Mehmed Muhiddin olan Üftade, müezzin, imam, sufi ve Tasavvuf şairi olarak biliniyor. Somuncu Baba Dergâhına uzun bir yokuşu yürüyerek gidiyoruz. Haydarhane Hamamı’nın yapımında işçilerin ekmeğini yaptığı için bu adın verildiğini öğreniyoruz. Duvardaki oyuğa girip çile çektiği söyleniyor, Ulucami’de ilk hutbeyi onun verdiği biliniyor. İlmi açığa çıkınca Bursa’dan ayrılıp Aksaray’a gittiği anlatılıyor. Somuncu Baba’nın türbesinden inerken Tezveren Dede’nin türbesine uğruyoruz. Asıl adı Ataullah olan Tezveren Dede, Allah yolunda şehit oluyor. Buraya gömülüyor. Güneş doğmadan istekte bulunanların dileklerinin yerine geldiği söyleniyor. Yatır olarak kullanılması, dine ticaretin karıştırılması düşünüldüğünde, incitici bir durum ortaya çıkıyor ve bunun Bursa’da yoğunlaştığını gözlüyoruz.
Emir Sultan semtine giderek Emir Sultan Camisi’ni ve türbesini geziyoruz. Cami, Emir Sultan adına, Yıldırım Bayezid’in kızı olan Hundi Fatma Hatun tarafından yaptırılıyor. Emir Sultan, 1429’da, 63 yaşındayken ölüyor. Buradan ayrılıp Yeşil Cami’ye gidiyoruz. 1412-1419 yılları arasında 1. Mehmet Çelebi tarafından yaptırılan cami, kesme taş ve mermerleriyle, çini süslemeleriyle ilgi çekiyor. Yeşil Türbe, onarımda olduğu için çevresinde dolaşıyoruz. Çini süslemeleriyle eşsiz bir yapı olduğunu öğreniyoruz.
Bugün gezi programımızda bir de Mudanya ilçesi var. Yaklaşık yarım saat içinde Mudanya’ya ulaşıyoruz (32 km). Antik dönemde, Mirlea, Montanya adlarıyla anılan, İ.Ö. 4. yüzyıla uzanan bir tarihi olduğu bilinen ilçe, bizim için “Mudanya Mütarekesi”yle önem kazanıyor. İzmir ve Bursa Yunanlılardan alındıktan sonra Trakya ve Boğazlar gündeme geliyor. Trakya’nın Yunanlılardan temizlenmesine karşı çıkan İngilizlerle, Fransızlarla 03 Ekim 1922’de Mudanya’da bir konferans düzenleniyor. Konferansta, Türk Heyeti’ne İsmet Paşa başkanlık ediyor. Karşı taraftaysa Fransızların temsilcisi General Charpy, İngilizlerin temsilcisi General Harrington, İtalyan Generali Monbelli ve danışman Franklin-Bouillon bulunuyordu. 10 Ekim 1922’de uzlaşma sağlanıyor ve 11 Ekim 1922’de antlaşma imzalanıyor. Bu antlaşmanın yapıldığı Mudanya Mütareke Evi Müzesi’ni (11 Ekim 1922) geziyoruz. İdari kısımda İnönü’nün çalışma odası, delege odası, dinleyici odası bulunuyor. Fransız, İngiliz, İtalyan delegelerinin ve Türk delegesi İsmet İnönü’nün maketlerinin bulunduğu odayı görüyoruz. Bu antlaşmayla Yunanlıların Trakya’yı boşaltmaya başladıklarını biliyoruz. Mütareke Müze Evi’nin karşısındaki parkta Mütareke Anıtı yükseliyor. Anıtta, Atatürk’ün İsmet Paşa’ya teşekkür yazısı yer alıyor. Mudanya, uzun kıyısıyla, temiz deniziyle, limanıyla içimizi serinletiyor, gözümüzü, gönlümüzü açıyor. Akşam olurken Bursa’ya dönerken Nilüfer Çayı üzerindeki köprüden geçiyoruz. Nilüfer Çayı, Uludağ’ın güney yamaçlarından doğuyor, 87 km uzunluğunda olup batıya doğru akarak Karacabey Ovası’nda Susurluk Çayı ile birleşiyor. Yolumuza devam ederek, Muradiye semtinde bulunan Anadolu Turizm Otelcilik Meslek Lisesi ve Uygulama Oteli’ne yerleşip dinlenmeye çekiliyoruz.
Bugün 11 Mayıs 2008. Anneler Günü olduğu için çarşı-pazar, her yer kalabalık. Camiler, türbeler kenti, yeşilliğin simgesi Bursa’da olup da Uludağ’a çıkmamak olur mu? Tarihi Işık Lisesi’nin yanından geçip teleferik istasyonuna uğruyoruz. Teleferik bakımda olduğu için Uludağ’a otobüsle çıkıyoruz. Uludağ’ı ve Bursa adının kaynağını anlatan söylenceyi anımsıyoruz: “Hazreti Süleyman/ Tahtıyla dolaşmış/ Dört bir yanını dünyanın/ Uludağ’a da çıkmış/ Bir gün alıp yanına/ Sağ ve Sol Vezirleri// Dağ, taş Belkıs diye inlemiş/ Can ile Cin Kavimlerinin/ Bin yıl süren dövüşlerinden/ Tufan gelmiş önceleri// Şehir göl olmuş/ Can Şehri/ Ortaya çıkmış yeniden/ Boşaltınca Su Perileri// Adı bir konuşmadan kalmış/ Sağ Vezir:’Cennet burası’ demiş/ Sol Vezir:’Cennet Bursa’ anlamış/ Bilinirmiş ağır işitmeleri.” Uludağ, geyikleriyle de ünlü. Savaşlarda kılıcıyla büyük yararlılık gösteren Geyikli Baba’nın savaştan sonra Uludağ’da geyiklerle birlikte yaşadığı anlatılıyor.
