6 Eylül 2013 Cuma



GERÇEMEK SAYI 37

 
 
GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881 İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN

Yıl: 7 Sayı: 37

Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni: Mustafa B.Yalçıner 05327220674 yalciner_mustafa@yahoo.fr

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hatice Canan Yalçıner yalciner_canan@yahoo.com.tr

Yönetim Yeri: Merkez mahallesi Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2 33840 Aydıncık/ MERSİN

Telefon: 05327220674 E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Yazı Kurulu: Mehmet Babacan F. Saadet Bilir Güngör Türkeli Songül Saydam

Basıldığı Yer: Evren Yay. AŞ Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km. Oğulbey/ANKARA (0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: 18 Mart 2013

Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız. Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/ Aydıncık Şubesi TR930001001020307582605005

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.
 
NERGİS (Narcissus)
 
Çok yıllık, soğanlı, otsu bir bitkidir. Yaprakları uzun ve dar olup, uzunluğu 50 cm civarındadır.
Yöremizde iki tür nergise rastlanır: Biri dağda bayırda, taşlı, kayalık arazilerde kendiliğinden yetişir, yabani nergis diye bilinir.
Güzel kokulu, ortası sarı taç yaprakları beyazdır. Kasımda bir köksap üzerinde çiçek açar. Diğeri bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilir, ortası sarı beyaz çiçekleri katmerlidir. Aralık ortalarında çiçek açar.
EDİTÖRDEN
 TAŞELİ’NDE ÇOKANLAMLI BİR SÖZCÜK: GÖK
Mustafa B. YALÇINER
Orta Toroslar’da yer alan Taşeli, adından da anlaşılacağı gibi taşın bol olduğu yer anlamına gelir. Taşeli yöresindeki ilçelerden Aydıncık’ta, bir sonbahar günü, günbatısı sertçe esiyor, ben de deniz kıyısında bir çayevinde, tavşankanı çayımı yudumluyorum. Yoldan geçen yaşlıca birisi, “Aman Hocam! Bu gök yel, çok fena çarpar adamı” diyor. Gök yel sözü gülümsetiyor beni.
            Gök renk adıdır. Gök gözlü örneğinde gök, mavi ya da yeşile çalan mavidir ama gök soğan, gök domates ve gök ekin örneklerinde de yeşil anlamına gelir, gök.
             Gök yel örneğindeyse daha farklı bir anlam üstleniyor, bu sözcük. Başka örnekler arıyorum sürekli; tanıdıklarıma, köylülere soruyorum. Kafa yoruyorum bu konuya.
            Bir gün, yine yaşlı bir köylü başına gelen bir olayı anlatırken, “Kadın yanımıza gök ter içinde geldi” deyiveriyor.
            Bir örnek daha yakalıyorum birkaç gün sonra. Yaşlı bir kadın, torunlarını azarlıyor: “Anam, ne gök görmedik çocuklarsınız, siz!”
            Bu üç örnekten, gök sözcüğünün aşırılık belirttiği anlaşılıyor.
           Meyveler için ham anlamında gök sözcüğünün kullanıldığını anımsıyorum bir anda. “Neden kopardın bunu, baksana daha gömgök” derdi ışıklar içerisinde yatası anam.
            Ancak boz, mavi biraz da mor karışımından oluşan renk için de gök sözcüğü kullanılır bu yörede. Söylenceye göre gök karga, Anamur Yörükleriyle Ermenekliler arasındaki otlak sorununun, Anamurlulardan yana çözümünde katkısı olan bir karga türüdür.
            Bu renkteki keçiye gök keçi, derisine gök deri denir.
           Gök deri deyince de yöresel bir fıkra düştü usuma. F.Saadet Bilir ve Ali F. Bilir’in Orta Asya’dan Toroslar’a Gülnar kitabının 509. sayfasındaki fıkra şöyle:
          “Ermenek’ten gelen  “taktak helva” satıcısı, bir okka helvaya karşılık, bir davar derisi alıyormuş. Köylünün biri, “ Gök deri var, alır mısın?” diye sormuş. Helva satıcısı da alacağını söylemiş. Köy odasının da iki kapısı varmış. Bir kapıdan girip davar derisini gösteren öbür kapıdan çıkıyor, deriyi arka tarafa bırakıyormuş. Helva satıcısı hep gök deri ile karşılaşınca, “ Sizin derilerinizin hepsi gök müydü?” diye sormuş. Bir teneke helva satmış, derileri deveye yüklemek için arka tarafa geçince bir de ne görsün, bir tek gök deri var, uyanmış ama biraz geç olmuş.”
            Taşeli’ndeki yer adlarında da sıkça geçer gök sözcüğü:
            Gökgedik, bir dağ geçidinin adıdır. Geçide geldiğinizde, karşınızda yukarıya doğru masmavi gökyüzü, aşağıdaysa yemyeşil ağaçlar görürsünüz.
            Göksu ırmağı ise bulanık bir yeşildir.
            Gökbelen, bir dağ geçidinde çukur yeşili bol bir yerleşim alanıdır.
            Göktaş da adını burada bulunan boz, mavi, mor karışımı bir kayadan alır.
           Ad, önad ve belirteç olarak kullanılan gök sözcüğünden türetilmiş ad ve eylemler de var dilimizde.
             Gövermek, “Meşeler gövermiş, varsın göversin” tümcesinde, yeşermek anlamında olmasına karşın “Tokat izleri göverirdi yanaklarımızda” tümcesindeyse morarmak anlamındadır.
            Vurma ya da çarpma sonucu vücutta oluşan morartıya da göğerti denir yöremizde.
            “Göklük yiye yiye gödenim göverdi,” tümcesinde geçen göklük yöresel bir sözcük olup, sebze ya da yeşillik anlamında kullanılmaktadır.
             Arpacık soğanına da göğer derler bizim buralarda.
           Karındanbacaklılardan, denizde kayalara tutunarak yaşayan, olta yemi olarak kullanılan, sarmal kabuklu hayvana da renginden dolayı gökçül denir.
            Göküş, mavi gözlü kişilere takılan bir lakaptır.
            Yöremizde har vurup harman savurmak anlamında Gök iken yemek diye bir de deyim vardır.
            Gövel ise yeşil ile mavi karışımıdır.
            E, gövel denince Karacaoğlan anımsanır elbette. Haydi ona bırakalım son sözü:

“Boynu yeşil gövel ördek
            Sana bir göl gerek idi.”
 
