11 Nisan 2012 Çarşamba

GERÇEMEK SAYI 32




GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ
ISSN: 1307–4881
İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN
Yıl: 6
Sayı: 32

Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hatice Canan Yalçıner
yalciner_canan@yahoo.com.tr

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon: 05327220674
E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54
Baskı Tarihi: 01 Nisan 2012

Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır. Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.
Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/ Aydıncık Şubesi
TR930001001020307582605005

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.



BORCAK (Spartium junceum) Bilimsel adı katırtırnağı olan borcak, birbirinin içine girip karışmış, bilek kalınlığında çok sayıda gövdeye sahip, soğuğa ve kuraklığa dayanıklı, çok yıllık, 1 ile 3 m kadar boylanabilen, baklagillerden bir çalı türüdür. Her gövde onlarca kola ayrılır. Bunların üzerinde de dikensiz, ince uzun, yuvarlak, yılın büyük bir bölümü yeşil kalan sayısız sürgünler bulunur.
Yalnızca taze sürgünlerin üzerinde bulunan 2 ya da 2,5 cm boyunda, alt yüzü hafif tüylü yaprakları çok kısa ömürlüdür. Bu nedenle, borcak yapraksız bir bitki görünümündedir.
Toroslar’da 1000 m yüksekliğe kadar kalkerli arazilerin bol güneş alan yamaçlarında yetişen borcağın mayıstan itibaren sürgünlerin üzerinde kokulu, birçok sarı çiçek açar. Baklayı andıran 5 cm civarında uzunluğu, 1 cm kadar da eni olan yeşil meyveleri olgunlaşınca siyahlaşır. Yarılınca da 15 kadar tohum yere serpilir.
Eskiden borcak süpürge olarak ya da o kargımsı sürgünler sepet yapımında bazen de sicim yerine kullanılırdı. Bu nedenle bitkiye yöremizde sırım borcak da denilir. Günümüzdeyse borcak, yayla evlerinin önündeki talvar adı verilen gölgeliğin yan kısımlarının örülmesinde kullanılır.

EDİTÖRDEN

BİTKİ PEŞİNDE
Mustafa B. YALÇINER


Türkiye’nin en çok okunan gülmece ve çocuk kitapları yazarlarından Muzaffer İzgü ile ilk kez 28 Temmuz 2006’da Anamur’da Abdülkadir Bulut’u anma etkinliğinde karşılaştık. Daha sonraları da sıkça telefon açıp, halini hatırını sorduğum yazar dostlarımdan biri oldu, Muzaffer Ağabey.
Sağ olsun, o da beni arar ve yeni çıkan kitabını imzalayıp gönderir. En son yolladığı kitaplardan bazıları da şunlar: “Hamdolsun Açız”, “Anamı da Aldım Geldim” ile “Zıkkımın Kökü”. Ben de ona Gerçemek’i gönderiyorum.
Muzaffer Ağabey ile en son Ankara’da Kentpark Arkadaş Kitabevi’nde 15 Aralık 2011 Perşembe günü görüştük. “Ben Çocukken” konulu söyleşi ve imza günü için gelmişti Ankara’ya. “Padişahım Çok Yaşa” adlı kitabını da orada imzalayıp verdi bana.
Söyleşiden on beş dakika önce varmıştım kitabevine. Özlemle kucaklaştık. Kahvelerimizi yudumlarken, Muzaffer Ağabey ile Gerçemek’te tanıttığım yöremiz bitkileri hakkında konuştuk. Fotoğrafları çok beğendiğini, bilgilerin de oldukça doyurucu olduğunu söyledi. Bir ara da botaniğe duyduğum ilginin nereden geldiğini sordu. Ben de kısaca açıkladım. “Yaz bunları, yaz” dedi ısrarla. Ben de yazacağıma söz verdim Muzaffer İzgü’ye.
Biraz gecikmeli de olsa sözümü yerine getirmek için kaleme aldım bu yazıyı.
Okuduğum öykü ve romanlarda, yazarlar mekânı betimlerken bitkilerden de söz ediyorlardı. Tanıdık bitkiler, beni alıp geçmişime götürüyordu. Özellikle de Fransız yazar Marcel Pagnol’un iki romanında da betimlediği bitkiler benim yöremde yetişen bitkilerdi. Romanı okurken kendimi Toroslar’da buluyordum.
Eğer bir gün ben de yazacak olursam kitabımda betimleyeceğim mekânda bitkilerimizden söz etmeliyim diye düşünüyordum. Emekli olduktan sonra ilk olarak doğup büyüdüğüm Aydıncık’ı her yönüyle tanıtacak bir kitap yazmaya başladım. Bu kitapta yöremizde yetişen bazı bitkileri de tanıtmak istedim. Bu bitkilerin her evresini gözlemledim, notlar aldım. Botanikle ilgili kitaplar satın alıp okumaya başladım. Yöremiz bitkilerinin kullanım özelliğinin olup olmadığını sorup soruşturdum. Yöresel, bilimsel adının yanında Latince adını da öğrenmeye çalıştım. Üniversitelere yazdım zaman zaman. Bu bitkilerin Yunan mitolojisindeki yerini de araştırmayı ihmal etmedim. İlk kez de Aydıncık hakkında yazdığım kitapta tanıttım yöremiz bitkilerinden bazılarını.
Bu kitaptan sonra da bırakmadım araştırmayı. Fotoğraf çekmekten de hoşlandığım için elimde makinem dere tepe dolaşırken, onlarca bitkiyi fotoğrafladım. Otuz kadarını tanıtan bir de fotoğraf sergisi açtımAydıncık’ta.
Yöremizde yetişen bazı bitkilerin mitolojik öykülerinden yararlanarak yazdığım yazılar da İçel Sanat Kulübü, Afrodisyas Sanat gibi dergilerde yayımlandı.
Çıkardığım dergiye de yöremizde yetişen bir bitki adını verdim. İlk sayısının kapağında gerçemek fotoğrafı vardı. Dostum şair Ümit Sarıaslan, elimdeki malzemeyi paylaşmamı ve her sayıda bir bitki tanıtmamı önerdi. Ben de kabul ettim. O günden beri de derginin her sayısında bir bitki tanıtmayı sürdürüyorum.
Yalnızca mekân betimlemelerine değil öykülerime de girdi bazı bitkiler. Bir öykü kitabımın adını da dostum, yazar Osman Şahin’in önerisiyle “Sümbül Gölü” koydum.
Dağda, ovada, deniz kıyısında dolaşırken, istençdışı da olsa gözlerim bitki arar olmuştu. Tanıdığım ama bulamadığım bitkilerden de söz ediyordum çevreme. Eş dost da haber veriyordu aradığım bitki çiçek açınca. Birkaç fotoğrafını çekebilmek için de arabamla 100 km gidip geldiğimi çok iyi anımsıyorum.
Bitki peşinde koşmak, onların fotoğraflarını çekmek ve başkalarıyla paylaşmak artık benim için bir yaşam biçimi oldu. Bahar gelince duramaz oldum yerimde.
Şubat sonu mart başlarında, kıpkırmızı dağlalelerini görmek için gittiğim yerlerden biri de Aydıncık’taki Yörük tepedir. Develerin, köşeklerin, keçilerin, oğlakların peşinden koşan, yalınayak başıkabak çocuklarla karşılaşırım orada. Oğlak melemeleri, çan sesleri gelir kulağıma. Tanrı Adonis’in yaralandığı yeri arar gözlerim. Aşk Tanrıçası, güzeller güzeli Afrodit ona âşık olur ve dağda, ormanda başlarlar gezmeye. Afrodit’in kocası Ares, çok kıskanır bu yakışıklı delikanlıyı ve bir gün, Afrodit şerefine düzenlenen bir av partisinde, Ares bir yabandomuzu salar Adonis’in üzerine. Ölümle pençeleşir Adonis. Afrodit de onu kollarına alır ve sağaltmak üzere götürürken damlayan kanlar, dağlalelerine dönüşür.
Oradan ayrılırken, binlerce çiçeği bağrına basan Yörük tepenin “Güle güle gidin. Söyleyin başkalarına, onlar da gelip bir çiçeğimi koklasın” diyen sesi yayılıyor arkamdan, dalga dalga.
O günlerde, Eskiyörük Köyü’ne uğramak da hoşuma gider doğrusu. Arazi, engebeli ve taşlık. Boşuna dememişler Taşeli diye. Eskiyörük’ü geçince, makilerin arasında keçiler yayılır, gökyüzündeyse küme küme koyunlar.
Eskiyörük tarafına gidiyorum. Küçücük sekilerde mor sümbüller açmış. Çekiyorum arabayı yolun iyice sağına. İniyorum. Elimde bir sümbül, koklayarak çıkıyorum bir kayaya ve oturuyorum. Hafiften bir lodos esmeye başlıyor. Denizden gelen yosun kokusu karışıyor sümbül kokusuna. Ta uzaktaki bir sekide sümbül yolan iki erkek ile bir de güneybatıdan gelen yel, sümbülün yaratılış öyküsünü getiriyor aklıma.
Mitolojiye göre Hyakinthos, çok yakışıklı, ölümlü bir delikanlıdır. Onun güzelliğine hayran kalan Apollon, ona yürekten bağlanır ve arkadaşlık teklif eder. Hyakinthos da bu arkadaşlığı kabul eder. Ne var ki Meltem Tanrısı Zefiros da vurgundur delikanlıya. Ama Hyakinthos, Zefiros’u reddeder. Bunun üzerine Zefiros deliye döner. Onun Apollon ile olan sıkı fıkı dostluğuna dayanamaz, kıskançlığından kudurmak üzeredir.
Bir gün Apollon ile Hyakinthos disk atarlarken, Zefiros, Apollon’nun fırlattığı diski üfleyerek Hyakinthos’un başına çarptırır. Delikanlı da oracıkta ölür. Çok üzülen, umarsız Apollon, sevgili arkadaşını bir çiçeğe, sümbüle dönüştürür.
Elimde bir demet sümbülle arabaya binecekken, bir badem çiçeği konuyor kapı koluna. Elime aldığım çiçek, yalvaran gözlerle bakıyor bana. “Haydi, ne olursun anlat bademin öyküsünü” diyor. Söz veriyorum, anlatacağım, diyorum. Düşüyorum yeniden yola…
Teknecik’ten geçerken, beyaza bürünmüş bademler, “Sakın ha! Cayma özünden” diye bağrışıyorlar peşimden.
Bir süre sonra varıyorum Duruhan Köyü Minare mevkiine. Yolun ortasında koca bir meşe. “Ulu ağaç, kesilmez” demişler, iyi de etmişler. Sağından solundan geçiyor yol. Osmanlılardan kalma çeşmenin yanında, kaya mezarların bekçisi gibi dimdik ayakta. Zeus ile Hermes’i düşünüyorum ulu meşeyi görünce. Ölüm kapıyı çalınca da ortak bir gövdede, meşeye dönüşen Filemon, ıhlamura dönüşen karısı Bosis düşüyor usuma…
Pürencik deresini geçince, sağda kayalar. Pürenlerin üstünde o pembe, boncuk boncuk çiçeklerinden sonra kalan kahverengi tohumlar var ama arı vızıltısı gelmiyor kulağıma.
Karacaoğlan’ı görür gibi oluyorum. Oturmuş bir taşın başına, almış sazı eline:
“Arılar da konmaz oldu pürene
Şükür olsun bu sevdayı verene”
Aydıncık’a yaklaşıyorum. Karşımda masmavi Akdeniz, ta uzaklardaysa Kıbrıs’ın Beşparmak Dağları. Zeytinlik’teyim. Yaşlı ağaçları görünce, kimler gelmiyor ki aklıma! Nuh Tufanı’nı düşünüyorum öncelikle. Ardından Athena ile Poseidon’u düşlüyorum yarışırlarken…
Gözüm gönlüm doymuş, neşe içinde dönüyorum evime. Bana bu olanağı sağladıkları için seviyorum bitkileri. Onlar da beni seni seviyor. Beni görünce salıveriyorlar mis gibi kokularını...


