11 Ekim 2012 Perşembe

GERÇEMEK SAYI 35




GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ

KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN

Yıl: 6

Sayı: 35

Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni:

Mustafa B.Yalçıner

05327220674

yalciner_mustafa@yahoo.fr

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Hatice Canan Yalçıner

yalciner_canan@yahoo.com.tr

Yönetim Yeri:

Merkez mahallesi

Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2

33840 Aydıncık/ MERSİN

Telefon: 05327220674

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Yazı Kurulu:

Mehmet Babacan

F. Saadet Bilir

Güngör Türkeli

Songül Saydam

Basıldığı Yer:

Evren Yay. AŞ

Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.

Oğulbey/ANKARA

(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: 01 Ekim 2012

Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır. Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/ Aydıncık Şubesi

TR930001001020307582605005

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir. SÜTLEĞEN (Euphorbia)

Sütleğen, çakıllı topraklarda yetişen otsu ya da çalımsı bir bitkidir. İnce bir sürgün üzerinde kauçuk yaprağını andıran bolca yaprakları vardır. Sürgünün tam tepesinde ocak sonlarında şemsiye şeklinde sarı çiçek açar.

Sürgünü kırıldığında süt damlamaya başlar. Bu sıvı kaşındırır ya da kabartır. Bitkinin sadece sütü değil meyvesi de zehirlidir.

Bir zamanlar bu bitkiyle derelerde balık avlanırdı. Bir de sütleğen sütünün siğil üzerine etkili olduğu söylenirdi.


BİTKİ PEŞİNDE III

Mustafa B. YALÇINER


Mayıs ortaları. Sahilde ağaçlar meyveye durmuş, erguvanlar kaldırıp koyuvermiş sere boyundaki kızılımsı kahverengi fasulyelerini. İçimdeki çocuk da gıdıklayıp duruyor beni, “Haydi, dağlara çıkalım” diyor.

Yokladım çantamı, fotoğraf makinesi içindeydi. Bir şişe de su aldım ve koyulduk Kelenderis’i İç Anadolu’ya bağlayan tarihi yola. Tırmanıyoruz. Akdeniz geride kalıyor. Yol boyu kapariler, mor püsküllü beyaz çiçek açmış. Mor elbiseli, beyaz tülbentli gerçemekler selamlıyor bizi. İlerledikçe kekik kokusu konuk oluyor arabaya. Zeytinlik’te başlıyor sarı çiçekli çaltılar. “Al şu çaltı tohumunu, koy yaka cebine. Nazar değmesin” diyen anam düşüyor usuma. Nazar değecek neyim vardı ki tahta bavulumdan başka, Silifke Lisesi’ne okumaya giderken. Batıl inanç derdim ama anamı kırmamak için yine de sokardım onu yaka cebime.

“Hoş bir koku geliyor burnuma. Neyin nesi bu” diyor içimdeki çocuk. Athena’nın kokusu, diyorum. “Diline vurdu, değil mi?” Ciddi söylüyorum. Bu, zeytin çiçeğinin kokusudur. Zeytin de Athena’nın ağacıdır. Bak, bir gün ne olmuş diyerek anlatıyorum zeytinle ilgili öyküyü:

Zeus, insanlığa en büyük hizmeti sunacak tanrı ya da tanrıçanın, yeni kurulan kentin koruyucusu olacağını duyurur. Bunun üzerine deniz tanrısı Poseidon, Athena ile yarışa girer. Poseidon, üç dişli çatalını kayaya saplar ve oradan bir at çıkarır. Bu at, insanları uzaklara götürecek, malzeme taşıyacak ve onlara savaş kazandıracaktır. Athena ise mızrağını yere saplar ve onu bolluğu simgeleyen zeytin ağacına dönüştürür. Halkoylaması yapılır. Erkekler Poseidon’u, kadınlar ise Athena’yı tutar. Bir oy fazlasıyla Athena, kentin hükümdarı olur. Tanrıçanın onuruna da şehre Atina adı verilir.

Çocuğa zeytin bir de Nuh Tufanı’nda geçer diyorum: Nuh, gemiden bir güvercin salar suların çekilip çekilmediğini anlamak için. İlk seferinde ortalık hâlâ sular altında olduğundan kuş hemen geri döner. Bir süre sonra yeniden yollar güvercini. Tanrının öfkesi artık dinmiş, sular da çekilmiştir. Güvercin, ağzında bir zeytin dalıyla geri gelir. O günden bu güne, zeytin kurtuluşun, ümidin ve barışın simgesi olur.

“Şimdi daha iyi anladım, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün sembolündeki dünyayı kucaklayan zeytin dallarının neden oraya konduğunu.”

Truva Savaşı’nı duydun mu, diyorum çocuğa. “Evet ama çok iyi anımsamıyorum.” Ben sana savaşı değil de bu savaşa katılan Odysseus’un karısından söz edeyim kısaca. Odysseus’un uzun süren yokluğunda, ülkeyi karısı Penelope yönetmeye devam ediyormuş. Onlarca yakışıklı ve zengin kur yapmış kadına, hem onunla evlenebilmek hem de tahta geçebilmek için. Ama kadın, kocasının bir gün dönüp geleceği ve yeniden ülkesini başına geçeceği düşüncesini hiç aklından çıkarmadığı için, zeytin ağacından yapılmış karyolasındaki yatağına kimseyi almamış. İşte bu nedenle çok eski zamanlardan beri zeytin ağacı sadakat simgesi olarak kabul edilmiştir.

“Şu ana kadar bana anlattıklarına bakılırsa, galiba hakkında en çok efsane üretilen ağaç, zeytin olmalı” dedi çocuk.

Yolumuza devam ediyoruz. Karaseki Köyü gözüküyor ileride, terk edilmiş gibi. Çam kokusu doluyor arabanın içine. “Çam ağaçlarındaki şu asılı torbalar, ne” diye soruyor çocuk. Çam keseböceği diyorum, anasını ağlatıyor ağacın.

Karşımızda Duruhan Köyü. Yollar dar ve dönemeçli. İnişe geçiyoruz. İkinci vites. Az ileride duruyorum. Sağda, yörede “gelincik” denilen erguvan ağacını görüyorum. Ölümsüzleştiriyorum solmaya yüz tutan çiçeklerini. Birini de koparıp ağzıma atıyorum. “Bana da ver” diyor çocuk. Bir araba duruyor, o sıra. “Ye, ye; kaşıntıya iyi gelir” diye bağırıyor, yolculardan yaşlıca bir adam.

Biliyor musun, diyorum çocuğa. Efsaneye göre, Hz. İsa’ya ihanet eden Yahuda kendini bu ağaca asmış. Çiçekleri İsa’nın gözyaşları, rengiyse hainin utancından kaynaklanmaktaymış. Gülüyor, çocuk. “Dedin ya efsane diye.”

Sürdürüyoruz yolculuğumuzu. Dere boyu gidiyoruz kıvrıla kıvrıla. Pürencik deresindeki köprüye varmadan hemen sola, toprak yola sapıyorum. Biraz sonra da duruyorum. Elimde makinem, iniyorum dereye. Borcaklar açmış, sapsarı. Bir süre oyalanıyorum orada.

Yeniden biniyoruz arabaya. Camları kapatıyorum toz girmesin diye. Çok geçmeden Bucak Mahallesi’ndeki dallı servilerin yanındayız. Bunlar Anıt ağaç diyorum çocuğa. Fırlıyor o da dışarıya. “Makineyi ver, geç şöyle, bir fotoğrafını çekeyim. Ardından başlıyor bağırmaya: “Apollon! Bak seninki burada.” Ne Apollon’u, kim onunki diye soruyorum. Başlıyor anlatmaya:

“Eski Yunan’da, başında kocaman çatallı boynuzları, boynunda altın kolyesi olan ulu bir geyik varmış. Alnında sarılı gümüş boncuklu tülbendi, pırıldayıp dururmuş. İki kulağında ise aynı büyüklükte inci küpeler. O dağ senin, bu dağ benim koşarmış koca geyik.