 
 JİYAN
                 İsmail BİÇER
 
           İstasyonun tahta banklarından birine oturdum. Bu banklara ne zaman otursam, üzerimde biriken yorgunluğun hafiflediğini hissediyorum. Bir süre karşı perona boş boş baktıktan sonra, okumaya yeni başladığım romanı çantamdan çıkardım.
Bu romanın ilk sayfaları sıkıca gelse de, sonraki sayfaları beni peşinden sürüklemeyi başarıyor. İçindeki olayların nereye doğru akacağı konusunda oldukça sabırsızım… Ayrıca; yazarının, yazmak için hekimlik mesleğini bırakmış olmasına şapka çıkardım.
Banka oturduğumda yanımda kimseler yoktu. Roman beni bir çırpıda içine çekmeyi başardığından, sonradan oturanların farkında bile değilim.
Bir süre sonra, yanıma oturanlardan birinin bakışlarını üzerimde hissettim. Genelde öyle olur ya… Elinizde kitap ya da gazete varsa, yanınızdaki mutlaka kaçamak bakışlarla yönelir size… Özellikle elinde kitap bulunduranlar benim de dikkatimi çeker, ne tür kitap okuduklarını hep merak ederim. Gerçi toplu taşama araçlarında, eskisi gibi kitap okuyanlara rastlamak çok zor… Ellerinde cep telefonları dakikalarca konuşuyorlar, ya da tuşlarıyla oynayıp duruyorlar. Toplumda kitap okuma alışkanlığının ne düzeyde olduğunu öğrenmek için, bazen bu görüntülerin yeterli ipuçları verdiğine inanıyorum.
Artık farkındayım… Yanıma oturanlardan biri, bakışlarıyla dikkatimi çekmeyi başaran sevimli bir kız çocuğu… Göz göze geldik ve hızla başını annesine doğru çevirdi. Tekrar romanın beni sürükleyen sayfalarına döndüm. Trenin istasyona girmesine birkaç dakika var. Hep zamanında gelmesini istediğim trenin bu sefer geç gelmesini, romanın heyecan dolu sayfalarından beni koparmasını istemiyorum.
Yanımdaki bu küçük sevimli kızın, ürkek bir o kadar ilgi dolu bakışlarının tekrar üzerime yöneldiğini fark edince, dönüp kendisine uzun uzun baktım. Ne de olsa, artık yabancı değiliz birbirimize.
“Adın ne senin?” diye sordum. Gözlerini benden koparıp önüne baktı. Annesinin yanıtlaması türünden uyarısı karşısında, utangaç bir sesle;
 “Jiyan” dedi…
“Ne kadar güzel bir isim” diye geçirdim içimden. Tam o sırada, tren kıvrılarak perona girdi. Kitabı çantama koydum ve ayağa kalktım… Jiyan’la son kez birbirimize bakarken el salladım; gülümsedi.
                                                                       ***
Günler sonra aynı istasyondayım… Oturduğum banktan yine karşı perona bir süre boş boş baktım. Bu kez acelem yok; tembellik konusunda daha rahatım. Çünkü elimdeki roman çoktan bitti. Şu sıralar edebiyat-sanat dergilerini taramakla meşgulüm. Yanımda ise sadece gazete var.
“Bu kadar tembellik yeter” dedim; gazeteyi çantamdan çıkardım ve okumaya başladım. Gözüm iç sayfalardaki haberlerden birine takıldı:
“Komşusunun oğluyla konuşan Jiyan adlı genç kız ailesi tarafından töre cinayetine kurban gitti...” Şu sıralar, gazete ve televizyonlarda benzer haberlerden geçilmiyor olmasına rağmen, ilk kez karşılaşmış gibi ürperdim. Gazeteyi katlayıp çantama yerleştirdim. Haberin etkisi olsa gerek, bu konu bir süre kafamda dönüp durdu.
 Tren perona girince ayağa kalktım. Ürkek bakışlarıyla, küçük sevimli Jiyan aklıma geldi. Trene bindim…
ÖZÜR VE DÜZELTME:
İsmail Biçer’in geçen sayıda yayımlanan Jiyan adlı öyküsü yanlışlıkla eksik basılmıştır. Yazarımız ve okurlarımızdan özür dileriz.
 
