30 Temmuz 2011 Cumartesi

GERCEMEK SAYI 28


TAŞELİ YÖRESİ KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ
ISSN: 1307–4881
İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN
Yıl: 5
Sayı: 28

Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hatice Canan Yalçıner
yalciner_canan@yahoo.com.tr

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon: (0324) 8412836
E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54
Baskı Tarihi: 01 Temmuz 2011

Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır.
Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.
Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/Aydıncık Şubesi TR930001001020307582605005

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.


KONSOLOSÇİÇEĞİ (Bougainvillea)





Akdeniz ikliminde yetişen, çok dallı, sarılıcı bir çalı olan konsolos çiçeği, gelin duvağı ya da begonvil olarak da bilinir. Boyu beş metreye kadar yükselebilen bitki, sıcak ve bol ışık ister ama rüzgârı pek sevmez. Koyu yeşil yaprakları, sıcaklık 5°C’nin altına düşerse, dökülür. Kırmızı, eflatun, turuncu, sarı ve beyaz çiçek açan çeşitleri bulunur. Bina önünü kaplamak, çardak üstünü örtmek, duvara ağdırmak için kullanılır.
Brezilya kökenli olan bu bitki, Fransız gemici Bougainville tarafından 19.yüzyılın ortalarında Avrupa’ya getirilmiş. Mersin’de ise ilk kez, İtalyan Konsolosluğu’nda görülmüş ve binanın önünü kaplıyormuş. Bu nedenle konsolos çiçeği adı verilmiş.