ŞAİRİN MATEMATİĞİ, MATEMATİĞİN ŞİİRİ
Mehmet BAŞARAN


Paul Valery dendi mi, şiirin matematiği, matematiğin şiiri… Öyle bir ozan ki uğraşa didine taştan çıkarıyor şiiri. Sonra yıllarca susup, düşünceyi sorguluyor; sonra birkaç dize ama rahat değil içi… “Bir dizeden ne anlaşılacağını bir türlü kestiremiyorum. Uyumun belki yirmi çeşit tanımını okudum veya yaptım; gene de hiçbirini benimseyemedim. Evet, kendi kendime abecede bir ünsüzün ne olduğunu uzun uzun düşünüyorum. Sağa sola başvuruyorum sözde açık bilgilerden başka bir şey edinemiyorum.” (Şiir soruları, Tercüme Dergisi Şiir Özel Sayısı sf. 283) Kılı kırk yaran, ince eleyip sık dokuyan, dönüp daha güzelini arayan bir yaratıcı. Kim bilir kaç yılda pişirilip kotarılmıştır ünlü “Deniz Mezarlığı” adlı uzun şiir…
Onu okurken, Sabahattin Yalkın düşüyor usuma. Şiirin matematiği, matematiğin şiiri diyor, o da. Sayılarla düşünüyor, sayılarla kuruyor şiirini… Öyle ya, soyut düşünceyi sınıra götürmüyor mu sayılar; sayıları da somuta dönüştüren dilin matematiği…
Bir su mühendisi ozanımız. Doğanın gücüne egemen olma, suları bir bent ardında toplayıp, ışığa dönüştürme, ya da geniş ekeneklerin verimini artırma… Yaşamı güzelleştiren, varsıllaştıran bir uğraş. Bildiğini iyi bilme; iyi bildiğini ise yapıta dönüştürme… bu alandaki gelişmeleri izlemek, bilgisini görgüsünü artırmak için tüm dünyayı dolaşmış. Öğrendikleriyle dolup dolup taşmış; düşüncesi varsıllaşmış, çevreni genişlemiş…
Bir, iki, üç deyip, sayılarla kurguluyor şiirini. Tüm renklerin şiirini yazmış, bir gökkuşağı oluşturmuş şiirinde…
Ozan, Antakya doğumlu. Yöre, değişik diller, beğenilerle değişik bir ekin alanı. Dile, düşünceye değişik olanaklar kazandıran bir ortam. Ozanın şiiri de o ortamdan alıyor özsuyunu, rengini…
Yörenin, 3 Temmuz 2010 sayılı Turunç Dergisi uzun süredir düşmüyor elimden. Göklere Yasaklı Şiir’i okuyorum. Gel de Valery gibi sorma. Ne demek göklere yasaklı şiir? Elbet, okuyan da ozan kadar şiirden anlamalı; onunla birlikte, imge gücüyle, beğenisiyle, yeniden yaratmalı okuduğunu.
1’den 7’ye sayılarla sıralamış kurgulamış şiirini, ozan. Bölümler açıla açıla amaçlanan sonuca ulaşıyor.
1. Orda yerli yerinde gün güneş
Veysel’in uykusuz sazı
kara toprağı…
Sayın ki bir haiku. Ama değil, 1’in şiiri, Günün güneşin olduğu yer. Veysel’in uykusuz sazı, kara toprağı. Uçları çağrımımlarla, Veysel’in yaşamına açık, duyarlığı bileyen, yaşamı değişik yanlarıyla algılatan benzetmeler değişmeceler…
Hele 2’nin şiiri Bolu’nun dumanlı dağlarında silinmiş at izleri. Köroğlusuz bir bir dağ. Öyle bir dağda tek başına Ayvaz. Tek başına kötülüklere karşı güçsüz bir yalnızlık…
3. şiirde yine bir açılım. Anayla babanın gömütü orada, yan yanadır; genişler yaşamın boyutu, Asi ırmağının Akdeniz aşkıdır bu tuzlu mavi suda bulutta havada… Gömüttekiler, dünyayla yaşamaktadır.
4. bölümde, Bolu dağının ardından genişleyen zaman, tarih boyutu… Ali’yi tanıksız zehirleyen bıçak, suçu susmaktır. Boz bulanık akan Dicle, inananların dünyasında uzun bir ağıda dönmüştür…
İsa’nın ihanet kokan son akşam yemeğinde sunduğu şarap, göğün gizi bilinmeyen kanıdır. Sen Piyer’den kalan mum, dağ kovuğunda yanmaktadır daha. Etinde kemiğinde duyar bunu ozan, yöreyle bütünleşir: Kendeşim, gizdeşim Habibneccar. Kaya kaya, ağaç ağaç bildiğim, ot ot, çiçek çiçek, böcek böcek, hısım akraba olduğum…
6. bölüm, bir yazıklanma, çığlık. Ne bu dinmeyen kin? Neye yarar seni sevmem, neye yarar ey İsa? Bunca ölümden sonra…
7. tek dize sayıların keskin diliyle, değişmeyen yaşam gerçeğini çığlığa dönüştürüyor:
Kurşunlar hep namlu ağzında…
Yaşam gerçeğini, insan gerçeğini, acıyı, sevinci, özlemi sanat gerçeğine dönüştüren bir şiir bu. Tüm seçkilerde özenle yerini alabilecek matematiğin şiiri, şiirin matematiği…
Kalana, yüreğine sağlık, yenilerine bereket Sabahattin dost…

BİN TEŞEKKÜR, BİN ÖZÜR, BİR DİLEK VE BİR ANI
Mehmet YALÇIN


Bin teşekkür:
5 x 6 = 30: İki ayda bir ve yılda 6 kez çıktığına göre, demek ki GERÇEMEK, elime ulaşan Kasım-Aralık 2011 sayısıyla, tam beş yaşını doldurmuş. Bu sayısıyla da altıncı yaşına giriyor. Kutlu olsun!
Değerli dostum Mustafa Yalçıner ilkinden başlayarak tüm sayılarını bana da ulaştırdı ve her seferinde içimi sımsıcak bir tazelikle doldurdu. Okuduktan sonra onları bir yana atmak ne demek! Tümünü düzenli olarak biriktiriyorum. Düşünsel ve ekinsel içeriği bir yana, yalnızca Taşeli yöresinin birbirinden renkli, birbirinden alımlı çiçek türleriyle donanmış, şaşırtıcı biçimde varsıl o bitey (flora) örneklerini sunan kapaklarını bile bir arada tutmak, ederi ölçülemez bir biriktirim (koleksiyon) oluyor benim için. Bu gözlem ve sunum başarısını, ancak Mustafa Yalçıner gibi doğal, ekinsel ve güzelduyusal değerlere duyarlı bir insan gösterebilir. Onun bu sunumlarını gerçek anlamda büyülenerek izlediğimi belirtmek isterim burada. Kaldı ki GERÇEMEK çok yoğun ekinsel, düşünsel ve yazınsal içeriğiyle de, çağdaş insanımızın beğeni düzeyine yanıt verebilecek bir yayın organıdır, diye düşünüyorum.
Sunduğu bu değerleri bana yaşatan sevgili Yalçıner’e binlerce teşekkürler.
Bin özür:
Ama ne yazık ki beş yıldır bu izlenimlerimi kendisine iletemedim; dahası bunca zamandır dergiyi hiç aksatmadan bana ulaştırma zahmetlerine bir teşekkür bile edemedim. Bu koşullarda, onu göndermeyi bir yerde kesebilirdi. Acaba, diyorum, benden hiç ses çıkmasa da, yine de dergiyi almaktan hoşnut olduğumu kestirebiliyor muydu? Eğer öyleyse, bizi birleştiren beğeni ve düşün bağından kuşku duymuyor demektir. Kendimi, ancak böyle bir olasılıkla, hiç değilse bir ölçüde bağışlanmış sayarım.
Her şeye karşın, bunca yıldır sessiz kaldığım ve yayın etkinliklerine hiçbir katkı sağlayamadığım için kendisinden binlerce kez özür diliyorum.
Bir dilek:
Dileğim şudur: Bundan sonra GERÇEMEK’le karşılıklı iletişime girmek ve üstüme düşebilecek her türlü katkıyı sağlamak. Neler yapabileceğim konusunda somut bir söz verecek durumda değilim şimdilik. Artık sessiz kalmayacağımı ve sevgili Mustafa Yalçıner’in önerilerine açık olduğumu belirtmekle yetiniyorum yalnızca.
Ayrıca, bu dileğin içinde bir de önerim var: Taşeli yöresinin doğal olarak en verimli olduğu bir dönemde, orada “GERÇEMEK GÜNLERİ”ine benzer bir ad altında geniş katılımlı bir etkinlik düzenlenmesi. Ancak bir koşulla: Katılacak olanların her türlü ulaşım, barınma, vb. giderleri kendilerince karşılanmalıdır. Dahası, dergi yayınına belirli bir katkı sağlayacak yemek, gösteri, gezi, vb. gibi etkinlikler de düzenlenebilir. Yalçıner ve çevresinin yapacağı şey, zamanlamayı belirlemek, izlenceyi yapmak, uygun konaklama yeri (otel, konukevi, vb.) sağlamak ve olası katılımcılara ulaşıp onları bilgilendirmek.
Bu bağlamda, başta Osman Şahin olmak üzere, yörenin yetiştirdiği sanatçı ve yazarların aramıza katılması, etkinlikte önemli bir ilgi odağı oluşturabilir.
Benden önermesi. Kendi adıma böyle bir etkinliğe büyük bir keyifle katılabilirim.
Ve bir anı:
Burada Osman Şahin’i anmamın bir nedeni, derginin son (özel) sayısının kendisine ayrılmış olması ve bunun yöreyle bağlantısına ilişkin çağrışımlarıdır. Ama benim nedenim biraz da bencilce: Çünkü o, altmışlı yılların başında, Malatya Lisesi’nde benim beden eğitimi öğretmenim olmuştur. Ancak öğretmenlik görevi dışında, yazarlık eğilimleriyle de, üstelik daha da baskın olarak, etkilemişti beni. O sıralar lisede, birkaç öğretmenin girişimiyle, YENİ ADIM adlı bir dergi çıkıyordu. Orada genelde öğretmenlerin yazıları yayımlanıyordu. Bana en çarpıcı gelen yazılar onunkilerdi. Yazısı çıkan birkaç öğrenciden birisi de bendim. Yalnızca birinin başlığı belleğimde kaldı: “Dilenci Delikanlı”. İçeriği deneme miydi, anı mıydı, öykümüydü, anımsamıyorum. Ötekini büsbütün unuttum. Bunlar benim yayımlanmış ilk yazılarımdı. Kitapçı vitrinlerinde adımı görmek, gelip geçenlerin de onu gördüğünü düşünmek inanılmaz bir coşku, inanılmaz bir kuruntu, inanılmaz bir üstünlük duygusu yaratıyordu bende. Sayısız kez, aynı duyguları yaşamak için o vitrinin önünden gelip geçmişimdir. Elimde örnekleri olmasına karşın!
Ne yazık ki o dergi sayıları elimde yok. Devletin “anarşik kominist” avcılığının doruğa çıktığı dönemlerden birinde (altmışlı yılların bitimine doğru) yedek subaylık görevimi yapıyordum. O nedenle, çok da kabarık olmayan, ama çok önemsediğim kitap ve başka türden basılı belgelerimi İstanbul’dan köye taşımıştım. Anam, “cenderme bütün bunları yakalar” da beni bir yerlerde bulup cezalandırır diye, yakmış. Yine ne yazık ki onların arasında YENİ ADIM da vardı!
En çok da ona yandım.