 
TÜRK-ERMENİ AŞKININ ROMANI:”KARİN” (*)
Hasan AKARSU
 
         Yazar Burhan Garip Şavlı 1927 Muş doğumlu olup bir süre Muş milletvekilliği yapar. Şiirleri ve öyküleriyle tanınır. Deli Zala romanından sonra yayımlanan Karin adlı romanında yazar, Türk genci Kenan ile Ermeni kızı Karin’in (Züleyha) sevilerini anlatırken Ermeniler’in zorunlu göçünü, Türkler’in kıyımlarını da yansıtır. Ermeniler’in Ruslar’la birlik olup Türkler’i kırmaları, Ermeni olan Cezayir amcanın Müslüman olarak bu topraklarda kalışının öyküsü iç burkucudur. Onun için yazar, “1915, 1915’te kalmalı” anlayışıyla yaklaşıp “Yunmuş, arınmış, güneşe durmuş” kardeşliği savunur.
         Romanda anlatıcı olan Kenan’ın dedesi şehittir Doğu’da. Küçük yaşta babasını yitirir ve ailesi Hunan Köyü’nden Muş’a taşınır. Muş’ta komşuları Ermeni aileler vardır. Cezayir amca ile karısı Maral teyze ve kızları Karin unutulmaz komşulardır. Karin’le okul arkadaşıdır Kenan ve çocukluğunun geçtiği yerleri, büyüklerden duyduğu olayları anlatır. Çarçayı, Dere Mahallesi, Kasap Temür, Reben İsmail, Kamil amcaların bağında altın arama çabaları, Kuyumcu Hacı’nın fal bakıp yönlendirmeleri, altın arayışının boş çıkması vb başarıyla anlatılır. Kente pazara gelen Emin amcasıyla at üstünde köye gidişlerini unutamaz. Köyü çok güzel betimler:”Köyün önünde ırmağı geçer, evin kapısına varırdık. Anneannem, dayılarım, teyzelerim bizi karşılardı. Derken, büyükbaş hayvanlar, atlar dönerdi akşamla…Toprak koniler yükselirdi ev diye. Toprak konilerin tepesinden, yuvarlak bacalar açılırdı gökyüzüne. Tandırlar, ocaklar yandığı zaman tüterdi bacalar. Bir yerlere seslenmek gerektiğinde, bu konilere çıkılırdı…” (s.17). Döne Ana, (annesinin babaannesi, Hacı Ömer’in eşi) Rus işgalini, Ermeniler’in yaptıklarını anlatır Kenan’a.
         Karinler, orta ikiden sonra ailece Ankara’ya göç ederler. Kenan, ortaokulu bitirip Diyarbakır lisesine gider. Üç yıl okuduğu okulda çektiği sıkıntıları anlatır. İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır, heryerde kıtlık vardır. Yollardan insan ölüleri toplanır. Kenan, şiire ilgi duymaya başlar. Karin’den mektup alır. Ermeni olaylarını inceler. Enver Paşa’nın 02 Mayıs 1915’te Talat Paşa’ya yazdığı yazıyla tehcir (zorunlu göç) başlatılmıştır. Kenan, Karin’e olan aşkı karşısında bir süre bocalar. Okulu bitirince Ankara’ya gideceğini, üniversite sınavlarına gireceğini belirtir karşılık verdiği mektubunda. Okulu bitirip önce Muş’a gider, aile özlemini giderir. Arkadaşı Selahattin’le dolaşırlar çevreyi. Hunan Köyü’nde kalır bir gece. Yaygın beldesindeki Ermeni manastırını gezerler.
         Kenan Ankara’da, Gençlik Parkı’nda Karin’le buluşur, aradan beş yıl geçmiştir, Karin alımlı bir kız olmuştur. Evlerine de giderler, Maral teyzeye, Cezayir amcaya Muş’u anlatıp özlemlerini gidermeye çalışır. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazanır, okula başlar, öykü ve şiir yazmayla ilgilenir. Ünlü ozanları, Cahit Sıtkı’yı tanır. Behçet Kemal Çağlar’ın evine konuk olur. Karin de Gazi Eğitim’in İngilizce bölümüne girer. 26 Eylül 1948’de Dil Bayramı kutlamalarına katılırlar Halkevi’nde. Kenan, şiirini okur, beğenilir. İstanbul Pastanesi’nde Orhan Veli’yi tanır, dinler. Serbest şiire yönelir, Nazım’ın şiirlerini ezberler. Karin’in ailesiyle ilgilenir, onları Ayaş yakınlarında pikniğe götürür. Üç yıl sonra Muş’a gidip ailesiyle görüşür. Kardeşi Suna orta ikidedir, resim yapmaya ilgi duyar. Sinan lise ikidedir. Cezayir amca için gezer Muş’u, Ankara’ya dönünce anlatır her şeyi. Demirkıratlar iktidardadır. Fakültenin son yılında olaylar başlar. Şiir kitabı yayımlanır. Anıtkabir’in yapımında öğrencilerle birlikte çalışırlar. Okulu bitirip Ankara’da göreve başlar Kenan ve Karin’le nişanlanır. Yedek subay olarak askere gider. İzmir Gaziemir’de ulaştırma bölümünden sonra İstanbul ve Erzurum’a gönderilir. Erzurum-Uzunahmetler’de, Ermeniler’in Türk kıyımı anlatılırken etkilenir olaylardan. Karlı kışta, zorlu geçer askerliği. Bir buçuk yıl sonra 1954’te terhis olup Ankara’ya döner. İçişleri Bakanlığı’nda bir göreve atanır. Karin de okulu bitirince evlenirler. O da bir ortaokulda öğretmenliğe başlar. Kenan, Siyasal’a asistan olarak girer. Evlenirler, bir kızları olur, adını sevil koyarlar. Sevil dört yaşına gelince ailece Muş’a gidip özlem giderirler. Cezayir amca, Maral teyze yaşadığı yerlerde gezerler. Sağ-sol kavgaları yayılır heryere. Sefer Balaban Hoca dövülür. İzlenmektedirler. Kenan, karaciğer rahatsızlığıyla hastanede yatar bir süre. Bir sabah evlerini polis basar, Kenan’ı emniyete götürüp şiirlerini, solculuğunu sorgulayıp bırakırlar. Bu olaylı günlerin sonunda 1960 İhtilali’nin geleceği sezdirilmektedir.
        Yazar Burhan Garip Şavlı, Karin adlı anı romanında, 1940’lı yıllardan 1960’a değin geçen sürede yaşananlara tanıklık etmekte, Ermeni zorunlu göçünü, Ermeni ve Türk kıyımlarını irdelerken yaşanan acıları ve bir Türk genciyle, bir Ermeni kızın aşkını başarıyla anlatmaktadır.
 
(*) Karin- Burhan Garip Şavlı, Anı roman, Payda Yayıncılık, Ankara, 1. Baskı, Ocak 2013, 104 s.
          
KELEBEKLER DE KARIŞTI ŞİİRLERİME
                                                                             ABDÜLKADİR BULUT
 
Kuşlardan sonra
Kelebekler de karıştı şiirlerime
Sonra havalanıp gittiler bir bir
 Kalmadı artık içimi dökeceğim
 Ne bir kelebek ne de bir şiir
 
Taş tutuyorum artık her gün
Önüme çıkan ne varsa şu dünyada
Yağmurda yola çıkan atlıları
Suları ve şimdi benim için
Bir göçebe olan rüzgârları
 