EDİTÖRDEN


2. KELENDERİS ÖYKÜ YARIŞMASI BİRİNCİSİ

DEĞİRMEN DÖNER BELKİ HÂLÂ
Tamer KÜTÜKÇÜ

“Elinizi demir parmaklıkların arasından sokup, sürgüyü çekiverin.”
İskeleden beri aynı düşüncenin zulmü altındaydı. Üstelik rıhtımdaki o kambur adamın söyledikleri kafasını iyice karıştırmıştı. Bu yüzden avlunun üzerine kondurulmuş som mermerden zile bastığını unutmuştu ve kendisine yönelik bu sözü birkaç saniyeden sonra algılayabildi.
“Peki. Açmayı deniyorum.”
Üst tarafında, çubukların eğreti balık motifleri oluşturduğu tuhaf bir bahçe kapısıydı. Oldukça karanlık bir kül rengine boyanmıştı. Bu haliyle, içeri buyur edileni zamanın burgacında yok edecekmiş sanısı uyandırıyordu. Titrek elleriyle, yatağından boşanan sürgüyü yavaşça çekti.
“Oldu, sanırım.”
Eve giden bir bahçe yolu. Onun sol tarafında, suyu boşaltılmış, zemininde birkaç kuru yaprağın gezindiği dikdörtgen biçiminde bir havuz. Havuzun kenarında birkaç renksiz sarmaşık, sessizce, avluya doğru uzanıyor. Evin yan tarafına doğru dolanan patikaysa, olduğu gibi kalmış.
“Buyurun, hoş geldiniz.”
Evin önündeki iki sıra taş merdivenin üzerinde söylüyor bunu. Eskilerin değirmi dedikleri biçiminde oval yüzlü, otuz beş yaşlarında bir kadın. İnsana içini dökme hissi verecek kadar güleç.
“Hoş bulduk.”
Biri merdivenlerin üzerinde, diğeri bahçe kapısının hemen iç tarafında, bekliyorlar. Birbirlerine yaklaşmaya korkar gibi, duruşları. Kadının yüzündeki tebessüme usulca karışan bir mahcubiyeti seziyor adam, apansız. Bitkin gözleriyle, kadının gözlerinin içinde geziniyor. Ve göz bebeklerine -varlığından utanılan- bir sıkıntının dolduğunu görüyor o zaman, her geçen saniye.
Merdivenlerden bahçe yoluna iniyor, neyse ki kadın, bir iki adım atarak.
“Çok özür dilerim. Sizi çıkaramadım.”
Adam, hâlâ o kül rengi kapının hemen iç tarafında. Sanki çok karmaşık bir hisle yorgun.
“Dert etmeyin. Beni tanımıyorsunuz.”
Yüzüne az önce yerleşen gülümseme bütünüyle uçuyor, artık bu sözle kadının. Şimdi, onun yerinde, saygıyı elden bırakmamaya özenli bir endişe. Evin yan tarafına dolanan patikanın başladığı yerde küçük bir su kuyusu var. Adamın yüzüne bakmadan birkaç adım atarak kuyunun yanına sokuluyor, kovanın içine bırakılmış bezi alıp iki eliyle sıkmaya başlıyor durup dururken.
Adam havuzun kenarından avluya doğru uzanan sarmaşıklara çeviriyor şimdi bakışlarını.
“Ne olur bu anlamsız ziyaretimi ve tuhaf ricamı mazur görün” diyor. “Bu bahçede birkaç dakikalığına kalmak istiyorum.”
Kuyunun başında. Bezin sularını sıkmaktan vazgeçiyor. Yüzüne bakıyor şimdi adamın. Anlamasız. Ama peşinen olumsuzlayıcı değil.
Sararmaya başlamış ayva yapraklarından biri daha ağaçtan kopup, havada savrulduktan sonra havuzun kuru zeminine iniyor.
“Estağfurullah. Arzu ettiğiniz kadar kalabilirsiniz. Aslında sizi içeri davet etmek isterdim, ama evde yalnızım, babam sadece birkaç dakika önce Ayvalık’a gitmek üzere rıhtıma indi. Gözünde müzmin bir rahatsızlık var da.”
Anlaşılmış olmayı umar bir sesle ekliyor sonra:
“Eh, madem siz de bahçede olmayı diliyorsunuz…”
“Evet, evet, kesinlikle.”
Hiç duraksamadan söylüyor bunu. Bir solukta.
Ağzından tereddütsüz çıkan bu “evet”, kadının yüreğine biraz olsun su serpmiş gibi.
Elinde öylece kalan bezi, kuyunun çıkrığına asıyor. “O zaman bana müsaade. Doğrusunu söylemek gerekirse mutfakta yemek hazırlamakla meşguldüm.”
“Rica ederim, ne demek, lütfen.”
***
Bahçenin içinde öylece kalıyor. Teselli kadar buruk bir yaz sonu. Havuzun zemininde gezinen sarı yapraklara bakıyor uzun uzun. O zamanlar bu su kuyusu yoktu. Kilisenin önündeki çeşmeden kova ile su taşırlardı. Suyun rengi tatlı bir pembeye dönerdi, havuzun içine boşalttıkça.
Sarımsak taşından yapılmış havuzun zeminini, sonradan, adi bir mozaikle kaplamışlar. İçinden çok naif bir sızı gelip geçiyor bunu fark ettiği anda. O yaz akşamlarında çocukluğun en kaygısız kahkahaları, sanki önce, rengini yitiren bu sularda tükenmiş. Boşalan, sadece havuz mu?
Sırtını avluya yaslayıp, bahçeye boydan boya bakıyor. Ayva ağaçlarıyla çevrelemişler havuzun üç tarafını. Saklambaç oynarken arkalarına gizlendikleri bağları köklemişler hep. Orta yerde taşlıklı bir bahçe yolu, taşların aralarında bitmiş yabani otlar. Demek o kadar az yürünüyor.
Oysa ne kadar canlıydı o zamanlar bahçe. Koşturmacalar, sesler ve en çok, anılarla.
Havuz başına serdiğiniz kilimlerin üzerinde sakin yaz geceleri. Halanın, kenarında kiraz deseni olan kâseler içinde getirdiği sakızlı muhallebisi. Karşılıklı ceviz oynayışınız karşı evde oturan Sait’le, havuzun şu taşı üzerinde. Bir İstanbul yalnızlığında, çocukluğunun tek arkadaşı. Yalnız, yazlarla yetinilen bir hayatı sevme hali. Seni buraya bağlayan, biraz da çocukça yakınlığı Sait’in. Bir de, belki, pencereden bahçeye taşan o sardunya kokusu. (Gerçekten kokar mıydı sardunyalar? Bir özleyiş yanılsaması mı yoksa bu?) Hiç değilse sarmaşıklar direnmiş zamana. Siluetleri havuzun pembe suyu üzerine düştükçe, erguvanları çağrıştıran sarmaşıklar. Yıllar sonra, denizaşırı gelen mektuplarda hep gözyaşlarıyla hatırlanacak olan sarmaşıklar…
Yaslandığı yerden doğrularak, bahçenin içinde dolaşmaya başlıyor. Buranın kış halini hiç hatırlamıyor. Sadece yazları geldikleri bu ev, hep o durgun, sıcak akşamlarıyla kalmış hatırında. Bir kaçış, bir sığınma, bir avunuştu belki de. Havuz kenarına dizilmiş cevizlerle, köhne bir değirmenin devingen gölgesi arasında var edilmiş. Evhamlardan, tehditlerden, ama hepsinden öte yalnızlıklardan uzak... Su kuyusunun yanından geçip, evin yan tarafına dolanan patikayı tutuyor.
Bu dar aralıktan rüzgârda son kez geçişi. Evin köşesini döner dönmez donup kalıyor ama.
Harap bir bahçeyi tümden kuşatmış dikenler. O gövdesinin bir tarafı yanık?..
İstanbul’dan gelen haberlerle tarumar olan o yaz sonu, eniştenin uzayan yüzü, bunun nasıl bir ceza olduğunu anlayamayışınız bir türlü, hak edilmemiş bir darbenin o öfkeyle karışık incinmişliği, zihinlere zulmeden karamsar düşünceler, biraz isyan, daha çok kırgınlık ve bahçeden uzaklaşan ayak sesleriyle, halanın mutfakta günlerce öksüz gibi bekleyen sakızlı muhallebisi.
Bu ağacın altında, hepsiyle yüklenmiş olarak, dakikalarca konuşmadan oturuşlarınız.
Bir sonun sessizliklere gömülü halde gelmesi.
Bari o sedir ağacını kesmemiş olsaydılar.
***
Birdenbire telaşla irkildi. Bunu nasıl akıl edememişti.
Kadın, mutfak bahanesiyle içeri geçmiş ve polisi aramış olabilirdi. Kendisinin bir suçlu, bir hırsız olduğunu düşünmese bile, en iyi ihtimalle hafif kaçık biri olduğuna kanaat getirmiş olmalıydı. Merkeze çekerlerse, beni anlamak istemezler, diye düşündü. Herkese yaptıklarının en az iki mislini…