Yabanıl değilmiş, her eve girer çıkar, boynunu uzatıp okşattırırmış. Onu herkes severmiş ama kralın oğlu ve Apollon’un sevgilisi Cyparissus’tan daha fazla kimse sevemezmiş geyiği. Cyparissus en yakın dostuymuş hayvanın, canını bile verirmiş onun için. Geyiği en güzel otlağa götürür, en berrak kaynaklarda sularmış. Bazen biner üstüne dolaşırlarmış dere tepe.

Havanın çok sıcak olduğu bir gün, geyik bir ağacın gölgesinde otlar arasına yatmış, dinlenip keyif sürerken, ava çıkan Cyparissus bilmeden mızrağını saplamış kutsal geyiğe. Sevgili dostunun ölümüne neden olduğu için dayanamamış vicdan azabına ve intihar etmeye karar vermiş. Apollon, sevgilisini teselli etmeye çalışsa da başarılı olamamış. Yakışıklı delikanlının acısına dayanamayan Tanrı, onu servi ağacına çevirmiş ve ‘Seni hep hüzünle anacağım. Ölümlüler içinse, yas simgesi ve mezarlık ağacı olacaksın’ demiş.”

Sağ olasın! Ben bunu bilmiyordum. Bak şu devasa dallı servilerden biri 585 yaşında, boyu 33,5 m, çapı ise 127 cm; diğerinin yaşı 605, boyu 32,5 m, çapı da 152 cm. İkisinin arasında, az aşağıda dereye yakın yerde kesilen bir başkasının kurumuş, kocaman kütüğü duruyor üzgün üzgün. Yaklaşık 60 yıl öncesine kadar üç taneymiş bu serviler. En düzgününü, en yaşlısını kesmişler caminin onarımında kullanılmak üzere.

Dönüyoruz. Yol boyu kengerler. “Şunlar kangal değil mi” diye soruyor, çocuk. Evet, diyorum. “Bak, tohumları var üzerinde. Toplayıp kenger kahvesi yapalım mı,” diyor. Daha erken yanıtını veriyorum. Anayola ulaşıyoruz ve sürdürüyoruz gezimizi. Tırmanıyor araba, dönemeçli asfalt yolda. Çobançırası giymiş sapsarı elbisesini. “Dur, koparıp emelim çiçeğini. Ne güzel balı olur!” Uygun bir yerde duruyorum. Birkaç fotoğraf karesinden sonra çekip emiyoruz bir taçyaprağını, tatlı bir sıvı geliyor ağzımıza. Arılar geliyor üstüme üstüme. “Çekil oradan, be adam! Bunlar bizim hakkımız” dercesine.

Gökgedik’teyiz. Çan sesleri, oğlak melemeleri geliyor kulağımıza. Sağda, yıllara meydan okumuş, ulu bir ağaç. “Gavur çıtlığı” adını takmış yöre halkı. İki çatallı kocaman bir ağaç. Fotoğrafını çekiyorum. Bir çoban kız geliyor yanıma, yabanıl değil. “N’apacaksın da çekiyorsun fotoğrafını” diyor. Kesilecekmiş bu ağaç. Fotoğrafını anı olarak saklayacağım deyince, “Uyh! Ulu ağaç kesilir mi hiç! Çarpar adamı alimallah” sözleri dökülüyor ağzından, bal akarcasına. Şaka yaptım, diyorum çoban kıza. Gülümsüyor o da. Adı neden Gavur çıtlığı, biliyor musun? “Gavur zamanından kaldığı için olabilir” diyor ve sürdürüyor konuşmasını: “Bunun melengiçleri, daha iri ve daha hoş.”

Güneş çekildikçe, dağın gölgesi sarıyor vadiyi. Çeviriyorum arabanın yönünü. El sallıyoruz çoban kıza…


CEYLAN KÖYLÜLER

Mehmet BAŞARAN

 Unutulmaz insanlar yaşadı bizim köyde. Öbür köylerde de yaşamıştır elbet. Çoban Alimiz vardı bir, kucağında yeni doğmuş kuzular oğlaklarla dönerdi Uluağaç çatağından. Bugün bile izleri var kırlarda. Doğdu mu akşam yıldızı, “Gökyüzü çobanlarındır” derdi. Gökkırında dolaştırırdı sürüyü aylı gecelerde, saman yolunda devrilen saman arabalarının tozu kaçardı gözlerine…

Gömütlüğe bitişikti avlusu kulübesinin. Bir sabah, değneğini unutarak o yana geçiverdi.

Kelebek Hasan şakayı severdi,1938 göçmeni. Aklında Deliorman, Vardar Ovası, Balkan Dağları… “Bakmayın aranızda dolaştığıma, hep geldiğim yerlerde bir yanım. Burnunda kokusu o bereketli ovaların. Hey be, o bereketli tarlalar! Ekinler adam boyu!.. Yaşamak da bir şaka, belli mi yarın nerde olacağım… Nerde bizden öncekiler!..”

Köyün bilgesiydi Kocakuş Dede. Otun çöpün, börtü böceğin dilinden anlardı. Kendi dilince konuşurdu kırlar onunla. Bir kendisinin yaptığı merhemlerle sağaltırdı en onmaz yaraları… Gök halkını ondan sor… Kanat açıp, o da uçmak istiyor maviliğe. Zaten caminin yanındaki koca ahlata çıkıp, kendini boşluğa atıverdiği için Kocakuş denmiş ona. Çoktandır görünmüyor, kim bilir hangi göklerdedir!..

Arnavut’un dükkânı, caminin karşısında. Gece gündüz açıktır. Yapılı iki insan, boyuna bir şeyler üretir. Tahin, susam helvası, ceviz helvası, boza… İç çekerler, “Ah, Yugoslavya,” derler arada.

Zeynel Aga’nın karısı Ümmühan Nine. Köyün en güzel bahçesi onun. Çiçeğin türlüsü… Sanırsın hep bahar… Seferberlik davulu vurduğunda Çanakkale’ye giden iki oğlunu bekler hâlâ. Babayiğit delikanlılardı. Dönmediler. Gelen geçene onları sorar. Şehit maaşı bağlanmış. “Oğulların gönderdi” deyip verdiler. Gözlerini silerek, “ Analarını unutmaz benim yavrularım” der…

Nasıl anlatmalı Bıçakçı Kadir’i? Ateşi çalmış Promete gibiydi. Onun demir dövdüğü ocaktan yayılırdı köye aydınlık. Bir eliyle körük çeker, öbürüyle korlaşmış demiri döverdi. Alnı şıpır şıpır ter; elinin tersiyle siler, dövdüğü demiri “cozzz!” diye suya sokardı. Yaptığı bıçaklarla ipeği kes, onardığı araçlarla tüm kırları sür…

Sonra asma çardağının altına oturur, bir cıgara sarıp, gülümseyerek evlere bakardı. Bir türkü mırıldanırdı yanık yanık. “Göremedin mi aslan Alişimi Tuna boyunda…

Yunanlıların köye girdikleri akşam, kim bilir neler anımsadı ki dili tutuldu Keskin Ali’nin. En yakınlarıyla bile konuşamıyordu. İşkenceler yapılmıştı camide. Duvarda, tavanda kurumuş kan lekeleri vardı. Beş vaktine beş katan adam camiye gitmez, namaz kılmaz olmuştu…

Anadolu’ya geçip, savaşa katılanlar olmasın diye, yoklama yapardı her akşam palikaryalar. Ellerinde de koca dut sopaları, vur allah vur!.. Hiçbiri soruları yanıtlamaz, konuşmazdı. Hele Keskin Ali, duvar kesilirdi. “Mahsus yapıyor bu momçe vire” der vururlar da vururlardı.

“Mustafa Kemal’in askerleri ilerliyormuş” söylentileri dolaşmaya başladığında üstüne çöken ağırlık kalkmış gibiydi Keskin Ali’nin. Nasıl etmeli de şu köydeki işgalcilere hadlerini bildirmeliydi. Hele düşmanın ambarları boşaltıp, arabalara doldurmaya başladıklarında, gözlerine kestirdikleri eşyayı almaya başladıklarında öfkesi büsbütün artmıştı. Dili çözülmüş, “Kaçmüyın vire kopelalar! Kemal Paşa geliyor” diye bağırmak istiyordu.