 
CEZAEVLERİ OLGUNLAŞTIRIR MI?
                                                                           Mehmet BABACAN
 
           Büyük şair ve dava adamı Nazım Hikmet, 111. doğum yılı nedeniyle anıldı. Daha doğrusu doğumu kutlandı.
Ancak, bu arada dile getirilen, özetle “ Hapishane hayatı Nazım’ı olgunlaştırdı” yargısı, düşündürdü beni:
 Dedim ki, Türkçenin en büyük şairi ve Sosyalizm düşüncesi içinde, emeğin ve emekçinin yılmaz savunucularından biri olan Nazım Hikmet, göğüs kabartıcı biçimde anılırken; bu öngörü neyin nesiydi?
 Nazım’ı, cezaevleri mi böyle Nazım yapmıştı?
Bu görüşe yandaş olanlara kızmıyorum, kınamıyorum. Özgürlüğüdür onların.
 Onlara bir şey kanıtlamak zorunda da değilim, vallahi değilim.
 Ben, bu yaklaşıma karşıyım arkadaş. Bu da benim özgürlüğüm.
 Bu yazıyla ne mi yapmak istiyorum?
 Niye karşı olduğumun, kendimle muhasebesini yapmak istiyorum, anlatabildim mi?
 O anlamda düşünüyorum; Nazım adlı o harika insan, doğuştan getirdiği şairlik yeteneğini, daha da geliştirmek için mi toplumcu mücadeleyi seçti; yoksa Sosyalist Devrim mücadelesinde, halkın Devrimci dinamizmine katkı getirebilmek için mi sanatını kullandı?
Yüreğindeki şiir sevgisinin ötesinde, edebiyat kaygısıyla şiir yazmaya çalıştığının bir tanığı varsa gelsin.
 Ama Sosyalist Devrim mücadelesinde, inancını ve bu inancın gerektirdiği mücadelenin önemini halkına ve dünya halkların kavratmak için, her zulmü göğüslediğine, her yeteneğini kullandığına, yüzlerce olay tanıktır. Hapishane yaşamı da bunların bir bölümü.
Şimdiye değin, hapishane yaşamının okul görevi gördüğünü söyleyen oldu mu bilmiyorum?
 Bildiğim bir şey varsa: yaşamın ana ekseni özgürlüktür. Özgürlüğün her kısıtlandığı yerde, yaşamın gelişim süreci dumura uğramakla karşı karşıya kalmıştır. Bu dumura uğrayış, iç dünyanın zenginleşmesi gibi algılansa da, metafizik anlayışa gömülmekten başka bir şey değildir. O yaklaşıma bağlanan insanın özverisi olmadığına; onların tüm iyilik çabalarının, Cennete ulaşmayı sağlayacak puanı kazanmak için olduğuna inanıyorum ben. “ Her koyun kendi bacağından asılır” lafını, o yüzden yineleyip dururlar.
 Nazım ve onun gibiler, yaşanmamış yılların açlığıyla nasıl kıvrandılar, kim biliyor?
 Gerçeklik o ki, uzun yıllar cezaevlerinde kalmış olanlar, olgunlaşıp, gelişmek şöyle dursun, tükenmekle karşı karşıya kalmışlardır hep. Oradan diri çıkabilmeleri, bir mucize olmuştur.
 Bana göre, o koşullarda diri kalabilmeyi ve en az kayıpla çıkabilmeyi, Sosyalizm davasına olan inancına borçludur Nazım. “ Sosyalizmin bir ütopya olmadığını” dilinden düşürmeyişi de, o yüzden olmalı.
Demem o ki, devrimcilerin, içeride bir nokta kadar bile, olgunlaşıp, gelişeceklerine inansaydı burjuvazi, onları asla içeri almazdı.
Oysa hem tüketip saf dışı bırakmak; hem de gözdağı olarak kullanmak, bir taşla iki kuş vurmaktır burjuvazi için…
Tarikat anlayışındaki “ çilehane”ler mi anımsanıyor yoksa?
 Cezaevleri, Nazım’ı böylesine olgunlaştırdıysa, onu içeri tıkanlara, işkence edenlere, çile çektirenlere teşekkür mü borçluyuz?
 Hatta niye sıraya girmiyoruz, cezaevine girmek için? Şu halimize bakın. Bu kadar hamlık yakışır mı bize?
 GÜNÜMÜZDE ÖYKÜ
M. Demirel BABACANOĞLU
           Sanatın, yalnızca iki kaygısı vardır. Sanat olmak, halkın işine yaramak. İkisinden biri eksikse o artık sanat değildir.. Öykücülükte de böyledir bu.
Dünün öykücülüğü, destanlara, söylencelere, masallara dayanıyordu. Sözlü yazın/sanat bu damardan besleniyordu. Türkmen ‘goca’ları, köy odalarında, ocak başlarında aktarıyorlardı bu öyküleri. Onlar ‘hekaye’ diyordu öykülere.. Bir anlatmada, dinleyenlerin belleğinde kalıyordu. Buna karşın, dinleyici defalarca dinlese de bu öyküleri, dinlemekten bıkmıyordu. Yeni, taze, şimdi anlatılmış gibi geliyordu onlara..
Ayşe teyzem de böyle bir öykücüydü. Çok doğal bir sesle hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan olduğu gibi anlatırdı. Onun dilinde “müstehcenlik” diye bir kavram yoktu. Bu öyküler kasabaya, kente gelince “müstehcenlik” kavramı öne çıktı. Müstehcenlik, kapitalist burjuvazinin uydurduğu bir kavram..
Yüzyılımıza gelince sözlü yazın geriledi. Yerini olay öykücülüğü aldı. Sözgelimi; Ömer Seyfettin öykücülüğü bir örnektir. Yazar, başından geçenleri, gördüğü, tanığı olduğu, gözlemlediği olayları anlatıyor/yazıyor. Ardından denemesel öykücülüğe geçildi. İlgi gördü. Daha çok şair kökenli öykücüler bu tür öyküler yazdılar. Öykülerinde şiirsel izler yer aldı. İmgelere, eğretilemelere, tersinlemelere yer verildi. Söz gelimi Sait Faik öykücülüğü böyle bir öykücülüktür.. 12 Eylül’den sonra öykünün rengi değişti. Soyut öykücülüğe yönelindi. Bu öykülerin bir anlamı yok değildi. Ama, kapitalizm bu tür öyküleri, öykücüleri istemiyor.. Anlamsız, bir okumalık öyküler olsun istiyor. Sonra, “post/modern” öykücülüğe geçildi. Bu oluşum, bu sayrılık, bu gerileyiş; yalnızca öykücülüğe değil, diğer sanat dallarına da bulaştı.
Denildi ki, öyküler halkın işine yaramasın, yararsa, halk uyanır, baş kaldırır, hakkını aramaya başlar.. Öyleyse kimi yazarlar niçin halkın işine yarar öyküler yazsın? “İşte sana para, post/modern’ öykü, yaz gitsin!” İşi, aşı olmayan ses çıkarmasın; bizim yazdığımız yazgıya boyun eğsin, köle olsun!.. dediler. Peki, sanat oluyor mu bu tür öyküler, yazılar? Olmuyor. İşte düzen.. Bu düzen üzre gidiyor bizim öykücülük..
Size sözlü yazından bir örnek öykü anlatayım:
Zamanın birinde, çevreyi çok tanımayan, bilmeyen bir adam bir köye gidiyormuş. Yolu köyün mezarlığından geçiyormuş. Mezar taşlarındaki yazıları görmüş, okumuş. “Bir yaşında öldü, üç yaşında öldü, beş yaşında öldü, on yaşında öldü, on beş yaşında öldü..” yazıyormuş.Adam şaşmış kalmış; oraya bakmış, buraya bakmış, daha büyük yaşta ölen yok.. Köye varmış. Köy odasına konuk olmuş.. Orada bulunanlar bakmış, ak sakallı, ak saçlı yaşlılarmış. İyice şaşmış bu kez bu işe. Sormuş:
Bakıyorum size büyük yaşta, koca yaşta insanlarsınız.. Mezar taşlarınızda yazılı olanlar nedir? Bir yaşta, üç yaşta, beş yaşta, on yaşta, on beş yaşta öldü yazıyor; sizin köyde hep böyle çocuk yaşta mı ölüyor insanlar?
Köylüler gülümsemişler. Demişler ki; mezar taşlarına kazınmış ölüm yaşları dünyada kalma yaşı değil, dünyada önemli, yararlı iş yapma yaşıdır..
Haaa demiş adam, bunu hiç düşünmemiştim..
Önemli olan bu değil mi?
İnsan ne denli yaşarsa yaşasın, yaşadığı yıllardan yararlı, önemli bir iz bırakmalı..
 