Paniklediğini belli etmemeye çalışan bir çabuklukla geri döndü, evle duvar arasında kalan patikadan ön bahçeye çıktı yeniden, su kuyusunun yanından geçerken içeriye doğru seslendi:
“Çok teşekkür ederim hanfendi. Ben ayrılıyorum.”
Böyle yabansı bir sesle konuştuğunu yadırgıyor her şeye rağmen; bu, tuhaf bir güz sancısı bırakıyor içine. Duraksamadan bahçe kapısına doğru yürüyor. Havuzun her şeyi içine almış gibi duran hüzünlü haline, geçerken son bir kez bakıyor yine de. Bulunmaz bir yakınlıktan, gözlerde kaybolmamış bir gülüşten, okşayıcı bir sesten, uzak izler kalmış gibi yaprakların kıyılarında hep.
Bahçe kapısına uzanmak üzereydi. Evin tahta kapısının gıcırdayarak açıldığını duydu.
“Özür dilerim. Sizinle hiç ilgilenemedim. Beni mazur görün.”
Başını çevirdi. Kadının elinde kesilmiş bir domates, parmaklarından suları süzülüyordu.
“Ne demek? Asıl ben. Size minnettarım. Anlayışınız için.”
Kadının tombul yanaklarına, yine kapıyı ilk açtığı andaki sevecenlik gelip yerleşmişti. Sanki tebessümünün çocukça gücüne inanarak sordu:
“Kimsiniz? Hiç değilse bu bakımsız bahçemizi niçin görmek istediğinizi söyleseniz…”
Orada, bir elini kül rengi bahçe kapısının demirine uzatmış, avluya tırmanan sarmaşıklara bakıyordu şimdi. Zaman, dayanılmaz bir özleyişe nihayet boyun eğmiş gibi. Kadın da sanki bu rüyanın içinde duruyor artık. Ona, havada yanık bir çocukluk kokusu duyup duymadığını sorsa…
Ansızın kadına döndü.
“Tepedeki değirmen? Dönüyor mu hâlâ?”
Beklemediği ya da duymaktan korktuğu bu soru karşısında yeniden afallıyor kadın. Başını çevirip, ayva ağaçlarının yaz yorgunu yapraklarının arasından tepeyi görmeyi çalışıyor.
Yüzünde şimdi bütünüyle tanısız bir ifade.
“Bilmem. Hiç dikkat etmemiştim. Oysa babam sık sık uğrardı.”
Bakışlarını zorlukla görülen tepeden ayırmayarak ekliyor arkasından:
“Ama biliyorsunuz, değirmen yakındır, sokaktan yukarı doğru yürüyüverince.”
Bu sözleriyle ne demek istediğini anlıyor kadının. Bahçe kapısını açıyor.
“Haydi, kalın sağlıcakla.”
‘Hepsi, bu kadarmış…’ Kapıdan çıkmak üzereyken, yeniden seslendiğini duyuyor onun.
“Ha bir dakika!”
Başını çeviriyor. İçeri girip, bahçe kapısını kapıyor arkasından, anlayamadığı bir telaşla.
“Buyurun?”
Kadının yüzünde çok gizli bir yerlerde dolaşıyor olmaktan doğan bir sıkıntı, ıstırap.
“Özür dilerim. Beni bağışlayın. Aklımı kurcaladı. Sormadan edemeyeceğim.”
Adam, geldiğinden beri yüzündeki derin kederi uzaklaştırmayı ilk defa başarıyor, zoraki de olsa gülümsüyor. Gülümseyişi, yüzünden elli küsur yılın yükünü bir an için siler gibi oluyor.
“Lütfen sorun.”
“Değirmeni değil, değirmenciyi merak ediyorsunuz asıl değil mi?”
Şimdi ikisi arasında tüm mesafelerin aşıldığı bir dakika. Duvarların çöktüğü.
İkisi de kalkanlarını aynı anda ellerinden düşürüvermişler gibi.
Kadın, biraz ürkek, biraz yaptığının gereğinden şüpheli, adama doğru sokuluyor; en çok iki adımlık bir mesafe kala duruyor. Gözlerinin içine bakıyor, oradan bir şeyleri çekip almak ya da kendisini de o dünyaya dâhil etmek istercesine. Parmaklarından domates suları süzülüyor hâlâ.
Adam, yarım asırdır süren bir azapla kuşatılmış buluyor kendini. (Çocukluğun en güzel yazlarını bir gemiye yükleyip göndermek kolay değildir. O uzun gecelere sığmayan mutlulukların gerçekte bir el sallanışı ömrü olduğunu görmek. Bir düş kırıklığı, vicdansız bir domino taşıdır.)
Kadın, bu kez gözlerini hüzünle dolduruyor.
“Merak etmeyin” diyor, “ya da belki üzgünüm demeliydim. Değirmenci ile ilgili hiçbir şey söylemeyeceğim size.”
Adam, kadının bu son sözü üzerine kapıya yöneliyor. Tam sürgüye uzanmak üzereyken, avlunun uzak bir köşesine bırakılmış saksı içinde sardunyaları fark ediyor. Kırmızıya çalan bir pembelikte. Kokup kokmadıklarını keşfetmenin tam zamanı. Bundan nedense hemen cayıyor.
“55’in rüzgârlı bir ekim sabahıydı. Sardunyalara iyi bakmasını dedenizden rica ederken, ikisinin de gözleri dolmuştu. Demek bu sözü tuttunuz. Bunun için de teşekkürler.”
Arkasına dönmeden söylemişti bunu. Kadının yüzünde nasıl bir iz bıraktığını göremedi.
Bahçe kapısını açtı, çıktı.
***
Her taraf, büyüsünü yitirmiş bir son yaz sessizliğiyle örtülü.
Yüksek avluların çevrelediği bu taşlı sokaktan yukarı doğru yürüyor. Kulağının içinde, rıhtımda kaynamış mısır satan kambur adamın söyledikleri. Yolun üzerindeki taşları tekmeliyor yürürken. İstanbul yorgunu, düşsüz, buradaki yazlara sığındığı o çok eski günlerde olduğu gibi.
Bir bahçeden sokağa taşan zeytin dalları arasından, ansızın pervanesi görünüveriyor.
Sokağın son evini de geride bıraktıktan sonra, patikadan belki bir yüz metre yürüyünce. Topu topu yüz metreye hapsolmuş bir çocukluk anısı. Değirmene doğru ilerliyor. Yazın sıcağına direnen kır çiçekleri sağda solda. Havada insanın içinden tüm gamları dağıtan bir meltem esintisi.
Değirmene birkaç adım kala duruyor. Adanın neredeyse tamamını görebildiği bir tepenin yamacında şimdi. Onu getiren motorun yanaştığı eski iskele, rıhtım, sahil kahveleri, yukarı doğru çıkan dar sokaklar, kilisenin yıkık çan kulesi ve büyük sedir ağacının boşalttığı arka bahçesi evin.
Bu tablonun içinde başka bir zamanın hayali uyanıyor. Yıllardır bir azap gibi.
Rıhtımda, bilmediği bir yere doğru giden geminin ardından el sallayıp, sonrasında Cunda’nın bu dar sokaklarında deli gibi koştuğu bir güz öğlesi. Tepeye yürümek ve geminin gittiği büyük adayı görmek istemişti, sonra, biraz durulunca. Değirmenin önünde onu görüyor. Kumral saçları alnına dökülmüş, üzgün; elini uzatıyor yine de. “Bırak Bekir Abi dokunma! Yürü git!” Yüzünün rengi uçuyor bunun üzerine; değirmene doğru, gerisin geri dönüyor, içeri giriyor Bekir abisi. Sait koşarak geliyor aşağıdan. Bağırtısını duymuş. “Ne yaptın Hris? Değirmeninde az mı oynadık, kaç akşam bizimle çocuk oldu Bekir Abi?” Kısık, mavi gözleri (gözleri daha o zaman hassastı) titriyor bunu söylerken Sait’in. Başını esefle sallayıp, değirmene yürüyor sonra. Sait’in arkasından “hepinizden nefret ediyorum” diye bağırıyor, “anlıyor musunuz, hepinizden...”
Başını çevirip değirmene bakıyor. Gidip o tahta kapısını çalmak istiyor. Değirmenin yine dönüp dönmediğini öğrenmek. Kambur adamın bilinmez nasıl bir tesadüfle söylediği o sözler geliyor aklına. Hiçbir şey, bir dostluğu koruyamamaktan daha acı değil. Geri dönüyor. Rüzgârın esintisinde, yanık bir yaz kokusu. Patikanın yalnızlığından, evlerin bahçelerinden taşan gölgelere sığınıyor. Sardunyalar bırakılmış avlu diplerine. Rıhtıma iniyor, bu kez başka sokaklardan…