Uludağ’a tırmanıyoruz. Çekirge’den yaklaşık 30 km yukarılara çıkacağız. Uludağ, 2543 m yüksekliğiyle Bursa’nın kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzanıyor. Yollarda kiraz, yeşil erik, çilek, bal satılıyor. Küçük yerleşim yerleri var. Kestane, kayın, ceviz ağaçları, çınarlar, çamlar ilgimizi çekiyor. Kirazlı Beldesi’nin 3 km yakınından geçiyoruz. Tepelerde karlar görülüyor. Buzlanma olduğu için doruk noktasına çıkamayacağımız söyleniyor. Kartanesi, Uludağ Otelleri yanından geçtikten sonra inişe başlıyoruz. Uludağ Çeşmesi (Veli Çamur Hayratı) önünde konaklayıp su içiyoruz, kartopu yapmaya çalışıyoruz. Karlar donuk, buz gibi. Sarıalan Teleferik İstasyonu’nda durup yemek yiyoruz. 1955’te açılan “Meşhur Palabıyık Cemal Et Lokantası” buranın en gözde “kendin pişir kendin ye” lokantası olarak ünlü. İnkaya Köyü’ndeki, 600 yıllık tarihi çınar ağacını görüyoruz. Altında piknik yapılıyor, her yandan soğuk sular akıyor. Yeşil erik, kiraz vb alıp Bursa’ya iniyoruz. Bu kez, kentin kuzeyindeki tarihi Cumalıkızık Köyü’ne gidiyoruz. Girişte köyün tarihiyle ilgili bilgiler ediniyoruz. Tokat yöresindeki Oğuz Boyundan olan Kızıklar, buralara, Karakeçili Aşiretinin olduğu yere göç ediyor ve Ertuğrul Gazi’den yurt istiyorlar. Ertuğrul Gazi, Uludağ’ın kuzey eteklerinde yer gösteriyor onlara. Kızık Beyinin 7 oğlu, Karakeçili Aşiretinin 7 güzel kızıyla evlendiriliyor. Oğullardan Cumalı Bey, Cumalıkızık’ta yurt kuruyor. Kızık sözcüğü, Yörük Türklerinde, “derbent” anlamına geliyor. 1685 tarihli Vakfiye’de, Cumalıkızık, bir Osmanlı Vakıf Köyü olarak geçiyor. 700 yıllık tarihi olan köy, 15 hektarlık bir alana kurulu ve 270 evden oluşuyor. Şimdi Yıldız Belediyesi’ne bağlı olup özgün evleriyle, dar sokaklarıyla gezilip görülmeye değer bir köy. Kınalıkar dizisinin çekildiği ünlü Bulanlar Konağı’nı geziyoruz. Yerel yiyecekler satılıyor, gözlemeler yapılıyor. Konuklar en iyi biçimde ağırlanıyor. İnsanları güleryüzlü, sevecen, canayakın. Cumalıkızık Etnoğrafya Müzesi’nde, alt katta, köylülerin kullandığı fıçılar, sepetler, tekerlekler, pulluklar vb üst katta, hamur tekneleri, döğenler, sabanlar, saban demirleri, toprak çanaklar, beşikler, şamdanlar vb sergileniyor. Köyün sokakları pazaryeri gibi. Birçok evde gözlemeler, ev yemekleri, köy ekmekleri yapılıp satılıyor. Bursa’ya özgü kestane şekeri, cevizli ekmek en özgün yiyeceklerden.
Tarihi soluduğumuz Cumalıkızık’tan ayrılıp Bursa’nın yakınındaki Kültür Park’a uğruyoruz, bir saat kadar geziniyoruz. Geniş bir alana kurulan parktaki havuzda dans eden suları izlemek büyük bir zevk veriyor. Özdilek mağazalarında alışveriş ediyoruz. Yol boylarında satılan ünlü kestane şekerinden alarak Bursa gezimizi sona erdiriyoruz. Dönüş yolunda, Bursa’da iz bırakan sanatçıları düşünüyorum.
Bursa’nın yazınımızda da önemli bir yeri olduğunu belirtmeliyiz. Cumhuriyet sonrasında, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanında, Feride’nin Zeyniler Köyü öğretmeni olarak nelerle karşılaştığını anımsıyoruz. Kemal Tahir’in Devlet Ana, Yorgun Savaşçı romanlarında, önemli bir yer tutuyor Bursa. Falih Rıfkı Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Attila İlhan, Nazım Hikmet, Ressam Balaban, Niyazi Akıncıoğlu, Bursa’dan izler taşıyan sanatçılarımızdan birkaçı. Niyazi Akıncıoğlu’nun Bursa Lisesi’nde okuduğunu, Nazım Hikmet’in, Balaban’ın, Orhan Kemal’in Bursa Cezaevi’nde yattığını biliyoruz.
1997-1998’lerde, Bursa’da Nahit Kayabaşı’nın arkadaşlarıyla çıkardığı “Düşlem Dergisi” önemli yer tutuyor. İhsan Üren, Ramis Dara, Hilmi Haşal vb Bursa’da yaşayan önemli ozanlar. Bugün ise 100. sayısına ulaşan “Akatalpa” dergisini anmadan geçemeyiz. Yine aynı adların yer aldığı dergide önemli katkıları olan Metin Elal’i 2008’de ansızın yitiriyoruz. Metin Elal, Tekirdağ’da 1994-1995’lerde çıkardığımız Kiraz Dergisi’ni Akatalpa’da tanıttığı gibi, dergimizin dizin’ini de çıkararak bizi gönendirmişti. Bir kenti, en çok sanatçıları tanıtıyor, sanatçıları güzelleştiriyor. Kentleri güzelleştirenlere binlerce merhaba!