“Kurtuluş”, Keskin Ali’nin dilinin çözüldüğü gün kutlanıyor köyde…

“Yunan geliyor” dendiğinde arkamıza baktık, Istıranca Dağları uzak, dağa çıkamayız; önümüze baktık düz ova, kıpırdasak, kıskıvrak ellerine düşeriz; kuşatılıp kaldık iki yıl…

Çingene Hüsnü, yitip gitti ortadan o günlerde. Her halde kaçmaya kalktı, yakalanıp öldürüldü bir yerlerde diye düşündük. Bir yanımız İstanbul, bir yanımız Çanakkale Boğazı; yakalanmadan geçebilir miydi karşıya?

“Köyümüzün onurunu Çingene Hüsnü kurtardı” der Keskin Ali. Nasıl etmişse geçmiş karşıya, Trakya’dan Kurtuluş Savaşı’na katılabilen birkaç kişiden biri olmuş. Çıkageldi bir gün, göğsünde İstiklal Madalyasıyla.

Kurtuluştan yıllar sonra, Amerikan dayatmasıyla “Demokrasicilik” oyunu başladı. Toprak ağaları, onları arkalayan dünya ağaları, asıl kurtuluşu engelledi. Marşal yardımı, her bakanlığa çöreklenen uzmanlar, yurdumuzun insanlarını, kimi kime kırdırırız hesabıyla dolaşan Barış gönüllüleri!.. Her alanda çuval geçirilir oldu başımıza. Amerika’yı kovmadan gerçek kurtuluş yok…

Keskin Ali, Mustafa Kemal’in sözünü yineliyor hep: “Geldikleri gibi gidecekler…”


KARA AHMET’İN AK ÖYKÜSÜ

Mehmet BABACAN

Kara yağız bir delikanlıydı Ahmet öğretmen.

Bir eylemde, “O da vardı” diyen bir boşboğazın suçlamasıydı suçu.

Vicdansız bir sorgucunun da eline düşmüştü.

O sorgucu ki, hem devrimci, hem faşist örgüt üyesi olabilen; ortaya çıkıp, yiğitçe pozlar içinde ve kaşla göz arasında, bir de kitap yazarak, bazı çevrelere gözdağı verebilen ve de müebbetlik pisliklere batmış paçasını, bir buçuk yıllık hapis cezasıyla kurtarabilen biriydi.

O, gencecik öğretmene, aylarca uygulanan işkence yöntemlerinin listesi, şaşırtıyordu duyanları. O tezgâhlardan geçmiş olanlar bile, “Yahu, bu kadar çeşit var mıydı?” demekten, kendilerini alamıyorlardı. Ama yaşanmışlıklar bir araya getirildiğinde, liste doğrulanıyordu.

Doğanın, ömrüne biçtiği süre yüzünden, ölmedi Ahmet. Kötürüm olmasa da, bir enkaz yığını olarak koydular cezaevinin dış kapısına. Ancak, suçlu muydu, suçsuz muydu? Suçluysa niye çıkarmışlardı? Suçsuzsa, her gün Erdemli karakolunda imza verme zorunluluğu ne oluyordu? Günübirlik imza vermek, orada yaşamayı zorunlu kılmıyor muydu?

Daha da beteri, komünist, solcu damgalı Ahmet, sağ siyasetin ırkçılık boyutuna çıktığı bir yörede, aç susuz, beş parasız; tutunacak bir dalı olmadan nasıl yaşayacaktı? Güvencesi ne olacaktı? Yoksa kurban mı veriliyordu?

Yaşamak üstüne kavramlar vardı beyninde;

“Yaşamayı görev bilmeli” diyordu, bir yargı.

“Yaşamayı, toplumuna karşı bir borç olarak algılayanlar yaşar” diyordu bir başkası.

Tüm bunlardan çıkardığı sonuçla;

“Benim görevlerim var daha. Onun için, yaşamak zorundayım” diyordu, sayıklar gibi.

Ama bu yargılar, açlıktan bayılmayı önleyebilir miydi?

Karakol kaydını yaptıktan sonra, bir yudum su bile vermeden, kolundan tutup, kapıya çıkaran polis memuru, sesine amirane bir ton yükleyerek, sıraladı buyruklarını:

“ Git Hoca. Nereye gidersen git. Ne yaparsan yap. Her gün bu saatte gelip, imza vermeyi sakın unutma. Bir eylemde filan karşımıza çıkayım deme. Allah yaratmış demeyiz vallaha. Şimdi ısıtılıyorsun, o zaman cayır cayır yanarsın, anam avradım olsun.”

Hey kuzum hey! Sanki yanmamışa; yanıp yanıp kavrulmamışa söylüyordu bunları.

Gülümsemenin en zehirlisi döküldü Ahmet’in dudaklarından.

Ahmet, oksijenin sarhoşluğundan kurtulamamıştı henüz. Gücünün yettiğince haykırmak istiyordu gökyüzüne. Gardiyansız ve lâstik copsuz bir dünya olabileceğini kavramaya çalışıyordu.

Gönlünden geçtiği gibi haykırsa, acaba ne derlerdi ona? Birçok yerde “deli” denirse de, Erdemli’de “ Komünistler saldırıya geçti” deneceği kesindi.

Oysa Ahmet öyle miydi? Karakolda, gözaltında, cezaevinde dayak yiye yiye, kafasını kabuğunun içine çeken kaplumbağaya dönmüştü.

Özgürlük adımlarının ilki Erdemli kaldırımına değdiğinde, yeni bulunmuş bir gezegende sandı kendini. Her şey yabancıydı. Dört duvar arasında, meğer ne kadar da özlenirmiş deniz kokulu meltem...

Birkaç yüz metre kadar gitmişti ki, irkildi ansızın. Karşısındaki levhada “Maraş Dondurmacısı” yazılıydı. Maraşlı Ahmet, Maraş’ta sandı kendini. Açlığın önüne mi geçiyordu özlem? Ne ilginç yaratıktı şu insanoğlu…

Bir anda, dükkânın önünde buldu kendini. Ayakları, sürükleyip getirmişti sanki. Burası, bir Maraşlının olabilir miydi? Olmasa da olurdu. Hasret dolu yüreğine, bir hemşeri sıcaklığı verebiliyordu ya bu levha.

Korka korka girdi içeri. Çekingen bakışları, çaresizliğini haykırıyor gibiydi. Görevli biri, sertçe sordu;

“Buyur birader, ne istiyorsun?”

Ahmet, sorgulamalarda bile, yalanı becerip, kıvırabilmiş biri değildi.

“İşsizim. Acım. Çalışıp, karnımı doyurmak istiyorum” dedi.

“Siktir lan. Aç köpek doyuracak halimiz yok bizim” deyip işine döndü görevli.

Ahmet gitmedi. Gidecek yeri yoktu ki.

O levha, akraba gibi gelmişti ona.

Adam geri geldiğinde, dikilip, duran Ahmet’e çıkıştı bu kez;

“Niye gitmiyorsun arkadaş? Belâ mısın başımıza?”

“Yok abi, benim belamdan ne olacak? Ne olursunuz, bana bir iş verin çalışayım. Her işi yaparım. Yeter ki, karnımı doyurayım.”

Adam, “Allah, Allah” diye söylenerek, iç odaya geçti. Müşteri yoktu henüz. Biraz sonra, geri geldiğinde, şaşkınlığını gizleyemiyordu. Çünkü akşama kadar darmadağın olmuş dükkânı, bir çırpıda toplayıp, düzene sokmuştu Ahmet.

Adamın şaşkınlığını fırsat bilip, sözünü gene esirgemedi;

“Abi, gözüne girmek için yaptım vallahi. Yanlışsa, eski haline getiririm abi.”

Görevli, hafiften gülümsediğine göre, biraz yumuşamış olabilirdi.

Arada bir, patronla telefonlaşıp, emir aldığına göre, dükkânın kalfası olmalıydı bu adam.