2. KELENDERİS ÖYKÜ YARIŞMASI İKİNCİSİ

MAVİ BİSİKLET
Koray Avcı ÇAKMAN

Evimiz iki sokağın kesiştiği yerde, iki göz odalı küçücük bir gecekonduydu. Dedemle benim odamın camından aşağıki sokak, annemlerin camından da yukarıki sokak görülürdü. Ben okula yazılırken babam ne çok uğraşmıştı muhtardan ikametgâh kâğıdı almak için... İki muhtar da tutturmuştu “Eviniz bizim sokağa girmiyor!” diye. Aşağıki sokağın muhtarı “Nasıl yazayım? Valla sahte evrak düzenlemekten mahpusa tıkarlar beni!” demişti. Neyse ki diğer muhtar sonunda insaf etmişti de almıştık ikametgâh kâğıdını.
En çok oyunu severdim ben, bir de hayal kurmayı… Bazen İbo’ları sokakta göremediğim zamanlar annemlerin odasındaki camdan bakardım, Reşat’lar top oynuyor mu diye... Reşat bizim aşağı sokaktaki bakkal Rıza amcanın oğluydu. İbo yukarıki sokakta otururdu. Onun da babası benim babam gibi bir fabrikada işçiydi. İkisiyle de oynardım ama İbo’yu Reşat’tan daha çok severdim. Benim gibiydi İbo. Benim gibi sıradan... Oysa Reşat havalıydı. Benim saçımı hâlâ annem keserken, o köşe başında yeni açılan sosyetik berbere giderdi babasıyla. En son Amerikan tıraşı yaptırmıştı saçını. Okuldaki tüm kızlar dönüp dönüp bakmıştı Reşat’a. Zehra da bakmıştı.
Eve gider gitmez anneme, “Sen Amerikan tıraşı yapamıyosun benim saçımı. Bana ne ya! Yeni açılan berber yok mu, ona gidicem ben de,” dedim. Annemin cevabına kalmadan dedem ayağındaki terliği çıkarıp fırlattı bana doğru, “Ocağımıza incir ağacımı dikicen len, elin gâvuruna benziycem diye!” Oysa bir bilse, o zaman tüm kızların, Zehra’nın da bana bakacağını... Hem belki ben de tıpkı Reşat gibi öyle kasıla kasıla yürüyecektim bahçede.
Babamsa kızmadı dedem gibi: “Hele ben bir ustabaşı olayım, Amerikan da kestricem saçını Capon da aslanım ,” dedi. Annemse “Ne varmış ben de keserim öyle,” diye seslendi mutfaktan: “Hele yarın bi görim Reşat’ı, nasılmış bakiim saçı?...” Ama kesemedi. Bir de bana kızdı kesemeyince!... Enseme hafif bir tokat şaplatıp, “Başlarım senin Amarikana da, havana da ha!” dedi. Böylece benim Zehra’yı tavlayıp okulun en havalısı olma hayallerim de suya düşmüştü kesilen her bir tutam saçımla birlikte.
Ertesi gün Reşat okula kırmızı renkli yepyeni bir bisikletle çıkageldi. Değil kızlar hepimiz bakakaldık bisikletine. “Babam şimdiden karne hediyesi aldı,” dedi kasılarak. Bisikleti de en az saçları kadar havalıydı. Parıl parıl parlıyordu. İbo, bisiklete yan yan bakarak, “Oğlum kız bisikleti bu! Hiç kırmızı oğlan bisikleti olur mu? Baban kandırmış seni!” diye takıldı ona. Ama Reşat hiç oralı olmadı: “Hadi ordan!” dedi, “On sekiz vitesli kız bisikleti mi olur? Kız bisikletinin arasında böyle demir de olmaz. Git istediğin bisikletçiye sor! Hem geçen gün sen de kırmızı kazakla gelmedin mi okula? Niye kırmızı bisiklet kız bisikleti olsun ki? Hiç kıskanma!”
Haklıydı Reşat. Bu kadar çok vites olsa olsa erkek bisikletinde olurdu. Aslında İbo da biliyordu bunu ama için için kıskanmıştı o da Reşat’ı hepimiz gibi.
Zehra “Ben de sürebilir miyim?” diye sordu. Ah bu bisiklet benim olacaktı şimdi... “Dur sana ben öğreteyim,” derdim. Ya da yooo... Arkama atlardı Zehra, onla taaa derenin kıyısına bile giderdik. Rüzgârda saçları ne güzel uçuşurdu. Hem belime de sarılırdı bisiklete binince... “Daha sıkı sarıl yoksa düşersin,” derdim.
O akşam babama “Bana da bisiklet alır mıyız baba?” diye sordum. Dedem söylenirken babam dedi ki: “Alırız tabi oğlum. Yeter ki sen karnende kırık getirme. Bisiklet de alırız. Bakkal Rıfkı’nın tomofilinden de alırız. Hele ben bir ustabaşı olayım. Hepsini alırız be aslanım!” dedi.
Ne güzeldi o akşam yediğimiz pilavın tadı. Varsın dedemin söylendiği gibi tereyağlı olmasın. Daha bir sıkı sarılmıştım derslerime. En az dört işlem çözmeden yatmıyordum geceleri... Dedem “Aferin büyük adam olucan sen,” diyordu beni böyle harıl harıl çalışırken gördüğünde.
Reşat okula hep bisikletiyle geliyordu. Deli Ömer bile başta küfrü savurmuş olsa da, “Amma afili kerata…” diyordu artık.
Bir bir bitiyordu yazılılar. Matematikten ilk kez en yüksek notu ben almıştım sınıfta. Babam duyar duymaz “Aferin aslanım! Şimdiden iki tekerleğini hak ettin bisikletin!” dedi. Bir tek din öğretmeni henüz yazılı yapmamıştı. Belki de sözlüleri yazılıya sayacaktı. Ne güzel okumuştum Sübhaneke’yi. Bir de Ayetel Kürsi’yi ezberleyebilseydim. Ne kadar çalışsak da dedemle, hep karıştırıyordum ben bu duayı. Dedem “Kerrat cetvelini ezberlemeye benzemez bu. Şeytan hep aklını karıştırır insanın,” derdi.
O hafta din öğretmenimiz “Bu ders kaderi de anlatayım haftaya yazılısınız çocuklar!” dedi ve başladı anlatmaya:
“Kader biz insanoğluna karmaşık bir kavrammış gibi gelir çocuklar! Ama aslında hiç de öyle değildir. Size basitçe şöyle anlatayım: Hani başımıza bir şey gelmesin diye uğraşırız ama ne yaparsak yapalım, gelir ya! İşte başımıza gelen o şey bizim kaderimizde vardır. Yani bu takdir-i ilahîdir ve hepimiz olanı kabullenmek zorundayız.”
Din öğretmeni anlatırken ben babamın bana alacağı bisikleti düşünüyordum. Din yazılısını da geçtim mi tamamdı bu iş! Ne de olsa babam, “Akşama sabaha ustabaşıyım. Yeni gelen koca koca bıçaklı biçerleri benim gibi kullanan yok ki!” diyordu. O zaman iki katı yevmiye alacak, ben de ustabaşı oğlu olacaktım. Acaba ne renk alsaydım bisikleti?
Mavi… Tabi ya… Hem o zaman kimse kız bisikleti de demez, hem Reşat da beni kıskançlıkla suçlayamazdı. Zehra’yla gezerdik okul çıkışları. Onu ben bırakırdım evine. Saçları ne güzel uçuşurdu rüzgârda... Belki de onları uçuşmasın diye toplar, düşmeyeyim diye de sıkı sıkı sarılırdı belime. Göğüsleri sırtıma değerdi sarıldıkça. Belki eve bırakmadan bir de öpücük kondururdu dudağıma…
Bir hoş olmuştum bunları düşünürken. Kulaklarım yanıyor, sanki kalbimde bir sürü kelebek kanat çırpıyordu. Arkadaşım Rüstem’in sesiyle kendime geldim. “Hadi oğlum uyuma! Zil çalıyor.”
