10 Şubat 2012 Cuma

GERÇEMEK SAYI 31




GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ
ISSN: 1307–4881
İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN


Yıl: 6
Sayı: 31

Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hatice Canan Yalçıner
yalciner_canan@yahoo.com.tr

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon: 05327220674
E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54
Baskı Tarihi: 01 Şubat 2012

Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır. Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.
Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/ Aydıncık Şubesi
TR930001001020307582605005

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.




GEÇEVİŞ (anagyris foetida)


Keçigevişi, kokar ağaç ya da zivircik adıyla bilinen bu bitkinin Latince adı “Anagyris foetida”dır. Akdeniz bölgesine özgü, en fazla 300 m rakımda, kuru ve iyi güneş alan yerlerde kendiliğinden yetişen, 100 ile 200 cm boylarındaki bu çalı görünümlü geçeviş, baklagiller familyasındandır.
Alt kısmı hafifçe tüylü yaprakları ezildiği zaman pis bir koku çıkarır. Şubat başlarında on kadar yeşile çalan gri tomurcuklardan sarı salkım çiçekler kendini gösterir. İnce bir sapla gövdeden ayrılan kapçıktan çıkan, ters çevrilmiş “v” şeklindeki ilk çiçeğin üzerinde kahverengi lekeler bulunur. Bundan sonra birbiri içinden iki yapraklı çiçekler gün yüzüne çıkar.
Son çiçekten oldukça koyu, yeşil fasulyeyi andıran, kenarları girintili çıkıntılı meyvesi kendini gösterir. 10 ile 15 cm civarında olan meyveler kuruyunca çatlar ve içerisinden sekiz kadar morumsu tohumları dökülür.
Geçevişin zehirli olduğu söylenir. Bilinen bir kullanım özelliği yoktur.
Dallarından bir zamanlar eğef (karasabanda, oku boyunduruğa bağlamaya yarayan ağaçtan halka) ve zelve yapılırdı.

EDİTÖRDEN

ZAMAN MÜZESİNE BİR YOLCU
Mehmet BABACAN

Hey 2011! Nereye dostum? Bakıyorum, sessiz sedasız çekip gidiyorsun. Hırsız gibi. Ya da komşunun camını kırmış çocuk gibi.
Gerçi, gibisi de fazla ya. Hem hırsızlığın var; hem yaramazlığın.
Yoo, diklenme öyle! Açıklarım bak. Yüzüne vurmak istemiyordum, ama zorladın beni. Demek ki, hem kel, hem fodulsun…
Şu, bir yıl gibi kısacık sürede, ömrümün, paha biçilmez bir parçasını alıp, götürmedin mi? Ya umduklarım ne oldu? Ne verebildin bana? Aldıkların, verdiklerinden çok be!
Avucunu yumup, yumruğunu yalayan pinti gibi, kös kös gidiyorsun şimdi de. Eğer utandığın için gidiyorsan, utanmak da bir erdemdir. Öyleyse, yeni geleni uyar da, senin yaptığın hataları yapmamaya özen göstersin.
Sizin sistemi bilmiyorum. Belki, bir zaman sonra yeniden dönüp geleceksin. Ne bileyim? Gelsen de, sanırım, biz göremeyiz seni. Görenler olur elbet. Kıyamete, daha çok var.
Oysa umutlarımızı yeterince gerçekleştiremediğin için duyduğun mahcupluğu, anlayışla karşılıyoruz biz. Hepsini verebilsen, elbette iyi olurdu da, neyleyim, bizim umutlarımız sınırsızdır. Üzülmene gerek yok. Belki, gücün o kadarına yetti. Belki, enkaz devralmıştın. Belki de, ipini çeken birileri vardı. Kim bilir?
Yani, o kadar da insafsız değiliz biz.
Üstelik öyle alışmıştık ki sana, akraba gibi olmuştuk. Zaten, insanoğlu alıştığı şeylerden kolay vazgeçemeyen bir varlıkmış. O yüzden, bizim “ Devrim” naralarımızın bile, en az yarısı, tutuculuktan sancılıymış.
Ben, açık sözlü bir adamım. Bazen, başımdan büyük laflar da ederim. Ama seni yerden yere vurmak değildir amacım. Hoş gör beni. İçimi döküyorum sadece.
Zaten, hangi işgüzar matematikçi yapmışsa, sizi, tespih taneleri gibi, ipe dizip, bir aile oluşturmuş. Demek ki, gelecek olan 2012 de sizin aileden biri. Oğlun mudur, kızın mıdır? Ya da yeğenlerinden biri midir; yoksa başka bir varis m? Bilemem.
Her kimse, yarın, bir sürü tantana ile gelecek; seni bir kenara itip, zaman tahtına teklifsizce oturuverecek. Biraz üzüleceksin, ama kızma. Biz bu tantanayı, yeni gelenler için, hep yaparız. Yağ çekme huyumuzdan gelir bu. Sen geldiğinde de yapmıştık, anımsamıyor musun? Yoklukları, yoksullukları unutarak; kıyasıya göbek atıp, felekten bir gün çaldığımızı sanmıştık ya. Felekten yaptığımız hırsızlık, bize kaça mal oldu bilmem de, iki kez sarhoş oluşumuz hep aklımda. O yüzden, yılbaşı lafını her duyduğumda, lades tutuşmuşum gibi, aklımda deyiveririm.
Hiç kuşkun olmasın, 2012’ye de yağ çekeceğiz biz. İlk akşamdan, tatlı bir heyecan saracak yüreğimizi. Aklımızı birazcık geriye iterek, coşkulu siparişler vereceğiz. Cicili bicili piyango biletlerinden, önünü sonunu seçe seçe alıp, kalbimizin üstüne yerleştireceğiz. Desene, kuyruğumuz gene tava sapı olacak. İki kadehten sonra da, “ dansöz beklemek de ne ola” deyip, göbek arenasına fırlayacağız.
O yüzden, sana “ Gitme, kal” diyemiyorum. “ Gitmek mi zor, kalmak mı,” deme sakın. Yüreğim yufkadır benim. Zaten, duygusallığımla aptallığım, durmadan yarışır da, sonunda, hep aptallığım kazanır gibi gelir bana.
Gördüğün gibi, biz bu tantanayı yeni gelenler için yapıyoruz. Ya gidenler için yapsak, daha mı iyi olurdu? Ardından teneke çalınan memur gibi olmaz mıydın? Şükret haline, uslu uslu git. Bizi, 2012’ye gammazlamak gibi bir hataya da düşme. Gerçi, gammazlasan da yaranamazsın ya. Nasıl olsa, “ Enkaz devraldım” diyecektir, yeni gelen. Biz, öğrendik bu yolları. Sen, bu dünyada bir yıl yaşadın. Oysa biz, epeyce yıl devirdik. (pışşık)
Bak arkadaş, son sözüm o ki, seninle iyi kötü, acı tatlı, bir yıl geçirdik. İyileri anı defterine kaydedip, kötülerin üstüne bir çizgi çekmek, yakışır bize. Ardımızdan kötü söyletmeyelim. Bilirsin, eski ayları kesip yıldız yaparlarmış. Belki yılları da doğrayıp, gün, saat, dakika gibi bir şeyler yapıyorlardır.
Belki de, zaman müzesinin uygun bir rafında, gerine gerine uyuklayacaksın. Kim bilir?
Allah taksiratını affetsin…