DÖKÜLÜYORSUN AVUÇLARIMA

Bir şarkı dinliyorum
Hüzünlü
Sen söylüyorsun
Deniz hıçkırıklarla
Karaya vuruyor dalgaları
Sen dökülüyorsun göz pınarlarımdan
Yanaklarımdan süzülerek
Avuçlarıma.

Gülizar Söğütçü KURUM


GÜLNARLI OLMAKLA GURUR DUYMAK
Mehmet Ali KILINÇ

Önceki aylarda, Antalya’da Gülnar Kalkınma ve Eğitim Derneği Antalya Şubesini oluşturmak üzere, erişilebildiğimiz Antalya’da yaşayan Gülnarlı veya öyle veya böyle Gülnar’la ilişkisi olan hemşerilerimize, bir yerde toplanmak üzere haber saldık. On yıllar önce toplumumuzda “birimiz hepimiz içindir, toplumun çıkarları daima kişinin çıkarlarından önce gelir” eğilimi geçerliydi. Günümüz toplumuna, birileri amaçlı olarak, özellikle “gemisini kurtaran kaptandır” eğilimini hâkim kıldığı için, toplumsal faaliyetler için insanları bir arya getirebilmek oldukça zorlaştı. Günümüzde insanlar, siyasi parti mitinglerine bile artık köfte ekmek karşılığı gider oldular. Bu nedenle, toplumumuzun bu gün getirildiği noktada, böyle angarya sayılabilecek amaçlar için insanları bir araya toplayabilme konusunda, laf aramızda, endişem vardı. Ama yanılmışım; hemşerilerim bu endişemi boşa çıkardılar. Seksen yaşını aşmış emekli hâkiminden üniversite öğrencisine, emeklisinden göreve yeni başlamış genç öğretmenine, uzman doktorundan nakliyecisine, polisinden emekli askerine, yüz kişiye yakın Gülnarlı hemşerim çağrıya uyarak toplantıya geldiler. Gururlandım. Bu arada, "Gülnarlı olmakla gurur duymak" üzerine yazılacak şeyler öyle iki üç paragrafa sığacak şeyler olamadığı için, yazdıklarım biraz uzun olur, bir köşe yazısı ölçülerini aşarsa, okurken sıkılırsanız, peşin peşin hoş görünüze sığınırım.
Çoğu birbirini ilk defa gören, tek ortak yanları Gülnarlı olmak olan konuklar, geniş bir salonda, “U” biçiminde, herkes birbirinin yüzünü görecek şekilde sandalyelere oturduk. Herkes sırayla ayağa kalkıp, dili döndüğünce kendini tanıtmaya çalıştı. Söz alan herkes, sınıfına müfettiş gelmiş ilkokul öğrencisi veya denetlemede künyesini okuyan acemi er gibi kendisini rapor edip tanıttıktan sonra, çoğu hemşerim sanki sözleşmiş gibi sözlerini “Gülnarlılığımla gurur duyuyorum” veya “Gülnarlı olmak ayrıcalıktır” cümleleriyle bitiriyorlardı. Bu sözlerle ifade edilen duygu bana hiç yabancı değildi. Bu duyguları zaman zaman yeri geldiğinde ben de yaşamıştım ama ilk defa böyle insanlar tarafından arka arkaya seslendirildiğine tanık oluyordum. Takdir edersiniz ki Gülnarlı olmayan biriyle böyle bir duygunun durup dururken paylaşılması anlamsız olacağı gibi aynı şeyin gurbette değil sılada yapılması da anlamsız olurdu. Toplantı bittikten sonra, “Gülnarlı olmakla gurur duymak” türü bir duyguyu ilk defa ne zaman, hangi olay karşısında hissettim diye hafızamı zorladım ve şunları hatırlayabildim.
Yirmili yaşlarımın ikinci yarısında Gölcük Bölgesi’nde görevliydim. Evimiz eşimin görevi nedeniyle, onun görev yaptığı İzmit Körfezi’nin güney kıyılarında, yeşil ile mavinin birleştiği, deniz kıyısında bulunan bir beldedeydi. Bu köyde toplam on yıl oturduk. Yerlisi olmadığımız bu köyde, zamanla köy halkından amcalarımız dayılarımız teyzelerimiz oluştu. Gerek köyün yerlilerinden, gerekse bizim gibi aynı köyde yaşayan meslektaşlarımızdan ailece görüştüğümüz arkadaşlarımız oldu. Ev sahibim dünya iyisi denenen türden bir insandı. İki katlı evimizin üst katında ev sahibim, alt katında biz otururduk. Evimizin arkasında da küçük bir bahçesi vardı. Ev sahibim bu küçük bahçeye, üç karık ondan iki karık bundan, mevsimine göre her çeşit sebzeden eker dikerdi. Ser de toprağa yakın insanı olmak var ya, bahçenin bir ucuna, ben de beş altı kök domates, üç dürt ocak salatalık, beş altı kök patlıcan bir o kadar da biber fidesi diktim. Akşamüstü mesai dönüşü, bahçede, domateslerin, salatalıkların, patlıcanların, arasında şöyle bir dolaşıp, yeni açmış bir çiçeği, büyümekte olan bir salatalığı gözlemlemenin insana verdiği zevki anlatmaya gerek yok. Bu zevki bilen bilir. Aynı iş yerinde mesai arkadaşım da olan meslektaşım bir komşumuz vardı. Bu meslektaşım büyük şehirlerimizin birinde doğmuş büyümüştü. Bir akşamüstü ben yine bahçede sebzelerimin arasında dolaşırken, bu komşum da yanıma geldi. Henüz çiçek aşamasında olan biberleri, patlıcanları izleme zevkini şehirli komşumla paylaşmaya çalışırken, o bana teker teker hangisinin biber hangisinin patlıcan, hangisinin domates fidesi olduğunu soruyordu. Ne diyeceğimi şaşırdım. Anlaşılan akranım olan meslektaşım, o güne kadar sebze meyveyi sadece pazarda manavda satılırken görmüştü. Memleketi Urfa olan başka bir komşu meslektaşımın, bu arkadaşımızın da dâhil olduğu arkadaş gurubumuzla, hep beraber ailece gittiğimiz hafta sonu pikniklerinde çok güzel yaptığı patlıcan kebabını yemeye bayılan bu meslektaşımın, patlıcan bitkisiyle biber bitkisini birbirinden ayırt edememesi çok garibime gitmişti. Biber bitkisiyle patlıcan bitkisini bir birinden ayırt edebilme sorununu daha üç yaşında halledebilmiş olmayı Gülnarlı bir köy çocuğu oluşuma yorumlayıp, içten içe böyle bir yörede doğup büyümüş olmaktan dolayı gururlanmıştım.