Göz açıp kapayıncaya kadar çabucak geçiverdi bir hafta. Din öğretmeni kâğıtları dağıttıktan sonra, “Yazın bakayım çocuklar, kader nedir? Başka da soru yok,” dedi. Bu dersi de geçtim mi, benimdi mavi bisiklet...
“Hadi oğlum Memo! Sen ki beş vakit namazında, elinden tespihi düşmeyen Nurullah Efendi’nin torunusun! Din dersinden mi kalıcan?” dedim kendi kendime. Heyecandan kalbim güm güm atıyordu. Geçen gün derste anlatmıştı ya hoca. Hani bir şey olacakmış da olmamış. Neydi yaa? Aklıma nedense hocanın anlattıkları değil de hep Zehra’nın uçuşan saçları geliyordu.
Üff!… Derste hayal kurmaktan hocanın söylediklerini doğru dürüst dinlememiştim ki... “Aman be Memo!” dedim kendi kendime. “Anan baban sürekli kaderden bahsedip duruyor. Yaz işte onları! Hem hoca da örnekler vererek anlatmıyor mu konuları derste. ”
“Kader öyle bir şeydir ki her yerdedir. Annem ne zaman mutfağa girse, ne zaman çamaşır leğeninin başına otursa ‘Ah şu talihsiz kaderim!’ der. Deli Ömer’in öyle delirmesinin nedeni de kaderdir. Yoksa niye öyle yoldan gelene geçene durup dururken dil çıkarıp küfür etsin ki? Hiç ister mi o öyle olmak? ‘Allah’ın delisi işte!’ der muhtar, ‘Onun kaderine de delilik düşmüş”. Kader budur işte… Dedem de ne zaman anlayamadığı bir şey olsa, sağ elinin işaret parmağını tükürükleyip karşındakinin alnına yazı yazar gibi ‘Cenabı Mevla’m cümlemizin alnına teek teeek yazmış kaderini’ der her seferinde e’leri uzata uzata…”
Yeter mi acaba bu kadar? Yooo ama kimse daha kâğıdını vermedi. Herkes uzun uzun yazıyor. Zehra da saçlarını iki örgü yapmış bugün; güzel başını eğmiş, gözü kâğıtta, kalemini incecik parmaklarıyla kavramış harıl harıl yazıyor. Hadi oğlum Memo! Ha gayret bir şeyler daha yaz da doldur şu kâğıdı, yazdığın onca şeyle zayıf alacak değilsin ya!
Bir de teyzemin kızı vardı adı Kader. Biz köydeyken ölmüştü babası. Böyle sürmeli gözlü upuzun saçlı, ağlamış suratlı bir kızcağızdı. Bir ayağı diğerinden biraz kısaydı, bu yüzden de yürürken aksardı hep. Ne zaman birinin düğünü olsa “Beni kimse almaz!” derdi hüzünlü gözlerle. “Niye?” diye soracak oldum bir gün. “Topalım da ondan” deyip uzun uzun ağladı. Onu böyle görünce “Ben alırım seni,” dedim, ama acıdığımdan değil. Güzeldi çünkü Kader abla. Hem kısa olan ayağına topuklu giydirirdim ben, o zaman aksamazdı da... Yüzüme inanmaz gözlerle baktığını görünce “Alırım, ama bekle beni. Biraz daha büyüyeyim de para kazanayım,” dedim. Para kazanmadan alamazdım ki ona topuklu ayakkabıyı... Ama beklemedi beni. Karşı köyden biriyle evlendi. Yüzü örümcek ağı gibi kıp kırışık, kara kuru bir ihtiyar bir akşamüstü gelip, babamdan istedi onu... “Damat bu adamın oğlu mu? O ne zaman gelecek?” diye sormuştum da o akşam anama, “Çok konuşma len...” diye enseme şaplağı yemiştim yine. Güzel gözlü Kader abla havanın ayaza kestiği bir kış günü, o örümcek ağı suratlı ihtiyara varmış; gelin olmadan bir gece evvel de uzun uzun ağlamıştı. “Bir ayağına topuklu ayakkabı giyersen topallamazsın. O zaman da bu adamla evlenmek zorunda kalmazsın,” demiştim ona. Topallığına bulduğum çözümü söylemiştim ya, yarına düğün olmaz sanıyordum. Kader abla evden gelinliğiyle çıkarken teyzem, “Ne kadersizmişsin Kader kızım,” demişti peşi sıra.
Uzun uzun bu hikâyeyi de yazmıştım kâğıda. Ben bile yazarken bu kadar duygulandıysam, kim bilir din öğretmeni ne kadar beğenirdi. Kâğıdı verirken, “Öğretmen belki alkışlatır bile beni, hani geçen gün Zarife Ayetel Kürsî’yi okuyunca alkışlattıydı ya,” diye düşündüm.
Keyfimden o akşam ıslık çala çala vardım eve. Annem kapının önünü süpürürken bir yandan da söyleniyordu. “İki sokağın da tüm pisliği mi toplanıyor ne burda? Daha dün süpürdüm yine toz, yine toz… ” Dedemin sesi geliyordu içeriden: “Akşam akşam söylenme gelin! Şeytanları toplayacaksın başımıza.”
Babam akşam gelirken bir küçük rakı almıştı, bir de kavun. Annem, “Bu mevsimde kavuna para verdiğin yetmezmiş gibi, bir de bu mereti mi aldın?” diye söylendi kavunu dilimlerken... Babamsa neşeyle güldü: “Akşama sabaha ustabaşıyım hanım. Yakında bitiyor sefillik günleri... Artık istersek, kışın bile kavun yeriz!” dedi neşeyle.
Bir hafta sonra din öğretmeni “Yazılıları okudum,” dedi. Kalbim güm güm atıyordu yine. Ben mavi bisikleti düşünürken hoca “Memo biir! Aslında sıfır verecektim ya, bakma bir verdim o kadar yazdın diye. Amma da uydurmuşsun be oğlum! Otur yerine…” demez mi! Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Acaba deli Ömer’i yazdım diye mi kızmıştı öğretmen. “Ulan Memo, elin delisinin ne işi vardı yazılı kâğıdında? Hocanın seni dövmediğine şükret. Yaktın beli deli Ömer,” dedim içimden.
Mavi bisiklet de hayal olmuştu artık. Ah Zehra!.. Oysa Zehra ne güzel belime sıkı sıkı sarılacak “Haydi Memo daha hızlı sür daha hızlı,” diyecekti.
Ne diyecektim şimdi ben annemlere?... Matematikten kalsam neyse, ama din dersinden de kalınır mıydı? Dedem “Dinsiz imansız!” diye sövse yeriydi. Hiç Nurullah Efendinin torunu din dersinden kalır mıydı? Belki sırf benim yüzümden dedeme artık camide en ön saflarda yer vermeyeceklerdi. Başım önde, düşünceli düşünceli eve giderken Reşat bir anda bisikletiyle tam yanı başımdan geçivermez mi! “Hay senin bisikletine…” diye bastım küfrü, deli Ömer gibi...
Yokuşu tırmanıp, döndüm. Nedense bir kalabalık vardı bizim evin önünde. Yoksa duymuşlar mıydı din dersinden bir aldığımı? Belki Reşat yetiştirmişti benden önce haberi; dedem de fenalaşmıştı duyunca… Bu kalabalık da herhalde ondan toplanmıştı. Zaten ne zaman üzülse şekeri fırlardı aniden. Daha geçen gün muhtarın kızı gelip iğne yapmıştı. Kim bilir, belki babam ustabaşı olmuştu bugün. Onun sevincini bile kursağında bırakacağım... “Tuu oğlum Memo, tüküreyim senin kaderine!” diyerek başım önde, daldım kalabalığın içine…
Annem kapının eşiğinde oturmuş, dövüne dövüne ağlıyordu:
“Vah benim kadersiz başım! Vah benim kadersiz erim! Oyy benim kadersiz ocağım! Ah üç kuruş uğruna gencecik yaşında koca biçerlerle al kanlara boyandı erim!…”