SİLİFKE YOLCULUĞU
Hasan AKARSU

Bir yere yapılan gezi amaçlı yolculukların insanı zenginleştirdiğini biliyoruz. Gittiğimiz yerlere yeniden giderken, yeni şeyler görmenin özlemini duyuyoruz. Tekirdağ’dan başlıyor yolculuğumuz. Önce İstanbul’a, oradan 10.11.2011 Perşembe günü THY uçağıyla, saat 14.15’te Adana’ya gidiyoruz. Uçağa binmenin heyecanını duyumsuyoruz. Çanta, üst-baş denetimi de az iş değil. Uçak kapısında güler yüzle karşılanıyoruz. Uçak havalanmadan yapılan bilgilendirmeleri ilgiyle dinliyoruz. Pilot, kalkışa hazır olduğumuzu, yolculuğun bir saat beş dakika süreceğini bildiriyor. İstanbul’u gökyüzünden görmenin zevkini tadıyoruz. Uçak buluta girip bulutların üstüne çıkınca da bulutların üstünden sürüyor yolculuğumuz. Aşağılar bulutluyken biz güneşli gökyüzünde yol alıyoruz. Bir süre sonra pilot, Ankara yakınında olduğumuzu, Ürgüp üzerinden Adana’ya yöneleceğimizi duyuruyor. Toroslar’ı, Adana ovasını uçaktan görüyoruz. Saat 15.25’te uçağımız havaalanına iniyor. Otomobille Silifke’ye doğru yol alıyoruz. Tarsus’un, Mersin’in yakınından geçerek 17.30’da Silifke’ye ulaşıyoruz.
Eczacı Kemal ile müzik öğretmeni Melek’in düğününe katılacağız. Melek’i ilk kez görüyoruz. Cana yakın, sevimli bir öğretmen olarak olumlu izler bırakıyor bizde. Düğün sahibi emekli öğretmenler Osman Oğuz ile Emine Oğuz ve yakınları tarafından sıcak karşılanıyoruz. Hayriye Hanım ile Çınar Bey yemeğe alıyorlar bizi. Saat 22.00’de, Silifke’ye 17 km uzaklıktaki Susanoğlu’na gidiyoruz. Oğlumuz Özger ile gelinimiz Emel de bizimle kalıyor.
11.11.2011 tarihi, evlenenler için ayrı bir önem taşıdığı için nikah kıymalar yoğun oluyor. Biz de saat 15.30’da kıyılacak nikâha gitmeden önce Susanoğlu’nda dinleniyoruz. Bir saatlik yürüyüşten sonra denize girip yüzüyorum. 11 Kasım’da bile yüzülecek gibi sıcak Akdeniz. Güneşli bir havada Silifke’yi geziyoruz. Göksu kıyısında geziniyoruz. Atatürk’ün Silifke’ye dört kez geldiğini simgeleyen anıt ilgimizi çekiyor. Üzerinde Atatürk’ün Silifke’yi ziyaret saatleri belirtiliyor: 27 Ocak 1925, 12 Mayıs 1926, 11 Şubat 1931, 20 Şubat 1935. Atatürk, Silifke’ye son gelişinde iyi karşılanmadığı için, il olan Silifke’nin ilçe yapıldığını duyuyoruz. Göksu üzerindeki üç köprüden önceden de söz ettiğimi anımsıyorum. Taş Köprü (Roma Köprüsü) özgünlüğünü koruyor. Ortadaki köprüye belediye başkanlığı yapan Feyyaz Bilgen’in adı veriliyor. Deniz tarafındaki köprü de sonradan yapılmış olup dört yola çıkışı sağlıyor. Göksu kıyısında yüzyıllık okaliptüs ve çınar ağaçları çoğunlukta olup günlük, akçakavak, Japon gülleri, harnuplar da bulunuyor.
15.30’daki nikâh törenine katılıp Susanoğlu’na dönüp dinleniyoruz. Sabahleyin yaptığımız gezide balıkçıların denize ekmek atarak denizi şenlendirdiğine tanık oluyoruz. Oltayla kıyıda balık tutanlar, parça parça ekmek atıyorlar denize. Ekmeklere gelen balıkları tutmaya çalışıyorlar. Susanoğlu Koyu’nun, uzun bir kıyısı var. “Kum cennetine hoş geldiniz!”, “Denizin süsü temiz sahilidir” yazılarını anlamlı buluyoruz. 12.11.2011 Cumartesi gecesi saat 19.00’da başlıyor düğün. Altın Orfoz Oteli’ndeki düğün salonuna gitmeden önce Silifke içindeki Roma Tapınağı’nı geziyoruz. Korint düzenli tapınağın 2. yüzyılda yapılıp Bizans döneminde kiliseye dönüştürüldüğünü öğreniyor ve yapının bir sütununun ayakta kaldığını görüyoruz.
Aya Tekla Kilisesi’ni geziyoruz. Aya Tekla, ilk Hıristiyan azizelerinden olup buradaki mağaraya sığınıyor. Mağaranın üstüne de kilise yapılıyor. Mağara kiliseyi ilgi çekici buluyoruz. İçinde birçok odası olduğunu görüyoruz. Büyük Bazilika’nın kalıntıları, mermer kaplı duvarları, mozaik tabanı ilgi çekiyor. 460-470 yıllarında yapıldığını, bölgenin en büyük kilisesi olup 55 m uzunluğu ve 36.80 m genişliği olduğunu, sarnıcı ve hamamları da gezmeye, görmeye değer buluyor, her yıl 23-24 Eylül’de Hıristiyanların burayı ziyaret ederek hacı olduklarını öğreniyoruz. Aya Tekla, Konyalı bir ailenin, Aziz Paulus’un kızı olup 376-379 yıllarında burada yaşıyor. Silifke’nin tarihinin eski olduğunu anlıyoruz bu tarihsel yapılardan.
Düğün, her yerdeki düğünler gibi yapılıyor. Müzik eşliğinde oyunlar oynanıyor, yenilip içiliyor, takılar takılıyor. Ayrı bir geleneğinden söz etmeliyiz bu yörenin. Gelin ile damat evlerine girerken kapıda kurban kesiliyor, kapıya bal sürülmüş asma yaprağı yapıştırılıyor evlilikleri tatlı olsun diye. Limonata da içiriliyor. 13 Kasım günü düğün yorgunluğunu atıyoruz üzerimizden.
14.11.2011 Pazartesi günü Silifke’den ayrılmadan önce, limon ve portakal bahçelerini geziyoruz. Otomobille Mersin’den geçerken, buranın ünlü yazarlarını, ozanlarını, sanatçılarını düşünüyoruz. Aslanköy doğumlu Behzat Ay, Osman Şahin yazınımızda önemli iz bırakan yazarlarımızdandır. Bir trafik kazasında yitirdiğimiz Anamurlu ozan Abdülkadir Bulut, şiiriyle önemli bir yer tuttu yazınımızda. Müzisyen Nevit Kodallı da önemli sanatçılarımızdandır. Film yönetmeni Atıf Yılmaz, ozan Zekai Yiğitler de Mersinli. Gazeteci, ressam Etem Çalışkan, ozan Ümit Yaşar Oğuzcan, öldürülen bilim adamı, eğitimci Cavit Orhan Tütengil, oyun yazarı Haşmet Zeybek Tarsuslu. Ozan Halil Uysal Anamurlu. Ozan, yazar Kerim Yund Silifke doğumlu. Genç ozanlardan Aydan Yalçın da Silifkeli. Günümüz yazınında, Aydıncık’ta yaşayan yazar Mustafa Yalçıner, Mut’ta öğretmenlik yapan Nihat Mustul, Gülnar’da yaşayan yazar, ozan Ali F. Bilir ve eşi Saadet Bilir önemli adlar olarak yer almaktadırlar. Kentler, yöreler sanatçılarıyla önem kazanıyor. Bu yönden Mersin’in de zengin olduğunu belirtmeliyiz. Mersin’de “Refah Şehitleri Anıtı” ilgimizi çekiyor. 1941’de Akdeniz’de batırılan gemide, şehit olan denizcilerin anısına 1972’de yapıldığını öğreniyoruz. Uzun bir kıyısı ve kıyıda büyük bir parkı var Mersin’in. Palmiye ağaçlarıyla Marmaris kıyısını anımsatıyor bize. İlde, 19-20 Kasım 2011 tarihleri arasında Narenciye Festivali yapılıyor. Ulu Cami’yi, valilik binasını, serbest bölgeyi, Atatürk Parkı’nı, eski yapı olan belediye binasını görerek, karnımızı doyurarak ayrılıyoruz Mersin’den.
Adana’ya varıp, uçağımızın kalkış saatini bekliyoruz. Eşim Aynur’la birlikte bir düğünü kutlamanın ve güzel bölgemizi gezmenin mutluluğuyla, Dadaloğlu’nu anımsayıp biniyoruz İstanbul uçağına: “Uçaklar yakın eder ırağı/ Gökyüzünden aşan yollar bizimdir” diyoruz.