Saat 24’ü vurmak üzereyken seslendi kalfa;

“Çocuk, sen acım diyordun. Gel, şunları ye. Kusura bakma, biraz soğumuş ya.”

Gönderildiği yerden dönemeyen çırağın yemeğiymiş bu. Ahmet, kurt gibi saldırdı; kaşla göz arasında, kaybolmuştu yemek.

Kalfa, ilgiyle izliyordu;

“Peki, nerde kalacaksın? Gidecek bir yerin var mı?”

İlk kez yalana yöneldi Ahmet. “Cezaevinden çıktım” diyemezdi ya.

“Abi, bu ilçede bir akrabam vardı. Onun yanına geliyordum. Otelde çantamı çaldırdım. Adres de içindeydi. Bir türlü bulamadım onları. Param da bitti; çaresiz kaldım. Şaşkın şaşkın dolaşırken, Maraşlı olduğum için mi nedir, levhanız çekti, getirdi beni?”

Kalfa düşündü biraz; sonra “Gel” deyip, depo gibi bir yere doğru yürüdü;

“Hırlı mısın, hırsız mısın, bilmiyorum? Ama söylediklerin, halin tavrın etkiledi beni. Git, tuvalet ihtiyacın filan varsa gör, gel. Çünkü kapıyı üstüne kilitleyeceğim.”

Gerçekten, kilitleyip gitti adam.

Yere oturup, çevresine bakındı Ahmet. İyi ki, elektrik vardı. Yok yoktu depoda. Gerekli ham maddeler; araç gereçler; kullanım eşyaları, fareler ve hamamböcekleri.

Sırtını, bir demir sehpaya dayayıp, düşüncelere daldı: Neyin nesiydi, bu özgürlük denilen şey? Cezaevinde yatak vardı; özgürlük yoktu. Burada özgürlük var; yatacak yer yok. İkisi bir arada olamaz mıydı? Özgürlük sayıklamaları arasında uyuyakalmıştı.

Cezaevindeki kalkma saatinde uyandı. Zaten huzur vermemişti fareler. Hemen çevreyi düzenlemeye girişti. Kısa sürede, gruplayıp, bölüm bölüm topladı eşyaları. Görebildiği fare deliklerini kapattı. Bir baştan bir başa, silip- süpürdü ortalığı.

Kalfa gelip, kapıyı açtığında, işini bitirmiş elini yüzünü yıkıyordu.

Hayret! Kalfadan “Selâmünaleyküm” beklenirken, “ Günaydın” demişti. Hiçbir şey demese de olurdu. Ne diyeceğini şaşırmıştı belki de. Dudağını ısırarak bakıyordu depoya. İlk kez görüyor gibiydi. Şaşkınlığını gizleyebilmek için olmalı, “Meğer burası ne kadar büyükmüş” demekle yetindi.

Oysa Ahmet için olağanüstü bir şey değildi bu. O, cezaevinde de tertipli düzenliydi. Her şeyi tertemiz ve katlanmış olarak dururdu. İlişkileri çok sevecendi. Yalnızca, düzenini bozanlara bozulurdu.

Dükkâna geçtiler. Diğer çalışanların bakışları altında, ortamı bir kez daha gözden geçirdi Ahmet. Sonra, oturmadan sessizce bekledi.

O sırada gelen adamın karşında, herkes ayağa kalkıp, saygılı tavırlara geçtiğine göre; bu adam patron olmalıydı. Ahmet’i görünce sordu kalfaya;

“Bu kim?”

Kalfa, savunur gibi yanıtladı;

“Efendim, çok becerikli biri. İhtiyacımız da vardı, aldık. Depoyu ne hale getirdi bir görseniz.”

Patron üşenmedi, gidip baktı depoya. Gelirken yüksek sesle konuşuyordu;

“Gördünüz mü? Size, burayı adam gibi kullanın deyişimin nedenini anladınız mı şimdi? Birinin gelip, öğretmesi mi gerekiyordu? Beyninizi kullanmazsanız, bedeniniz çok fazla işe yaramaz.”

Patronun bu yargısı, işe alındığının kanıtı gibiydi. “Git başımızdan” denmeyecekti inşallah. Becerilerini, daha da iyi sergilemeye girişti. Temiz ve saygılı oluşu, tartışmasız artılarıydı. Oturmayı yasakladı kendine. Gerçi, “İşe alındın” diyen; bir pazarlık yapan yoktu, ama karnı doyuyordu ya, o yeterdi.

Patronun gözü üzerindeydi. Bunun farkındaydı. Ama bu ilgi, hemşerilikten mi geliyordu, yoksa çalışmasından mı, seçemiyordu? Hal hatır sormalar, memleketten söz açmalar sıklaştıkça, yakınlaşmanın artmakta olduğu, gözden kaçmıyordu.

Bu tür davranışlar, Ahmet’in moralini yükselttiği gibi; çevresinde de saygınlığını arttırıyor; dostluklar kurmasına olanak sağlıyordu.

O yüzden, Ahmet’in kimliği ve yaşam serüveni, kısa sürede öğrenildi. Bıraktığı etki ise, hiç de korkulduğu gibi olmadı. Ahmet’i yadırgayanların oranı, devede kulak bile değildi. Başlangıçta cehennem gibi algıladığı Erdemli’de, dost yürekli insanların az olmadığını gördü.

Kazandığı dostlardan biri de, dükkânın patronuydu. Çünkü Ahmet’e ortaklık öneriyordu.

Ne var ki, öğretmenliğe dönüş konusunda davası sürüyordu Ahmet’in. Kararın yakın olduğunu, yineleyip duruyordu avukatı.

Gerçi, öğretmenliğin ekonomisi, sosyal koşulları, yüz güldürücü olmasa da, mesleğe dönmek bir onur konusuydu.

Üstelik emeğin örgütlü tarzda savunulması kadar önemliydi öğretmenlik. Yüreğinin toplumcu yanıyla bütünleşen, insancıl bir sevdaydı o...

Dükkân çalışanları, Ahmet’le patronun dostluğunu kıskanmaya bile fırsat bulamadan, yargı kararı geldi; Ahmet aklanmış, öğretmenliğe dönme hakkını kazanmıştı.

Zaman bu kadar mı hızlı akıyordu?

Ahmet’in dondurma işçiliği birkaç ay sürmüştü.

Ama ayrılırken, başta patron olmak üzere, herkesin gözleri dolu doluydu.

Sonraki günlerde de, “ Kara çocuk nerde?” diyenlerin çokluğu, şaşırtıcıydı doğrusu.


ABİDİN DİNO PARKI AÇILDI

M. Demirel BABACANOĞLU

Burası Abidin Dino Parkı.

Seksenli yılların sonuydu, buranın adı Abidin Dino Parkı olsun diye önermiştim; öneriyi pekiştiren bir de yazı yazmıştım. Başka önerenler de olmuştu. Çok geçmedi; parkın adı “Abidin Dino” oldu. 23 Yıl sonra. Büyükşehir Belediyesi Başkanlığınca yeniden düzenlendi park. Havuzu yenilendi, sergenler konuldu, çiçeklikler açıldı; Orhan Kemal, Abidin Dino, Yaşar Kemal yontuları yerleştirildi. 5 Haziran günü törenle açıldı.

1932’de kurulan Halkevlerinin kurucusu Atatürk’tür. İlk yeri Ulus Bahçesi’ydi. Sonra bahçe adı değiştirilip “park” yapılmış. Halkevi 1940’ta yeni yapısına taşındı. 1951’de DP tarafından kapatıldı. Adana Belediyesi’ne verildi. Halkevci, mühürcü rahmetli Hikmet Sihay’dan dinlemiştim. DP’nin adamları gelip, yanar sobayı kaldırıp atmışlar dışarı. İçeride oturanları dışarı çıkarmışlar. Her şeyi darmadağın etmişler. Bugün Büyükşehir Belediyesi kullanmaktadır bu yapıyı.

Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Abidin Dino eski Halkevci’dirler. Halkevlerinden birçok sanatçı, şair, yazar yetişmiştir. Turan Turanlı, Avni Anıl, Ali Şenozan, Ali Şen bunlardan birkaçı. Muzaffer İzgü de Halkevi’nin kitaplarını okuyarak, sobasında ısınarak yetişmiştir! (Sahi niye Muzaffer İzgü çağrılmamış?) Yaşar Kemal Halkevi’nin bütün kitaplarını okumuş. Yazdığı şiirler, derlediği ağıtlar burada çıkmış. Orhan Kemal kimi öykülerini, romanlarını burada yazmış.

Abidin Dino, 1941’de solculuktan sürgün edilmiş buraya. Güzin Hanımla evlenmiş. Atatürk Caddesi, İstasyon yakınlarında evleri varmış. Bir gün taş yağmuruna tutmuş aymazlar! Oradan Abidin Paşa Caddesi’ne taşınmak zorunda kalmışlar. Yılmamış, kimi resimlerini burada çizmiş, oyunlarını burada yazmış; yayınlamış Görüşler dergisinde.

Hikmet Sihay’dan dinliyorum yine; Dino ile yürürken karşılarına bir dilenci çıkmış; Dino cebindeki 2,5 TL’yi dilenciye vermiş. Sonra da cebinin astarını çıkarmış göstermiş. Gelincik sigarasının motifini de Dino çizmiş. Bir de Orhan Kemal’le Abidin Paşa Caddesi’nde Verem Savaş Derneği’ne bez almak için yürüyorlarmış; çarşı esnafı dükkândan çıkıp ilgiyle bakmışlar(!). Bilindiği gibi Orhan Kemal de solculuktan içeri atılmıştır. O günün polisleri çocuklara para verip evini taşlatmışlar. O da, 1951’de Adana’yı terk etmek zorunda kalmış. Büyük sıkıntılarla karşılaşmış. Bir daha da Adana’ya dönmemiş. Şimdi heykeli dönüyor!

Yaşar Kemal diyor ki; en sülfü, en ağır işlere girdim; üç gün sonra buldular, işten attılar beni. Yaşar Kemal de hapishaneye atılanlardan biri… 1951’de, Abidin Dino’nun yönlendirmesiyle İstanbul’a kapağı atmıştır.

Bu üçlüden; Orhan Kemal (15.9.1914 Adana/2.6.1970 Sofya); Abidin Dino (23.3.1913 İst./7.12.1993 Paris) yaşamda değiller. Yaşar Kemal (1922 Osmaniye/…) 90 yaşında, yaşamı sürüyor, sürecek. Bunlar bizim edebiyat önderimiz, ışığımız. Halkevi Bahçesi’ne “Akademi Bahçesi” diyorlar… Bu bahçede konuşuyorlar, bu bahçede düşünüyorlar. Neden bu bahçenin adı; Abidin Dino Bahçesi değil de “Park”? “Park” sözcüğü, batıdan geçme bize. Ulus Bahçesi’nin adı da sonradan “Ulus Parkı” yapılmış. Bizim dilimize ne oldu?

Dino’nun dedesi Abidin Paşa’nın da (1880-85) büyük hizmetleri olmuş bize. Adana Askeri Rüştiye’yi (Eski Kız Lisesi), Saat Kulesini, Ziya Paşa’nın mezarını yaptırmış.

Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Zihni Aldırmaz’ın çalışmalarıyla “Akademi Bahçesi, Abidin Dino Parkı’na dönüştürüldü. Bahçede Orhan Kemal, Abidin Dino, Yaşar Kemal yontuları yer alıyor. Bugün (5.6.2012) yontunun açılışı yapıldı. Açılışta Vali Hüseyin Avni Coş, Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Zihni Aldırmaz, İçişleri Bakan Yardımcısı Osman Güneş, Orhan Kemalin gelini, oğulları Nazım’la Işık Öğütçü, Sinema Oyuncusu Menderes Samancılar, Tiyatro oyuncusu Ali Özgentürk; konuklar, halk açılıştaydı.

Konuşmacılar bu üç sanatçıdan övgüyle söz ettiler. Kültür sanat alanında öncülük eden bu insanlar günümüze ışık tutuyor dediler. Işık Öğütçü, babasının-annesinin işçilik yaptığı, Murtaza romanın geçtiği Milli Mensucat Fabrikasının (atıl durumda) Orhan Kemal Kültür Sanat Merkezi olmasını önerdi. O zaman Adana’ya göçebileceğini, Adana’da oturacağını söyledi. Büyükşehir Belediye Başkanı Zihni Aldırmaz’sa, olayı olumlu karşıladıklarını, böyle bir merkezin açılmasının yararlı olacağını belirtti.

Konuşmacılar arasında, Adana’da yaşayan yazarlardan, şairlerden, ressamlardan, tiyatroculardan, Halkevcilerden birer temsilci bulunmalıydı.

Yazık! Yoktular. İzleyici olarak da çağrılmamışlar.

Bu üç sanatçıya karşı (…) geçmişte Adana’da yapılan olumsuzluklardan hiç söz edilmedi, değerlendirme yapılmadı. Yüzleşme böyle mi olmalıydı?.. Oysa değerlendirmelerden kaçmamak gerek… Bu; geleceklere daha çok ışık tutacak, Adana sanatçısına gereken değer verilecek anlamına gelir. Ama öyle olmuyor. Adana’da kaç sanatçı var, nerede bulunuyor, neler yapıyorlar, bürokrasi görmezden geliyor.

Eksik gedik de olsa, böyle bir girişimi alkışlıyoruz.

Adana, 12.6.2012


BİR USLU ÇOCUK

Mehmet ÖNDER

Sabah erken, ortaokulun köşesinde otobüs bekliyorum; İzmir’e gideceğim. Hava soğuk mu soğuk. Otobüs bir türlü gelmek bilmedi, ısınmak için ellerimi ovuşturuyorum. Derken önümde bir otomobil durdu. Camı açan yolcu koltuğundaki kadının “İzmir’e mi?” sorusuna başımı on beş derece yana yatırıp “Öyle” yanıtını verdim. “Atla” işaretini kıvırdıktan sonra da titreme nöbetlerimi sona erdiren arka koltuğa iliştim.

İlk teşekkürümü yarı içerde yarı dışarıdayken yapmıştım; ısınıp, şöyle biraz kendime geldikten sonra teşekkürümü daha seçilmiş sözcüklerle yineledim; ardından ortamı incelemeye koyuldum. Üç kişiler, adam araç kullandığından başını çevirmeden konuşuyor. Kadın kuşkusuz eşi. Her ikisiyle de önceden konuşmuşluğumuz yok; ama karşılaşınca, hiç değilse yarım yamalak da olsa selam vermeden geçmediğimiz insanlar. Durup beni almaları da bundan.

Üçüncü kişi arka koltukta. Beş altı yaşlarında bir oğlan çocuğu. Öylece sessiz sessiz yolculuk yapıyor. Uslu bir çocuk anlaşılan.

***

Anlatılanlardan biliyorum; evin tek çocuğuymuş. Adı Alperen. Annesinin dediğine göre gerçekten de çok uslu bir çocukmuş. Yalnız çocukcağızın bir sıkıntısı varmış. Arkadaşları onunla oynamıyorlarmış, hatta birlikte yolculuk etmek bile istemiyorlarmış. Annesi bu duruma çok üzülüyor. Alperen’le oynamayan komşu çocuklarının bir sorunları varmış besbelli. Bunlar da çocuklarını sık sık gezmelere çıkarıyorlarmış, canı sıkılmasın diye.

Üzüldüm tabi, öylece uslu uslu oturan çocuğun ne zararı olur ki oynamıyorlar. Hep bir olup dışladılar buncağızı kuşkusuz. Zaten annesi de öyle düşünüyor:

-Oyuncaklarından saç tıraşına kadar her şeyinin konuşulması, eleştirilmesi bir kıskançlığın belirtisi değildir de nedir?