TEMİZLİK TCK’DAN GELİR
Mehmet ÖNDER


Üç katlı binanın tüm katları asıl temizlik görevlileriyle birlikte Tahir’in sorumluluğuna verilmişti. İki görevli bir de o; zorluğu mu vardı üç katlı binayı paspaslamanın. Tuvaletleri de bir elden geçirip, öğretmen odalarıyla dersliklerin kabasını aldılar mı, kalan zamanlarda yan gelip yatmak işten değildi.
Ama gitgide sıkıntılar kendini belli etmeye başladı; temizlik işinin erbabı olan asıl görevliler sürekli hastalanıyorlardı. Hastalanmadıklarında da başına dayıbaşı kesilip işleri sürekli buna yaptırıyorlardı. Görevliler kurnazdı; hele hele bunun karısını dövmekten hapis cezası alıp, TCK’nın yeni hükmü gereğince, hapse karşılık temizlik işine verildiğini öğrenmemişler miydi? Bu artık tümüyle tuzu biberi olmuştu.


Gün geçtikçe her şeye kızmaya başladı Tahir. Çalışırken görenler de, iş bulduğunu sanıp, “Aylık ne kadar?” diye sorup durmuyorlar mıydı? Hele biri de, “Tayir mayış nedigan?” diye sormaz mı? En çok ona kızdı, ifrit oldu. “Konuşmasını bilmez, elalemin aylığını sorar” diye söylendi durdu.
Okul müdürünün, yaptığı temizliği çok beğenip, “Aferin sana, adın gibi temiz adammışsın” demesi bile can sıkıntısını azaltamadı.
Aslında en çok karısına kızıyordu. Durduk yerde aylarca temizlik yapacaktı; hem de tek başına ve üstelik üç katlı binanın tamamını temizlemecesine.
İyi kötü geçimini sağlayacak bir gelir elde etse canı yanmayacaktı. Üç katlı binayı böyle her gün, bedavaya temizlemek ağırına gidiyordu. Neymiş? Gönüllü temizleyiciymiş. Ama “Buna da şükür” diyordu ara ara; öyle ya, bunun yerine gidip hapis yatmak da vardı.


Okuldaki asıl temizleyiciler son güne kadar ya hastalanacak ya da başında amirlik yapacaklardı; bir çare bulmalıydı.
Düşünürken başının üstünde bir yıldız belirdi, karısını her gün düzenli hırpalayan Ahmet bey geldi aklına. Can sıkıntısı az biraz dağılır gibi oldu. Ahmet Bey’in başına gelecekleri düşününce de, kimseye belli etmeden sinsi sinsi gülmeyi ihmal etmedi. “Öyle ya” dedi kendi kendine, “biz bir tekme, yarım yamalak bir tokat, o da tokattan sayılırsa; erkeklik gururumuz izin vermediğinden karşılığında yediğimiz sopayı anmıyoruz bile, üç ay, temizle babam temizle. Peki, bu Ahmet Bey’in durumuna ne demeli? Sevim kardeşimize günde üç öğün dayak atar. Düzenlidir de. Sabahları kahvaltıya uygun hafif geçer, çok çığlık attırmaz komşucağızımıza. Öğlenleri belli olmaz, kimi gün hiç ses duyulmaz, kimi gün mahalle ayağa kalkar. Evde olmadığı zamanlarınkini biriktirir mi bilmem. Asıl düzenli bağırış çığırış akşamları duyulur, akşam yemeği niyetine sıkı hırpalar.”
Bak sen şimdi; Tahir eften püften bir sebeple üç kat binayı temizlesin, komşu Ahmet Bey, üstüne üstlük nerden bulduğu belli değil paralarla akşamlara kadar kahvelerde oyun oynasın, keyif çatsın; olacak şey mi? Tahir bir akşam üstü özellikle yavaş yavaş evin yolunu tuttu. Amacı, Sevim bacıya rastlarsa, kışkırtıp Ahmet Bey’i şikayet ettirmek, hapis karşılığı temizlikçilik uygulamasıyla yanına aldırmak, üç katlı binayı tek başına temizlemekten kurtulmaktı.
O gün şanslı gününde miydi neydi, bir de baktı Sevim Hanım arkadan geliyor. Daha da ağırdan aldı. Yaklaşınca da fırsatı kaçırmadı:
-İyi günler Sevim bacı?
-İyi günler, bir şey mi vardı?
-Yahu, eşiniz diyecektim, sizi çok dövüyor anladığım. Olur mu öyle. Ver savcılığa iki satır dilekçe kurtul şu dayak illetinden.
Sevim Hanım durumundan hoşnut olsa gerek Tahir’in söylediklerine çok şaşırdı:
-Tahir efendi Tahir efendi, bizim evi izlemekten başka işiniz kalmadı mı sizin? Hem sizin için iş bulmuş çalışıyor, diyorlar; kendi işinize baksanıza siz.
Tahir dut yemiş bülbüle döndü birden. Aslında onu bu sözler bile çok etkilemeyecekti; Sevim Hanım tam yürüyüp gidecekken, dönüp bir söz söyledi ki asıl umutlarını kıran o oldu:
-Hem, kocam değil mi ayol? Sever de döver de!


Tahir bu sözlere karşılık da hiçbir şey demedi, diyemedi. “Temizle Tahir okul senin” sözü geldi geçti aklından bir an. Yürürken söylenmeye de devam etti, “Breh breh! Yahu, ellerde ne karılar varmış be! Bizimkine bir tokat savuracaksın; değmesine bile gerek duymaz, rüzgarından savcının karşısında topuk selamına geçer tövbeler olsun!”


Bu olayın tek yararı, Tahir’in görevlendirildiği okulun üç ayı tertemiz geçirmesi oldu. Görevliler şimdi Tahir gibi yetenekli birinin yolunu gözlüyorlar. Ne demişler, temizlik TCK’dan gelir.