ÂDEM’İN KORKULU DÜŞÜ
Mustafa SAĞLAM

Önce geyikler, dağ keçileri ve karacalar çıktı ortaya. Oldukça iri yapılı, kocaman boynuzlu ve güçlüydüler. Bunlar erkekleriydi besbelli; geri taraflarında ise dişileri ve yavruları toplanmışlardı, hepsi küçük ve sevimli.
Âdem, şaşırdı; bunlar da nerden çıkmışlardı şimdi? Avlana avlana bitmemiş miydi bunların nesli? Hele şu son otuz, kırk yıldır bir tekini desen gören olmuş muydu hiç? Kendisi olmayınca ancak resimlerini göstererek tanıtmaya çalışmıyorlar mıydı onları torunlarına? Bunların çoğu da anlatandan anlatana değişmiyor, yalan yanlış şeyler oluyor muydu hep?
Ama neden böyle düşman gibi bakıyorlardı ki ona? Neden kendine doğru yöneltmişlerdi boynuzlarını ve burunlarından soluyorlardı? Hâlbuki ne kadar da dostça görünüyorlardı dağda karşılaştıkları zamanlarda! Aynı havayı soluyarak, aynı pınarlardan su içerek, aynı topraklar üzerinde insanlarla yan yana yaşamaya ne kadar da istekliydiler! Binlerce yıldır yaşadıkları bu memleketi, yeni gelen bu insanlarla paylaşmaya ne kadar da hazırdılar!
Fakat karşılarında biraz daha durup, onlara dikkatle bakınca bir şeyin farkına vardı: Tümü de bir zamanlar kendi avladığı hayvanlar değil miydi bunların? Evet evet, hem de ta kendileri! Nasıl olmuş da hepsi bir araya gelmişlerdi böyle?
Gittikçe kalabalıklaşıyordu karşı taraf: Tavşanlar, domuzlar, kirpiler, porsuklar, çakallar, vaşaklar, Anadolu kaplanları, kurtlar, tilkiler… Derken iyice kalabalıklaşıp, sayılamaz hale gelmişlerdi. Ama nasıl da saldırgan ve öfkeliydiler hepsi birden! Dişler iyice bilenmiş, bir kamanın ucu gibi parıl parıl… Bir an önce onun üstüne atılıp, parçalayıvermek istercesine gözlerinden ateş fışkırıyor.
Evet, bunları da anımsıyor bir bir. Onların büyük bir kısmını tuzakla yakalamış, sonra da kafalarına sopa vurarak öldürmüştü. Bazılarını ise silahla vurup, yavrularını öksüz bırakmış, onlardan bir kısmı ölmüş, bir kısmı başkalarına yem olmuş, çok az bir kısmı da zor şer hayatta kalmayı başarmıştı.
Gökyüzü kararır gibi oldu bir an: Başını kaldırıp baktı ki, yukarısı hep kuş, güneş görünmüyordu nerdeyse. Göz alabildiğine kuşla doluydu başının üstü. Kafasına çarpacaklarmış gibi uçuyordu hepsi de. Bir savaş uçağı gibi hızla dalış yapanlardan yere yaslanarak kendini koruyordu ancak.
Yavaş yavaş yere inip, bir başka tarafa da kuşlar dizildi. Keklikler, bıldırcınlar, yaban kazları, yaban ördekleri, turaçlar, şahinler, atmacalar, kartallar… Birçoğunun şimdi adını bile unuttuğu bir hayli kuş, hem de koca bir sürü. Bunlar nasıl birbirleriyle haberleşmiş, kim öncülük etmiş de toplanmışlar böyle ki? İyiden iyiye şaşırdı kaldı Âdem. Ama ne kadar güzeller öyle, ne kadar da göz alıcı renkleri, alaları var; tüyleri dersen pırıl pırıl.
O sevimliliklerine rağmen bunlar da hiç dostça göründükleri yok. Bazıları gagalarını gösteriyor sanki gözlerini oymaya hazırlanıyorlarmış gibi. Bazıları sivri bir kancayı andıran pençelerini açıp kapayıp duruyorlar bir saldırıya hazırlanıyormuşçasına. Her biri kendi yöntemiyle meydan okuyor ve bir intikamının olduğunu, bunu kesinlikle alacağını anlatmaya çalışıyor adeta.
Âdem’in onları hatırlaması da gecikmiyor elbette: atıcılığa ve avcılığa yeni başladığı günlerde, yensin yenmesin, önceleri eğitim, sonraları zevk olsun diye öldürdüğü kuşlardı bunlar. Onları havadayken vurarak, uçar avcılığını öğrenmişti kendisi. Daha da ilerletip, bir keskin nişancı olmuştu sonunda.
İçine bir korku düşmüştü: Hayra alamet değildi bu toplanma; hepsinin, üstüne üşüşüp onu paramparça etmeleri an meselesi gibi görünüyordu çünkü. Evine saklanıp, kapıyı pencereyi kapatmak, öfkeleri yatışıncaya dek de dışarı çıkmamaktı en doğrusu. Geriye dönüp, koşmaya yeltendi ama o da ne: Ormanda kesip, yakıp neslini bitirdiği ağaçlar, dal ve kökleriyle bir ahtapot gibi sarmamışlar mı evini! Öylesine güçlü kökler ki, evin temelini çatır çatır söküyorlar. Ağaçların bu kadar canlanıp canavarlaşabilecekleri hiç aklına gelmemişti şimdiye kadar; görülmüş, duyulmuş bir şey de değildi zaten.
Eee, şimdi eve de gidemezdi, gidilecek hali de kalmamıştı ki nasıl gitsin! Ne yapacağını iyiden iyiye şaşırmıştı Âdem; kaçabilecek bir yer kalmamıştı onun için. Deniz geldi aklına. Bak bunu iyi düşünmüştü, evi bırakıp denize doğru koşmaktı tek çare. Orda şansı vardı; deniz de uzak sayılmazdı, yanı başındaydı nasıl olsa. Çoğu yüzemezdi; Orda saldırma olanakları yoktu o hayvanların. Denizden yana koştu hemen. Hızla varıp, suyun içine attı kendini ve bir oh çekti, şimdi emniyetteydi artık. En azından, çıkar bir yol bulmak için zaman kazanmış oluyordu böylece.
Âdem, tehlikeyi atlattım diye biraz rahatlamak üzereyken küçük bir dalgalanma oldu ve suyun içinden bir baş göründü. Pos bıyığı ve sevimli yüzüyle bir Akdeniz fokunun başıydı bu. Kürkü, sanki bir parlatıcı sürülmüşçesine parıl parıl parlıyordu güneşte. Hemen bir su samuru belirdi yanı başında, o da sevimliydi bir o kadar. Kunduz da peşlerine takılıp gelmiş neden geldiyse. İlerde ise koca bir balina; yelpazeye benzeyen kuyruğunu şöyle bir gösterip suya daldı. Ve balıklar yüzlerini gösterdiler sonra. Her renkten, her türden boy boy balıklar. Daha önce hiç görmediği, gördüyse bile hatırlayamadığı başka çok sayıda canlı ortaya çıktı o sırada; denizatından tut vatozuna, medüzüne kadar deniz yaratığının hepsi buradaydı. Hayret! Nasıl anlaşıp, toplanmışlar böyle? Ama şöyle belleğini biraz yoklayınca anımsamaya başladı ki, iyi tanıdığı ve yıllar önce çok avladığı fakat uzun zamandır ne nehirlerde, ne göllerde ne de denizlerde rastlanmayan hayvanlardı bunların birçoğu. Hele çocukluk ve gençlik çağlarında filan çok sayıda vardı ve bol bol avlıyorlardı kendisi ve komşuları.
Fakat gel gör ki, bunların gözlerinde de var aynı kin, aynı öfke. Başta da köpekbalığı o koca ve keskin kuyruğunu sallaya sallaya etrafında dolanmaya başlıyor. Kunduzlar, su samurları, Akdeniz fokları eski sevimliliklerini ve dostluklarını bir yana atıp, saldırıya hazırlanırmışçasına dişlerini gösteriyorlar. Şaşılacak şey, bu hayvanlar hiç de böyle haşin ve vahşi görünüşlü değildi eskiden!
“Göllerimizi, nehirlerimizi kuruttun, yaşayacağımız dünyayı yok ettin,” diyor içlerinden biri.
Başka biri de çıkıp:
“İçinde yaşadığımız ev olan denizi zehirledin, nefes alamaz olduk, ciğerlerimiz çürüdü,” diye sesleniyor.
Şikâyetçi çoktu:
“Yuvalarımızı dinamitledin, ne kadar yavru ve yumurta varsa hepsi öldü. Sığınacak yer bulamayınca düşmanlarımıza karşı korumasız kaldık,” diye bağırıyor bir anne balık.
O bitirir bitirmez:
“Yumurtlama mevsimi, göç mevsimi, kış mevsimi düşünmedin avladın. Bunların nesli bitecek diye aklına gelmedi, avladın. Avladın, avladın, avladın… Gece gündüz demeyip hep avladın. Yalvardık, yakardık, yapma etme, bak sonumuz geldi dedik, dinlemedin yine avladın; şimdi cezanı çekeceksin. Haydi, arkadaşlar saldırın!”
Hepsi üstüne doğru gelmeye başlayınca, karaya doğru kaçmak zorunda kaldı bizim Âdem.
Fakat toprağa daha ilk adımını atar atmaz, toprak kaynamaya başlıyor ayağının altında; bilmem kaç şiddetinde bir deprem oluyor sanki ve ayakta durmakta zorlanıyor o. Karşıda başka insanlar da görünüyor ama onlarda öyle bir şey yok, oldukça sakinler, kendisini seyrediyorlar rahat rahat. Onu ise toprak yutacak nerdeyse.
Kurtarmaları için imdat çağrısı yapıyor Âdem.
Ötekiler hiç duymazdan gelirken biri yanıt veriyor:
“Farklı mezhepten olduğum için beni horladın, eziyet ettin, daha da ileri gidip, toplu kıyım yaptın, neslimi yok ettin; şimdi daha ne yardım bekliyorsun benden,” deyip kılını bile kıpırdatmıyor.
Yanındaki konuşuyor bu sefer:
“Kendi dininden olmadığım için bana yaşam hakkı tanımadın. Benimkine ise hiç mi hiç saygı göstermedin, hep hakaret ettin, kötüledin. Şimdi ben sana neden yardım edeyim ki?”
Üçüncü kişiye elini uzatıyor:
“Kendi ırkından olmadığım için beni insandan saymadın, evimi yakıp, yuvamı dağıttın. Karımı, kızımı götürüp haremine kapattın, köle pazarlarında sattın ganimet diye. Sen geldiğin zaman ben bu toprakların sahibiydim; yurdumu işgal edip, halkımı kılıçtan geçirdin. Hangi yüzle el uzatıyorsun bana?”
Tam bir umarsızlık içindeydi. Toprak, hala ayağının altında oynuyor, deli bir at gibi onu sırtından atmaya çalışıyordu sanki.
Bu sefer sesler topraktan geliyor:
“Milyonlarca yıldır, doğurduğum çocuklarımı hiçbir kıtlık göstermeden doya doya besledim. Bitkiler olsun, hayvanlar olsun hiç açlık çekmediler. Ama sen öylesine zehirledin ki beni, doğuramaz, doğurduklarımı ise besleyemez hale geldim, üretkenliğimi yitirdim. Göğüslerimdeki süt kurudu. Öldürdün beni, seni istemiyorum artık; nereye gidersen git, benim üzerimde sana yer yok bundan böyle.
Çaresizlik denen asıl buydu işte. Şimdiye kadar başı hiç böylesine dara gelmemişti Âdem’in. Gidebileceği nere vardı ki? Hiçbir yer.
Uyanıverdi hemen; kan ter içinde kalmış, ıpıslak etmişti yatağın içini. Gördüklerinin bir düş olduğunu anlayınca öyle rahatladı ki!
Yataktan kalkıp, mağaranın kapısına gitti, karşılara doğru baktı: dolunay, her tarafı gündüz gibi aydınlatmıştı. Tepeler, dağlar, ağaçlar yerli yerinde duruyordu. Bunun bir düş olmasına çok sevindi.
Dönüp, Havva’nın üzerindeki kaymış olan incir yapraklarını düzeltti ve bir kez daha yanına uzandı.