Her ne kadar babası, “Ne kıskanacaklarmış yahu, ta İstanbul’dan dayımın torunu geldi o da yarım saat dayanamadı, kaçtı!” dese de, ben kadından yanayım. Şu boynunu eğmiş uslu uslu oturan, doğayı, kuşları seyreden çocukcağızın kime zararı dokunabilir, şimdi. Yok yok, kusur komşu çocuklarındadır. Zaten annesi de iki lafın birinde “Benim oğlum çok usludur.” demiyor mu? Kadıncağızın bana yalan borcu mu var?

***

Bu gün şanslı günümdeyim, belli. Hazır sıcacık arabanın içinde rahat rahat yolculuk yapıyorum. İndir bindi olmadığından hızlı da yol alıyoruz. Göz açıp kapayana, Bayındır sınırlarından çıkmak bir yana Torbalı’yı bile geçmişiz. Bu arada sessiz yol arkadaşım da yavaş yavaş yabancılığı üstünden atıp bana ısınmaya, sorular sormaya başlardı:

-Amca senin adın ne?

-Mehmet.

-Çocuğun var mı, benimle oynar mı?

Ah canım. Gördüğüm kadarıyla hiçbir şeyin garibi değil de, yalnız arkadaş garibi bu çocuk. Ne kadar kötü arkadaşlarının onunla oynamamaları, uzak durmaları. Hemen gönlünü almaya çalıştım:

-Var, benim de senin yaşlarında bir oğlum var. Seninle de oynar, niye oynamasın.

Konuşmamız annesini de çok memnun etti, gözleri parladı kadıncağızın:

-Gördün mü bebişim, senin de bir arkadaşın oldu. Onunla her gün oynarsınız artık

***

Biz Alperen’le sohbeti iyice koyulaştırdık, her şeyi konuşuyoruz. Bir ara, “Mehmet amca senin köpeğin var mı?” dedi. Aslında yok ama gönlü hoş olsun, diye “Var” deyiverdim. Köpeğe de çok meraklı olmalı, soruları bitmiyor:

-Isırgan mı?

-Eh, biraz.

-Seni hiç ısırdı mı?

Yine laf olsun, diye “Eh bir kez ısırdı.” diyecektim ki, “Bir” der demez, dişlerini koluma geçirmesi bir oldu. Buralara şenlik, bağırmak filan kâr etmiyor. Koparacak. Debelen, itele derken kolu zar zor kurtardım. Ellemesem, Tanrı korusun engel olamasam, koparıp camdan dışarı tükürüverecek kolcağızımı!

Bir de sormuyor mu?

-Amca, bundan çok acıttı mı?

***

Annesi ön koltukta şen şakrak kahkahalar atıyor. Ne de uslu bebişi varmış onun öyle!

Çocuk gerçek kimliğine mi kavuştu bilmem, densizlik diz boyunu geçmeye başladı. Bir ara da:

-Amca dilini çıkarır mısın?

Akıllanmayacam ya, çıkardım. Aman, aşağıdan yukarı bir yumruk çıkardı ki, yumruk derim size. İlk işim tamamıyla koptu mu diye dilimi kontrol etmek oldu. Çok şükür ki, tutar yeri var.

O zevkten dört köşe:

-Nasıldı ama aparkat, nasıldı?

Ben aparkatın güzelliğini çirkinliğini düşünedurayım, bir de kulağımın dibine yaklaşıp son sesiyle çığlık atmaz mı? Acıların yanında bir de kulak uğuldaması. Köyde böyle yapanlara “Gulamın böcesini gaçırdın.” derlerdi; bende böceden möceden eser kalmadı.

Annesi yine zevkten dört köşe. Ama geçen günlerde hastalanmış, bu “Uslu canavar!” onu anlatıyor arada:

-Yaa amcası, benim oğlum hasta oldu biliyor musun? Kırk derece ateşlerde, ölümlerden döndü.

Bir daha saldırırsa o döndüğü güne lanet okuyacam ama bu da söylenmez şimdi:

-Hay Allah görüyor musunuz, yavrucağın başına geleni. Vah vah.

***

Çocuk evlere şenlik; hangi yöntemle saldıracağı belli değil. Hiç yüz vermiyorum. Sorular soruyor, yanıtsız bırakıyorum. Ama o boş durmuyor, antrenman yapıyor; karnıma, omzuma hafiften yumruklamalar, ayaklarıma tekmeler aralıksız sürüyor. Belki kızdığımı anlar rahat bırakır diye yüzüne bakmıyorum, tınmıyor. Bu soğukta araçtan inmek de olmaz. Üstelik otobandayız, bir daha araç da bulamam.

Ama dedim ya, çocuk boş durmuyor; bir ara yeterince idman yaptığını düşünmüş olmalı, öldürücü darbeyi önerdi:

-Amca be, çenene bir uçan tekme atabilir miyim?

Benden yüz yok tabi; buraya kum torbası kontenjanından atanmadık ya! Ama çocuk bildiğiniz gibi bir çocuk değil; saldırmak için her türlü taktiği deniyor. Bu kez yalım yalım yalvarıyor, acındırıyor:

-Amca ne oluuur! Çok canım çekti…

***

Çocuk kalıcı eser bırakacak, uzun tedavi gerektirecek bir saldırıda bulunamasın diye, kalan yolu tetikte bitirdim.

İnerken, havanın çok soğuk olduğunu, dönüşte arabalarının yine böyle boş ve rahat olacağını, dönüş yolculuğunu da birlikte yapmamızı önerdiler. Hatta çocuk, “Mehmet amcacığım ne olur birlikte dönelim, seni hastanelik etme zevkinden beni mahrum etme.” der gibi yalvaran bakışlarla gözlerimin içine bakıyordu.

Rahat! Bile olsa, karşılığı dayak olan bir yolculuğa daha gözüm kesmedi; işimin bir günde bitmeyeceğini, yarın döneceğimi söyleyip teşekkür ettim. Alperen’in vedalaşırkenki sözleri hâlâ kulaklarımda:

-Annee, ne olur biz de yarın dönelim, ben Mehmet amcayı çook sevdim!


SON 3 YILIN EN İYİ ANMA ETKİNLİĞİYDİ

Mehmet ŞAHİNCİLEROĞLU



“Yolum düşünce Anamur’a /Havalar yağar eser de olsa /Elini kulağına götürerek /Uzun hava çeken köylüleri /Dinlemeliyim mutlaka.” diyordu Abdülkadir Bulut o gür sesiyle “Yolum Düşünce Anamur’a” adlı şiirinde.

***

Ölümünün üzerinden tam 27 yıl geçmiş. Geç de olsa kekik kokulu şiirlerin sahibiyle tanıştığım için mutluyum. Son 3 yıldır Bulut’u anma etkinliklerine katılıyorum. Katıldığım etkinlikler içinde en görkemlisi bu yıl yapıldı.

***

Anamurlu şair ve yazar Abdülkadir Bulut, ölümünün 27.yılında Anamur Belediyesi Meclis Salonu’nda Anamur Kültür Derneği ve Çağdaş Şair ve Yazarlar Derneği’nin ortaklaşa düzenledikleri etkinlikle anıldı. Etkinlik başlamadan önce salon yavaş yavaş kalabalıklaşıyordu. Salonun girişinde etkinliğe katılanları Anamur’un usta klarnetçisi Savaş Küçükderya’nın solo klarnet dinletisi karşılıyordu. Etkinlik başlamadan önce Bulut’u konu alan kitaplar ve ÇAĞŞAD üyelerinin kitapları salonun hemen girişinde okuyucusuna ulaşabilecek olmanın heyecanı içindeydiler. Salona gelen konuklara çay ikramları yapılıyor, uzun zaman sonra etkinlikte ilk defa bir araya gelenler etkinlik öncesi hasret gideriyorlardı.

***

Etkinlik saatine doğru yavaş yavaş yaklaşılıyordu. Hiç beklemediğim bir kalabalık salonu doldurmaya başlamıştı. Etkinlik başladı. Salon tamamıyla doluydu. İnanamıyordum gördüğüm kalabalığa. Her şey güzel başlamıştı.