Bir akşam aynı köyde, yine akranım olan bir meslektaş arkadaşımızın evinde gece oturmasında misafirlikteydik. Ev sahibi meslektaşım, görünüş olarak iri yarı, boylu postlu, taşı sıksa suyunu çıkarır denilen türden bir arkadaştı. Bu arkadaşım da büyük şehirlerin birinde doğup büyümüştü. Misafirlikte tam çayları içtik sıra meyve faslına gelmişti ki, bulunduğumuz evin salonun duvarının dibinden, küçük bir fındık faresi, koşturarak koltukların arkasına girdi. Fare var dememle, ev sahibi arkadaşımın koşup, salonun diğer tarafında bulunan yemek masasının üzerine zıplayarak çıkması bir oldu. Fareciği bir hayli aradıktan sonra, zor da olsa bulduk. Pencerenin perdesinden, tavana doğru tırmanmış, kornişe yakın bir yerde kendine saklanacak delik arıyordu. Ev sahiplerinin verdiği bir toz beziyle fareciği kuyruğundan yakalayıp, pencereden dışarı fırlattım. Üç yaşından beri kuzularla, oğlaklarla, kedilerle, eniklerle, börtü böcekle haşır neşir olan biri olarak, iri yarı arkadaşımın fare var deyince korkudan zıplayıp masanın üzerine çıkmasını komik bulmuş, bunu arkadaşımın Gülnar gibi bir yörede doğup büyümediğine yorumlamış, Gülnarlı olmaktan dolayı gurura benzer bir duygu yaşamıştım.
Şimdi bu anlattıklarıma dayanarak, aklınızdan, “Buna benzer küçücük şeyler insanın doğup büyüdüğü yerlerle, Gülnarlı olmakla gurur duyması için yeterli mi, bunlar da gurur duyulacak şeyler miymiş” diye geçirebilirsiniz. Haklısınız ama acele etmeyin, hem anlatacaklarım daha bitmedi, hem de başka yerlerde doğup büyüyen kimsenin, kendi doğup büyüdüğü yerlerle gurur duymasını engellemek için, elini, dilini yok. Konya Kululu da, Sivas Divriğili de doğdukları büyüdükleri yerlerle gurur duysunlar. Bir insanın doğup büyüdüğü yerlerle gurur duyması kadar güzel bir şey olmaz.
Gülnar’da Gülnarlıya nerelisin diye sorulma durumu olmayacağına göre, Gülnarlı Gülnar’dan başka bir yerde bulunacak ki “Nerelisin?” sorusuna muhatap olsun. Bana ilk defa nerelisin diye sorulup, ben de “Gülnarlıyım” yanıtını verdiğimde ben on beş yaşındaydım ve tam bundan kırk iki yıl öncesiydi. Yani on beşinci yaşım gurbete çıktığım yaşımdır. O yaşımda bulunduğum ortamda, benimle beraber ülkemizin dört bir yöresinden gelmiş arkadaşlarımın arasında, büyük şehirlerimizden gelen arkadaşlarım da vardı. Bunlarla o günkü bildiklerim yönünden karşılaştırılacak olsam, şüphesiz eksiklerim vardı. Doğrusu ne Fenerbahçe’yi duymuştum, ne de Galatasaray’ı. Can’ın, Lefter’in, Kadri’nin, Kral Metin’in kim olduklarından hiç haberim yoktu. Sinema ile tanışıklığım, sadece ortaokul ikinci sınıfta, kırk iki basamaklı ahşap merdivenle çıkılan ilçemiz halk eğitim merkezi binası salonuna, gezici bir ekibin getirdiği, sekiz milimetrelik seyyar film makinesi ile oynatılan, “İzmir Ateşler İçinde” filmini seyretmiş olmamla sınırlıydı. Ama çocukluk anılarım ve Gülnarlı olmamın o yaşımda bana öğrettikleri, büyük şehir çocuğunun anıları ve bildikleri gibi, köşe başındaki evin sahibi mahallenin ceberut ihtiyarının bahçesinden erik çalarken yakalanmak, yaz geceleri açık hava sinemasının kapısındaki bilet kontrolcüsünün boş bir anını yakalayıp içeri sıvışarak bedava film seyretmek ve yazlık sinemada kovboy filmi seyrederken çekirdek çitlemekle sınırlı değildi.
Gülnarlı olmayan, o ellere bir kaç günlüğüne ilk defa yolu düşen, sadece şöyle etrafa bir bakmış olan birisinin aklına, “Gülnar, doğru dürüst yolu bile olmayan, dağın, taşın arası bir yer, kıraç, kırtıl, engebeli arazi yapısına sahip bir yöre. Buralarda doğup büyümüş olmanın nesinden gurur duyuyorsunuz ki?” diye bir soru gelebilir. Bu soruyu kimsenin sormasına fırsat vermeden, kendi kendime ben sordum. Bakınız işte bu soruya hangi cevapları aldım.