2. KELENDERİS ÖYKÜ YARIŞMASI ÜÇÜNCÜSÜ

ÇAKIR GÖZLÜ MİSAFİR
Hande BABA



Orta yaşlı, sekiz çocuk anası Gülbahar o gün bir başka telaşlıydı. Evin içinde oradan oraya koşturuyor, tekrar tekrar kontrol ediyordu derme çatma tahta kapıların tozunu. En büyüğünü teliyle, duvağıyla gelin edip evden çıkarırsa diğer kızlarının da önü açılacaktı. Eskiler “Ön ayak nereye giderse arka ayak da oraya gider” derlerdi. Aracılar “İyi bir aile, çok temiz bir delikanlı getiriyoruz Zilan için. Bu iş oldu sayılır, darısı geridekilerin başına” demişlerdi. Damat adayı liseyi bitirmiş, askerliğini yapmıştı. Üstelik belediyede çalışıyordu. Aydan aya gelirini bilecek; açlık, sefalet çektirmeyecekti kızına. İlk damat böyle olunca diğer kızlarını istemeye de işsiz güçsüz kimse gelemezdi artık. Heyecanlı telaşıyla son kontrolleri yaparken kızı beğensin, sevsin, gönüllü çıksın kapıdan diye dualar ediyordu. Gerçi kimse Zilan’a “İstiyor musun?” diye sormayacaktı ama o kızının bakışından anlardı gönlü olup olmadığını. Genç kız, kısmetse evleneceği adamı kahve verirken görecekti, boşları alırken de. Sonra birisi mutfağa gidip “Hadi Zilan, içeri gel de el öp” derse… Kızı şanslıydı ona göre, kendisi bu kadarını da yaşamamıştı. Babası kahvede satmıştı onu beş koyuna. Ne istemeye gelen olmuştu, ne de beğendi mi diye gözüne bakan. Bir gece vakti adamın biri kapılarını çalmış, beş koyunu bırakmış, Gülbahar’ı alıp yola koyulmuştu; sessiz sedasız, karanlığa saklanmış ayıplarıyla birlikte.
İki gün yol gitmişlerdi; adam Gülbahar’a ekmek su vermiş ama dönüp de bir kez olsun yüzüne bakmamış, tek kelime etmemişti. Genç kız ise yol boyu başını yerden kaldırmamış, adamın peşinden de ayrılmamıştı. Yolunu şaşırsa, kaybolsa; nereye, kime gittiğini bilmez, onca yolu beraber geldiği kişinin kim olduğunu söyleyemez, tarifini yapamazdı. Yorucu yolcuğun sonunda vardıkları küçük kasabanın dar sokaklarında yürürken, yanındaki adamın gelip geçenle selamlaşmasından anlamıştı yeni evinin yakında bir yerlerde olduğunu. Sarmaşıkların sardığı taş duvarlı bir evin önünde durmuşlardı. Adamın sert sert yumrukladığı kapıyı, yemenisinin altından ak saçları görünen iki büklüm bir kadın açmıştı. Çabucak kadının elini öpüp başına koyduktan sonra içeri yönelmişti adam. Gülbahar da peşi sıra. Yaşlı kadın yorgun, ürkek genç kızı tepeden tırnağa süzüp “Pek de körpeymiş” demişti. Etmeye çalıştığı hoş beşe, sorduğu sorulara adamdan kısa kısa cevaplar alan ihtiyar, sıkkın bir tavırla oturduğu yerden kalkıp “Gel güzel gelinim, al duvak takalım, seni öyle götürelim ablana” deyince anlamıştı Gülbahar; kuma geldiğini, yaşlı kadının kaynanası, adamın da kocası olduğunu.
Düşüncelerinden sıyrılıp mutfağa doğru seslendi Gülbahar, “Zilaaan, kapat ocağı. Olmuştur artık.” Halının orta yerinde oynaşan iki küçük oğlanı da “Misafirler gelip gidene kadar ortalıkta görmeyeceğim sizi” diyerek bahçeye kovaladı. Çocuklar, muhtemelen dışarı çıkmamak için “Acıktık” diye bağrıştılar. Kafasını iki yana sallayıp cık cıklayarak “Şimdi sofra kurmanın sırası mı?” diye söylendiğini o anda odaya giren orta yaşı çoktan aşmış kadının duyduğunu anlayınca mahcup bir tavırla sustu. Kadın, “Zilan’a söyleyin doyursun sizi, sonra da çıkın dışarı” dedi. Çocuklar Abla’nın sözünü ikiletmeden kayboldular ortadan. Gülbahar “Misafirlerin gelmesine şunun şurasında ne kaldı! Uzaktan geliyorlar, zaten onlara sofra kurulacak. Vakitlice yenilip içilsin de ne koşulacaksa bir an önce konuşulsun” diye için için söylenmeye devam etse de ses edemedi.
Gülbahar’ın sofraya oturması yakışık almazdı ama hizmet ederken bol bol görecekti damat adayını. Gelenler, Zilan’ı Allah’ın emriyle isterken kocasının yanında Abla oturacak; onlar belirleyecekti kızının kaderini. Ne de olsa biri babası, diğeri… “Ablanın hakkı bu” diye düşündü genç kadın. Gülbahar’a hiç kötü davranmamış, onu bir gün olsun horlamamıştı. Çocuklarının sekizini de kendi yavrusu gibi basmıştı bağrına. Hele ki Zilan’ı “İlk göz ağrım” diyerek bir başka severdi. Al duvağını açıp Gülbahar’ı eve buyur ettikten kısa bir süre sonra hiç konuşmadan iş bölümü yapmışlardı aralarında. Doğurmak ve temizlik Gülbahar’a düşmüştü; çocuklara bakmakla yemek yapmak da Ablaya. Nikâhını vermemiş, çocukları kendi üstüne kaydettirmişti ama yine de iyi kadındı. Yıllar gelip geçmiş, kocası da Abla da yaşlanmıştı artık. Aslında kocası da kötü adam değildi. Bir zamanlar sevdası dillere destan olmuş, çok severek kaçırmıştı karısını. Öyle zorla filan da değil. Adam yıllarca dölsüzlüğe de direnmişti direnmesine ama sonra… Sonrası kendisiydi işte; beş koyuna karşılık alınıp getirilen, sekiz taneyi doğuran Gülbahar. Bazen kocası Abla’ya öyle bir bakardı ki içi sıyrılırdı; “Kızlarıma da kocaları böyle baksınlar” diye dua ederdi içinden.
Gülbahar’ın gün boyu süren heyecanı misafirler gelince daha da artmıştı. Damadı görmek için nasıl da sabırsızlanıyordu. “Helal süt emmiş biri olsun. Hayırlıysa olsun, değilse hiç olmasın” diye dualar ederek açtı kapıyı. Başı önünde buyur etti gelenleri içeriye. Kocasıyla Abla misafirlerle sohbet ederken şekerle kolonya ikram etti. Elinden geldiğince fark ettirmemeye çalışarak baştan aşağı süzdü damadı. Temiz yüzlü bir oğlandı. Kanı ısınıverdi birden, belli ki yüreğinin iyiliği yüzüne sinmişti. Mutfakta yorgunluk çaylarını hazırlayan kızının elinden tepsiyi alırken “Pek iyi bir çocuk, bildim ben” dedi yüzünde güller açarak. Zilan’ın ellerinin titrediğini görünce de “Bu iş iyi olacak” diye geçirdi içinden.
Çay tutmaya damadın babasından başladı. Yaşlıca adamla göz göze gelince bir an duraladı, şaşaladı. Gülbahar tanıyordu bu çakır gözleri. Yanılmış olmak istedi, o olmasın istedi. Çay şekerini misafirlere tek tek gezdirirken tekrar baktı adama, bir daha, bir daha… Gözü karardı, başı döndü. Çabucak toparlanıp zorlukla attı kendini mutfağa. Yanılmıyordu, bu adam oydu. Yirmi günlük bebesini kucağından çekip aldıktan sonra verdikleri adam… Yakınındaki tabureye çökerken ağlıyordu; Zilan için, geride bıraktığı, bir daha hiç karşısına çıkmayacağına inandığı geçmişi için, unuttu sandığı, üzerine sünger çektiği oğlu için, kaçamadığı yazgısı için… Ya o temiz yüzlü delikanlı onun bebesiyse!
Zilan anladı anasındaki tuhaflığı; biraz önce Gülbahar’ın yüzünde açan güllerin yaprakları su olmuş, damla damla akıyordu. “Anam ne oldu?” diye sordu endişeyle. Kadın “Başım döndü, heyecandan olsa gerek” dedi; sarıldı kızına, saçlarını okşadı, boynunu kokladı. Gülbahar, o an düşündü delikanlıyı koklamayı. Bir kerecik koklayabilseydi; bilirdi, anlardı kendi bebesi olup olmadığını. Boşalan bardaklar alınmalı, sofra kurulmalıydı. Ruh gibi dolanarak yapılması gerekenleri yaptı. Kaynana adayının “Ayrı ev açmayız. O bizim tek evladımız, her şeyden kıymetli, gözümüz gibi baktık ona, alacağımız gelin de evladımız olacak” demesiyle içi burkuldu, yorgun yüreği çöktü, ezildi. Sesinden belliydi kadının art niyeti olmadığı sadece koşulları önden ortaya koymak istediği ama… Gülbahar’ın kulağında tekrar tekrar çınladı onca sözün arasından çekip aldıkları. O, bizim tek evladımız! O, bizim tek evladımız!
Yenildi, içildi, sofra toplandı. Sıra malum konuya gelmişti ki çakır gözlü adam ayakyolunun yerini sordu. Ev sahibi erkeklerden biri de gösteriverdi. Gülbahar temiz havlu verme bahanesiyle sıvıştı mutfaktan. Kızı ardından “Ana oradaki havlu temiz” dese de… Adam çıkana kadar oyalandı Gülbahar. Havluyu uzatırken de akıtıverdi içindekini, “O sizin oğlunuz değil!” Çakır gözler koyulaştı; bir yandı, bir söndü. Kısacık duraksamaya koca bir ömrü sığdıran adam “Kadın sen ne dediğini bilmiyorsun” dedi. Gülbahar, “Biliyorum, hem de çok iyi biliyorum. Kapı aralığından görmüştüm seni. Ağam bebemi sana vermişti” diye terslendi. Adamın gözleri irileşti, bir şeyler söylemeye niyetlendi, sonra vazgeçip yürüdü gitti. Arkasından bakakalan Gülbahar artık emin olmuştu, mutfağa zor attı kendini. Zilan içeride konuşulanları duymaya çalışıyordu. Çakır gözlü adamsa boncuk boncuk terler döküyor, bir türlü konuya giremiyordu.
Yıllar öncenin üstü örtülmüş ayıpları, saklandığı karanlığın ardından çıkmış, geçen bunca yıla meydan okuyarak gelip evin orta yerine çöreklenmişti. Yakınlarındaki barajın inşaatında çalışan işçilerden biri, Gülbahar’ın yolunu çevirivermişti bir gün. Her şey çabucak olup bitmiş, daha on beşine varmamış Gülbahar sesini çıkaramamış, kimselere bir şey diyememişti. Alaşağı edildiği günden yaklaşık üç ay sonra anlamıştı hamile olduğunu. Anası da fark edince kızılca kıyamet kopmuştu. Babası çok dövmüştü ama Gülbahar anlatamamıştı yapanın kim olduğunu. Bilmiyordu ki ne anlatsın! Kızlıktan kadınlığa geçtiği o günden sonra da bir daha hiç görmemişti iti. Aylarca baba evinin bir odasında kapalı kalmış, arada yemek vermeye gelen anasından başka ne bir insan görmüştü, ne de gün yüzü. Babasına kalsa çoktan ölmüştü de anası “Bebeyi de satarız, kızı da” diyerek başı yerde adamı ikna etmişti. Bir-iki gelip durumuna bakan ebeden başka bilen, duyan olmamıştı.
Emzirirken anası odaya girmiş alelacele çekip alıvermişti bebesini kucağından. Oğlunu bir daha hiç göremeyeceğini o an anlamış, sessiz sessiz akan gözyaşlarıyla bakmıştı anasının çıktığı kapının aralığından. İşte, o zaman görmüştü bu çakır gözlü adamı. Adamın gidişinden sonra da bebesinden geriye bir sütü, bir de buram buram duyduğu kokusu kalmıştı. Soramamıştı bile kimin, nereye götürdüğünü. Odasının kapısı her açıldığında “Şimdi…” diyerek ölümü beklediği gecelerden birinde, beş koyunla kapıya dayanmıştı; sekiz çocuğunun babası, doğuramayan Abla’nın kocası. Delikanlıyı bir koklayabilseydi… Zilan’a sarıldı; boynunu, saçlarını kokladı. Oğlunu koklar gibi…
Gülbahar, yatak odasındaki sandıktan alıp şalvarına sakladığı silahla mutfağa dönünce, ortalıkta oynaşan çocukları avluya çıkardı. Yıllar önce, bebesi gittikten sonra, o küçücük odada her kapı açılışında “Şimdi” diyerek beklediği yazgısı kapıya dayanmıştı. Gülbahar bunca yılı ölümün ertelendiğini bilmeksizin, düşünmeksizin yaşamıştı. Ama şimdi… Doyamadığı bebesine, aynı karında büyüttüğü kızını karı edemez, konuşamaz, anlatamazdı. Anlatsa namusları, gerideki çocukları, günahsız oğlu… “Ya o gün kapı aralığından bakmasaydım, çakır gözlü adamı görmeseydim” diye düşündü Gülbahar.
Yıllar önce karanlığa saklanan, üzeri suskunlukla örtülen ayıpların, beslenip serpildiğinden, yeni filizler verip güçlendiğinden habersiz Zilan, heyecanını gizlemeye çalışarak içeride konuşulanları duymaya çabalıyordu. Silah patladı. Zilan, dayandığı kapıdan yavaşça yere kaydı. İçeridekiler duydukları sesin yarattığı şaşkınlığı üzerlerinden atıp mutfağa doğru yeni hareketlenmişlerdi ki silah bir daha patladı. Bildiği tek çareye yüz sürmüş, ölümden medet ummuş Gülbahar’ın, yere düşerken son duyduğu şey o tanıdık koku oldu. Oğlunun mu, yoksa Zilan’ın mı olduğunu ayırt edemediği koku!