***

Anamur Kültür Derneği Başkanı Sadise Seymen’in açılış konuşmasındaki sözleri çok anlamlıydı: “Öyle mutluyum ki... Sizlere bakınca öyle güzel yüzler, öyle güzel gözler görüyorum ki... Toplantı salonumuz dolu. Teşekkür ediyorum. Anlıyorum ki doğru yoldayız... Duyguluyuz çünkü “Çağdaş Şairler ve Yazarlar Derneği”, Abdülkadir Bulut adına düzenledikleri şiir yarışmasının ödül törenini Anamur’da yapmak istediler. Bize kucak açtılar, biz onlara kucak açtık. Onur duyduk.”

***

Oğul ve torun Bulut’un bazı sebeplerden dolayı etkinliğe katılamamalarından dolayı gönderdikleri iletiler okundu. Oğul Bulut’un iletisi, “Bu kadar duygu yoğunluğu içersindeyken babamı anlatmak çok zor. Çok güzel öperdi benim babam. Sadece uyurken değil her zaman. Çok güzel bakardı benim babam. Güven verirdi, her zaman yanındayım der gibi... Bizimle sohbet ederken, siyaset derdin, emek derdin, işçi derdin o zaman anlam veremezdik, meğer bizi geleceğe hazırlıyormuşsun” şeklindeydi. Torun Bulut’un iletisi ise, “Adını taşımaktan gurur duyuyorum dedeciğim. Keşke seni tanıyabilseydim, beni tanıyabilseydin... Bilemediklerimi babaanneme soruyorum, babaannem de çok şey biliyor ama sen daha çok şeyler biliyormuşsun, keşke sen olsaydın. Hasta olsaydın ama yaşasaydın. Dede keşke o minibüse hiç binmeseydin, keşke o koltuğa hiç oturmasaydın, keşke yaşasaydın...” şeklindeydi. Gönderilen iletiler salonda okunurken etkinliğe katılanlar gözyaşlarına hâkim olamıyorlardı.

***

E Yayınları’nın sahibi Mehmet Atay, Şair ve Yazar Mehmet Mahsun Doğan ve Atılım Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ulvi Keser’in konuşmacı olarak katıldıkları panelde, oturumun yöneticiliğini Ali Ziya Çamur yaptı.

***

E Yayınlarının sahibi Mehmet Atay, “Düşündüğü gibi yaşayan, yaşadığı gibi konuşan nadir insanlardandır Abdülkadir Bulut. Birçok konuşmaya katıldım, hiç burada bu kadar heyecanlanacağımı düşünmezdim. Oğul ve torun Bulut’un mesajları beni yani eski bir dostu çok duygulandırdı. Abdülkadir Bulut gibi ölümünden bu kadar yıl sonra bile bu kadar içtenlikle anlatılan, bu kadar samimi şekilde sahip çıkılan birini daha hiç görmedim. Bu durum, Abdülkadir Bulut’un sadece şair olduğu için değil, yedi düvelle barışık biri olmasından olur.

O görüşmemizde bana Dragon Çayı’nın güzelliğinden bahsetti ve gelip görmem için ısrar etti. Ben de bir gün geleceğimi söyledim. Ama ne yazık ki onu kaybettiğimiz için bu hayalimizi gerçekleştiremedik. Programa davet edilince Anamur’a gelmişken Dragon Çayı’na da gelerek ona verdiğim sözümü tuttum. Dragon Çayı’nın şair Abdülkadir Bulut’un anlattığı kadar güzel olduğu gördüm. Buraya gelerek bu güzellikleri gördüm. 27 yıl gecikmeli, bir randevuyu gerçekleştirdim. Akine Köyü’ne gittim. Dragon Çayı’nı gördüm. Suyuna elimi sürdüm. Görüyorum ki burada herkes Abdülkadir Bulut... Hiç böyle bir sahiplenme görmedim. Şiirlerinde yerelle evrensel dokuyu koruduğu için Abdülkadir Bulut olmuştur. Kendi düşüncesini bu basitlikle, yalınlıkla ve yerellikle anlattığı için büyük bir şairdir. Size ne kadar borçlu olduğumuzu gördüm. Bu evladınıza sahip çıkın Anamur Abdülkadir Bulut, Abdülkadir Bulut Anamur...” dedi.

***

Şair ve yazar Mehmet Mahsun Doğan ise, “Abdülkadir Bulut’un üzerine yapışan Cemal Süreyya’nın yaptığı “Kasabalı Lorca” benzetmesi, şairimizin “Övgüye Değer Şairlerden Ödülü”nü aldıktan sonra olmuştur. Ağzından bal damlayan, cin gibi zeki bir şair olan Cemal Süreyya’nın bu söyleminin “Kasabalı” değil de “Türkiyeli” olması gerektiğini düşünüyorum. İspanyol şair Lorca, kasaba kasaba dolaşırken derlediği şarkıları yerel müziklerle belki Abdülkadir Bulut’la benzeşebilir ancak, Abdülkadir Bulut’un şiirlerinde Türkmen kültürü, yerel söylemler buluşur. Modern söylemle Abdülkadir Bulut, Dadaloğlu’dur, Karacaoğlan’dır, Ruhi Su’dur aslında… Abdülkadir Bulut; arkadaşlık duygusudur. İhanetsiz, saygıyla birbiri için ölmenin duygusudur” dedi.

***

Atılım Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ulvi Keser de “Abdülkadir Bulut, Akdeniz mi? Akdeniz, Abdülkadir Bulut mu? Yoksa Abdülkadir Bulut Akdenizli midir? Akdeniz, kutsal bir yerdir. Akdeniz, yereli evrensele taşır. İşte Abdülkadir Bulut, budur. Bulut’un şiirlerinde Akdeniz ve su hep direniş, özlem, mücadele, alın teri, emek ve umut anlamına gelir. Çünkü Akdeniz, suları gibi akıcı ve masmavi bir insanoğlu tarihidir ve Abdülkadir Bulut aslında Akdeniz’dir” dedi.

***

Yapılan konuşmaların ardından Çağdaş Şair ve Yazarlar Derneği’nin bu yıl 4.sünü, Abdülkadir Bulut adına 2.sini düzenledikleri şiir yarışması ödül törenine geçildi. Çağdaş Şairler ve Yazarlar Derneği (ÇAĞŞAD) Yönetim Kurulu Üyesi Aydan Yalçın, Şair Abdülkadir Bulut 2. Şiir Ödülü’ne katılarak dereceye giren yarışmacı ve eserleri açıkladı.

Yalçın, “27 yapıt arasından oy çokluğuyla birinciliği, “DÜŞ KUŞUN KANADINDA” adlı kitap dosyasıyla Alp Arslan Akman, “Övgüye Değer Eser” ödülünü ise “KEDİ TEDİRGİNLİĞİ” adlı kitabıyla Melih Elhan aldı. Hüseyin Atabaş, Gülsüm Cengiz, Fadıl Oktay, Ali F.Bilir, Mehmet Mahsun Doğan, Aydan Yalçın’dan oluşan Seçici Kurul’un “Jüri Özel Ödülü”ne “ZAMANI GEÇTİM” kitabıyla Yusuf Alper, “Özendirme Ödülü”ne ise “SESİM BOĞULUYOR DENİZLERDE” adlı kitabıyla Cihan Barış Budak’ı layık görüldü” dedi. Yarışmada dereceye girenlere ödülleri verildi. Gece törenle burada son buldu. Herkes dağıldı. Ancak, Bulut sevdalıları İskele’deki Meltem Otel’e gittiler. Otelde çaylar içildi, Bulut’la ilgili anılar tazelendi. Değerli büyüklerim Saadet F. Bilir, Ali F. Bilir, Güngör Türkeli de etkinliğe katılanlar arasındaydılar.

***

Değerli büyüğüm Yazar Mustafa B. Yalçıner, Bulut sevgisini çok güzel anlattı. Afyon’da yaşayan bir Bulut sevdalısı Bulut’u araştırmış. Bulut’a ulaşabilmek için bir hayli çaba sarf etmiş. Çabası sonucu hiç görmediği, tanımadığı ancak, okuduklarından tanıdığı Bulut’un resimlerini çizmiş ve Mustafa ağabey de bu resimleri Gerçemek’te yayımlamış. Mustafa ağabeyin anlattıkları Bulut sevgisinin tam bir göstergesiydi.