Ortaokulu bitirip gurbete çıktığımda, bana nerelisin diye sorup ben “Gülnarlıyım” cevabını verdiğimde, on beş yaşımda olduğumu yukarıda belirtmiştim. İşte Gülnar’da doğup büyümüş olmamın bana yapmış olduğu katkılar ise şunlardı.
O yaşımda, bir buğday tanesinin son baharda toprağa ekilişinden, sofrada ekmek oluncaya kadarki tüm aşamaları, ekin haline gelişini, yeşil ekinin sarıya dönüşümünü, buğday başağının olgunlaştıkça nasıl boynunun eğildiğini orağı, döveni, malamayı, harmanı, diğreni, yabayı, çeçi, samanı, değirmeni, unu, sacı, senidi, ufrayı, bu konuda her şeyi öğrenmiştim biliyordum.
Bir pamuk çekirdeğinin toprağa ekilip pamuğa dönüşmesini, göneni çapayı, pamuğu, pamuğun kozasını, tamamen el emeğiyle pamuğun ipliğe dönüştürülmesini, yayı kirişi, çarkı, gelemgeni, ılgıdırı, ev dokuma tezgâhları çulfallıklarda pamuk ipliğinden kaba bezin nasıl dokunduğunu, pamuktan dokunan kaba bezlerin, hiç elektriğin ve dikiş makinesinin olmadığı köy evlerinde, tamamen iğne iplik kullanılarak elde günlerce uğraşılarak nasıl iç çamaşıra dönüştürüldüğünü gözlemiştim biliyordum.
Anasını doğumda kaybetmiş öksüz bir taze oğlağa, yavrusunu kaybetmiş bir keçinin, annelik etmesi için, “yakılma işlemi” denilen işlemin nasıl yapıldığını, tavuk yumurtalarının horozlu ve horozsuz olmak üzere iki tür olduğunu, kuluçkaya yatan tavuğun altına koyulacak yumurtalardan civciv çıkabilmesi için, bu yumurtaların mutlaka horozlu yumurta olması gerektiğini öğrenmiştim.
Tuzlu yer fıstığı çerezini herkes bilir, yemesini de sever. Ben de severim. Ama benim yaşımda çoğu çocuk, bu fıstıkların, patates gibi yer fıstığı bitkisinin toprak altındaki bölümünde oluştuğunu belki bilebilir ama patatesten farklı olarak, önce bu bitkinin dallarında çiçeklerinin oluşup, çiçek aşamasından sonra iğne biçimindeki çiçek saplarının toprağa saplanarak fıstık meyvesinin toprak içinde bu iğnelerin ucunda oluştuğunu sanırım bilmezler. Ama ben bu konuyu yakından biliyordum.
Alıç ağacına armut, badem ağacına kayısı, turunca portakal aşısı yapılabileceğini biliyor, dut, murt, incir, portakal ağaçlarına göz aşısı yapabiliyordum.
Benim çocukluğumda bana, zihinsel yeteneğim ve el becerilerim gelişsin diye lego oyuncaklar alınmadı, yapboz türü oyuncaklarla hiç tanıştırılmadım. Ama köy yerinde bulabildiğim eski gazete kâğıtları ve kargıdan yaptığım çıtaları kullanarak, daha yedi sekiz yaşımda kendime uçurtma yapmayı öğrenmiştim. Hiç benim çarşıdan alınan naylon oyuncak arabam olmadı. Ama bir bakışta, yol kenarlarında çam ağacı kütüğü kabuğu mazakların hangisinden çakı bıçağıyla çok güzel oyuncak araba yapılabileceğine karar verebiliyordum. O yaşlarımda, oğlak gütmeye ve ekinliğe giderken içine dut koyduğum sepeti kendim örebiliyor, bu sepetlerin en kolay, hayıt ile eşek sakızlağı çalısı filizlerinden örüldüğünü öğrenmiştim. Dere kenarlarındaki ağı çiçeklerinin ince uzun oklava gibi fışkılarından kavlattığımız kabukları birbirine ekleyerek yaptığımız hortumlarla pınar sularını, engebeli ama seviyesi farklı bir yerden diğer bir yere taşıma oyununu oynarken, ismini çok sonraları fizik dersinde öğreneceğim “birleşik kaplar” kuralını yıllar önce farkında olmadan oyun şeklinde öğrenmiştim.
Kırlarda, ormanlarda, çiğdeminden ebegümecine, en az yirmi kadar değişik yabani otun isimlerini, hangilerinin yenilebileceğini, hangisinden lezzetli yemek, hangisinden tadına doyum olmayan saç böreği yapılabildiğini öğrenmiş durumdaydım. Kuzugöbeğinin, sürmeli gözlü bahar kuzusunun göbeği demek olmadığını, ilkbaharda ormanın çayırlıklarında yetişen bir mantar türü olduğunu biliyor, ormanlarımızda yetişen mantarlardan zehirsiz olan, yenilebilen beş altı türünü, zehirlilerinden ayırt edebiliyordum
Hiç lunaparka gitmişliğim, atlıkarıncaya binmişliğim olmadı. Ama en az beş altı çeşit karınca türünü, yirmiye yakın böcek çeşidini o yaşımda ismen tanıyordum. Hiç bir kataloga, kitaba başvurmadan adlarını sayabileceğim kırkı aşan ağaç türünü öğrenmiş, bir o kadar da kuş çeşidini tanıyordum. Bu kuşların hangilerinin tohumları, hangilerinin kurtçukları, hangilerinin solucanı yemeyi sevdiğini biliyordum.