YAZMAK YARATMAKTIR OSMAN ŞAHİN’DE
M. Şehmus GÜZEL
 Osman Şahin öykü yazmaya 1960’ların ikinci yarısında başladı. İlk öyküsü Kırmız Yel ismini taşır. Bu öyküsünü 1968’de yazıp bitirdi. Kırmızı Yel 1970’de TRT Büyük Ödülü’ne layık görüldü. Ve bunun da etkisiyle ilk öykü kitabı bir yıl sonra Kırmızı Yel başlığı altında okuyuculara sunuldu.
 Bu yapıtını diğerleri izledi: Kıraleli, Acenta Mirza, Ağız İçinde Dil Gibi (1980 Nevzat üstün Öykü ödülü’nü aldı), Acı Duman, Kolları Bağlı Doğan, Ay Bazen Mavidir, Başaklar Gece Doğar (Yazarın ilk romanı) … Ve bunları diğerleri izledi, izliyor, izleyecek.
 Osman Şahin’in bir özelliği de sinemaya en çok uyarlanan yazarımız olmasıdır. Birçok öyküsü senaryolaştırıldı, filme alındı. Sinemayla bu git-gel ve gel-git serüveni/süreçi içinde bizzat kendisi de özgün film öyküleri yazmaya başladı: Kurbağalar, Derman, Kum, Firar, İpekçe bu konuda en çok bilinen örneklerdir. Bu işi de sürdürdü, sürdürüyor.
 Yaşamını artık bir yandan yayınevleri, öte yandan film çekimleriyle paylaşmak zorundaydı. Günümüzde de bu paylaşımını sürdürüyor.
 Osman Şahin giderek adından en çok söz edilen öykü ve özgün film öyküsü yazarımız oldu.
Şahin yaşadıklarını, duyduklarını, dinlediklerini, kendisine anlatılanları, Yörüklerin alışkanlıklarını, hayat tarzlarını, deyişlerini, ağıtlarını, türkülerini, bizzat tanık olduklarını, gördüklerini kaleme alan ve onları okuyucularıyla paylaşmak isteyen bir yazar.
 Yazdıklarında özgeçmişinden derin izler bulmak olası. Çocukluğundan günümüze yaşamını öykülerinden izlemek bile mümkün.
 Yapıtlarında Toroslar, Çukurova, Antik Kilikya yani ve bunun son derece önemi var, yani o koskocaman Adana ovası, Mersin ve öğretmen olmak için eğitimini tamamladığı Dicle Köy Enstitüsü’nün bulunduğu Ergani (benim de doğduğum, büyüdüğüm şirin kasabam) ve “ıssız istasyonu”, öğretmenlik yaptığı Şanlıurfa’nın ünlü Siverek ilçesine bağlı Kalemli köyünde dinledikleri, yaşadıkları, köylülerin, yoksul ve kimi zaman ezik Kürt köylülerinin yaşam ve çalışma koşulları üstüne dünya kadar bilgi, öğe, veri sunuyor. Tarihten, tarih öncesinden ve günümüzden. Olağanüstü bir zenginliktir bu. Anlattığı insanlar, destanları ve efsaneleriyle yaşayanlar kuşağındandır. Ayakları, vücutları yanı özetle fiziki olarak belki “burdadırlar” ama akıl ve fikirleri “burada” olmayabilir. Akıl ve fikirleri işte Şahin’in de zaman zaman aktardığı o derin destanlarıyla efsaneleriyle alış veriştedir çoğu zaman. Belki her zaman. Bu tür insanları iç konuşmaları ve dış konuşmalarıyla anlatmak ta kolay değildir. Maharet ister. İşte Osman Şahin de bu yetenek, bu maharet olduğu için onu diğerlerinden ayırtedebiliyoruz. Anlattığı insanlar çoğu kez dinlerin, mezheplerin veya Torosların işte o bildiğiniz aşılmaz duvarların arkasında veya içindedirler, bir hayat boyunca bu duvarları aşıp bir kente, bir kasabaya gitmeye veya “inmeye” bile gerek görmeyenleri vardır “kahramanlarının”. Onlar gerçek yaşamlarında da öyledirler.
 Osman Şahin, Yaşar Kemal gibi, “köylülerinin” bilerek veya bilmeyerek, bilinçli ya da bilinçsiz, belki bilinçaltı ve bilinçüstüyle, rüyalarıyla ve ölüleriyle, ölülerinden akıl ve fikirlerinde sakladıklarıyla, ölülerinden kendilerine ve kendilerinde, en derin “içlerinde”, kalanlarla yaşadıklarını sergiliyor, sunuyor, gözlerimizin önüne seriyor.
 Evet bu köylüler öyle sıradan köylüler değildir: Rüyaları ve ölüleriyle yaşayanlardandırlar. Peki. Bu yaşam tarzı ve davranış biçimleriyle, dilleri ve ağız içindeki dilleriyle ve onun kullanılışı, sesi ve sözüyle, bu insanların her biri bir “kahraman” mıdır? Evet. Yazılınca kesinlikle. Hele Osman Şahin tarafından yazılınca. İşte yazma sanatının mucizelerinden biri de budur.
 Osman Şahin kendisinden önceki birçok usta gibi, ve en başta Yaşar Kemal gibi, dinleyen ve yazandır. Önce dinleyen, sonra bu sözlü tarih unsurlarını, destanları, ağıtları, efsaneleri, anlatıları, kendince yeniden “okuyan” ve yazandır.
 Osman Şahin’in yazdıklarını, kendisine anlatılanların, anlatılmış olanların yeni tür bir “okunması” biçiminde değerlendirmek de mümkündür. Bu nedenle yapıtlarını irdelemeye çabalayan ve yıllar önceki Fransızca makalede Fransızcada o yıllarda yeni üretilmiş olan bir terim bu yorumlamaya tam da uyuyordu : “orature”. “orale” (sözlü) ile “lecture” (okuma) sözcüklerinin harmanlanmasından, birincinin ilk üç, ikincinin son üç harflerinin derlenmesinden, oluşan terimin aynı zamanda “anlatmak” eylemini de içermesi, çağrıştırması amaçlanıyordu. Enazından bu terimi yaratanların amaçlarından biri de buydu : “Orature” nam kişi, yazar, usta, anlatmak eylemini de üstlenen sözlü okuma işini yapan/yazan olmalı(ydı). Osman Şahin’in birçok öyküsünde yaptığı eylemin ta kendisi yani. Anlatılanların, anlatılan kişilerin yaşam koşullarının ve aynı zamanda “iç yolculuk”larının aktarılması, yazılması, açıklanması, dışarıya, okuyucuya sunulması eylemi. Sözlü ve hemen sonra yazılı olan (ama ille yazılı olması da şart olmayan) “şey”, öykü, anlatı böylece aynı anda bir eyleme de dönüşüyor. Birlikte yaratılıyor sunulan.
 Daha vurucu olan şudur: Anlatılan ve/veya anlatan bir insanoğlu olabilir. Bu pek şaşırtıcı değil. Ama anlatılan ve/veya anlatan bir bitki, bir ağaç, bir hayvan, bir kuş, bir kartal, bir güvercin, bir şahin, bir dağ, bir nehir, bir su, bir çiçek, bir kurt, bir köpek, bir kuzu, bir patika, bir yol, bir karınca, bir örümcek, yeryüzü, yeraltı… da olabilir. Evet evet işte çarpıcı olan budur: Toroslar’ın, Fırat’ın sesini duymak ve bu sesi okuyucularına iletmek de az şey değildir hani. Osman Şahin bu işi onlar adına yapıyor yapıtlarında.
 Osman Şahin’in köylüleri vücutla-canla ruh, canlıyla cansız arasında ayrım yapmazlar: İnsanoğlu, bitkiler, ağaçlar, hayvanlar hepsi canlıdır ve yaşıyor. Hepsinin bir ritmi, bir hareketliliği var. Gökyüzü ve yıldızlar, güneş ve ay “yatıyor”, “kalkıyor”, “doğuyor”, “batıyor”, büyüyor, güçlü kuvvetli anlar zamanlar yaşıyor, zamanı gelince ise pılını pırtını toplayıp onlar da ölüyorlar. Kaya, taş, araç ve gereç gibi şeylerin de bir ruhu var, onlar da kendilerini yaşatan ve hareket ettiren bir varlığa sahiptir.
 