ALEVÎ BEKİR
Mehmet BABACAN


Gavız Bekir öksüz büyümüş yokluk yoksulluk içinde, bedensel olarak da ruhsal olarak da gelişememiş; her haliyle yetersiz kalmış biriydi. Çocukluğundan beri hep horlanmış, hırpalanmış, aşağılanmıştı. Köylüler, içi yetkinleşmemiş ürüne dedikleri gibi Bekir’e de “Gavız” adını uygun görmüşlerdi.
Asker ocağına varır varmaz, sanki alnında yazılıymış gibi onbaşısı, çavuşu, subayı, suratında tokat denemesi yapmaya başlamışlardı. Dayak ortamında feleği şaşıyor, burnunun suyu ağzının suyuna karışıyordu. Ama dayanıklıydı, doğrusu düşmüyordu. Neyleyim ki biri bırakıp, diğeri başlıyordu. “Ezilmişlik” diye bir lâf duyuyordu ama bu muydu ezilmişlik? Yoksa daha un ufak mı olunacaktı, ayırdına varamamıştı?
Gavız Bekir’in durumunu izleyenleri dört ana grupta görmek olasıydı: Katıla katıla gülenler, nanik yapanlar, kılı bile kıpırdamayanlar ve de acıyanlar…
Acıyanlar da kendi içinde ayrışacak gibiydi: Acıdığı gözlerinden okunanlar; dişini sıkıp gıcırdatarak, zalime hınçla bakanlar ve de gözleri buğulananlar…
Bölüğün kıdemli erlerinden Zülfikâr Ali’nin tavrı, daha da dikkat çekiciydi: Onun yüzünde, gözlerinde, davranışlarında, acıma duygusunun tüm belirtileri yalım yalım yankılanıyor; sahiplenme duygusuna doğru, usulcacık akıyordu.
“Zülfikâr” sözü, Ali’nin takma adıydı. Hazreti Ali yanlısı olduğu; hatta “Ben Hazreti Ali’nin kılıcıyım” dediği için arkadaşları ona, “Zülfikâr” adını takmışlardı. Kılıca benzetilmesine, gözünün pekliği de katkıda bulunmuş olabilirdi.
Zülfikâr Ali, Bekir’e acıyordu. Ona yapılanları insanlık dışı sayıyordu ama Bekir adından da hiç hoşlanmıyordu. Üstelik hoşlanmayışının nedenini de iyice bilmiyordu. Büyüklerden hep öyle duymuştu. Ne olursa olsun, Bekir’in horlanışını gördükçe, zıvanadan çıkıyor, Bekir’i mekiri unutuveriyordu. Hınçla sıka sıka dişlerinin, çene kemiğinin ağrıdığını hissediyordu. Tavrını saklayamaz duruma gelmiş olmalı ki dayakçılar ona da iyi gözle bakmaz olmuşlardı.
Görünen o ki Ali, Bekir yanlısı olarak görülmeye başlamış; dolayısıyla Bekir de bundan etkilenmişti. Bakışma düzeyinde başlayan yakınlaşma, karşılaştıkça selamlaşarak gelişmiş sonunda dertleşme düzeyine ulaşmıştı.
Bir gün, boş bulundu Ali:
“Arkadaş, keşke adın Bekir olmasaydı” deyiverdi.
Bekir, anlamadı, boş gözlerle baktı bir süre, sonra;
“Neden?” dedi.
Ali ne desindi? Nasıl anlatsındı? Aslında, ağzından kaçırmıştı.
“Arkadaşım, nedenini doğru dürüst ben de bilmiyorum. Bizim büyükler, Bekir, Osman gibi isimleri hiç sevmiyorlar. Hele bir “Yezit” lâfı var ki, düşman başına…”
“Ah! Senin adın Hüseyin olsaydı, tadından yenmezdi” dedi.
Bu konuşma, dostluklarının anahtarı oldu sanki…Buluşmaları sıklaştı; dertleşmeleri iyice yoğunlaştı. Konuşmaktan yorulduklarında Ali, yanık sesiyle, Alevî Bektaşi ozanlarının deyişlerini söylüyor; taşıdıkları anlamları açıklamaya çalışıyordu.
Bekir arkalanmıştı artık; üstüne fazla gelinemez olmuştu.
Söyleşilerinde Ali, Bekir adını kullanmamaya çalışıyor; onun yerine, “Arkadaşım”, “Can yoldaşım”, “Hemşerim” gibi söylemleri yeğliyordu.
Ali’nin duyduğu sıkıntının bir benzerini de Bekir duyuyordu: Ali’ye karşı duyduğu dostlukla ismine duyulan tepki zıtlaşıyor gibiydi. Bekir, illetli bir hasta konumunda görüyordu kendini. Ama neyin nesiydi bu? Kimin seçimiydi isimler? O, bir mülkiyet miydi? Yararı neydi isimlerin? İnsanları birbirinden ayırmaktan başka ne işe yarıyordu? Annesi, babası sağ olsaydı: “Bu ismi niçin koydunuz bana?” diye çıkışmak geliyordu içinden.
Oysa dostluğun, arkadaşlığın yararları; yaşamı zenginleştirici etkileri, somutça ortadaydı.
Askerlik dönemleri sona yaklaşırken, buluşmaları daha da sıklaştı. Ali, Alevî kültürü hakkında, edinebildiği tüm bilgileri, Bekir’e, öykü tadında aktarıyordu. Yani iyi bir eğitimci sayılabilirdi Zülfikâr Ali
En sonunda, Ali’nin askerliği bitti. Bekir’inki de çok sayılmazdı. Hıçkırıklar içinde, yaşlı gözlerle vedalaştılar.
Sayılı gün çabuk geçermiş. Bekir’in askerliği de sona erdi; sağ salim köyüne ulaştı. Eşi dostu, tespih çeker gibi, “Hoş geldin Bekir! Geçmiş olsun Bekir!” deyip duruyorlardı.
Ne var ki esenlik için söylenen bu sözler, Bekir’in tüylerini diken diken ediyor; nefret uyandırıyordu. Keşke, Bekir adını hiç kullanmasalardı. Üstelik bu hoşnutsuzluğun farkına varanlar da oluyor; Bekir’in kibirlenişine veriyorlar, “Ceviz, kendi kabuğunu beğenmez olmuş “ diyenler, hızla artıyordu.
Oysa Bekir, dostça konuşmaya çalışıyor; önemli bulduğu şeyleri durmadan anlatıyordu. Askerlik arkadaşı Zülfikâr Ali’den söz etti. Ona, niçin Zülfikâr dendiğini anlattı. Hazreti Ali ve Zülfikâr hakkında öğrendiklerini aktarırken gözleri koskocaman oluyordu. Arkadaşlıklarını anlatırken, öğrendiği Alevî deyişlerini de eksiksiz dillendiriyordu. Giderek, esenleme söyleşileri, Ali’den başlayıp, Alevî kültürüyle sona erer hale gelmişti. Dinleyicilerin tepkisi fazla gecikmedi; “Yahu, ‘kırk yıllık Yani, olur mu Kani?’ diye bir lâf var ya; olurmuş demek; yirmi yıllık Sünni Bekir, Alevî olmuş çıkmış. Başımıza taş yağacak.”
Bir yandan da durmadan köyüne çağırıyordu Ali. Bu isimle nasıl gidecekti? Kendi köyünde hısım akrabası bile Alevî Ali ile arkadaşlığını yadırgarken, Ali’nin köylüsü, Bekir adına alkış mı tutacaktı? Belki de “Bizim Ali, Yezit olmuş” diyeceklerdi.
“Ne iştir bu?”diyordu Bekir, “Tanrımız bir, peygamberimiz bir, dinimiz bir. Üzerimize, etiket gibi yapıştırılmış olan isimler yüzünden ne hallere düşüyoruz, ya Rabbim!”
Sonunda adını değiştirmeye karar verdi Bekir. Hem de “ Hüseyin” koyacaktı. Çünkü Hazreti Hüseyin hakkında çok bilgi vermişti Zülfikâr. Kerbelâ olayını ağlayarak anlatmış; Bekir de gözyaşlarıyla katılmıştı bu gönül depremine. Çok zaman geçirmeden tanıdığı bir avukata başvurdu; biraz zor da olsa olabileceğini öğrendi.
Elbette akrabalarından, arkadaşlarından, kim duyduysa karşı çıktı. “Dedemiz Bekir’in adını beğenmeyip, değiştirmek de ne oluyor? Böyle densizlik görülmüş mü? Allah’ın gavızına bak len! Adam olmuş da dedesinin adını beğenmiyor. Atalarımızın kemiklerini sızlatmaya ne hakkı var arkadaş?” diye veryansın ediyorlardı.
Başlangıçta basit gibi görülen isim konusu, gittikçe büyümüş; kimisi sitem etmekle yetinirken, kimisi “ Seninle tüm ilişkimizi keseriz ha!” diyecek düzeye götürmüştü.
Hele mezhep dedikoduları yaygınlaştıkça, karşı çıkışların içinden tehdit kokuları çıkmaya başladı.“ Kim bilir, Kerbelâ’da ölenlerin kaderi, tüm taraftarlarına da yansıyabilir. Hikmetine karışılır mı?” kabilinden sözler, ağız uçlarında geziniyordu…
Bekir bunalıyordu. Derdini açabileceği, içini dökebileceği kimsesi yoktu. Köyden çıkıp gitmeyi bile düşündü ama nereye gitsindi, nasıl gitsindi?
Yakınında bir tek Cingöz Hacı kalmıştı. Hacı’nın, Hicaz’a gitmekle bir ilgisi yoktu. Onu, doğuştan hacı saymışlardı. Gerçekten cin gibi, işlek zekâlı biriydi. Konuşkandı, şakacıydı, Bu özellikler, onu sempatik kılmışsa da arsızlık ve yüzsüzlük yüzünden, saygınlıkla arası hep açık kalmıştı. Neylesin ki, “Denize düşen yılana sarılır” kabilinden, Hacı’ya sarıldı Bekir.
Akyokuşun ucunda karşılaştılar akşamüstü. Selamlaşma, hal hatır derken, oturup, birer sigara tellendirdiler. Lâf lâfı açtı, konu gelip çattı Bekir’in sıkıntısına. Hacı, nedenini bilmese de Bekir’in bunaldığını seziyordu. Zaten Bekir’in dayanacak hali kalmamıştı; kusarcasına döktü içini. Köyü terk etmeyi düşünecek kadar çaresiz kaldığını, oflaya puflaya anlattı. O, derdini dökerken; Hacı, cinliğinin zirvelerinde geziniyor, çıkış yolu arıyordu.
“Dur Bekir gardaş!” dedi, ansızın.
“Yahu, bu sizin sülalede hiç Hüseyin adında kimse yaşamamış mı?”
“Bilmem.”
“Nasıl bilmezsin be! İnsan, sülalesini bilmez mi?”
“Hacı gardaş, bilsem ne olacak? Niye soruyorsun bunları? Ne işimize yarayacak?”
“Var mı, yok mu, hele bir tarayalım da?”
Bilebildikleri kadar sülalenin dökümünü yaptılar. Hacı, köyün yaşlılarından, gözüne kestirdiklerini deşelerken, bir Hüseyin Dede’ye ulaştı. Bekir’in annesinin dedesi Hüseyin’di. Orta yaşın sonlarına kadar bekâr yaşadığı için, köylü ona “ Bekâr Hüseyin” adını takmıştı. Bu iyi bir rastlantıydı. Hemen, Hacı’nın cinleri çalışmaya başladı:
“ Bak gardaşım” dedi Hacı: “ Senin çıkış yolun şu: Bekâr Hüseyin Dede, Cuma günü senin rüyana girip, gözyaşları içinde, ‘ yazıklar olsun size; onca çocuk büyüttünüz, isim koydunuz da, birine benim adımı vermediniz. Bu günden tezi yok, benim adımı sen taşıyacaksın’ dediğini, yemin billah ederek; sıkıştığında hüngür hüngür ağlayarak, anlatacaksın. Kimse gözyaşına dayanamaz. Ben arkandayım, hiç korkma.”
Bekir ürperdi birden. İliklerine kadar titredi. Dili tutulmuş gibi kaldı bir süre. Sonra Cingöz Hacı’nın koluna sarılarak, yalvarırcasına;
“Gardaş, yalan söylemek olur mu? Hem de ölmüş mübarek atamızın üstüne dalavere çevirmek denmez mi buna?”
Birden, arkadaşı Zülfikâr Ali geldi gözünün önüne. Karşısında duruyordu sanki. Kollarını olabildiğince açmış “ Gardaş! Can yoldaş! ‘ Eline, diline, beline sahip olmak,’ anayasamızdır bizim” diyordu. Bekir, çıldırmış gibiydi:
“ Olmaz! Yapamam! Yapamam arkadaş! Bu yalanı söylersem, köylü öldürmese bile, vicdanım öldürür beni. Yapamam.” Hacı, yavaşça Bekir’in başını göksüne yasladı:
“Bak arkadaşım, bu yalancılık sayılmaz. Yalan, bir menfaat için söylenirse, birine zararı dokunursa kötüdür, günahtır. Bunun kime ne zararı var? Ölmüşleri hatırlamak, anmak sevaptır bile. Allah rahmet etsin.”
Bekir, çaresiz kabul etti sahte rüyayı. Köylü inanacak mıydı bakalım? İnanmasa ne olurdu; en azından izi kalırdı?
Günler geçiyor, rüyayı anlatmaya, bir türlü girişemiyordu Bekir. İmdadına gene Hacı yetişti:
“Bizim Bekir erişip, uçarsa hiç şaşmayalım; geçmişleriyle ilişki kurmaya başladı vallahi” deyiverdi, fısıldar gibi.
“O ne demek?” dediler.
Kıyısından köşesinden biraz anlattı;
“En iyisi, kendisine sorun canım” deyip, çıktı işin içinden.
Bekir’e birkaç kişi sordu. Derken, duyan geldi, duyan geldi, koskocaman bir halka oluştu. İş başa düşmüştü artık. Bekir, rüyasını ağlaya ağlaya anlattı. Coşkun sel olan gözyaşının üstünde, yeminler kibrit çöpü gibi yüzüyorlardı.
Önce, inanmaz inanmaz dinledi köylü. Birbirlerine bakıp, dudak büküyorlardı.
“Haydi be! Nerde görülmüş böyle rüya?” diyenler çıktıysa da; inananlar safı, mantar gibi çoğalıyordu. Kimileri, başını sonunu dinlemeden, savunanlar safında yerini alıveriyordu.
İş rayına giriyordu artık. Davayı açmak için, iki tanık istiyordu avukat. Tanığın birisi belliydi, Hacı olacaktı da, ikinci kim olacaktı?
Hacı, ifadesini hazırlamıştı bile:
“Bekir’le biz çocukluk arkadaşıyız. Oyun oynarken filan, onu Hüseyin diye çağırırlardı. Bekâr Hüseyin dedesinin adı verilmiş ona. O yüzden; “ Adı verilen gibi, sen de mi bekâr kalacaksın?” diye takılırdı büyüklerimiz. Biz de, gıcıklık için, ‘ Bekâr Hüseyin, Bekâr Hüseyin!’ diye, alay ederdik. Sonradan nasıl olduysa oldu; o, Bekâr sözü, Bekir’e dönüştü, Hüseyin de unutulup, gitti. Ya da birileri, Bekir’le Hüseyin bir arada olmaz diye, düşünmüş olabilir.
O nedenle, bu kişinin adı Hüseyin’dir efendim” diyecekti.
Bekir ile Hacı, hergün buluşup, hem demleniyor, hem çözüm için kafa yoruyorlardı.
Sorun, ikinci tanıkta düğümlenip kalmıştı. Bekir’in ikna gücü zayıf olduğundan, o tanığı da Hacı bulacaktı. O nedenle Hacı, canla başla arıyor; umduğu kişilerin önüne diz çöküp, bin bir dereden su getirircesine dil döküyordu:
“Gardaş, bu konuda kimseye bir zarar gelmeyecek. Amacımız, bir arkadaşımızın gönlünü hoş etmek. Zarar söz konusu olacaksa, masraftan dolayı, Bekir’in zararı olur. Gönlünde yatan amaca kavuşmak için o kadar özveriyi gösterecek elbette.”
Sonunda, Süllü’yü buldu Hacı. Lâkabı Süllü olan Süleyman, ilkokul arkadaşlarındandı ve şöyle diyecekti:
“ Efendim, biz ilkokulu birlikte okuduk. Bu arkadaşa ‘ Bekâr Hüseyin’ diyorduk. Çünkü ailesi öyle diyordu. Daha nüfus cüzdanımız yoktu. Öğretmenimiz, ‘Çocuğun evlisi bekârı mı olur, bu Bekir’dir’ diyerek, ‘Bekir Hüseyin’ diye yazmıştı. Sonraları, Bekir’i kaldı, Hüseyin’i unutuldu, nedense? Ben, o kadar biliyorum efendim”
Nihayet, dava açıldı ve tereyağdan kıl çeker gibi de bitti.
Yalnızca, Hâkim Bey’in “ Genellikle, soyadı değişikliği isterler. Sen, neden öz adını değiştirmek için, bu kadar çaba harcadın?” sorusuna;
“Dedeme saygımdan efendim” demekle yetindi Bekir.
Eski Bekir, yeni adının sevinciyle havalara uçuyor; Cingöz Hacı’yı döne döne öpüyordu. Aynı zamanda, onca aykırılığa karşın, kazanılmış bir zafer sayıyor; müthiş bir mutluluk duyuyordu. Mahkeme sonucunu merakla bekleyenin biri de Zülfikâr Ali’ydi. Sık sık telefonlaşarak bilgi alış verişinde bulunuyorlardı. Mahkeme çıkışı hemen aradı ve “ Ben, acar Hüseyin” diye takdim etti kendini. Ali’nin yanıtı kararlıydı:
“ Kararın kesinleşmesini bekle, sonucu alır almaz, bizim köye gel” diyordu.
Çok beklenmeden karar geldi. Resmen görülüyordu ki Hüseyin, Bekir’i devirip, tahtına bir güzel kurulmuştu.
Ne var ki ilk anda duyduğu o heyecan; o mutluluk, uçup gitmiş; yerine nedeni belirsiz bir hüzün çökmüştü. Bu hüzün, Bekir sözcüğüne veda edilişten mi; yoksa yeni isimden çok şey beklenmiş olduğundan mıydı? Nedeni ne olursa olsun eksilen bir şey vardı. Son bir umut, Zülfikâr Ali’deydi. Yapacağı ziyaret, belki dağıtırdı hüznünü…
Ali, kasabada karşıladı Hüseyin’i. Öyle bir kucaklaştılar ki görenler “ Bunlar yapıştı, ayrılamazlar” dediler. Sessizce bakışıyorlardı. Söylemek istedikleri öylesine yığılmıştı ki dillerine; dili tutulmuş gibi kalakaldılar. Epey sonra kendini toplayan Ali, “ Gardaş, köyde konuşalım da anlatacaklarımız bölük pörçük olmasın” diyebildi.
“Köy, çok uzak değildi çabuk vardılar. Akşam yemeğine daha birkaç saat vardı. Gündüz gözüyle çevreyi gezdiler. Eşsiz bir doğa ve son derece bakımlı bir köydü gördükleri.
Köy kahvesine de uğradılar. Ali, köylülerle tanıştırdı Hüseyin’i. İsim olayından hiç söz etmedi. Askerlik anılarını dile getirdiler çokça. Zaten askerlik anısı olmayan yoktu ki…
Söyleşi çok tatlıydı. Konuşmaları uzun süre dinleyen Topal Nebi, birden bire söze girdi:
“ Yeter be! Biz de yaptık bu askerliği.” Bir sessizlik çöktü ortalığa.
Biraz sonra, bir başkası;
“Sen, nerde yaptın askerliği, Nebi yeğen?” deyince, anlaşıldı ki Nebi askeri hastaneye kadar gitmiş, çürük raporu vermişler.
Bir haftalık konukluk süresinde, hoş saatler geçirdiler. Sıkıntılarını unutuverdi Hüseyin.
Bir sohbet sırasında, “Hüseyin can, gel, seni bizim köyden evlendirelim. Ne dersin?” deyiverdi Ali. Bir şeyi ansızın söylemek, onun huyuydu zaten. Gafil avlayıp, istediği tepkiyi alabilmek içindi belki.
“ Nerden nereye” diye düşündü Hüseyin.
Kim bilir, Sazlı Köy’e damat gelmek de vardır belki kaderde.