OVACIK ALANINDA TEK KADIN OLMAK
Celal Necati ÜÇYILDIZ

Eğer Toroslar’ın başında bir ova ararsanız, işte o Ovacık alanıdır. Akdeniz’den yukarı kıvrıla, kıvrıla yollar gider. Yokuştan nefes aldığınızda sizi Meydan karşılar. Maki örtüleri defne, kesme, piynar, sakızlık. Aralarına serpişen meşe ağaçları. Bunlar Yörükler için paha biçilmez varlık alanlarıdır.
Taşeli’nin içinde yeşil alanlar demek olası. Ovacık Alanına Karaman, Konya’dan Yörükler akın, akın gelmişler. Kimisi gönüllü gelmiş, kimisi zorunlu iskân politikaları ile gelmişler. Buraları yurt tutmuşlar. Kuyu başları, sarnıçlar onlar için en iyi mekân olmuş. Bu bölgede akarsu yok. Tarihi roma su kanalından yararlanan da olmuş ama. Yukarı da bulunan köyler tat vermemişler. Kokmuş peynir derileri, leşler atmışlar. Ama sular yine de içilmiş. Ama kuyu suları en temizi çıkmış.
Ovacık alanında önce tek kadın yaşamış. Ovacık köyü Tek Kadın Mahallesi’ne gittiğimizde, orada bir kent harabesi ile karşılaştık. Bütün olumsuzluklara rağmen hâlâ ayakta kalmaya devam ediyor. Recepli sülalesi buralara gelmiş. Ev yapmışlar. Evler bir asırlık. Hâlâ dimdik ayakta. Tek Kadın heykelini birileri götürmüş ama aslan mezar kapağı ile idare ediyorlar.
Hançerli, Deve ini, Gökburç, Tek Kadın, Çatmataş’ta ören yerleri ayakta kalmak için uğraş veriyorlar. Köy sakinleri bu yapılara sıcak bakmıyor. Sanki kendi ibadet yerlerine rakip görüyorlar. İşte ne nedenle tarihi yapıları görmek isteyenler, patika yol bile göremiyorlar. Çalıların, dikenlerin arasında hoplaya zıplaya anıtlara ulaşıyorlar.
Keşli Türkmen köyünde delikli taşını görüyoruz. Sonra Ovacık alanında yürüyüş devam ediyor. Türkülerde adı geçen Yankılı Mahallesi, Bozkoyak, Sarıveliler, Sinanlı, Turabi adım adım tarih kokuyor. Aslanlı kabartma heykeli çalıların arasında Ovacık alanına bakıyor.
Ovacık alanında artık keçiler dolaşmıyor. Kayaları, taşları toplamışlar. Kırmızı verimli topraklar Aksufat suyu ile buluşunca domates, kırmızı toprağın üzerinde onun renklerini sergiliyor. Domatesini üretiyor, yanına defne yaprağını da koyuyor. Son yıllarda, Ovacık alanı defne yaprağında başı çekiyor. Bir kısmını fabrikalara gönderirken, bir kısmını da alıkoyup; kendi usulleri ile sabun yapıyorlar.
İmamlı (Meydan), Demirçili köyleri Ovacık alanın hemen altında, onlar denize biraz daha yakın. Köyler onların kışlıkları. Yaz gelince, Mara üzerinden Yüğlük dağlarının yolunu tutuyorlar. Zorunlu yerleşim sırasında burada kalın artık demişler. Ama bakmışlar sıcak, sıtma, kavga dövüş yurtlarını bulamamışlar. Hâlâ gitmeye devam ediyorlar. Esas yurdumuzu orada. Büyük tarlalarımız orada diyorlar.
Demirçili’de roma döneminden ( yaklaşık MS. 2-3 y.y.) yapıtlar, aile mezarları, hamamlar ayakta kalmak için mücadele veriyorlar. Ama bu yapıtlara ulaşmak için birer patika yol bile çok görülmüş.
Sanırım bu köylere geçmiş uygarlıklarla iç içe yaşama kültürü verememişiz. İşte sorun burada. Yani burada bulunan paha biçilmez anıtları Tanrıya emanet etmişiz.
Akdeniz’den, Toroslar’a yokuş başından ağır ağır çıktıktan sonra bu anıtları görmek için soluklandığında, sıcak bir çay ya da ayran. Duraklama, konaklamaya bile dönüşür. Narlıkuyu’da uygulanan projelerin buralara da kaydırılması bu bölgedeki tarihi yapıların kendiliğinden korunması sağlanacaktır. Bunu Cennet- Cehennem bölgesinde görmek olası.
Demirçili’den, Uzuncaburç’a kadar bu bölgenin bu projelere gereksinimi var. Son kalan Yörük çadırlarında sıkmasını, böreğini, ayranını ve de kırmızı toprakta yetişen domatesi, biberini birlikte tatmak.
O zaman bölge halkı o anıtlara gitmek isteyenlerin patika yolunu yapar. Onlara öcü gibi bakmaz. Onları dost olarak karşılar. Uygarlıklar birbiri ile kaynaşır. Bunlar zor işler değil. Bir ucundan başlamak gerekir.

LİMONİ
Z.E.Deniz OĞUZ

Mersin’in Erdemli ilçesi sınırlarında bir randevu daha başlıyor. Yolculuk, avuç avuç medeniyetin yorgun kemiklerini dinlendirdiği Toros kanyonlarında ilerliyor.
Erdemli coğrafyasındaki herhangi bir yolculuk, yılın neredeyse dört mevsimi Akdeniz’in âlicenap güneşinde devam eder. Vadilerde kıyamet gibi bereket kol gezer. Ve limon, incir, kekik, andız, yarpuz, sedir, ardıç kuşu, ardıçgiller…
Antik adı Lamas olan Limonlu, Dağlık Kilikya’nın denize açılan kapılarından biridir. Beldeden kuzeye sapıldığında ince uzun Kayacı Vadisi başlar. Limonlu Çayı’nın küçük menderesler oluşturduğu vadiye, mevsimine göre yeşil ya da sarı parlak limon bahçeleri yayılmış, suyu aralarına almış bahçelere ise meyve dökmekten yorulmuş incir ağaçları karışmıştır. Bir de yaz dönmeden, çitillerine incir doldurmuş kıpır kıpır çocuklar, seralarını yenileyen yarıcılar, gölgeliklere devrilmiş sarıkızlar ve limon makasları ile her biri bir dalda çalışan mevsimlik işçiler.
Limonlu Çayı takip edilirse, ağaçlarla korunaklı karpuz çatlatan sayfiye yerlerine ulaşılır. Kayacı Vadisi Milli Parkı’nın bu köşesi, doğal şemsiyeler altında oldukça serindir. Yöre, Limonlu Çayı’nın hafif zorluktaki kıyı geçişleri ile doğa sporları için son derece ideal. Gözleme, tatlı su balığı veya çay molası, pek tabii suyun içerisinde sürülebilen bir keyif. Toros yaylaları dışında yaz aylarının en serin alanlarından biri olan milli parka kır dinlenmesi için gelenler, Limonlu Çayı’nın soğuk yeşil sularına ve beyaz kumullarına atar kendini. Sudaki yeşil yengeçlere dikkat!
Kayacı Vadisi bir acayip havadar yer... Yüksek kotlara tırmanış başladı mı bitki örtüsü öyle hemen değişmez. Vadiyi seyreden keskin yamaçlardaki limonlukların sırtına, elma bahçeleri ve kızılçamlar dadanmıştır. Dolambaçlı yolun sonunda, vadi görünmez olduğunda ise yayla yolları başlar. Çiriş Köyü’nden itibaren sağlı sollu küçük ölçekli üzüm bağları ve kızılçam ormanları takip edildiğinde, yaklaşık 20 km sonra, Aydınlar Köyü (Avgadı) girişinde Kargagediği Sedir Ormanları belirir. Yılların örseleyemediği sedir ağaçları, yol genişletme çalışmaları esnasında fire vermişler fakat bugün hepsi koruma altında. Kargagediği’nden sonra ise ardıçlar ve yine aynı familyadan olan andızlar istila eder ortalığı.
En geniş yayılımını ülkemizde bulan Toros Sediri (Cedrus Libani) vefalı bir ağaç. Hem dayanıklı olacaksın hem kolay işleneceksin. Zor! Bir de belki güzel kokulu olmasındandır, iğne yaprakları hayvanları cezp eder. Son yıllarda, ormancıların meşakkatli çalışmaları, kozalaklardan elde edilen karpelli tohumlarıyla sedir ormanlarının yaygınlaştırılmasında etkili oldu. Kar yağmadan hemen önce veya yağdığı esnada havadan ve karadan atılan tohumlar, bugün daha çok sedirin boylanmasını sağlamış durumda.
Güve benzeri haşereleri uzaklaştırıcı etkisi ile sandık, dolap ve inşaat malzemesi üretimi gibi birçok alanda kullanılan sedir, dar yıllık halkaları ve dayanıklılığı nedeniyle gemi yapımı için ideal. Süveyş kanalı yapımını da içine alan 5000 yıllık tahribat, bugün bozuk sedir alanlarının iyileştirilmesinde geç de olsa bir etken.
Ya ardıçlar? Pul yapraklı olarak tanınan bir ardıç (juniperus) genellikle Toroslar’da boz ardıç ve yağ ardıç olarak çıkar karşınıza. Soluk yeşil boz ardıçların arasında ıslak ve daha canlı görünümlü olanlarına halk arasında “yağ ardıç” denir. Ardıçlar, doğal ortamlarda ardıç kuşları ve bazı hayvanların sindirim sisteminden geçerek yayılır. Ardıç kuşunun midesinden ve poposundan geçmeyen tohum, ardıca dönüşmez. Kilit taşı görevini üstlenmiş olan bu kuşlar, zincirin en önemli halkası. Onlar da bu yüzden koruma altında.
Ardıçgiller, tespih, pekmez, ok yayı, kurşun kalem, mobilya, dekoratif malzeme yapımında, cin adlı içkinin üretiminde, geyik eti gibi ağır kokulu etlerin tadını ekşimtırak kozalakları ile hafifletmede kullanılır. Ardıçtan elde edilen katran, uyuz gibi deri hastalıklarının tedavisinde ilaç gibidir. Erzurum oltu taşı bile fosil ardıçlardan oluşmuş bir nimet.
Kayacı Vadisi’nin doğu komşusu olan Erdemli Kanyonu ayrı bir cennet. Kanyona, hazır Kargagediği’ni geçmişken Aydınlar (Avgadı) yaylasından sapılarak da ulaşılabilir. Çerçili ve Koramşalı köyleri, şeftali plantasyonlarının zorlu yamaç düzeninde kurulduğu bolluk alanları. Öyle ki Koramşalı köylüsü memleketini, “kutsal topraklar” diye bellemiştir. Bir de eski zamanlarda beyaz tenli, çakır pençe güzel mi güzel kadınları ile ün salmıştır buralarda. İlerledikçe, balta girmemiş kızılçamlarla dolu bir yörenin içinde bulursunuz kendinizi. Yaklaşık 10-15 km sonra, kanyonun Söğüt- Küçük Sorgun (Toros Köyü)- Büyük Sorgun yayla üçgenine kavuştuğu yerdeki Kaleboynu ve Kevenkırı düzlükleri, derin vadinin yüksek kotlarındaki iki güvenli kuş kafesi. Bu düzlüklere vardığınız vakit bir kez daha ardıç kuşları için oluşturulmuş suni havuzların ve sedir iyileştirme (rehabilitasyon) alanlarının içindesiniz. Kanyonu, 1700 m’den seyreden bu kekik kokulu tepeliklerden sonra soluk alınabilecek diğer bir durak, Erdemli Deresi’nin kaynağı olan Değirmenbaşı. Yüzeyde yarpuzları besleyen yeraltı kaynağı fena halde soğuk. El yakan bir soğuk! Öyle ki piknikçilerin ara sıra şinav vaziyetinde su içme yarışına davrandığı bir mesire alanı. Daha ötede, Büyük Sorgun girişindeyse upuzun boylu kartal yuvası görünümlü yaşlı sedirler… Selamlamadan geçmemeli!
Yakınlarda 19. yy’da Ermeni bir vatandaşın yapıp işlettiği, şimdiyse terk edilmiş bir değirmen var. Değirmencilik Anadolu’da çoğunlukla gayrimüslimlerce yapılmıştır. Çünkü ekmeğin ham maddesi olan un da ekmek gibi kutsaldır. Değirmende yerlere dökülen unun ister istemez üzerine basar değirmenci. Bu yüzden değirmenciliğe sıcak bakmaz Anadolu halkı.
Limonlu ve Kumkuyu (Tırtar) arasında, bugün makilik alanlara saklanan antik korsan limanlarına yataklık eden kanyonlarda ilerledik. Erdemli tantunisi için verilecek bir mola ya da Kumkuyu marinasının ayakucunda bir balık keyfi gezinin son durağı gibi görünse de daha önümüzde koca bir Göksu Vadisi uyuyor.
Sağlıkla geziniz…