          Osman Şahin aynı zamanda Toroslar’da öteden beri yaşayan Yörükler’deki şaman alışkanlıklarına, izlerine ve artıklarına öykülerinde değiniyor. Birçok araştırmacı, halkbilimcisi, bilim kadın ve adamı Anadolu köylerinde Orta Asya Türklerinin şaman inanışlarının izlerini daha önceki araştırmalarında göstermişlerdi. Osman Şahin kendi yöresinin, kadim Toroslar’ın, bağrında yaşatılanlardan örnekler veriyor.
 Son derece orijinal, coşkulu, çağlayan, bağırbağırbağıran, yeri gelince koşan, terleyen, ölüme yatmak isteyen, kendine özgü ve epey şaşırtıcı bir yazım tarzına sahip Osman Şahin’in yazmak ve yaratmak işine başlamasının ilk adımlarını aramak istersek yazarın bu konuda söylediklerine kulak kabartmamız gerekiyor:
“Siverek’in Kalemli köyünde ve Fırat yöresinde tanık olduğum, yaşadığım olaylardır asıl beni yazarlığa, yazmaya iten. Anlattıklarıma kimse inanmıyordu. Bari yazayım dedim. Kalemli köyü Fırat nehrine çok yakındı. Mayıs ayında taşan Fırat nehrinden odun çıkaranlar, Zengüçür çayında telp adı verilen tuzakla geceleri balık tutanlar, kavgalar, hırslar, sevinçler, toprağı, ağayı, ‘reşim’i [dikkat resim değil. MŞG] yani harmanlara vurulan ağa mühürünü, ağalık kurumunu, aşiretlerin içyüzünü, yarıcıları, emeğinden başka hiçbir şeyi olmayan marabaları, yakından tanıdım. Onlarla birlikte doğumlarında bulundum, ölülerine ağladım. Fırat sellerinin kenarına vurduğu ölülerin tutanağını tuttum. Unutulmaz olaylar yaşadım. Notlar aldım. İncelemeler yaptım. Sırası gelmişken söyleyeyim: Dünyanın en güzel insanlarıdır onlar. Onların önüne her zaman yüreğimi çıkarır da korum. Öylesine müthiş güzel insanlardır onlar. Yıllar sonra öyküleştirmeye çalıştığım insanlar işte o insanlardır. O insanların ağır dinsel korkulara, muskalara sürgün edilen umutları, içlerindeki yaradan sızan kanı, kısa, yalın sözcüklerle yazmaya çalıştım.
 Fırat insanı, içgüdüleriyle, yaşamlarını kaplayan rezilliğe karşı çıkarken, dış görünümleriyle aynı düzene saygılılarmış gibi sürekli bir ikilemi yaşarlar. Çelişkilerle yüklü karşıtlıkların insanlarıdırlar. Fırat’ın öksüzleri, Güneydoğu tarımının Siyah köleleridir onlar. Kırışıklıklarla dolu yüzleri, binlerce yıllık Sümer tabletlerini andırır. Korku ve baskı yüzünden yaşama olan isteklerini asla dillerine vuramazlar. Duygularının adını anmaktan bile çekinirler. Topraksızlıklarının bir yazgı olduğunu ve bu yazgının hiç değişmeyeceğine inanırlar. Ağaları sırtlarını okşayınca : ‘Ağam bana, kapımdaki köpek demiş!’ diyerek çocuk gibi sevinirler. Bu ve buna benzeyen birçok gerçeği, o günlerde öğretmenlik günlerimde, yanımda taşıdığım defterime gizlice yazardım.
 Beni yazmaya iten bir başka neden de, küçükten beri yaşamımın her anına sinmiş olan yoksulluğumun iç dünyam üzerinde bıraktığı izler olmuştur. Köy kökenli oluşumun zamanla hor görülmesi ve buna karşı duyduğum öfke olmuştur. Bu duyguların ayırdına daha çok kentlerde vardığımı söylemeliyim. ‘Bu adam köylüdür. Kültürü de köylüdür’ gibisinden alaylarla çok karşılaştım. İnsanlara tepeden bakan böylesi tuzak anlayışların, Beyaz Adamın Siyah Adama ‘bakışından’, yani Avrupa-Amerikancı ‘Ben Merkezci’ yaklaşımdan kaynaklandığını biliyorum. İnsan insana, kültür ve gelir düzeyi ne olursa olsun, yandan, üstten bakmamalı. Günümüzde övünülecek, örnek alınacak insan, çağımızın ünlü insan-bilimcilerinden rahmetli Claude Levi-Strauss’dur, ve örnek alınacak anlayış da yine onun kültürleri ve yaşam biçimleri ne olursa olsun hiç kimseyi hor görmeyen, herkesin uygarlığına, yaşam tarzına saygı gösteren, sayan ve seven anlayışıdır.”
Bu başlanğıçtır: Yazar olacak kişiyi yazmaya iten, yazmaya teşvik eden. Peki sonrası nasıl gelişti? İşte yazarımızın yanıtı:
“Yazmaya ilkin inceleme ve makale türünde başladım. Malatya’da yerel gazete ve dergilerde mesleki sorunlar içeren yazılar yayınladım. Ankara’da yayınlanmakta olan Türkiye Bedeneğitimi Öğretmenleri’nin (Derneği’nin?) çıkardığı Bedeneğitimi Dergisi’nde sürekli yazılar yayınladım. Ama bütün bunlar kuru birer hevesten öteye geçmedi. Öykü yazmaya asıl 1960’ların ikinci yarısında başladım. Aslında ilkin bir roman yazmak istedim. Köy enstitülü yazarlar gibi köyü değil de, bir köylü gözüyle kenti yazmak istiyordum. Ama üstesinden gelemedim. Roman yazmak uzun soluk istiyordu. Yazmanın yokuşlarını o ilk denememde gördüm, bizzat yaşadım. Sonra kısa öykü yazmaya yöneldim. Oysa kısa öykü yazmanın roman yazmaktan da zor olduğunu yıllar sonra anlayacaktım. İlk öykümü Kırmızı Yel adıyla 1968 yılında yazıp bitirdim …”
Yazarlık alanında ilk adımını böyle attı Osman Şahin. İlk zorlukları da böyle aştı.
Kırmızı Yel öyküsünün de yer aldığı ilk öyküleri, 1971’de, aynı isimle kitap biçiminde okuyuculara sunuldu: “Kırmızı Yel’deki öykülerde aşırı bir yoksulluk, saflık, dinsel baskı ve topraksızlık görülür. O dönemde Güneydoğu’da yeterli fabrika, işletme yoktu. Tek üretim aracı topraktı, o da büyük aşiret ağalarının elindeydi. Bu durum ora köylülerinin her yıl biraz daha köleliğe itilmeleri demekti. En çok ta kadınların ezilmeleri demekti. Adları sanları bilinmeyen, sesleri solukları duyulmayan, değil okuma yazma, yeterince Türkçe bilmeyen, kentten gelen kadına, erkeğe ‘komutanım’ diye hitap eden, o insanların yaşamlarına vuran şaşkınlık, kendi iç dünyalarında hiç eksilmeyen kederli bir türküye dönüşmüş gibiydi. Bu gizli sesin dilini Kırmızı Yel’deki öykülerimde biraz olsun yakaladığımı sanıyorum.”
Kırmızı Yel 1970’de TRT Öykü Büyük ödülü’nü aldıktan sonra hem öykünün hem yazarının önü açıldı. Kırmızı Yel daha başından itibaren çok yoğun bir ilgi gördü. Osman Şahin o günleri anımsıyor:
“Umduğumun ötesinde bir ilgiyle karşılaştım. ‘Edebiyatımızda taze kanlar’ başlığıyla gazete ve dergilerde boy boy fotoğraflarım yayınlandı. Öyküm Cumhuriyet gazetesinin kültür-sanat ekinde yayınlandı. Doğan Hızlan, Adnan Özyalçıner, Rauf Mutluay benimle söyleşi yaptılar. Edebiyat dünyamızın ortasına paraşetle inmişim gibi duygular yaşadım. Kırmızı Yel kitabım için Hasan İzzettin Dinamo, Ömer Faruk Toprak, Tahir Alangu, Mehmet Seyda, Ahmet köksal, Tomris Uyar, Selim İleri ve Mehmet Ergün ve daha birçok yazar, şair ve gazeteci yazılar yazdılar, görüşlerini açıkladılar, olumlu olumsuz, haklı eleştirilerde bulundular.”
Sonrasını biliyoruz.
 Bitirirken şunları da eklemek lazım mutlaka: Osman Şahin’in öyküleri Almanca, Sırpça, Lehçe, İtalyanca, Macarca, Fransızca başta birçok dile çevrildi. Kırmızı Yel 1984’te Den Röde Vinden ismiyle İsveççeye çevrildi. İsveç’te medya, basın ve edebiyat dergileri, yapıtın yayınlanmasına çok büyük bir ilgi gösterdi, son derece olumlu yankılara yer verdi, bunun sonucunda o günlerde yirmi kadar tanıtım yazısı yayınlandı.
Yabancı ülke radyolarında Osman Şahin ve eserleri üzerine özel programlar yapıldı, basın yayın organlarında övgü dolu makaleler yayınlandı. Evet Toroslar’ın çocuğunun ismi böylece ülkesinin sınırlarını aştı ve birçok Avrupa ülkesinde yankılanır oldu. O artık yurtiçinde ve yurtdışında tanınan bir yazardır.
 Onu kendi ülkesinin okuyucularına, kadın, erkek ve çocuklarına biraz daha tanıtabilmek arzusuyla bir kitap yazmam son derece doğaldı. Hatta bir tür görev. Aralık 1983’te Acı Duman’ı okur okumaz vurulduğum bu yazı tarzına tiryakiliği sizlere de aşılamam gerekiyordu çünkü. Umarım siz de denersiniz. Birkaç gün önce Kaynak Yayınları’nın “İz Bırakanlar” dizisinin beşinci kitabı olarak meraklılarına sunulan Öykücülüğümüzün Toros Zirvesi Osman Şahin kitabı bu konuda yol açıcı olursa amacına ulaşmış olacaktır.
 