Keçi, koyun, oğlak, kuzu, inek, öküz, kedi, köpek, at, eşek hepsi sonuçta ağzı birer dili olmayan hayvanlardır deyip geçmeyin. Ben bu hayvanların aynı türlerden olanlarının bile, aynı insanlar gibi, her birinin, kimisinin daha ürkek, kimisinin daha sinirli, kimisinin çok uyumlu, kimisinin daha çok huysuz şeklinde ayrı ayrı karakter yapısına sahip olabileceklerini öğrenmiş durumdaydım.
Palanın, kolanın, kuskunun, zelvenin, semerin ne işe yaradığını biliyor, semer kaşının en iyi çınar ağacından, karasaban diye bilinen kayıtın en iyisinin meşe ağacından, en sağlam balta, çapa sapının piynar çalısından, tahta kaşığın, çomçanın, eğirtmecin en kolay sandal ağacından düzüldüğün biliyordum
Uslu çocukların babalarının verdiği harçlıkları kiralık bisiklete harcamaları doğru olmadığı için, bisiklete sürmeyi ancak otuz sekiz yaşımda, çocuklarımın bisikletinde öğrendim. Çocukluğumda bu günün tüketici zamane çocukları gibi, “benim neden 3G cep telefonum yok” diye hayatı kendime zehir etme kıskançlıklarım, özentilerim olmadı. Hiçbir zaman, oynarken topumu komşu bahçeye kaçması, çarpan toptan karşı evin camının kırılması, gürültüden rahatsız olan komşu sorunu gibi sıkıntıları hiç yaşamadım. Çok özgür ve mutlu bir çocukluk yaşadım. Yeniden doğmak mümkün olsa, tekrar tekrar yine aynı yörede doğmak büyümek isterim.
Yeri gelmişken bir gururlanma nedenimi daha eklemeliyim. Köyümüz içinden ayda yılda bir motorlu araç olarak, sadece orman dairesinin cipinin geçtiği bir köydü. Cipin bıraktığı benzin kokusu, ardından koşan biz köy çocuklarına kolonya kokusu gibi gelirdi. Böyle bir ortamda, o yıllarda niçin böyle yaptığını anlayamadığım, ama bu gün yaptıklarının eğitim öğretimin bir parçası olduğunun farkına vardığım, biz köy çocuklarında gördüğü büyük bir eksikliği tamamlamak için, derslerde matematik Türkçe derslerini kesip, “Büyük şehirlerde…” diye söze başlayıp, saatlerce bize büyük şehirleri yaşatırcasına anlatan, dünyada olup bitenlerden bizi haberdar etmek için, Birinci Kennedy Suikastını kapak yapan Hayat Mecmuasını bile sınıfımıza getirdiğini hatırladığım, beş sınıflı köy ilkokulumuzun tek öğretmeni, öğretmenim Mustafa Rahmi Aydan gibi bir eğitimciye, elli iki pare köyden Gülnar merkeze gelip, başlarında yaşlı bir nine, gaz lambası ışığında inadına okumaya çalışan, derme çatma bekâr evlerinde üç dört kişi birlikte kalan, yeni yetme öğrencileri yanında bir kaç öğretmenle birlikte, geceleri elinde pilli cep feneri ev ev bekâr evlerini dolaşarak kontrol eden ortaokul müdürümüz İbrahim Taşkıran gibi müdüre öğrencilik etmiş olmak, ayrıca kendi adıma gurur veriyor.
Eşimin bir Milli Eğitim mensubu olması nedeniyle, görev yaptığım birçok yerde öğrenci velilerine yakın oldum. Benim yöremin aksine, o yıllarda fabrikaları bol olan bu yörelerde, birçok babanın çocukları için “okuyup da ne olacak, gitsin fabrikanın birinde meydancı olsun daha iyi, devlet memurundan daha çok para alır” yaklaşımı sergilediklerine çok tanık oldum. En hali vakti yerinde olanından, en fakirine, yağmasa da en azından esip, her biri “çocuğum yeter ki okusun, ceketimi satar okuturum” korosunun üyesi olan, Taşelili, Gülnarlı babalara sahip olmak da, biz her Gülnarlının Gülnarlı olmaktan gurur duyduğu bir konudur.
Peki, bunlara sizin ekleyeceğiniz başka neler olabilir?







AKŞAMÜZERİ KOYUN KUZU BEKLEŞİRDİK
Mümtaz BOYACIOĞLU

Bizim mahalleden sığır ve koyun sürüleri toplanır giderdi. Çobanların sesinden tanınır, ona göre koyun veya sığırlar çobanın önüne sürülürdü. Koyunlar önce, sığırlar ise daha sonra giderdi. Akşam da ters sıra sığır önce, koyunlar sonra gelirdi. İlerleyen yıllarda koyunlar azalmaya başladı. Bir ara o kadar azaldı ki çoban bulmakta güçlük çekildi. Bir süre daha bu güçlüğe katlanamayanlar nihayet koyunlarını satmak zorunda kaldılar. Tek tük koyunları olanlar kendileri devam ettirdi bu işleri.
Sığırlar uzun yıllar mahallemizden toplandı gitti, geldi. Tutulan çobanlarla uzun yıllar bu işi götürdüler. Hatta bizim mahallenin sığır çobanı kendince bulduğu bir yeniliği de her gün uygulardı. Eline aldığı bir bekçi düdüğünü öttürür, bu düdüğün sesini duyan sığır sahipleri de hemen sığırlarını alır getirir çobanın önüne katarlardı.
Önceleri 200 civarında olan sığır sürüsü gittikçe azaldı. Sayıları artık çoban tutmaya yetmedi. Bir de baktık ki artık bizim mahalleden sığır da gitmez oldu.