ABDÜLKADİR BULUT’UN ÇOCUK ŞİİRLERİ: KAHVECİ GÜZELİ
Ramazan TEKNİKEL


Abdülkadir Bulut, çocuk şiirlerini topladığı kitabı Kahveci Güzeli’nin sunu yazısında çocuklara şöyle sesleniyor: “Sevgili çocuklar, sizler için yazdığım Kahveci Güzeli’ndeki şiirler, aslında sizin hayatınızdan fışkırmıştır. Onları topladım, ince eleyip sık dokuyarak sizlere şiir olarak sunuyorum. Belki bu şiirler gözlerinizin rengini değiştirmeyecek ama, güzel yurdumuza, güzel dünyamıza bakış biçimlerinizi kesinlikle etkileyecektir. Amacım da budur zaten.” Kahveci Güzeli’nde yer alan şiirler Bulut’un sunu yazısıyla aynı paralelde. Çocukların günlük yaşamından, çocukça duygularından, düşündüklerinden, yakınmalarından kesitler…
1980 yılında Arkadaş Yayınları’nca yayımlanan Kahveci Güzeli’nde yer alan 38 şiirden 22’si çocuğun diliyle, söylemiyle yazılmış şiirler. İşte ‘Silgi’ şiirinde çocuğun diliyle bilgece bir söylem: “Babam dersimi yaparken / Silgisiz oturma diyor / Bilmiyor ki silgi benim / Cesaretimi kırıyor.” ‘Beslenme çantam’ şiiri ise bir yakınmanın şiiri: “Beslenme çantamın / Gözalıcı rengine bakıp / Hayran oluyor herkes / Oysa hergün içindeki / İki dilim ekmekle / Haşlanmış bir patates” Bulut’un şiirlerindeki çocuklar ya “Benim şimdiye kadar / Söğüt dalından başka / Ne tekerlekleri süslü / Bir bisikletim oldu / Ne de boynu boncuklu / Tahtadan bir atım” diyen kırsal kesimin daha kent görmemiş çocukları; ya da “Kış günleri /Eski gazete toplarken / Nerde bir çalışır araba görsem / Hemen yanına koşuyorum / Soğuktan üşüyen ellerimi / Eksozunda ısıtıyorum / Çünkü benim ne paltom var / Ne de eldivenlerim” diyen kentteki kenar semtlerin yoksul çocukları.
Kitaptaki 9 şiir çocuk dilinden çok çocuklar için büyüklerin diliyle yazılmış şiirler gibi: “Trene çoğunlukla / Kara tren deniliyor da / Niye uçağa / Kara uçak denilmiyor / Yoksa terene bizim gibi / Yoksullar bindiğinden mi / Kara teren denilmiş de / Uçağa varsıllar bindiğinden / Uçak denilmiş” Ya da ‘Soğan’ şiirindeki gibi bilgece;“Ne de çok giysisi var / Şu tarla soğanının / Galiba evi olmadığından / Hem kat kat giyinmiş Hem de acısını saklamak için / Bir güzel süslenmiş / Ama ne kadar süslense de / Saklayamaz acısını / Giysileri”
Kahveci Güzeli’ndeki 7 şiir ise bir nesneye yazılmış şiirler; uçurtmanın, ceviz ağacının, mektubun, günebakanın, salyangozun, kitapların, topacın diliyle; bir bakıma fabl. Örneğin Günebakan şiiri “Yüzümü güneşe döndüğümden / Kimileri bana döndü diyor / Kimileri de günebakan / Bunda şaşılacak ne var / Hiç karanlığa bakılır mı / Aydınlık varken” Topaç şiirinde ise bir gönderme var. “Belimde kuşak / Ayağımda kabara / Nasıl özgür olurum / Başkası için / Döndükten sonra”
Çoğu kez haksızlığa bir başkaldırı da vardır bu şiirlerde; “Öğretmenim / Ali babanın çiftliğinde / Şarkısını söyletirken bize / Çiftlikteki köpeklerin hav hav / Kedilerin de miyav miyav / Diye bağırdıklarını söyletiyorsun da / Neden öğretmenim / Ali babanın çiftliğinde /hayvanlara bakan işçilerin / Ne diye bağırdıklarını / Söyletmiyorsun.” Yine ‘uçurtmanın yakınmas’ı şiirinde “Gökyüzüne doğru uçunca / Özgür oluyorum / Ama ipin ucunun başkasının elinde / Olduğunu anlayınca / Öfkeyle kendimi / Yere çarpıyorum” dizeleriyle özgürlüğün vazgeçilmezliği vurgulanır.
Kahveci Güzeli’nde yer alan şiirler genelde gerçek yaşamdan kesitlerin resmedildiği şiirler; simitci çocuk, boya sandığım, bizim eve benziyor gibi kitabın, annem kadifede işçi şiirleri kentlerin kenar semtlerinde emeğiyle geçinen yoksul aile çocuklarının şiirleri.
Çocuk şiirlerinde dil elbette yalın olacaktır ama, Bulut’un çocuk şiirlerinde dil daha da bir yalındır. Gerek çocuğun diliyle, gerek genel bir söylemle, gerekse nesnelerin konuşturulduğu şiirlerinde yalın bir dilin yanında Türkçenin kullanımına da oldukça özen gösterir. Köy kökenli olan Bulut’un şiirlerinde söğütten atım, ceviz ağacının çocuklara söylediği, oklu kirpi, günebakan, çiçekle böcek, ders dinleyen tavşan, ateşböceği gibi köyü, kırsal kesimi resimleyen şiirlerin yanında, simitçi çocuk annem kadifede işçi, oyuncakçı amca, boya sandığım gibi kenti çağrıştıran şiirler de var. Annem Kadifede işçi şiiri kente yaşamına duyarlı bir vurgudur. “Annemin dokumacı olarak / Kadife fabrikasına girişine / Ondan daha çok ben sevindim / Çünkü bundan böyle artık / Kadife gibi olacaktı elleri / Yüzümü okşarken usulca / Unutacaktım eski günleri // Ama düşündüğüm gibi olmadı / Ben sanırdım ki eskiden beri / Kadifede çalışan işçilerin / Elleri biçilmez, paslanmaz / Oysa annemin elindekiler can dayanmaz”
Üveyikler Göçerken ve Sakar Tay adlı iki de çocuk romanı bulunan Abdülkadir Bulut’un çocuklara yönelik yapıtlara eğilim duyması biraz da onun öğretmen oluşundan olsa gerek.
Anadolu’da 70’li yıllarda kahveci güzeli adlı duvarları süsleyen halıyı çoğumuz biliriz. O yıllarda Anadolu’da, kasabalarda, köylerde evlerin toprak duvarlarını süsleyen kahveci güzeli… Evlerin en lüks eşyası iki metrekare bile olmayan bu halılar olurdu çoğu kez. Sanırım Suriye’den gelirdik kahveci güzeli ve diğer birkaç modeli daha olan bu duvar halıları. Kitaba adını veren şiir bu halıyı resmeden folklorik öğeyi de çokça barındıran bir şiir. Yazıyı bu şiirle sonlandırmak sanırım doğru olacak. “Hiç uyumuyor geleliberi / Duvarımızdaki kahveci güzeli / Ne kadar gülmeye çalışsa da / İnandıramıyor bir türlü / Ne annemi ne de beni // Yalnız bırakmamak için annem / Artık senin dibinde ayıklıyor / Fasulyayı, ıspanağı, pirinci / Boş kaldığı zamanlar bile / Senin dibinde örüyor / Örgüsünü // Yoksa kahveci güzeli / Oyuncakların olmadığından mı / Hep böyle üzgün duruyorsun / Ve uyku girmiyor gözlerine