SİYASETİ BIRAKIYORUZ
Mehmet ÖNDER

Bizim rahmetli siyasetle çok uğraşmış; anlaşılan zarar da görmüş, “Oğlum büyüyünce siyasete bulaşma” diye öğüt verir dururdu.
Sözünü tuttum, hiç siyasete bulaşmadım. İkide birde partilere girip çıkışım mı? Hep o bana bulaşıyor, o yüzden.
***

Bir yerel seçim öncesiydi, kelli felli biri çıktı geldi; bir partinin ilçe başkanıymış: “Mehmet Bey, uzun zamandır partiye belediye başkan adayı arıyoruz. Düşündük taşındık en iyi adayın sen olduğuna karar verdik. Mevcut başkanı devirse devirse o devirir” dedik.
Bak sen! Damardan damardan da giriyor. Yani, bu şu demek: Siyaset denen şey açık açık bulaşıyor. Ağzımızdan da noter tasdikli belge hükmünde bir “Eh!” çıktı mı? Artık siyasetin içinde değil, ta göbeğindeyiz.
Yalnız tek sıkıntı parti bol para gönderemeyecekmiş.

***

“Arkadaşlar o zaman işimiz çok zor. Bu işler bol para ister, emek ister, işi gücü bir yana bırakmak ister” diye yalvarıp yakarmalar sinek vızıltısı kadar etki etmedi.
Beklendiği gibi ertesi sabah da istekler başladı. İlçe başkanı birini göndermiş. Adamın deyişiyle “Ercümen Listesi” hazır mıymış? İnsaf artık, daha bugün bir. Ne encümeni ne meclisi. Akşama doğru il başkanlığı sekreteri: Meclis listesi nerede kalmışmış. Ertesi sabah erkenden de bizzat parti genel sekreteri, bizi “En tembel ilçe örgütü” ilan edeceklermiş, bu ne uyuşuklukmuş.
Aldık başımıza bir dert ya, inşallah sonu hayırlı olur. Bereket ki, bu konularda deneyim sahibiyim. Bir tarihte “Usulen adını ilçe başkanı yazıverelim, işleri biz yaparız” denip siyasete sokulmuş, üç gün sonra bizzat genel başkandan “Filan köydeki üye sayımız niye hala üç, orada yan gelip yatıyor musunuz!” diye azar bile işitmiştim.
Neyse, bir yola çıktık, bulacaz artık o ercümen denen zevatı. Ama bulmak için de aramak lazım. Yola koyuldum, bir kahveye bakınırken taa ortaokuldan bir arkadaşıma rastladım. Tembel Osman. O zamanlar yaşamaktan bezgin bir çocuktu. Derslerine çalışmaz, kırık not alınca da “Bırakıcam bu okulu” diye mızıldanır dururdu. İlk yılın sonunda bıraktıydı da kurtulduyduk.
Ama şimdi, kendisine gereksinim var. Yukardan bastırıyorlar, “Osman’ı bile meclis üyeliğine yazarsam şaşırmayın” diyecektim ki, o da arayış içindeymiş. Daha beni görür görmez “Sigara var mı?” dedi. Uzattım; anlaşılan ateşi de yok, sağa sola bakınmaya başladı. Çakmağı çıkarıp yakıverdim, elimin üstünü okşar gibi yapıp teşekkür etti. Sonra dumanı uzun uzun çekti. Bir daha bir daha derken başladı öksürmeye. Neredeyse boğulacak. Biraz rahatlayınca:
- Bırakıcam bu naleti, dedi.
Rahatlayıp sövmeleri de bitince konuyu açtım. Meğer en doğru adrese gelmişim. Şöyle bir gerindi:
- Mehmetçiğim tam adamına geldin. Biz demokrasinin emniyet supabıyız. Aynı zamanda oy deposuyuz. Bir kaşımızı oynatalım, oyların yarısı tuz yüklenmiş koyun sürüsü gibi peşimize takılmazsa aha şu ellerim işe güce varmasın.
Tam da yukardan bastırdıkları bir sırada, iyi ki Osman’a rastlamışım. Daha yüzlerini bile görmediğim elin adamlarına rezil olacaktım. Ama bu iş bir Mehmet bir Osman’la da olmaz ki, bunun meclisi var, kontenjanı var. Var oğlu var, derken; meğer ben ne ufku dar insanmışım. Doğru dürüst insan tanımıyormuşum. Osman öyle mi? Koşuverdi; pek kılık kıyafetleri yerinde olmasa da yedi sekiz kişiyi bir çırpıda buldu geldi.
İnsanlar her an bayramlıklarıyla gezmeyecekler ama yine de soruşturmak gerekir:
- Arkadaşlar ne işle iştigal ederler?
Osman en öndekilere sempati ile baktı:
- Aha şu ikisi fayans işinde uzmandır.
“Canlarım benim, bu aralar inşaat işi de krizde; zorda olmalılar. İnşallah işleri açılır da rahat harcama yapabilirler” diye düşünürken, ardındaki dört kişiyi işaret etti.
- Bu arkadaşlar kâğıt sektöründe birinci sınıftır.
Güzel. Gerçi bizim buralarda kâğıt fabrikası yok ama işe bir atölyede başlamış olmalılar. Yavaş yavaş büyümek daha akıllıca.
Sonra arka yandaki ikisini işaret edip, sır verir gibi ağzını yarı kapadı:
- Bu ikisi asla sıradan işlerle uğraşmazlar. Risk alırlar. Yani kılıç kalkan ekibi.
Hem büyük işadamı, hem de folklora âşıklar demek. Ne güzel. İnsanın mesleğinin yanında sanatsal faaliyetlere de zaman ayırması ne büyük zenginlik.
Osman tüm arkadaşlarını tek tek tanıttı. Meclisime üye ararken gölebe batmış gibi oldum. Hatta en arkalarda tek başına dikilen biri kalmıştı. “Bu kimdir?” dedim. “O çaycı” dedi “Önemli değil. Aday listesine yazmasan da olur.” Buna ısrarla karşı çıktım:
- Olur mu öyle şey? O da bizden. O da emekçi bir kardeşimiz.
Çaycıyı da listeme alıp ekibimi oluşturdum.
Bizim partiye hiç para gelmiyor ama bu kadar işadamının katkısıyla seçimi sürükleriz evvel Allah. Zaten Osman’ın bir kaş göz işaretine bakan yüzde elli çoğunluk çantada keklik, buna yüzde bir bile eklesek seçim bizim.
Gel zaman git zaman seçim çalışmaları oldukça ilerledi. Yukarıları aradım, prensip olarak bu seçimde bir kuruş para göndermeyeceklermiş. Kendi yağımızla kavrulmamız gerekiyormuş.
“Bereket versin arkadaşların ensesi kalın” diyeceğim ama onların da ceplerinde akrep mi var ne, henüz hiç birinin eli cebine gitmedi. Ben tüm harçlığımı harcasam da giderlere yetişemez durumdayım.
Bir gün baktım, cepte bir kuruş yok. Az bir şeye gereksinim var. Alacaklı başucumda bekliyor. Aday arkadaşlara “Para!” dedim, hiç biri oralı olmadı. Neyse ki, geride geride duran çaycı arkadaşta para varmış da, rezil olmaktan kurtulduk.
Yokluğunda her kuruşun değeri anlaşılıyor.
Arkadaşlar o akşam, önemli bir konuda toplantı yapma önerisi getirdiler de yüreğime soğuk sular serpildi. Anlaşılan arkadaşların paraları ortaya serme zamanı gelmiş. Yoksa tam da bir işe kalkışmışız, halimiz nice olurdu?
***
Toplantıda ilk sözü Osman aldı:
- Sayın başkan, arkadaşların sabrı taşmaya başladı.
- Neden?
- Neden olacak, para konusu.
Öyle ya, kibar adamlar “Al şu parayı, seçim parasız olmaz” demeye utanıyorlar. Konuyu benim açmamı bekliyorlar.
Hani birçok partinin meclis üyeleri şu kadar bu kadar para harcıyor diye konuşuluyor ya, ben de bizimkileri rahatlatmak istedim:
- Haklısınız arkadaşlar. Konuyu gündeme getirmekte geciktim. Çekinmeyin, buyurun. Çıkarın paraları!
Ben bu sözü söyleyince bir şaşkınlık geçirdiler, gözleri açıldı. Hep bir ağızdan:
- Çıkaralım da, kasa nerede?
- Ne kasası?
- Paraların bulunduğu kasa. Paralarımızı nereden alacağız?
Öyle bir şey olmadığını söyleyince başladılar homurdanmaya:
- Ulan, çayına okey çevirsek, bari hoşça vakit geçirirdik.
- Bu da iş mi be? Ne varsa kâğıtta var. Al papazı ver kızı.
- Bir kılıç açsam, bir ay karnım doyardı. Yediniz sermayemi.
Tek sitem etmeyen çaycı kalmıştı, ona baktım; hiç umurunda değil:
- Müşterilerin hepsi burada. Zaten iş olmazdı.