2. KELENDERİS ÖYKÜ YARIŞMASI JÜRİ TEŞVİK ÖDÜLÜ

TİPİ
Salim NİZAM


Otobüs ıssız yolda durdu, bagajdan bavulumu indirdikten sonra ardında gri bir egzoz dumanı bırakarak uzaklaştı. Etrafıma bakındım, dört yanımda karlar, bozkır ve yalnızlık… Köy yolları kapalıydı, karlar eriyene kadar da açılmazdı. Tek çarem kalıyordu yürümek, bildiğim kestirmelerden yürümek…
Kaç saattir yürüyordum? Beyaz gece sabaha demlenirken, önümde dağlar, vadiler belirirken, ayakucumda canımı hissederek yürüyordum. Botlarım bir kaç yerinden su almıştı, parmaklarım ve kulaklarım sızlıyordu; dokunsam ağlayacağım, dokunsalar ağlayacağım. Buz kesen burnuma ağzımla durmadan üflediğim nefesim tükenmek üzereyken yürüyordum.
Güneşin ilk huzmeleriyle birlikte gözlerimi kamaştıran kar beyazında, yerdeki kardelen çiçeklerinin pembe ve mor renkleriyle yaşama tutunurken, sabahın ayazı doluyordu içime. Yürürken sert karların sesini, bir kaç metre önümdeki kayalıkların arasından koşan yabani domuz sürüsünün homurtulu sesleri bastırıyordu. Kızılırmak’a doğru giden sürünün ardından şaşkınlıkla bakarken donakalıyordum…
Bulutlar kaplıyordu yüce dağları, bulutlar kaplıyordu yeri, göğü… Ve kar başlıyordu. Uzak köyler gözümün önünden birer birer siliniyordu. Kızılırmak baş döndürücü beyaz sarhoşluğuyla kıvrılarak akarken, hoyrat rüzgârların önündeki bulutlar doğuya doğru hızla sürükleniyorlardı. Bir adım daha atmaya mecalsiz bacaklarım yere yığılmamak için hacıyatmaz gibi dengede kalmaya çalışırken hava giderek bozuyordu. Uçsuz bucaksız bozkırı karlar örtüyordu ve uzun bir süredir yürüdüğüm dar patikayı…
Tilki, dağın eteklerinde benimle aynı yolu kullanıyordu. Bir süre sessizce bakışıyor ve gözlerimiz birbiriyle odaklanıyordu. Aynı patikada karşılaşmamızı beklemiyordu belki de. Bozkırda bir beşerle karşılaşma ihtimaline şaşırmıştık ikimiz de ve mıhlanmıştık olduğumuz yerde… İlk hamleyi onun atmasını beklerken ve patikadan uzaklaştığını fark ettiğim sırada, tilki patikadan çıktığımı fark ediyordu. Patikaya biraz öteden girip, farklı yönlerde yolumuza devam ederken tilki buz tutmuş kuyruğunu sallayarak, defalarca ardına dönüp bakıyordu. Saatime tekrar bakıp, paniğe kapıldığım sırada tilki gözden kayboluyordu.
Kar yağışı hızlanırken, bozkırda tek başıma kalmış gibi tarifsiz bir korkuya kapılıyordum. Bozkıra karlar ve içime hüzün düşüyordu. Gittiğim yollarda kara lastiklerinin izini arar gibi düşmüşken peşine, sanki bu yollardan hiç geçmemiş gibi yoktun önümde. Ağlasam yıkılacağım, yıkılsam olduğum yerde yığılıp kalacağım. Yürüyorum gidip gelenlerin yollarının tam ortasında ve vahşi hayvanların patikasında…
Gökte ve yerde kar çoğalırken ve gökyüzü bakır rengini alırken, uzaklarda belli belirsiz atların kişnemeleri duyuluyordu. Issız bozkırda yola düşenler ve zemheri ayazını benimle bölüşenler vardı. Rüzgârın sesi kulaklarımda hırçın bir çocuk gibi uğuldarken, kar taneleri yüzüme sert darbelerini vururken, tipi başlamıştı. Artık ne yol, ne yön, ne can, ne mecal kalmıştı. Zemheri tipisinde aklımda bir tek sen vardın. Kar tufanı sürüklüyordu bilinmeze, nefessiz kalıyordum, boğuluyordum. Utanacak hallere mi düşmüştüm, başım mı düşmüştü öne? Rüzgâr öfkeliydi, rüzgâr ölüme gebeydi; içime işliyordu ve dinmeliydi. Fırtınada sığınacak liman arayan gemiler gibi kuytu arıyordum; gözkapaklarımda tipi, gözbebeklerimde uyku ağırlığıyla. Tipinin tam ortasındayım, düşsem yerimden kalkamayacağım ve uyusam uyanamayacağım. Tipi harbindeyim; ruhum dehlizlerinde gurbete çalıyor, rengim soluyor, bir garip oluyorum ve ne zaman başımı kaldırabilsem karşımda ne ana, ne yar buluyorum.
Tipi sürerken, adımlarım yokuş aşağı inmeye başlıyordu, yüksek çalılıkların arasında bata çıka yürüyor ve nehre yakın olduğumu biliyordum. Kızılırmak coşkun akıyor, bana sislerin arasından bakıyordu. Yüreğimde bir yangın hissediyordum o an, içim yanıyordu. Dışarıda kar yangını, içimde yürek… Boğazım kuruyor, yokluğunda susuyordum. Tipi taşa tutuyordu yüreğimi, karlar savruluyordu içimde, her şey havalanıyordu olduğu yerden, karmaş dolaş, ak boz oluyordum, çamurlu sular gibi bulanıyor ve duruluyordum. Sen diye, Kızılırmak’ın bulanık suyunu avuçluyor, geçerken boğazımdan ve süzülürken parmaklarımın arasından kusuyordum. Önümde yokuşlar düzler, önümde geçitler gizler… Karlar savruluyor gönlüm harman yerine dönüyordu. Kuşlar fırtınadan kaçıyor, tipiden ayazdan kaçıyor, konuyordu çalıların kuytusuna… Bir ben çırçıplak kalıyorum ıssın bozkırın ortasında. Karlar konuyor saçlarıma, karlar doluyor içime, gençliğime ömrüme…
Gözyaşlarım süzüldüğü yerde donuyor, hıçkırıklarım boğazımda düğümleniyor, arapsaçıyım, çözülemiyorum. Kartallar dönüyor gökte, kar taneleri dönüyor, başım dönüyor… Elimde soğuk telgraf, elimde ıslak kâğıt harf harf… Avuçlarımda donuyor kâğıt, zaman ve nefesim. Ölüm düşmüş kâğıda ve gelmiş başa neyleyim…
***
Ben hep tipide kalmalıydım, sana götüren otobüse hiç bilet almamalıydım. Soğuk telgraf bana hiç ulaşmadı, alıcı kuşlar bize hiç bulaşmadı. Yolum bağlanmalı, pusulam sapmalı, tipide kalmalıydım. Bir bayram günü sana gelmemişsem, kırağı vurgunu ellerinden öpmemişsem, mancınıkla İbrahim’in ateşine atılmalıydım…
Biliyorum hep tipide kalsam da, senden uzak olsam da, yine yaşanmışlık olacaktı bu köyde… Hanelerde dumanlar tüterken göğe, bir tek sen olmayacaktın o taş evlerin birinde. Artık tandırın başında sen durmayacaktın. Sana ağlarken, sana ağlanırken doğduğum yerde; gülbeyazı yazman başında durmayacak ve külbeyazı tenin olmayacaktı,
Ben hep tipide kalmalıydım annem. Soğuk sularla yunarlarken ve narin tenine biçerlerken beyazı, seni Azrail’in elinden çıkmış bulmamalıydım. Dünya gözüyle son kez görmeliydim seni, öpmeliydim gözlerinden, tabutunun karşısında heykel gibi durmamalıydım. Ömrüm uzaklarda sensiz azaldığı için ve ömrün doğduğum evde bensiz azaldığı için, ana ah’ıyla bozkır ortasında cehennem narıyla yanmalıydım. Ana, bunca sene sana dargınlığımdan, bana kırgınlığından ve hakkını helal etmediğinden; tanrının yedi kat lanetini almış gibi Nemrut’un dağında taş olmalıydım!..