BEN DE ÇOCUKTUM ÖZLEMLERİMLE (*)
Celal Necati ÜÇYILDIZ


Hepimiz bir çocukluk dönemi geçirmişizdir. Kimimiz 4 ya da 5 yaşına gelince oğlakların ardına çoban olmuşuzdur. Kimimiz de evde oyuncakların içinde kendimizi bulmuşuzdur. Kreşler, ana okulları ve ilkokullar. Lise ve üniversite dönemi. Yaşamak istediğimiz çocukluğu her zaman yaşamak elimizde olmamıştır. Yazar ve Şair dostumuz Mümtaz Boyacıoğlu’nun BEN DE ÇOCUKTUM ÖZLEMLERİMLE adlı anı kitabı, çocukluk dönemime gidivermemi sağladı. Ne kadar ortak yönlerimiz varmış. Anne ve baba çifte gitmiş. Evde keçi var. Hem de Halep keçisi. İki de oğlağı var. Tut, tutabilirsen, nerde zarar, oraya koşar. Haydi bakayım oyun oyna, çocukluğunu yaşa. Sonra okul yaşına geliyorsun; 8 ya da10 km. aşağıda bir okula gidiyorsun. En küçükleri de sensin. Akşam geliyorsun. Ödevler var. Metinleri yazdırıyorlar. Çoğu zaman babam, yardım ediyor. Ama kızarak, yardım ediyor. Neyse ki, ilk okul üçten ayrılmış. Üçüncü sınıftan sonra yardım mı, dersiniz, azar mı dersiniz. Ondan kurtuldum.
26 başlık altında anılarını sıralamış. Hem yazmış, hem o günleri yaşamış. Anılarının içinde bir gün öğretmenler birkaç ay maaş alamamışlar. Bir öğretmen Atatürk’e mektup yazmış. Mektubu alınca hemen Kaman’a hareket etmiş. Öğretmenlerle toplantı yapmış. Konu doğru. Hemen ödenekler aktarılmış, biriken maaşlar ödenmiş.
Bütün çocuklar uçurtmayı uçurmak isterler. Ben çok istedim. Ama zamanım olmadı. Ama bazıları, gazete kağıdından da olsa, yaptılar. Uçurmaya çalıştılar. Hele kargıları güzelce kesip, renkli renkli kağıtlarla yaptıkları uçurtmalar. Komşumuzun çocuğu Zeynel, güzel uçurtma yapardı. 21 Mart Nevruz Bayramı geldiğinde uğraş verir yapar. Uzun uzun da ip alırdı. 3 ya da 4 km. uzaklara kadar giderdi. Ne güzel de süzülürdü! Meltem esen yerlerde uçurtma iyi uçardı. Poyraz ters yüz eder, ipi kırardı. Ama meltem esince ılgım ılgın süzülürdü.
Bir gün Mümtaz öğretmeni çiftliğine davet edilir, arkadaşı çiftliğini gezdirir. Cevizler boy boy olmuş. Kirazlar da öyle. Örnek bir çiftlik. Ama ona sürprizi vardır. Dolaptan bir uçurtma çıkarır. Gel Mümtaz uçuralım şunları. 70’ inde iki öğretmen uçurtmayı uçururlar. Onları çocukları, torunları görse neler düşünür. Çocukluğunu yetmişinde yaşamak. İşte güzellik bu. Ben de bunları okuyunca, uçurtmayı uçurmuş gibi oldum. Bir daha Kaman’a yolum düşerse, o uçurtmayı görmek isterim.
Küs oldukları komşuda radyo sesini duymak. Tam bir türküyü, ya da ajansı dinlemeye başladığında kapatılıvermek. Anasının zoruna gider. Bir gün kente gittiğinde , bir ahbabında iki radyo görür.
“ Ağam bu radyonun birini bana ver. Götüreyim. Komşu, ajans bile dinletmiyor.”
“Al götür ama idareli kullanın pili çabuk bitiyor. “ Annesi koca pilleri, radyoyu eşeğe yükler.
Köye getirir. En fazla baba sevinir. Çocuklarda işin havasında. Bir türkü çıkınca sonuna kadar açmak. Dinlemekten öteye caka satmak.
Çocukluğumda köye ilk radyoyu babam almıştı. Bir tarlayı 750 liraya sattı. Aldı bir radyo, Mümtaz Öğretmenin anılarında anlattığı gibi kocaman iki pil, biri yuvarlak, biri düz. Bir iki evin arasında upuzun bir anten. Kısa dalgayı açınca yukarıdaki askeriye telsizi anonsu başlardı. Ankara radyosu, meteoroloji ve Polis radyosu. Bir de Bizim Radyo vardı. Yurt dışından Türkçe yayın yapardı. Sonra büyük piller gitti. AGA radyosu geldi. Bunun pili içinde, öyle uzun uzun anteni de yoktu.
Mümtaz öğretmenimin annesi, babası çocuklarının zorlu okul günlüğünü sezerler, kentten bir ev tutup, hem köydeki eve, tarlaya hem de bu eve bakarlar. Çocuklarını okuturlar. Çocukları okusun, adam olsun. Ne kadar çok ortak yanımız var! Benim babam da aynı. Ben de 10 km. gider gelirdim. Eve geldiğimde yemeği bile zor yermişim. Yorgunluk, bitkinlik. İkinci sene, babam karar verdi. “Benim elimde gül gibi mesleğim var. Gider açarım dükkanı ve ederim tıraş diyor. Göçü sarıyor. Kente gidiyor. Okul yolumuz birden 1 kilometreye iniyor. Hem de kentin en eski, en iyi okulu Cumhuriyet Okulu. Saat 8.30 da Kampara (çan) çalar. Evden çıkarız. 9’a 10 kala zil çalar. Sıra ile içeri gireriz. Bir zil daha çalar ders başlar. Mart ayı gelince köye git, bağ bahçe işi. Senede iki okul değiştir. Sonra babam baktı olmuyor. Köyde ne varsa sattı. Kentten bir ev aldı. Konargöçer yaşamdan kurtulduk. Rahmetli babam berberlikten zengin olmadı. Ama çocuklarını okuttu. Bizim arkamızdan birçok aile sökün etti. Geldiler hem çalıştılar, hem çocuklarını okuttular.
İşte anıları okudukça ortak paydalar çoğaldı. Köy-kent olgusu derken çocukluğunu yaşamadan büyümek. İşte bunu bir kez daha yaşadım. Mümtaz Öğretmenin yüreğine sağlık. O araştırıyor, yazıyor. Köy Enstitülerini, yaşadığı toplumdaki Abdalları araştırıyor. Onları yazıyor. Hem de Abdallar Derneği’nin Başkanlığını yapıyor. Ne tesadüf ki ben de çocukluk ve gençlik dönemim Say Mahallesinde Abdalların içinde geçti. Yaşadığım sanat kültürünü onlardan aldım. Her zaman bize sahip çıktılar. 12 Mart, 12 Eylül’de Say Mahallesinde yaşamanın zevkini aldım. Kimse bize fiske vuramadı. İşte güzellikler bu. Gırnatacı Halil, Fosforlu Hüseyin, Derinceli Ali, Topal Ali bana bir kültür hazinesi sundular. Hem anlattılar hem de beni karşılarına alıp, büyük adam gibi sohbet ettiler.
Onları anmak, onlarla bir kültürü tekrar yaşamak. Demircinin, kalaycının körüğünü çekmek. Bir davulu eline alıp çalmak. Şimdi Say Mahallesi’ne annemin yanına giderken gururla yürümek.
Çocukluğumu yaşayamadım ama okuduğum kitap beni çocukluğuma götürdü. Yaşamadıklarımı yaşadım. Yaşayamadıklarıma saydım.
(*) Mümtaz Boyacıoğlu, Ben de Çocuktum Özlemlerimle. Anılar.
05335783636 KAMAN-KIRŞEHİR. Mumtazb.oglu@hotmail.com