***

Partiden topluca çıkıp gitmeye hazırlanırlarken Osman sitem etmeyi sürdürüyordu:
- Birader, okul arkadaşı dedik bağrımıza bastık, beni kahveye rezil ettin. Bu koşullarda siyaset yapmayı hiç mi hiç etik bulmuyorum. Ben ve arkadaşlarım siyaseti bırakıyoruz.
Onlar uzaklaşırken, seçimi kazanma umutlarımız ufukta yitti gitti.



ÇİÇEKLERLE

A. Kadir PAKSOY


Bir sabah uyandığımda
Yalvaran gözleriyle karşılaştım çiçeklerin
Hoşnut değillerdi
İnsanların kendilerine yakıştırdıkları adlardan
Başka adlar bulmamı istiyorlardı benden

Yahu herkes sizi bu adlarla çağırıyor
Karıştıracaksınız ortalığı şimdi
Gelin vazgeçin bu işten
Dedimse de dinletemedim

Umurlarında değilmiş hiç kimse
Kendilerinin bileceği şeymiş hangi adı taşıyacakları
Ad diyorlardı da başka bir şey demiyorlardı
Ben de hemen koyuldum işe

Evdekilerden başladım önce
Kız pençesi dedim hasekiküpesine
Baktım beğendi haspa
Al al oldu yanakları utançtan

Yaralıtemmuzçiçeği dedim açelyaya
Sardunyaya sabırçiçeği
Karanfile selam
Baktım onlar da beğendi

Aşkçiçeği demiştim ki gelinduvağına
Yalnızlıkçiçeğine çevirdim
kıskandığını görünce ötekilerin
Nazçiçeği dedim orkideye
Kamelyaya dulgüzeli
Begonyaya yüzgönül
Uydurdum tüm çiçeklere birer ad
Hepsi hepsi beğendi

Hepsi beğenince
Bu iş de beni iyice sardı

Artık umurumda değil insanların duyarsızlığı
Sağ olsun çiçekler
Ne zaman yanlarına varsam
Sanki Hippokrates gelmiş gibi şifa dağıtan
Yere göğe sığdıramıyorlar beni



GÜNEYDE AKŞAMLAR
Cumali KARATAŞ

Bilmezsin.
Güneyde akşamlar nasıl olur...
Önce güneş yavaş yavaş
Etkinliğini yitirir turuncu günde.
Akşamın kızıl perdesi sonra çekilir.
Bir baştan bir başa ıssız ufka.
Sonra akşamcılar bir bir
Düşer meyhanelere.
Biri gider, biri gelir şişelerin.
***
Güneyde tersine kurulur hayat.
Gün batımı dolup taşar barlar, pavyonlar.
Bütün gözler dansözün göbeğine dikilir.
Çiftetelliler, zennubeler, mastikalar
Ah! ne oyunlar, oyunlar.


MEZGELDEK
A.Uğur OLGAR

Yaz göçmeni bilirdik,
Zonguldak’ta islenmiş ayaklarını
Akdeniz ile yıkamaya gelirdi Mersin’e
Toy mezgeldek

Oysa zemheri şaşkını zaman
Dondurdu özgür açılan kanatları
Sonsuza dek

Tetrax tetrax özlerdim seni
Yıllanmış küskünlüğünden girer
Aman vermez suskunluğundan çıkardım