***

“Nasıl tanırsa bir bebek /Kokusundan anasını, babasını /Şairin hası da yiğidim /İşte öyle tanır yurdunu” diyerek, çok iyi tanıdığı yurdunu şiirlerine ilmek ilmek dokuyan ve saçma bir kaza yüzünden 27 yıl önce aramızdan ayrılan Anamurlu Şair ve Yazar Abdülkadir Bulut’u hasretle ve özlemle anıyorum. Nur içinde yatsın…


BİLMEK YAŞAMAKTIR

Mustafa SAĞLAM

Yaşama ve bilme, hayatımızın iki temel fiili veya insan olmanın iki önemli ayrıcalığı. Birincisi olmadan ikincisi olmaz gibi görünür hep ama iyice düşünüldüğü zaman anlaşılır ki, esasen her ikisi de önemli. Bazı şeyler de bilinirse yaşanır.

Konuyu az açacak olursak: Bu iki sözcük birbirine o kadar geçmiştir ki, ikisini birbirinden soyutlamak mümkün değil esasen. Hangisi önce gelir, diye sorulacak olursa, kabul etmek gerekir ki, daha fazla, “yaşamak” diye cevap verilir ve bence de doğrudur. Bildiklerimizin büyük çoğunluğunu bu şekilde elde ederiz. İnsanlar, yaşadıkları, denedikleri sayesinde öğrenirler; öğrendikleri için de bilirler; bellek diye bir yetenekleri vardır, beyinlerinde genişliği kişiden kişiye değişen bir bilgi arşivi oluştururlar. Pek çok şey insan belleğinde bulunduğu için uygun ortamlar oluştukça onu tekrar tekrar yaşar. Doğal olanı ve en sık görüleni de budur. Örneğin kişi, bir kez bal yemiş, onun tadını biliyorsa daha sonraları balı gördüğü zaman o tadı anımsar ve ağzında hissettiğini var sayabilir. Bir yerde, kokusu seyrek bulunan bir gül koklamıştır, oradan yıllar sonra geçse de onu ilk kokladığı zamanı yeniden yaşayıp, o kokunun nasıl bir çiçeğe, bir güle, bir bitkiye veya başka bir varlığa ait olduğunu hatırlar. Çıplak ayakla karın içinde yürüdüğü vakit ayağı üşümüş ya da kartopu oynamış bir kişi, karı her görüşünde veya her kardan bahsedildiğinde onu anımsar ve ayağının, elinin üşüdüğünü hisseder gibi olur.

Bütün bunlar olağan ve sık sık görülen şeyler, benzerlerini hepimiz yaşarız, yaşamışızdır aşağı yukarı. Bir de sadece bilindiği için yaşanan durumlar vardır ama. Bu ise deneyimler sonucu değil, okumalar ve duymalar sonucu edinilen bilgiler sayesinde olmaktadır.

Zaman ve mekân olarak bizden çok uzak olduğu halde başka bir yer ve çağda yaşadığını hissedebilmek örneğin. Kendini alıp, başka bir dünyaya götürmek veya yolculuk yapmak da denebilir buna. Sözü edilen yer, sanal bir dünya mıdır: hayır. Sanal dünya, gerçekte olmayan, insanların hayal gücüyle yaratılmış bir dünya demektir daha fazla. Benim kastettiğim ise “yüzlerce, binlerce yıl önce gerçek olmuş olan bir dünyayı okuyarak, araştırarak, onların bıraktıkları eserleri inceleyerek bilgilere ulaşmak ve o dünyayı kafasında yeniden oluşturmak” diye de tanımlanabilir bu. Geçmişe kazı yapmak veya zamana dalmak gibi bir şey yani. Örneğin, üç bin yıl önce Babil’de yaşamanız gayet mümkün. Mezopotamya tarihini incelerseniz; Sümer, Akad ve İbrani mitolojilerini öğrenirsiniz, destanlarını okursunuz, sonra da gider, Ninova şehrine varır, bir yıkıntının başına oturup, edindiğiniz bilgileri derler toplar, parçaları birbirine ekleyip o dünyayı yeniden kurarsınız. Bir de bakmışsınız ki, Semiramis’in sarayında konuksunuz. Kendisi de bir memleket hasretlisi olan o kadının, zaman ötesinden gelecek bir misafiri dostça karşılayacağından hiç şüpheniz olmasın; hemen kalkar ve yetiştirdiği asmaların üzümlerinden bir sepet dolusunu toplar gelir, önünüze koyar.

Ya da Kadeş Savaşı’na tanık olup, II Ramses’in Mısır saray ve tapınak duvarlarına kazıttığı övünmelerin doğruluğunu yanlışlığını görmek istersiniz. Neden olmasın, oldukça da kolay başarabilirsiniz bunu. Kitapları, ansiklopedileri açar, İ.Ö. 14. Asra ve 13. Asrın başlarına gider, II. Ramses’in ortamını ve Mısır’ı, Mısırlılar’ı okursunuz. Genç firavun Tutenkamon’un nasıl bir suikasta kurban gittiğini, dul kalan genç kraliçe Ankesenamon’un, Hitit kralı II Mursiliş’e ne diye mektup yazıp, oğlanlarından birini kendisine koca olarak istediğini öğrenirsiniz. Hitit Kralı’nın gönderdiği Zannanza adlı oğlanın yolda, kimler tarafından öldürüldüğünden haberiniz olur. Sonra dönersiniz Anadolu’nun o günlerdeki şartlarına: En azından bir kısmımızın ataları olan Hititler’i, Mursilis’i, Mutavallis’i tanırsınız. Mısırlılarla Hititler arasındaki ilişki hakkında genişçe bilgiler edinirsiniz; bu savaşın sebeplerini kavrarsınız. Sonra da savaşın olduğu İ.Ö. 1296 yılına ve yere kadar gider, o iki büyük devlet adamının nasıl bir savaş sanatı uyguladıklarını gözünüzle görürsünüz. Kimin, nerde hata yaptığını anlarsınız. Bu arada savaş sonrası olanlara da şahit olursunuz tabi. Kimin yalan söylediğini öğrenirsiniz.

Gelelim Ege’ye: Orası sadece bir adalar denizi değil. Ege’nin geçmişine baktığınız zaman öylesine ilginç olay ve kişilerle karşılaşırsınız ki, olayların her biri ayrı bir mucize, kişilerin her biri de ayrı bir üst insandır. Baştan sona bir harikalar diyarıdır Ege denen yer. Ve böylesi bir yolculuğa çıkmaya kalkarsanız bilin ki, hepsini görüp tanımak için bir değil, birkaç ömür yetmez.

Ötekiler bir yana, yalnızca Truva Savaşı’nda bulunsanız bile size yeter. Ama dikkat, Helena’ya siz de âşık olup da bunun sonucunda bir Türkiye-Yunanistan savaşı çıkarmayasınız.

Yalnız tarih açısından değil, diğer konularda da benzer durumlarla karşılaşırız. Bir roman okuyup, içeriğini bilmek, bir tiyatro oyununu seyredip aktarılan olaylara tanıklık edip, kendini o âlemde hissetmektir. Olayın kahramanlarıyla ve yolculuk yaptığı dünyadaki kişilerle aynı duyguları paylaşmak ve o olayı birlikte yaşamaktır. Onların dertlerine, sevinçlerine ortak olmaktır.

Uzun lafın kısası; bu yüzdendir ki, bir kişi ne kadar çok görmüş, gezmiş, okumuş ise o kadar çok şey biliyordur; kafasının içindeki dünya o kadar büyük, yaşam çemberi o kadar geniştir. Başka bir deyişle, dünyanın neresinde, hangi çağda olursa olsun, kişi ne kadar biliyorsa ancak o kadar yaşar.

Evet, yanı başımızdaki şu kitapların içinde ne değerli şeylerin saklı olduğunun bir farkına varabilsek!