Mahallemizde koyunların kaybolması ile koyunların kuzularla karışımındaki o meleşmeler artık kulaklarımızı tırmalamıyorlar. Zamanla bu sessizliğe alıştık. Alıştık ya, o koyun kuzu seslerinin yerini başka, başka gürültüler aldı. Koyun kuzu seslerini arar olduk. Minicik, ipek tüyü ile yumuşacık o melek yüzlü ve gözlü kuzuların melemesine gürültü kirliliği diyebilir miyiz hiçbir zaman? Hatta kim nerede bir kuzu görse eğilip sevmez mi?
Mahallemizde Sarı isimli bir koyun çobanımız vardı. Sabahları hay huy ile koyunları önüne toplardı. Azık sırası hangi evde ise o evin koyun getireni azık çantasını Sarı’ ya verirdi. Ne çıkarsa bahtına örneği. O gün akşama kadar bu azıkla karnını doyurmak zorundadır. Akşamları ise yine bağırma ve çığlıklarla seçilen koyunlar sayılarak evlere dağıtılır. Eğer bir evde eksik veya fazlalık var ise o sorun çözülmeden çoban evine gidemezdi. Bunların hepsi mahallemizdeki olağan günlük olaylardı. Asıl bizleri ilgilendiren konuya girmek istiyorum.
Bahar günlerinde tüm canlıların içinde en erken uyanan çiğdemi ilk kez Sarı’ dan kim erken alacak diye akşamları koyunların gelmesini beklerdik. Bir demet çiğdemi Sarı’nın elinden kim kaparsa onun elinde kalırdı. Yalvar yakar birer, ikişer paylaştığımız da olurdu.
Yine bu bahar günlerinde diğer önemli bir olay da kuzulardı. Çoban Sarı gün boyu koyunları otlatırken baharın bu günlerinde koyunlar yavrulardı. Günde bir iki üç tane kuzuların doğduğu olurdu. Çoban Sarı bu yavrulayan koyunlara yardımcı olur, kuzuyu anası ile emiştirir, hatta güneşli kuytu bir yerde kuzuyu üşütmemek için orada bekletirdi. Yağmurlu ve soğuk bir hava ise ona göre de önlemini alır kuzuyu sarar sarmalar akşam eve gelirken eşeğinin sırtındaki heybesinin gözlerine koyarak sahibine vermek üzere getirirdi. İşte tam bu sırada bizler devreye girerdik. Koyunların gelme zamanını iple çeker erkenden Elmaoğlu’nda beklemeye başlardık. Çoban Sarı’ nın ta uzaktan gelişinden, davranışından, ses tonundan ve yüz ifadesinden kuzunun varlığını veya yokluğunu anlardık. Bu kez de kuzu kapabilme yarışımız başlardı. Kuzu elimize geçmeden aramızda ortaklık da kurardık daha önceden. Çoban Sarı babamın yeğeni olduğundan beni kollardı çoğu kez. Kuzuyu kaptığımız gibi kimin olduğunu öğrenip o evin yolunu tutardık. Bir sevinç ve telaş ile evin önüne varıp kuzunun sahibini bulurduk. Müjdemizi almadan kuzuyu vermezdik. Bir, iki yumurta veya o günün koşullarında ceviz, iğde, kuru üzüm gibi yiyecekleri almanın mutluluğunu çok yaşadık. Kuzu sahipleri de zaten hazırlıklıdırlar. Gelenleri hiç boş çevirmedikleri gibi, yaşlı teyze ve ebelere denk gelirsek kurban olup, gada almaları da ayrı bir ödüldü bizim için.
Sabahları sığırlar, çobanının önüne katılırken ve akşamları eve gelirken hayvanların bıraktıkları dışkıları daha yere düşer düşmez toplayanlar olurdu. Bu toplanan dışkılar tenekelerle evlere taşınır, evde saman ile karılıp bahçe duvarına yapıştırılarak tezek yapılırdı. Duvara yapışan bu hayvan dışkısı burada kurutulur, zamanı gelince yerlerinden sökülen tezekler kışın yakılmak üzere ahırın uygun yerine özenle kayılırdı.
Zaman geçtikçe mahallede sığırlar azaldı, koyunlardan sonra sığırlarda yok oldu. Sığırların yok olması ile dışkı toplayanlarda ortalıktan yok oldular. Bir kısmı dağ bayır gezerek tezek toplamaya devam ettiler. Bir kısmı da sanayide kavak soyarak kabuklarını evlerine çekmeye başladılar.
Sığır ve koyunlardan söz açılmışken bizim yörelerde çok konuşanlar için örnek teşkil eden bir olayı da anlatmadan geçemeyeceğim.
İki kadın sığırlarını alarak eski mezarlığın arasındaki yolda çobanın önüne katarlar. Şöyle elleri koynunda bir kenara çekilerek, duvara yaslanarak başlarlar konuşmaya. Öyle hararetli ve içten konuşurlar ki, gelenleri gidenleri fark etmezler bile. Konudan konuya geçilir, ahlar, vahlar ile tüm sorunlar mezarlığın duvarına yatırılır. Yatırılır yatırılmasına da daha tüm konuşacakları bitmeden bir de bakarlar ki akşam olmuş, sığırlar geri geliyor. Birden şaşırırlar. Bir tanesi; “Amanın bacım, bu sığır ne çabuk geri geldi. Daha anlatacak bir çift lafım kalmıştı,” diyerek sığırlarını alarak akşam evlerine dönerler.