GÜNEYDE İLK SONBAHAR YAĞMURLARI
Mustafa SAĞLAM


Yaşam, dünyanın soğuk bölgelerinde, ılıman bölgelere göre biraz daha zordur. Yılın büyük bir kısmında ayazlar, tipiler, poyrazlar hüküm sürer; yer, kalın kar ve buz tabakaları ile kaplıdır. Güneş ise senenin çok az bir kısmında yüzünü gösterir.
Uzun süren kış boyunca üşüyen, ısıya hasret kalan bedenler ve tohumlar ilk güneşlerle uyanıp, zamanı iyi değerlendirmek istermişçesine hızla harekete geçerler. Hayvanlar mümkün olduğunca çok yavru yapmaya, bitkiler de ellerinden geldiğince fazla filiz vermeye çalışırlar. Ama bu yavru ve filizlerden çok az bir kısmı gelecek yıla hayatta kalmayı başarır. Doğa onları sınava sokar, elekten geçirir; yeterince güçlü olmayan ya soğuktan ya da besinsizlikten ölür ve o da başka canlılara yem olur. Özellikle kutuplara yakın bölgelerde hep böyledir doğanın işleyişi.
Güneyin sıcak memleketlerinde ise durum daha farklıdır; hatta tam tersidir de denebilir.
Hepimizin bildiği gibi ülkemizin Akdeniz’e yakın kesimlerinde doğadaki uyanma martın girmesiyle başlar. Ortadoğu Mitolojisi, bu canlanmanın başlangıç tarihini 21 Mart olarak kabul ederse de bizimki biraz daha erkendir. Bölgede Akdeniz güneşinin gücü, kendini açık bir şekilde belli eder ne de olsa. Mart başı gelince toprağa düşmüş olan tohumlar filizlenip, boy verirler hemen. Çekirdek sağlamsa olmaz diye bir şey yok, toprağın ısısı bir yolunu bulup onu canlandırmayı başarır. Bu yüzdendir ki mart, nisan geldi mi kıra çıkınca bin bir çeşit bitki ve hayvan türü görürsünüz. Çok geçmez çiçekleniverirler hemen; aralarında gezerken elvan çeşit kokular gelir burnunuza.
Fakat güneş tepeye doğru dikildikçe gücü artar ve fazlasıyla yakıcılaşır. Isı, bir yandan meyveleri yetirtip olgunlaştırırken öte yandan bitkinin gövdesindeki suyu da uçurur ve yapraklar, daha fazla su ister köklerden. Ama yağmur mevsimi geçmiş, yağışlar sona ermiştir artık, köklerin yapacağı pek bir şey kalmamıştır.
Doğa var ettiklerini o zaman elemeye başlar işte; vücutları yeterince güçlenmiş olanlar yaz sıcaklarına dayanır, biraz zayıf kalanlar ise yaşama şanslarını kaybedip, kururlar. Bu kural hayvanlarda, bitkilerdeki kadar geçerli değildir elbette; çünkü hayvanların su olan yere kadar gidebilme olanakları var ama doğa bitkilere o şansı vermemiş.
Kır gezilerine çıkarım sık sık; aşağı yukarı her mevsim yaparım bunu. Dağlara tırmanır, tepelere yürürüm; en uğranmadık yerleri görmeye çalışırım. Otları, yaprakları, böcekleri daha yakından görme, inceleme şansım olur böylece. Daha iyi duyabilirim şikâyetlerini; dertlerini daha iyi anlayabilirim. Bazen konuşmaya çalışırım onlarla; ne isterler, nelere sevinirler, nelerden yakınırlar onu öğrenirim; acıları üzer, sevinçleri sevindirir beni. Dertliyseler, onlara yardım edememenin üzüntüsünü içimde duyarım.
Her yıl olduğu gibi bu bahar da yerin ısınmasıyla birlikte kış boyu uykuda olan tohumlar canlanıp toprağın üstünde boy attı. Ağaçlar filiz verip yeşerdi, çiçeklendi, çevreye bin bir türlü kokular yaydıktan sonra meyveye oturdu. Bu meyvelerle insanlar, hayvanlar beslendi, can kazandı.
Temmuzun ikinci yarısına doğru bazı ağaçların yaprakları yavaş yavaş soldu, yüzleri ekşidi, “susadık” demeye başladılar. “Dilimiz damağımız kurudu, neden gecikti bu yağmurlar böyle,” diye sesler yükseldi.
Susamış olmanın ne demek olduğunu hepimiz biliriz. Susayan birinin neler hissettiğini de biliriz. Onlarla birlikte ben de susamış gibi bir hale geldim. Ama onlara sabır öğütlemekten başka elimden bir şey gelmezdi.
Temmuz ve ağustos aylarında güney bölgelerde, hele sahil taraflarında pek yağmur yağmaz, şimdiye kadar çok seyrek görülmüştür. Onun için de su, başka yerlerden çok daha değerlidir oralarda.
Tabi sıcaklar bastırdıkça bastırır, toprak ısındıkça ısınır, derken taşların alevi ortalığı yakar kavurur. Yukardan sıcaklık geldikçe nem yerin derinliklerine kadar çekilir.
Ama yaşam devam ediyor, başka çaresi de yok zaten; yaşamak demek, su tüketmek demektir hâlbuki. Her alınıp verilen nefes suyladır hayatta. Suyun olmadığı yerde, canlılığın devamı düşünülemez.
Ağustos girince yakınmalar iyiden iyiye artıp, tam bir çığlığa dönüşmüştü. O zamana dek bir kısım yapraklar kurumuş, geri kalanın yarıya yakını da sararmıştı. Filizlerin bazılarının kabukları kırışıp, boyunları bükülmüştü. “Su! Su!” diye inlemeler geliyordu her taraftan.
Kuşların bir kısmıyla sürüngenler dersen yine öyle, susuzluktan kanatları düşük, ağızları gerik geziyorlar. Sürüngenler onlar kadar da şanslı değiller aslında; bukalemunu düşünün; iki, üç kilometrelik bir yolu sallana sallana kaç saatte, kaç günde gidebilir! Kaplumbağa dersen ona keza. Üstelik çoğunlukla da kızgın taşların üstünde veya arasında gezinirler, yaşam şekilleri öyle.
Ağustos sonu ve eylül başlarına gelince, bu çığrışmalar son haddine varmış, sadece ağızlarını yukarıya açıp, “Bir damla su!” diye Gök Baba’ya doğru bağırmaya çalışmalarını görmeye dayanamaz olmuştum. İçim sızlıyordu onların susuzluktan ölmek üzere olduklarını gördükçe. “Bu Gök Baba da ne kadar acımasız, böyle giderse doğada ne varsa yaşamını yitirecek,” diye kendi kendime endişelendim. Her dakika biraz daha ölüyorlardı sanki.
Eylül ortalarına doğru havada bulutlar görülmeye başlayınca onlardan çok ben sevindim tabi. O bulutlar birleşecek, yağmura dönüşüp, “Su! Su!” diye gerilen ağızlara damlalar halinde dökülecekti. Bedenleri saran alevler sönecek, çıkmayan canların imdadına yetişecekti. “Sabredin,” diyordum içimden. “Şöyle bir iki gün daha dişinizi sıkın. Gök Baba yalvarmalarınızı duydu; ilk yağışlar yetişti yetişecek nerdeyse.”
Ve öyle oldu, eylülün üçüncü haftasında bir öğle sonu tıpırtılar duyulmaya başladı bahçeden. Pencereden bir baktım ki, yağmur yağıyor, fırladım dışarı. Hanım arkamdan, “Şemsiyeyi al, ıslanacaksın!” diye çağırdı ama kim dinler, daldım makiliğin içine. “Yağ güzel yağmur yağ, şu susamışların üstüne!” diye gökyüzüne doğru seslenmekten kendimi alamadım.
Yağmur damlacıklarının o kurumak üzere olan dallarla, yapraklarla buluşması görülecek şeydi. Bütün bitki ve hayvanlar toplanıp bir şarkı tutturmuşlardı. Ben de katıldım onlara. Hani ilkokuldayken bize öğrettikleri bir şarkı vardı: “Teknede hamur/Bahçede çamur/Ver Allah’ım/Sicim gibi yağmur,” onu söyledim.
Yağmur, iri taneli taneli bayağı bir yağdı o gün. Damlalar birikip, yaprakların üstünden aktı şırıl şırıl. Yollardaki ufak tefek çukurlar suyla doldu.
Dün ölüm çığlıklarının yükseldiği doğadan bugün sevinç çığlıkları yükseliyordu artık. Adeta bir bayram havası vardı her tarafta.
Ortalık durulunca gökyüzüne baktım, bulutlar dağılmış, güneş yüzünü göstermişti; Gök Baba, aşağıdakilerin halini görmekten memnun, gülümsüyordu.
Ama ne yazık ki, geç kalmış, birçoklarını yeniden yaşama döndürmeye yetmemişti yağmurun gücü. Onlar doğanın eleğinin altına geçenlerdi artık. Bedenleri yeterince gelişememişti belli ki. Bu yazı atlatanlar ise gelecek yıla kadar güçlenmek için ikinci bir şans elde etmişlerdi.
Eve dönünce eşim halime bakıp:
—Tanrı aşkına ne sendeki bu hal, ıpıslak olmuşsun! Hemen üstünü değiştir, kurulan; değilse hasta olacaksın, diye hayıflandı.
—Doya doya sulandılar, dedim çevredeki ağaçlara bakarak.

SIĞ ORTAMDA UNUTULAN BİR ŞAİR



Baş eğmedi kimselere
Kimsenin sofrasına yanaşmadı
Çalmadı kapısını kimsenin
Sürekli dik tuttu başını
Çıkar peşinde koşmadı hiç
Nefret etti yalandan
Boğuştu haksızlar ve kötülerle
Halkının içinde ömür sürdü yaşam boyu
Gülenle güldü ağlayanla ağladı
Dertlerine ortak oldu kitlelerin
Tuttu ellerinden umarsızların
Güler yüz göstermedi
İki yüzlülerle döneklere
Devirdi kazanlarını
Soyguncularla vurguncuların
Su verilmiş çelikti sözü
Sapmadı asla doğrulu yolundan

Baş tacı etti dostlukla emeği
Barışı yeşertip kinleri yok etmek için
Sevgiler serpti havaya toprağa
Kardeşlik sıcaklığını yaydı evrene
Vurdu başlarına zaman zaman
Duyarlığı görmezden gelenlerin
İşte o öyle bir şairdi
Sessizce yaşadı
Sessizce uçup gitti dünyadan.

Mehmet AYDIN
2 Şubat 2011, Ankara


DÜŞ


Kimi zaman düşüme
Eski bir Anadolu köyü girer,
Buz gibi çeşmeleriyle,
Bir ormanın gölgesinde…
Birden,
Bir köy bakkalı belirir gözümde,
Kasketli bir adam oturmuş
Yoğurt satar,
Peynir satar,
Bulgur satar
Sinekler uçuşurken havada…
Ve bir köy odası doğar gözüme,
Sohbet eder eski Anadolu köylüleri,
Duvarda tilki postu vardır.
Bir çoban koyunlarını güder yaylada,
Elinde kavalıyla…
Saklambaç oynar köylü çocukları,
Köy kadınları süt sağarken
Bir bağlama sesi gelir uzaktan,
Türkü söyler garip bir köylü:
“Emirdağı birbirine ulalı….”
Kimi zaman düşüme
Eski bir Anadolu köyü girer,
Mutlu olurum…