Yamanırdım tanrının bir söküğüne

Silifke / Ocak 23, 2012


ACEP NEYDİ O HORTUM
M. Demirel BABACANOĞLU

Ay kara bulutlar arasına girip girip çıkıyordu. Bu yüzden yeryüzü aydınlanmakta güçlük çekiyordu. Yani yeryüzü loş bir karanlıkla çekişiyor, dövüşüyordu. Dağların tepelerin, ağaçların gölgeleri uzuyor, yitiyordu. Sonra birden bulutlar çekilir gibi oldu. Ay parlak yüzünü gösterdi. Biz ona çocukken "Aydede" derdik, “bize çörek at.” Atmıyordu. Bağırıyorduk. Onun bundan haberi bile yoktu. Ne çörek atıyordu, ne de bir şey! Olsun yine de biz, "Aydede"nin bize çörek atacağını inanıyorduk! Aptalca bir şeydi ama öyle!
Tüm insanlar aptal değil mi? Onlara bakıp, onları özenle gözlerseniz hepsinin aptal olduğunu görebilirsiniz! Hatta kendinizin bile aptallıklarına tanık olabilirsiniz!
Aptallar size en olmadık şeyler de anlatabilirler. Her türlü yalan söyleyebilirler. Yalanları gerçekmiş gibi size yutturabilirler. Siz de ona inanırsınız. İnandığınız için de aptalsınızdır!
Bir kıza doğruyu dosdoğruyu söyledim; inanmadı. Sevgilim olmadı benim. Olmak zorunda da değildi. Kendime söz geçiremedim. O yüzden öyle acılar çektim ki! Hep onu düşündüm; gece gündüz, saat dakika! Kendimi örene, talana çevirdim; delirdim! Çarptım duvarlara, alkollere gark oldum, süründüm yerlerde. Paramparça oldum. Her bir parçam bir yerde kaldı. Köpekler gibi ardından koştum; tavlayamadım onu. İnandıramadım söylediklerime! Kanmadı bana. İnsafsız çıktı. Bir milim bile acımadı bana. Güvenmedi içtenliğime. Ben de bunlardan ders aldım. Bir daha doğru söylemeyeceğime ant içtim. Artık hangi kızı, hangi kadını görsem, kimi görsem doğru söylemiyordum, yalan söylüyordum, yalanıma inanıyorlardı! Gülünç değil mi? Demek yalan gerçekten üstün. Gizi, büyüsü çekiyordu insanları. Bense, şaşıyordum bütün bunlara! Kendi kendime düşündüm, bu böyle gitmeyecek… Karar verdim…
Ondan başka kız yok muydu? Dünya kadar kız vardı dünyada. Elini sallasan ellisi, yüzünü sallasan yüzlüsü gelirdi. Gördüğüm, baktığım her yer kız doluydu. Silme kız kaplamıştı yeryüzünü!... Erkeklerin sayısı azalmış, kızların sayısı artmıştı. Bir gün gözüme kestirdiğim bir kıza askıntı oldum, olmadık yalanlar söyledim. "Seni canımdan çok seviyorum, öl desen ölürüm, gel desen gelirim dedim. Gel sen benim ol, gezdireyim dünyayı, İngiltere, Amerika, Fransa, nere dersen götüreyim, gezer dolaşırız Marmaris, Bodrum, Miami, Dubai, Madagaskar, Baltık, San Francisco… Lüks otellerde kalırız, villalarda yaşatırım seni. Uçaklarla havalarda, gemilerle denizlerde, limuzinlerle karalarda gezdiririm. Bir dediğin iki etmem. Koşarız kumsallarda. Bikiniler giyersin, üstsüz/altsız da olabilirsin! Hatta… Salıverirsin goncalarını, goncaların kopuşur. Güneşlenirsin. Bronzlaşır tenin. Sevişiriz, zevkin doruğuna ulaşırız!" dedim. Daha neler neler söyledim, usun beynin durur, inandı bana, iki bir demeden sevgilim oluverdi. Ama ben onun sevgilisi olmadım. Yaşadım onunla yalnızca. Rol yaptım, oynadım bana verilen rolü. Ben rol yaptıkça o inandı, sevdi beni; aşık oldu. Ben ona âşık olamadım. Sevmedim onu hiçbir zaman. Sevemezdim de zaten, yalana, dolana inanan birini hiç sevemezdim! Artık kız tavlamasını öğrenmiştim. Ne zaman kız tavlamak istesem yalana başvuruyordum, öyle de yapacağım bundan sonra. Yalanın iksiri, gizi büyük. Yalan söyleyen kurtarıyor kendini, doğru söyleyen tehlikede… Sen ne büyüksün, her şeye kadirsin yalan!..
Ayın altından kara bulutlar geçip gidiyordu. Geçip gittikçe gölgeler ecüş bücüş oluyordu. Kimi insana, kimi hayvana benziyordu. Her biri bir canlının biçimini alıyordu. Acayip bir şey oluyordu. Ve ayın altında ve güneşin altında ve yorganın altında yalanlar söyleniyordu.
Birden bir hortum çıktı, kapladı ayın altını, sardı yeryüzünü. Kara hortumlar, kırmızı hortumlar, beyaz hortumlar, yeşil sarı hortumlar... Her renkte hortumlar oynuyor, zıplıyor, elden ele dolaşıyordu, uzuyor, büyüyordu... Adam uyandığında, yatağında bir hortum gördü. O da nesi; yılana benziyordu, ama değildi! Hemen tutup attı adam hortumu dışarı. Yeniden yattı, uyudu. Yeniden uyandı… Yine hortum yatağındaydı.
"Düş mü görüyorum" diyordu adam? Yoo düş filan değildi… Düpedüz hortumdu bu. Yokluyor, elliyor; lastikten değil bezden değil, kumaştan değil, ne biçim hortum bu? “Hiç böyle hortum görmedim" diyordu, adam, çivileniyordu yatağına yeniden. Uyanıyordu, yine hortum yatağında…
Neden sonra usuna geliyor, yerinden kalkıyor; gidip mutfaktan keskin bir bıçak alıyor, geliyor, kesiyordu hortumu. Kökünden koparıyordu. Gidip yatağına uzanıyordu yeniden. Rahat uyuyabilmek için çalışıyordu. Ama uyumakta güçlük çekiyordu! Endişe, korku vardı yüzünde, dağıtmaya çalışıyordu. Sarıldı sevgilisine. Okşadı saçlarını, sevdi dudaklarını. Alt alta, üst üste geldiler. Aaaa, o da ne? Hortum aralarına girmiş. Sevgilinin bahçesine varmış, dayamış ağzını kırmızı gülleri yalayıp yutuyor. Adam dürtü sevgilisini, "Kız kız, bu ne? Nerden geldi bu hortum," dedi.
Sevgilisi bakıyor, hiç görmediği bir şey; böyle kara, böyle yılan gibi, sulu yavşak bir şey görmemişti. Dokunuyor. Dokundukça hoşlanıyor. Kayıveriyor elinin altından. Allah Allah neymiş bu hortum? Kalkıp ışıkları yakıyor. Hortum! Basbayağı hortum."Herhalde çocuklar atmıştır buraya; sonra da unutmuşlardır; önemli değil canım!... Yatalım " diyordu, yatıyorlardı.
Sevgili, önce olanları, olmuşları anlatmıyordu! Bakalım sonuç ne olacak gibi şeyler geçiriyordu içinden. Bayan sevgili, toplayıp dürüp kaldırıp atıyordu avluya hortumu. Geri yatıyor, yeniden başlıyordu sevişmeye. Ay bulutlar arasına girmiş, şimdi karanlıktı her yer. Kurt uyuyor, su uyuyor, sevgililer uyumuyor. Ay buluta girip çıktıkça, sevgililer de bulutun içine girip çıkıyordu. Yüksek enerjiler salıyorlardı tenlerine. Islanıyordu tenleri bulut gibi, bir at olup kişniyordu… Sonra suyun altına giriyorlar, ıslanıyorlardı iyice… Tulumbalar şakırdıyor, sular şarlıyordu. Havuzlar şapur şupur ediyordu. Denizler şaha kalkıyordu. Suyun altında sevgililer oynaşıyordu… Adam bir hayli yorgunluktan sonra sevgilisiyle girdi yatağa. Hortum yine yataktaydı. Kim getirmişti onu? Kesiyorsun, dışarı atıyorsun, yine fırlayıp çıkıyordu. Bu kez de baltayla kestiler hortumu, parça, parça ettiler. Parçalarını götürüp kuyuya attılar. Geri gelip girdiler yatağa. Soluklanıp, birbirlerinin soluklarını soludular. Gözkapakları birbirine deydi; uyku hazırdı, kirpiklerin ucundaydı. Yumdular gözlerini, uyudular. Tatlı, güzel bir uykuydu. Sevginin sevişmenin sonunda uyunan bir uyku. Meleklere kesti yüzleri!
Tam da ay buluta girmişti ki, gölgeler birbirine karıştı; çarpıştılar, yitip gittiler. Bulutlar, buluta değdi, vuruştular. Camları döküldü gökyüzünün, parçalandı ufaldı iyice, un ufak oldu. Bulutların kavgası başladı. Büyük karmaşık, şiddetli gürültüler doğdu. Şimşekler çaktı. Çıngılar, yalazlar dağıldı. Aydınlanıverdi gökyüzü. Ay bir çıktı, bir girdi bulutlar arasına. Uykusu gelmedi bulutların; dolaştılar, durdular. Yağmur mu, dolu mu, kar mı yağdırsam gibi şeyler düşündüler. Sonra vazgeçtiler, yeryüzünü seyre daldılar. Yeryüzü karma karışıktı. Börtü böcek isyana kalkmıştı. Ciyanbank hemen hortumlanmıştı. Yılanbank durur mu? O da hortumlandı. Ya Kurbağabank, ya Akrepbank… Onlar da hortumlamışlardı; yeryüzünde ne varsa alıp götürmüşlerdi.
Herkesin elinde hortum vardı, ora bura koşup, dolaşıyorlardı, hortumlayacak şey arıyorlardı! Sevgililer, birden bir çığlık attılar."Aman aman yine gelmiş o hortum” diye bağırdılar… Nereden geldi? Nasıl geldi? Ucu nerede? Başı nerede? Belli değil! Uzayıp gidiyor hortumlar...
Hortumlar bir süre görünmez oldu. Sevgililer rahatladılar. Bu kez bir daha bu hortumlar aramıza girmez diye düşündüler. Rahat rahat birbirlerine sokuldular, uykuya daldılar. Tam bu sırada hortum nerden çıkıp geldiyse girdi aralarına… Hortumun hışırtısına uyandı adam, hortumu gördü; sevgilisiyle arasına girmişti, ucundan sular akıyordu...
“Allah kahretsin, kim icat etmiş bu hortumu? Kesiyorum, kaldırıp atıyorum, yine geliyor. Bir acayip hortum! Görülmemiş, duyulmamış saldırgan bir hortum. Usandım, bıktım sırnaşmalarından! Hiç ummadığın bir anda uçar, kaçar, girer, çıkar bir hortum! Baş gelinmez, gelinemez ona. En umulmadık yerde çıkar karşına; dikilir, öylece durur karşında. Ne yapacağını bilemezsin, şaşırır kalırsın. Göz açıp kapayana dek gelmiş, dolanmış sevgilinin bacağına; dayamış ağzını sevgilinin kurnasına, su içip durur; sonra bahçeye çıkmış gezer, gülleri yalar, koklar, namussuz bir hortum. Böylesi hiç görülmedi dünyada!"
Havada gezen kara, kara bulutlar yorulmadılar. Döktürdüler yağmurlarını. Ardından dolu, kar yağdırdılar. Yıldırımlar saldılar. Kayalar yarıldı, ağaçların dalları kırıldı. Bitkiler yerle bir oldu. Soğudu, her taraf buza kesti. Okşadı hortumu; hortum şahlandı!
Adam çok kızdı. Koştu mutfağa. Satırı aldı, geldi; "Dut kız şunu, dut" dedi. Sevgilisi tuttu hortumu. Adam vurdu satırı, kesti hortumu, parça, parça etti. Sonra küçük parçalara ayırdı; dağıttı, serpti etrafa. Bir de baktı ki, yine kesintiler birleşmiş uzayıp gidiyor... Kocaman bir hortum olmuş…
Adam, hortum elinde, yürüyordu, yürüdükçe kesiyordu, kestikçe kısalıyordu hortum. Ne hortum bitiyordu, ne kesme işi. Adam ha bire kesiyordu hortumu. Kese kese, Halep'e, Şam'a, Fizan'a, Paris'e, Londra'ya, Washington’a ulaştı. Bitmedi hortum. Hortumun son ucunu aradı, buldu, karışık, dolaşık bir şeydi hortum. Hortumun vardığı yerde patlamalar, gümlemeler oluyordu; savaşlar çıkıyordu. Hortumun başını bulsaydı adam, kesip koparacaktı. Bir daha da hortum diye bir şey olmayacaktı. Ah bir bulabilseydi hortumun başını! Bulamadı adam. Adam döndü geldi evine. Tam uzanacaktı ki sevgilinin yanına. O da ne! Hortum oradaydı. Sevgilinin gül kokulu, kırmızı bahçesine girmişti hortum. Adam şaşkındı. Çıldırdı…
Acep neydi o hortum?