ÖYKÜ İHTİYAR DENİZCİ
Mustafa B. YALÇINER

Toroslar’ın eteğinde, gökyüzü kapalıydı. Birkaç damla yağmur düştü yer yer. Yol kenarında, altmış beş yetmiş yaşlarında bir adam, iki jandarmanın arasında, ilçeye giden tek otobüsü bekliyordu. Serbest kalan eliyle kirli şapkasını çıkardı; kel başını havalandırdı, alnını sildi.
Onbaşı, adamı dirseğiyle dürterek sordu:
-Söyle bakalım moruk, nasıl oldu bu iş?
-Ne, nasıl oldu, dedi ihtiyar sol eliyle sakalını sıvazlayarak.
-Şey, Balıkçı Ayvaz’ın evinin yakılması.
Derin bir nefes aldıktan sonra, adam konuşmaya başladı:
-Bana o balıkçı serserisinden bahsetme. Koynumda yılan beslemişim meğer. Ona mesleğimi öğrettim. Onu oğlum yerine koydum. Şunun yaptığına bak şimdi.
Onbaşı, sözünü kesti sertçe:
-Taammüden adam öldürmekle suçlanacaksın, bunun ne olduğunu biliyor musun, sen?
-Hiç önemli değil, dedi gururlanarak. Esas benim canımı sıkan şey, o bilmem ne çocuğunun ölmemiş olması. Keşke orada, evinde olsaydı da küle dönseydi. Ama şansı varmış, itin.
Böyle bir yanıt karşısında şaşırıp kalan onbaşı sordu:
-Bu ne öfke, bu ne intikam hırsı böyle?
-Zavallı kızımı, Elifimi, o kirletti. Ölümüne de o sebep oldu. Söylemediler mi size bunu?
-Neden şikâyetçi olmadın da böyle bir yola başvurdun? Hapislerde çürüyeceksin.
-Benim yerimde sen olsan, ne yapardın?
-Şey, kanuni yollara başvururdum.
-Söyle bakalım, kanun benim öfkemi yatıştırabilir mi? Namusumu temizleyebilir mi, dedi deliye dönmüş yaşlı adam. Böyle bir şey senin başına gelseydi, alnında kara bir lekeyle yaşayabilir miydin köyünde?
-Yani, şey… Haklısın belki de ama biliyorsun, kimse kendi kanununu kendisi yapamaz, dedi onbaşı başını öne eğerek.
Adam başını çevirdi, ovanın ta ucuna baktı.
-Aha, geliyor, dedi. Bu arada şu çalıların arasına gidip bir su döksem, olur mu?
Jandarma da alıp onu çalılık bir yere götürdü.
Onbaşı işaret etti şoföre durması için. Otobüs, yolcularını sarsarak durdu. Önce onbaşı bindi, ardından da jandarmaya kelepçelenmiş deniz kurdu. Otobüs tıklım tıklımdı. Bazı yolcular da ayaktaydı. Pencere camları yarıya değin indirilmiş olmasına karşın, boğucuydu içerideki sıcak.
Kapının ağzında bir adam dikiliydi. Balıkçının kayığını tamir eden marangoz İskender’di, bu. Adam ona baktı ama İskender, başını başka tarafa çevirerek, görmezlikten geldi.
İhtiyar balıkçı ve iki asker, kalabalığı yararak geçtiler. Yaşlıca bir kadın, dudağını bükerek, yanındaki kadına, “ Şuna bak. Yaşına bakmadan, kelepçe vurdurmuş koluna. Saçından sakalından da utanmamış,” dedi.
Yanındaki kadınsa yanıtladı komşusunu: “Öyle deme, kız. Belki namusunu belki de canını korumak istemiştir…” Uzatmadı sözlerini.
Koridorun ortasında, iki delikanlı yerlerinden kalktı. Onbaşı, aldı kelepçeyi jandarmadan, sol koluna taktı ve pencere kenarına geçip oturdu.
Yorgundu yaşlı adam. Hemen gözlerini kapadı. Onbaşı adama şöyle bir baktı, “Garibanın ne kötü kaderi varmış” diye geçirdi içinden ve ona bir sigara sundu. Aldı adam. Derince bir nefes çekince, kötü kötü öksürmeye başladı. Sol elini soktu cebine, kenarı işlemeli bir mendil çıkardı. Acısını tazeledi, bu mendil.
-Bunu kızım hediye etmişti bana. Canım yavrum, nur içinde yatasın. Keşke ölseydim de görmeseydim bu günleri!
İrileşen gözyaşları akmaya başladı, zamanın aşındırdığı yanağından aşağıya doğru sonra da uzun pamuk sakalında kayboldu. Utandı yaşlı balıkçı. Mendiliyle sildi yüzünü gözünü. Kızı geldi yeniden aklına.
Titriyordu öfkesinden. Başına gelenler onu bir an bile rahat bırakmıyordu. Uzun süredir onu izleyen onbaşı babasını düşündü. “Onun yerinde olsaydı, babam da aynı şeyi yapardı” dedi kendi kendine. Canı bir sigara daha içmek istedi. Balıkçıya da ikram etti birini.
-Amca, sigara yakar mısın?
“Yok,” dedi başıyla. Büyük bir ağrı hissetti sırtında ve göğsünde. Alnında da birkaç damla ter oluştu.
Otobüs terminale girdi. Bir itişip kakışma başladı. Onbaşı, yaşlı denizciye sevecen bir ses tonuyla seslendi:
-Baba, haydi, kalk geldik.
Baba yanıtlamadı. Onbaşı ıslak gözlerle baktı ona. İhtiyarı uyuyor sanan jandarma ise, onu dirseğiyle dürttü ama Elif’in babası hareketlenmedi. Öfkelendi jandarma, tuttu onu omuzlarından. Ama bal rengi yüzünü, açık ağzını görünce ürperdi birden. Onbaşıysa, yaşlı adamın soğumaya başlayan ellerini tuttu…