2. KELENDERİS ÖYKÜ YARIŞMASI JÜRİ TEŞVİK ÖDÜLÜ

BÜYÜMEYE BUDANMAK
Murat YAZICI


Nihayet yılbaşı akşamı olmuştu. Bu akşamı kaç gündür sabırsızlıkla beklemiştim. Çünkü bu akşam demek, meyve, çerez, boncuklu katmer ve dayım demek. Katmer deyip geçmemeli. Katmerde saklı boncuk kime çıkarsa o yılı onun şansına göre yaşamış olurduk. Dokuz yaşına gelememe rağmen hala benim şansıma göre bir yıl yaşamadık. Bu durum hevesimi kırsa da heyecanımı hala azaltmadı.
Büyükannem katmeri her yıl anamın yapmasını isterdi. Yengem bu duruma hep içerlerdi. “Neymiş onun yaptığı katmer iyi oluyormuş. Bana gelince yağı karneyle veriyor ona gelince, “İstediğin kadar al,” diyor. Elbet benim elimden katmer lezzetsiz olur,” diyordu.
Bu yıl da katmeri anam yaptı. Bu kez geçen yılki boncuktan koymadı. Katmerin içindeki boncuk erimiş o akşam ki tüm heyecanımız yok olup gitmişti. Büyükannem tedbiri elden bırakmamış, günler öncesinden erimeyen boncuk bulup sayasının iç cebindeki çıkına saklamıştı. Katmer yarıya gelince babaannem gözünü yumup katmerin üzerine boncuğu bıraktı, anam da yufkayı üzerine açtı. Boncuğun yerini ne kadar bellemeye çalışsam da üst üste açılan yufkalar, çevrilen sini boncuğun yerini çoktan kaybetmeme neden oldu. Sonunda anam katmeri sacın altına koydu. Sacın üzerine koru yaydı. Babamın İstanbul’dan getirdiği saatten gözümüz hiç ayrılmadı. Saatin camı içerisindeki tavuk yem gıdaklıyor, biz kalan dakikaları hesaplıyorduk. Kırk dakika sonra büyükannem sacın üzerindeki kül ve koru kenara çekip katmeri ocaktan çıkardı. İçini çekmesi için katmer beklerken dayım ile babam ellerinde dolu torbayla kasabadan geldi.
Katmeri masaya büyükannem koydu, “Boncuk bıçak ağzında çıkarsa öküzlerimizin şansı, eğer önlerimizdeki dilimde çıkarsa bizlerin şansı,” dedi. “Bıçak boncuğa denk gelmesin,” diye dua ediyordum. Gelmedi de. Katmeri yerken boncuk yengemin önündeki dilimde çıktı. Babaannemin suratı asıldı. Yengemi genç kızlığından beri bir türlü kabullenememişti. “Ben tahıl yıkarken derede o da geçip üste yün yıkadı,” diye söylenip dururdu. Eğer bu sene bir uğursuzluk olursa, malımız ölürse, ekinimiz olmazsa yılbaşı katmeri boncuğu yüzünden vay geldi yengemin başına!..
Babaannem masadan kalkmadan önce babam ile dayımın getirdiği çantadan ikişer mandalina ile birer elma dağıttı, birer avuç da leblebi… “Masa toplandıktan sonra eğlence edin hemen yemeyin,” diye hepimizi tembihledi. Masada toplanacak ne varsa! Topu topu bir sini katmerden başka. Beş on dakika geçmeden meyveler bizim, kabuklar da sarı ineğin midesini boyladı. Büyükannem sonunda güzden beri sakladığı cevizleri getirmek için ambara gitti. Satıcıya harmandan bir teneke buğday verip iki kilo ceviz almıştı. O zamanlar onar tane yediğimiz cevizin geri kalanının akıbetini merak etmiştik. Bir keresinde anam ile yengemin, büyükannemden dolayı, “Cevizlerin kalanını nasıl da iç etti,” diye konuştuklarını duymuştum. Meğer bu akşam için saklamış. Cevizleri tek tek saydı daha sonra da can başına taksim etti. Payımıza beşer ceviz düştü. Sanki bana küçük olan cevizler geldi. Yine de sesimi çıkarmadım. Yılların tecrübesi yaşlı ninem, “Papola’nın(1) cevizi farşıh(2) olmaz,” dediyse de cevizlerin yarısından çoğu çürük çıktı.
Anam ocakta yanan tezeklerden bir kürek ateş alıp odanın sobasını yakmaya gitti. Evin içi duman oldu. Arkasından da ateş üzerindeki kaynayan tencereyi götürdü.
Odanın sobası misafir kalacağı zaman yakılırdı. Onun dışında odamız hep kilitli olurdu. Tüm yaşantımız ahırdan tarabayla ayrılan evde geçiyordu. Dayım biz de misafir kalacak olmasa da bu akşam babamla baş başa yeni yıl kutlaması yapacak. Anam masaya yeni örtü açtıktan sonra tenceredeki horoz etini küçük bir siniye boşaltıp masanın tam ortasına koyuyor. İki tabak da yoğurt. Sonra da kasaba kokan torbadan çıkardığı, beyaz ekmek, mandalina, elma, fıstık, leblebi ve bir şişe de rakı. Dayımın açtığı pencereden dışarıya duman çekilirken soba da harlamaya başlıyor. Gözüm hep masanın üzerinde. Anam eve gitmemi istese de dayım kolumdan tutup beni sandalyeye oturtuyor. Ses çıkarmıyorum. İçerisi çok soğukmuş kimin umurunda.
Babam önüme koyduğu budu yemem için ısrar ediyor. Yememekte kararlıyım. Yaz boyu ot yığınları, komşu evlerinin damları, harman duvar diplerinden karanlık üzeri kovalayarak getirdiğim horozu önümüzde bir tabak et ve kemik yığını görmek içimi burkuyor.
Rakı şişesi yarıya iniyor. Dayım ile babam teypten türkü dinlemeyi bırakıp türkü söylemeye başlıyorlar. Söyledikleri türküyü kaydedip sonra da dinliyorlar. Seslerine pencere önünde bağlı köpeğin havlama sesi karışmış. Silip yeniden söylüyorlar. Köpek havlamaya devam ediyor.
Dayım boş kadehleri doldururken, uzanıp bir çay bardağı alıyor, “Yeğenim bir bardak da sana doldurayım,” diyor. Babam onaylamaz bir tavırla dayıma bakıyor. “Bir bardak ne çıkar evin büyük çocuğu,” diyor dayım. Yarıya kadar rakı dolu bardağa su ekleyip önüme koyuyor. Utanıyorum. Rakının kokusunu burnuma çekiyorum, içim bulanıyor. Dayım kadehini önümdeki rakı bardağına vuruyor, “İç yeğenim” diyor. Bardağı aldığım gibi bir solukta kafaya dikiyorum. İçime bir yangın saplanıyor. Yüzümü ateş basıyor. Dayım hemen bir dilim mandalina soyup ağzıma veriyor.
Dayımın da babamın da keyfi yerinde, “Görünen dağın uzağı yokmuş,” diyor babam. İlk kez o akşam saçımı okşuyor sonra da önümdeki boş bardağa rakı dolduruyor. Onu da içiyorum.
Babam, teybe aldıkları türküyü sürekli başa sardırıp dinliyor:

“Mecnun’um Leyla’mı Gördüm
Bir Kerece Baktı Geçti
Ne Sordum Ne De Söyledim
Kaşlarını Yıktı Geçti…(3)

Sobanın alevi alnıma vuruyor. Duvarın beyaz badanası sararıyor, Kızılay takviminde incecik parmağı dudağına dokunan kız, bir uzaklaşıp bir yakınlaşıyor. Sesler derinleşiyor. Sandalyeden kalkarken ayağım dolaşıyor. Direkte asılı takvime yaklaşıyorum. Kıza bakıyorum. Dayım “Alalım onu sana diyor,” İçimden ağlamak geliyor.
Sabah takvimi direkten indiriyor babam. “Bitti” diyor, “Yıl.” Takvim kartonunu dürüp büküp yanan ocağın üzerine atıyor. Bir yıldır duvarda asılı olan resme son kez bir daha bakıyorum. Kızın yeşil gözlerini saran alev yüreğimi alazlayıp geçiyor.
O günden sonra nice yıllar bitse de o yıl bitmiyor. Rakı kokusu, tezek dumanı ve takvimdeki kız. Geçte olsa anlıyorum: İnsanın kendisine en büyük ihaneti, büyümekmiş meğer…

---------------------------
(1) Papola: Posof ilçesinin köyü;
(2) Farşıh: Bozuk, işe yaramaz
(3) Ruhi Su, Mecnun’um Leyla’mı Gördüm