DEĞİŞİK VE DEĞİŞİK ÇÖPLERİ
MEHMET ALİ KILINÇ


“Ana. Durdu abam selam söyledi; haftaya biz fıstık çapasına başlayacağız. Değişiği siz alın, dedi.”
“Madem değişik bizde, ayranın yarısından keş eder, kışın da bola sele yeriz.”
‘Değişik çöplerini bir türlü bulamıyorum; Şuraya mertekle pardıların arasına sokmuştum. Yel mi aldı, sel mi götürdü? Yoksa yere düştü de süt kokusuna kedi mi kapıp kaçtı bilmem.”
Yıllardır buna benzer cümleler bizim köyde artık kullanılmıyor. Yıllardır dediysem tabi ki pirenin berber dükkanı işlettiği devenin de tellallık yaptığı yıllardan söz etmiyorum. Köyümüze alüminyum tencerenin girmediği, plastik kap kacağın hiç bilinmediği yıllardan söz ediyorum. Yemek sonrası bakır sahanların henüz mintaksla değil meşe külüyle yıkanıp paklandığı yılardan söz ediyorum. Güzleri kır saçlı, beli hafiften kambur, pos bıyıklı bir kalaycı gelirdi köyümüze. Çardaktan bozma önü direkli köy damına körüğünü kurardı. Oğlu da çıraklığını yapardı. Kapları kalaylarken, içine girer, kalçasını kıvırıp dururdu. Biz köyün çocukları da başka yerlerde onu taklit ederdik. İşte yıllardan söz ediyorum.
O yıllar, çiftini ekebilmesi için herkesin evinde mutlaka bir çift öküzü bulunurdu. İnek de öncelikle sütü için değil öküz yetiştirmek için beslenirdi. Günümüzdeki gibi özel yemlerle değil sadece samanla beslenirdi. Bu ineklerden de süt sağılmaz değil sağılırdı ama doğanın coştuğu ilkbahar taş çatlasa günde 5 ya da 6 litreyi geçmezdi. Ama doğrusu, sütlerin süt, yoğurtların da yoğurt olduğu dönemlerdi.
Bu miktardaki sütün tamamını her gün o evde süt veya yoğurt olarak tüketilmesi mümkün değildi. Diğer yandan ekşi ayran da köylünün olmazsa olmaz ihtiyaçlardan olduğu malum. Çifte, ekine, çapaya götürülecek azıklara, evde kurulacak sofralara, yaşından kurusuna keş her zaman lazım olan yiyecekti . Yemeklere de tereyağı lazımdı. Kış için yazdan testilere sade yağ koymak gerekirdi. Günlük üç kilo beş kilo sütten yapılan iki avuç yoğurtla da yayık yayılmaz ki. O kadar yoğurt tuluğun ancak dibini örter. Yayık kurmak için en az 30 yada 40 litre yoğurt gerekir. Yoğurdu bir yayık yayacak kadar oluncaya kadar biriktirelim desen, bozulmadan nasıl saklayacaksın.
Sütü az olan evlerin de yayık kurabilmesini sağlayabilmesi için yedi sekiz ev bir araya gelir, süt her gün bir evde toplanırdı. Diğer hafta gruba katılan bir başka ailede toplanırdı süt. Bu yardımlaşmanın adıydı “değişik”. Günümüzde şehirli kadınların guruplar halinde bir araya gelip kurdukları altınlı günlerin benzeri. Sütler her sabah aynı eve götürülüp ölçülerek teslim edilirdi. O ev sahibi tarafından yoğurt çalınır, yayık kurulurdu. Yayık yayıldıktan sonra sade yağ alınır, ayranın bir kısmı katılımcı komşulara geri dağıtılırdı. Böylece diğer evler de ayransız kalmamış olurlardı. Ev sahibi kendine kalan ayranın bir kısmından da keş kaynatılırdı.
Köy yerinde her evde nereden bulacaksın litrelik ölçü kabını. Süt de her gün eşit miktarda olmayabilirdi. Süt her zaman aynı kapta getirilir ya da ev sahibinin gösterdiği aynı kaba konurdu, buna da ölçü kabı denirdi. Ölçü kabının içindeki süt de, “değişik çöpüyle” ile ölçülürdü. Bu çöp, yaş bir çalı veya ağaçtan kesilen kurşun kalem uzunluğunda ve kalınlığında bir dal parçasından başka bir şey de değildi. Genellikle de kalem gibi düzgün, sütün içine daldırıldığında sütü bozmayan, sakızlık, mersin veya nar filizlerinden kesilerek yapılırdı.
Süt “değişik” evine teslim edilirken, “değişik çöpü” ölçü kabına daldırılırdı; sütün seviyesi, çöpün üzerine çakının ucuyla küçük bir çentik atılarak belirlenirdi. Bu çöpler sütü veren evlerde, taş duvarının bir kovuğunda, çelengi altında bir yere asılarak ya da pardıların arasında, ayak altı olmayan bir yerlerde saklanırdı. “Değişik” nöbeti o eve geldiğinde, kullanılan ölçme kabında değişik çöpüne göre ödeşilirdi.
Çoğu şeyin unutulup yok olduğu günümüzde, artık ne ahırlarda çift öküzleri kaldı, ne gerektiğinde çifte koşulan, dağda taşta yayılan ve günlük üç beş kilo süt sağılabilen yerli kara inekler! Yörükçülük alışkanlıklarından kalan, köy evlerinin önlerinin olmazsa olmazı, iki üç keçi koyun da kalmadı.
Yaşamımın bu döneminde, önlerinde sitil, helke, kazan tangırtılarının birbirine karıştığı çocukluğumun “değişik” evlerinin bulunduğu köyümde yaşamıyorum. Zaman zaman köyüme uğradığımda evlerin önünde yine inekler görüyorum ama bu inekler, dağda taşta yayılan, önlerine konan otla yaprakla karınları doyuran inekler değil. Bunlar, oldukları yerde, özel yemlerle beslenen, ertesi gün 20 ile 30 kilo süt veren türden, aşılı hayvanlar.
Köyümde artık eskisi gibi tuluklu bişşekli yayık da yayılmaz oldu. “Değişik” gurupları da oluşturulmuyor. “Değişik” kelimesinin anlamını bilen bile çok az kalmış. Sütler artık her sabah gelen, kamyonla süt toplayan mandıracılara satılıyor. Köylülerim de eskisi gibi yoğurdu evinde çalmıyor. İhtiyaçlarını, şehirde olduğu gibi, eski yoğurtlarla hiçbir benzerliği olmayan, hazır plastik kutu içinde satın alarak karşılıyorlar. Yoğurdu olduğu gibi peyniri de sade yağı da marketten satın alıyorlar.
Neylersin o günler de o günlerin sözcükleri de gerilerde kaldı! Bizler de şimdi onları özlemle anıyoruz.

SEMER
Mustafa B. YALÇINER


- Ülen! Eşşek, senin babandır. Defol şuradan. Gözüm seni bir daha görmesin buralarda.”
- Veli Dayı, ben sana ne dedim ki?
Adam bağırdı çocuğa:
- Sen, hâlâ burada mısın?
Neye uğradığını bilemedi, çocuk. Süt dökmüş kediye döndü. “Çıldırmış, bu Veli kocası” diyerek evlerinin yolunu tuttu. Ama adımları ilerlemiyordu bir türlü. Babasına ne diyeceğini düşünüp duruyordu. Bir korku gelip çöreklendi yüreğine. Gözleri buğulandı. Çömeldi bir duvarın dibine, elleriyle yüzünü örttü, gözlerinden yağmur gibi akıyordu.
Yağmur dinmişti kasabada, iki gündür de pastırma sıcağı vardı. Pırıl pırıldı gökyüzü. Balıkçılar mercan avlamaya, köylüler de ormana mantar toplamaya gitmişti.
Babası, “Durali, biz de gidelim mi mantara” dediğinde nasıl sevinmişti çocuk. Şimdiyse sevinci kuş olup uçmuştu Durali’nin. Kalktı yerinden, sildi burnunu ceketinin yenine. “Geç kaldım diye, şimdi de babam kızacak.”
Yürümeye başladı hızlı adımlarla. Kafası darmadağınıktı. Nerede hata yapmıştı, ne demişti de azarlanmıştı? Veli’nin semeri neden vermediğini nasıl açıklayacaktı babasına. Anlayamamıştı da zaten Veli’nin neden celallenip köpürdüğünü.
Durali eve vardığında, babası çoktan çıkarmıştı eşeği ahırdan. Hayvanın sırtına bellemesini sermiş, palanı yerleştirmiş, elinde kolan bekliyordu.
-A, hani oğlum semer?
-Vermedi, Veli dayı. Üstelik bir de sövüp saydı. Ne olursun baba! Haydi gidelim. Hem pazartesi sınıfta da anlatırım ormanda ne yaptığımı. Çok mantar toplarsak, öğretmenime de veririz.
-Tamam, oğlum. Gideceğiz, dedim ya! Bekle biraz. Önce şu semeri alıp geleyim.
-Çabuk ol baba. Geç kalmayalım.
Adam düştü yola. “Veli dayı tingozun tekidir. Çingen Memet de, ‘Veli Dayı! İstediğin bıçağını yaptım. Boynuzunu getir de takıvereyim’ dediğinde, dayı fena köpürmüş, ‘Ülen, esas boynuzlu senin babandır’ demişmiş. Benim oğlan da buna yakın bir laf mı etti ki! Eğer böyle bir şeyse, vay halime. Kurtulamam gayrı dilinden.”
Veli dayı, evinin önünde, denize karşı bir iskemleye oturmuş, uzaktaki balıkçılara bakıyor bir yandan da kahvesini yudumluyordu.
-Selamünaleyküm, Veli Dayı.
-Aleykümselam, Ali. Hoş geldin. Çek bir iskemle de sen.
Seslendi içerideki eşine:
-Aşşa, kız! Haydi, okkalı bir gayfe de Ali’ye yapıver.
-Ne var ne yok, Veli Dayı? Nasılsın, bakalım?
-Nasıl olalım, be Ali! Bundan sonra at olup da kuyruk mu sallayacağız? Ha! Az önce senin oğlan kızdırdı beni.
-Ne yaptı ki?
-Telaşlanma!Bir şey yapmadı. Terbiyesizce bir laf etti o kadar.
-Haydi, merakta bırakma adamı be Veli Dayı. Söyle, ne dedi?
-‘Semerini verecekmişsin’ dedi.
-Aman, be Veli Dayı! Ben de kötü bir şey dedi sanmıştım.
- Ülen, bundan daha kötüsü mü olur, be? Ben eşek miyim ki semerim olsun?..