Nihat KAÇOĞLU



İÇİNE TÜKÜREN ADAM
M. Demirel BABACANOĞLU


Memleketin birinde, başkentte bir adam vardı. Tükürmekle ünlüydü. Nerede ne görse içine tükürürdü. Bir kova görse, bir lağım görse, bir dere görse hemen içine tükürürdü. Kimse, onu tükürmekten alıkoyamazdı. Bütün başkentli onu tanıyordu. Hangi sokaktan, hangi caddeden geçse “Aha tükürükçü amca geçiyor” derlerdi.
Mahallenin çocukları arkasına düşerdi. "Tükürükçü amca, tükürükçü amca!" diye bağırırlardı. Onunla alay ederlerdi. Sağdan soldan yapmayın etmeyin diyen olsa da çocuklar aldırmazdı. Tükürükçü amca ise çocuklara çok kızar; onları "Ulan veletler, ulan piçler!" diyerek kovalardı. Çocuklar kaçarlar, sokağın bir başından dolanıp yine önüne çıkarlardı. Onu kızdırmaktan bir türlü vazgeçmezlerdi.
Adam, her geçen gün tükürmesini artırdı. Kentin ileri gelenleri bıktılar, usandılar. Zaptiyesi, onu tutup, çuvallayıp hastaneye götürdü; yatırdı. Burada aylarca iyileşim gördü. "İyileştin" deyip taburcu ettiler.
Adam, eskisi gibi çok tükürmüyordu. Ama, yine de tükürmekten vazgeçmemişti.
Sabahtan akşama kadar kentin her yerini dolaşıyor, parklardan birinin bankına uzanıp yatıyordu. Sabah olunca da parkların her köşesinde, ne var ne yok inceliyordu. Her gördüğü şeyi beyninin silmez yerine yerleştiriyordu. Bunları, ara ara bilgisayarın görüntüye çıkardığı gibi, gözünün önündeki sanal perdeye yansıtıyordu. Perdeyi genişletiyor, büyültüyor, iyice bakıyordu.
Onun en büyük zevki parklarda dolaşmaktı. Başka kentlere gittiğinde de parkları dolaşırdı. Parklarda en çok gözüne çarpan da heykeller olurdu. Bir gün başkentin parklarının birinde bir heykel gözüne çarptı. Ona bir işaret koydu. "Bu dokuncalı olabilir" dedi. Heykel, birbirine girmiş bir dişi bir erkekten oluşuyordu. Karşısına geçti, iyice baktı.
Aradan aylar yıllar geçti hayalinden çıkmadı heykel. Gözlerinin önünde apaçık duruyordu. Kan hücreleri hemen çalışmaya başladı. Beyaz kan üretti. Bedeninin her yerini, bütün damarlarını dolaştı bu kan. Yüzü al, al oldu. Beyaz kan damardan fışkıracakmış gibi tenden yüzeye çıktı.
Adam duramadı, çırpındı, kıvrandı. Coşkusu arttı. Hızla birden sarsıldı. Ellerini uzattı. Heykeli tutacakmış gibi devindi. Kavuşturdu kollarını...
Ama ortada heykel yoktu. O bir hayaldi. Boşuna çırpındı durdu. "Ah şu heykel karşımda duruyor olsa, gerçek olsa..." diye düşündü. O zaman kim bilir belki de hayalden, düşten kurtulabilirdi. İşte önünde duran iki heykel iki insandan oluşuyordu. İkisi de kavak gibi uzundular. İkisinin başında çivilere benzer çıkıntılar vardı. Bunlar, dış uyarımları alacak uydu toplayıcılarına benziyordu. Patates yumruları gibi dışa fırlamışlardı. Kafa bir dikdörtgen prizmayı andırıyordu. Gözler içeri girmiş, burunla ağız birbirine yaklaşmışlardı. Yüzleri toprak rengi mavi, al görünümündeydi. Kollar, bacaklar, beden birbirlerine girmişlerdi. Kadının göğsü, sivri kelek gibi erkeğin göğsü üzerine çivilenmişti. Yüreğini delip geçecekti sanki. Kollar kısa, bacaklar uzundu; erkeğin önündeki uzantı kadının içine girmiş, yarısı dışarıda kalmıştı. Seyredenler için hiç de dünyalı bir çifte benzemiyorlardı. Belki de bilinmezlikten gelmiş, dünyaya örnek, simgesel iki insan figürleriydi. O yüzden birleşmeleri de dünyadakilere benzemiyordu. Cinsellik coşkusu da görülmüyordu. Ama kimileri bu heykellere baktıkça etkileniyordu. Tükürükçü Amca da bunlardan biriydi. Heykellerin çekiciliğinden kurtulamadı. Hemen elinin içine tükürdü...
Tükürükçü amcanın yakınları onu parkta buldular. Evine götürdüler. Dinlenmesi için eve kapattılar. İçerde saatlerce uyuyup kalmıştı. Yakınları neden daha sonra akıl edip evin kapısını açtılar. Adam hâlâ uyuyordu. Kaldırmadılar. "Biraz daha uyusun" dediler. Adam üç gün üç gece uyudu. Uyandı, çevresine bakındı. Tükürecek bir şey aradı. Kovanın içine tükürdü. Kalktı, odasından dışarı çıktı. Başkentin sokaklarını, caddelerini dolaştı. Gördüğü insanlara selam verdi. Eskisi gibi taşkınlık etmiyor, tükürmüyordu. Başkentli "Akıllanmış mı ne" dediler. Herkesle görüştü, konuştu, selam aldı, selam verdi. "Bir gün bu kentin başı olacağım" dedi. Baş olmayı kafasına koydu. Orada bulunanlara, "Baş olacağım, baş olacağım!" diye bağırdı. Yürüdü, heykelin bulunduğu parka gitti. Heykelde sanki bir mıknatıs vardı, adamı durmadan kendine çekiyordu. Yeniden, yeniden ona bakmadan edemiyordu. Heykelin karşısında durdu. Çok kızdı. "Şu kadının içine girmiş herifi hemen gebertmeli! Kadını da onun elinden kurtarmalı, almalı, bir odaya kapamalı! Ona iyice bakmalı. Ne yani, kadın bu, ulu orta yerde olmaz ki?" dedi. Durdu düşündü. Döndü düşündü. Yürüdü düşündü. Yine geldi, heykelin karşısına durdu. Öfkeyle elinin içine tükürdü. Pityalin dolu, katımsı tükürük soğuk bir tutkal gibi parmaklarına yapıştı. Bundan, çok rahatsız oldu. Hemen koşup parkın çeşmelerinden birinin kurnasında elini yıkadı. Geri döndü, yine heykelin karşısına dikildi. Sonra heykelden uzaklaşmak için döndü, ama gidemedi. Kendini zorlayarak birkaç adım attı. Birkaç adım daha... Bir türlü yürüyemiyordu. "Gitsem mi, dönsem mi" sorularıyla sürekli ikirciklendi. “Neyse!... Başkente baş olursam, bu heykelleri kaldıracağım, odama koyacağım; o zaman doya, doya seyrederim heykelleri" dedi. Çarçabucak oradan uzaklaştı. Heykellerin görüntüsü beyninin içinden gitmiyordu. "Baş olacağım, bu heykelleri kaldıracağım, put bunlar, put, adamı çileden çıkarır, günaha sokar!" diyordu.
Bir gün, “En uzağa ve en iyi içine tükürme yarışması” düzenlendi. “En uzağa ve en iyi içine kim tükürebilirse” ona büyük ödüller verileceği davullarla, zurnalarla duyuruldu. Sokak sokak, cadde cadde dolaşıldı. "Ey halk duyduk duymadık demeyin, en uzağa ve en iyi içine kim tükürebilirse ona çok sıfırlı dolar, bir de limuzin marka otomobil verilecektir! Ayrıca deniz aşırı ülkelerden hangisini seçerse orada rüya gibi on beş günlük tatil yapması sağlanacaktır!..." denildi. Konuyla ilgili; yazılı, görsel, sessel basına duyurular verildi. Bunu duyan tükürükçüler; "En iyi uzağa ve en iyi içine tükürme yarışması yönetim yerine geldiler. Adlarını Soyadlarını yazdırdılar. Kısa özgeçmiş öykülerini, iki vesikalık, bir boy fotoğraflarını sundular... Yarışma günü gelip çattı. Seçici kurul yerlerini aldı. Çağrılanlar, çağrı belgelerini gösterip yerlerine oturdular. Yarış alanının on metre uzağına; seksi imleri içeren, kendine özgü araç/gereçten yapma şişme bir bebek koydular. Her ilden gelen yarışmacılar, birer birer yarışma alanına çıktılar. Tuuu deyip tükürdüler. Tuuu deyip, tuuuu, deyip, tuuuuuuuu deyip tükürdüler... Tükürenler alkışlandılar. Sıra tükürükçü amcaya gelince; ilgi arttı, uzun uzun alkışladılar. Tükürükçü amca tuuuu dedi, şişme bebeğin içine tükürdü. Bu kez seyirciler ayağa kalkıp adamı alkışladılar. Adam, uzağa ve içine tükürme yarışını yüz üzerinden yüz puanla kazandı, birinciliği aldı... Görsel, yazımsal, sessel basın günlerce Tükürükçü amcayla söyleşiler, röportajlar yaptılar. Adamın ünü her yere yayıldı...
Adam, çok mutlu oldu. Artık bundan sonra baş olabilmenin garantisi gözükmüştü. Hiç kuşkusuz, başkente baş olabilirdi! Aday olacak ve seçilecekti. Seçilince de ilk işi parklardaki heykelleri kaldırmak olacaktı... Durmadan heykelleri düşünüyordu. Gecede, gündüzde, yolda, sokakta, her yerde, her an heykeller aklından gitmiyordu. Ne yapsa onların görüntüsü gözünün önünde duruyordu! Durup yürüse, gözünü yumsa, açsa; uyusa, uyansa, o heykeller gözünün önünde beliriyordu. Ne yapsa, etse, onu görmek istemese de... ondan kurtulamıyordu. Kadınsa kadındı; ya kadının karşısına bir herif tasarlayıp koymak neyin nesi? İşte çıldırtan insanı buydu. Adam istiyordu ki, o adam kendisi olsun... Ah bir olsaydı kendisi, hangi duygular içinde olurdu kim bilir? Hemen tezelden, o birleşik heykelleri kaldırtmalı; kendini koymalıydı yerine... Bir an düşündü; hemen geçiverdi o herifin yerine. Beyaz kan aktı bütün hücrelerinden. Önü beyaza kesti.. Yüzü iyice kızardı. Kulak memelerine varana kadar al al oldu. Çevresine bakındı. Başkaları ayrımsamış mıydı acaba? Ayrımsadılarsa çok kötü bir duruma düşebilirdi! Ama çevredekiler hiç oralı olmadı. Parka birçok, girip çıkanlar vardı. Heykelin yanına gidip geliyorlardı. Hoplayıp, zıplayıp, oynuyorlardı. Kimileri de anı olsun diye heykele fotoğraf çektiriyordu. Çeşitli yönlerden görüntüler aldırıyorlardı. Evli çiftler, sevgililer, genç arkadaşlar... heykelin duruşuna öykünerek poz veriyorlardı. Bunu bir fotoğrafla belgelemekten sevinç duyuyorlardı. Onlar için, olağan, sıradan bir olay gibiydi heykelin duruşu. Tedirgin olmak gibi bir şey akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Adam, olan bitenleri bir süre seyrettikten sonra, kendisiyle ilgilenilmediğini anlayınca rahatladı. Sonra bu insanların duyarsız(!) oluşuna şaştı. Kızdı, köpürdü. "Olmaz ki, böyle de durulmaz ki... Adamın aklına her türlü şeyler geliyor. Bu adamlar da duyarsız aldırışsız dolaşıyorlar. Demek duyguları dumura uğramış, çalışmıyor. Onların da bir yerlerini depreştirmeli bu heykeller. Yoksa bu insanlar, insandan başka bir şey mi? yok yok, belki ben yanılıyorum. bunlar öyle görünmek için böyle davranıyorlar! Gün gelir bir gün bu heykellere taparlar bu insanlar. Bilinmeyen suç kavramları oluşur! Memleket bundan büyük dokuncalar görebilir. En iyisi ilk önce bu tür heykelleri kaldırmalı. Sonra da diğer heykelleri. Heykeltıraşları da bu memleketten atmalı. Bir daha heykeltıraş yetiştirilmesi önlenmeli. Zinhar günah, haram bunlar..." dedi.
Tükürükçü adam ilk seçimde aday oldu. Başkentlilerin büyük çoğunluğu ona verdi oyunu. Adam baş oldu. Baş olur olmaz da, parktaki birbirine girmiş dişi/erkek heykelini kaldırttı. Daha sonra da diğer heykeller. Olayın haberleri görsel, yazınsal, sessel basında günlerce yer aldı. Köşe yazılarına konu edildi. Ama adam hiç aldırmadı!..
Adam, heykeli, oturduğu koltuğun karşısına diktirdi. Kalktı ayağa baktı. Gözlüğünü taktı baktı. Uzaktan, yakından baktı. Elleriyle dokunarak baktı. Orasını burasını yokladı heykelin.. Tepki vermedi heykel..
"Sanat diyorlar buna! Ben böyle sanatın içine tükürürüm!" dedi. Görsel, yazınsal, sessel basına demeçler verdi...
Aradan günler, aylar, yıllar geçti. Bir gün öfkelendi adam, kılıcını aldı, vurdu heykele, heykel ikiye ayrıldı; bir karpuz gibi yarıldı; dişi bir yana, bay bir yana düştü.
Adam dört köşeydi. Ha bire tükürüyordu.