HAYVAN SEVGİSİ
                                                                    Cevdet KAYALAR
            Aydıncık’ta güzel bir ilkbahar sabahı kumruların ötüşleri, serçelerin cıvıltısı ile gün başlamış, güneş çoktan Yörük Tepesi’ni aşmış, sarı bukleli, ay yüzlü kızın odasının camından girmiş, kızın pembe yanaklarından öperek uyandırmıştı.
            Kız heyecanla yatağından fırladı. Oysa sabah uykusundan, sıcak yatağından çıkmadan çok sevdiği kediler gibi gerinerek, mırıldanarak babasının öpmeleriyle ve annesinin; "Haydi haydi çabuk işe geç kalıyorum senin bu miskinliğin yüzünden" serzenişleri ile uyanmaya alışıktı. Bu gün günlerden perşembeydi.  Öğretmenin çok önemli bir işi olduğu için bu gün gelmeyecekti; o da her öğrenci gibi çok sevinmişti bu günün tatil oluşuna. Akşamdan babasına durumu anlatmış derslerini bitirme koşuluyla yarın babasının yapacağı köy gezisine katılma iznini almıştı. İşte bu yüzdendir yataktan fırlayışı. Köye gidecek orada daha de önce yaptığı gibi kuzuları oğlakları kucaklayacak onlara isimler takacaktı. Hatta şansı varsa köpek yavrularını görecek onları da kucaklayıp isimler takacaktı. Çok seviyordu hayvanları, büyüyünce veteriner olmak istemesi bundandı. Böceklerden tiksiniyordu ama olsundu büyüyünce onlara da alışacaktı. Bir koşuda babasının yanına gitti. Babası hâlâ uyuyordu, olamazdı böyle önemli bir günde hâlâ nasıl uyuyabilirdi? Kuzular oğlaklar otlamak için dağa gidecekler onları göremeyecekti. Babasının ona yaptığı gibi onu öpücüklere boğarak;
                      "kal artık sabah oldu
                        her taraf sesle doldu"
Şarkısını da söyleyerek onu uyandırmaya çalıştı. "Baba! Baba! Haydi, geç kalıyoruz kuzular oğlaklar hep dağa gidecek göremeyeceğiz "diye yalvarıyordu. Sanki babasının da tek derdi kuzular ve oğlaklarmış gibi. Sanki kızının neşesi ve enerjisi ona geçmişti. Hiç yapmadığı gibi yataktan fırladı.
            Annesi her zamanki gibi herkes uyurken erkenden kalkmış kızı ve sevgili eşi için sevdikleri yiyeceklerden oluşan kahvaltı masasın hazırlamış tam onlara seslenecekti ki eşi ve kızı mutfakta bitiverdiler."Günaydın anneciğim diyerek kahvaltı masasına yöneldi küçük kız. Anne de bu alışılmadık durum karşısında şaşırmıştı. Kahvaltıyı hazırladıktan sonra ez az on defa seslenirdi küçük kızın kahvaltı masasına oturması için. O da istiyordu kızının her gün böyle onu yormadan kahvaltı masasına oturarak mükellef bir kahvaltı yapmasını. O bir ev ekonomistiydi çocukların gelişimi için kahvaltının önemini çok iyi biliyordu. Her günkü kavgası buydu aslında. Günaydın hayatım diyerek masadaki yerini aldı eşi de. Anne çayları doldururken; "Kızımla bugün köye gideceğim" diye başladı söze Dr. Cevat. "Bakalım bugün köyde neler yapacak neler görecek." Kahvaltısını neredeyse yarılamış olan Egemen, "Evet anne kuzuları oğlakları göreceğim hatta köpek yavruları da varmış. Annesi izin verirse onları da seveceğim" diye atıldı. Annelik içgüdüsüyle itiraz etti annesi. "Asla köpeğe yaklaşma, dalar seni bir sürü de aşı olmak zorunda kalırsın." "Merak etme sen " diye araya girdi Doktor Cevat. Kahvaltı biter bitmez hiç hızlı olmadığı kadar hızlı bir şekilde evden çıkarak, babasının arabasına bindi ve babasını beklemeye başladı. Babası gelir gelmez Aile Sağlığı Merkezine doğru yola çıktılar. Orada onu bir sürpriz bekliyordu... En sevdiği arkadaşı Zeynep.
            Zeynep'i görünce sevindi. Her ikisi de birbirlerine doğru koşarak sarıldılar. Sanki çok eski iki dost yıllar sonra kavuşmuş gibiydiler.
            O uyuduktan sonra babası kızına bir sürpriz yapmaya karar vererek, beraber çalıştığı hemşire hanımı aramış, kızıyla aynı sınıfta okuyan ve kızının en samimi arkadaşı olan Zeynep'i de yarın isterse köy gezisine getirmesini, geziye Egemen’inde katılacağını haber vermişti. O da evde yalnız kalacağından endişe duyduğu kızını yanında götürerek endişe duymayacaktı, kızı için de bir değişiklik olacaktı.
            Hazırlıklar tamamlandı ve köy ziyareti için yola çıkıldı. İki küçük yaramazın içi içine sığmıyordu. Hayallerinde canlandırdıkları tüm kuzuları, oğlakları kucaklayacak, onlara isimler koyacaklardı. Lekesiz, bembeyaz bir kuzu varsa; adı tartışmasız Pamuk olacaktı. Köpek yavruları hakkında karar verememişlerdi. Çok geçmeden siyah araba Sele yokuşunun, yılan gibi kıvrım kıvrım yolunu tırmanarak yangın istasyonunu solda bırakarak ilerledi. Dağ kokusu arabanın içine dolmuştu.
            Doktor Cevat ve hemşiresi köyde yapacaklarını planlarken afacanlar arkada kıkırdıyorlardı.  Siyah araba köy yolu ayrımına gelmiş mezarlığı sağda bırakarak köy yoluna girmişti. Doktor Cevat aniden frene basarak arabayı durdurdu.
Arkada kıkırdayan yaramazlar sertçe öne doğru savrulmuş sesleri kesilmişti. Araçtaki herkes bu ani frenin önlerine aniden bir şeyin çıkmış olduğunun habercisi olduğunu anlamış tüm dikkatler yola çevrilmişti.
            Siyah arabanın önünde siyah asfaltın ortasında kırılmış kısa kalın küt bir pelit dalı gibi duran Akdeniz engereği ile göz göze geldiler. Bir an kimse ne olduğunu anlamadı. Hemşire hanımın çığlığı sessizliği bozdu."Neden öldürmüyorsunuz doktor bey" diye seslendi. Doktor Cevat hâlâ göz gözeydi kış uykusundan yeni uyanmış, belki de yılın ilk kahvaltısını arayan, nesli tehlikede olan, birçok özelliği ile bu habitatın nadide bir parçası olan Akdeniz engereğiyle.
            Gaza bir dokunsa üzerinden geçiverecekti oysa neden durmuştu? Bunu anlayamıyordu hemşire hanım. Engerek de başını kaldırmış bu siyah asfaltın koruyucusu gibi görünen bu siyah düşmanın neden kendisine saldırmadığını anlamaya çalışıyordu. Bir süre sonra içgüdüsel olarak geri döndü, son bir teşekkür babında bakışla geldiği yöne doğru hızla gözden kayboldu. Hemşire hanım tekrarladı sorusunu; "Neden ezmediniz yılanı?" Arkada gözleri fal taşı gibi açılmış pembe yanaklı sarı bukleli kız atıldı. "Biz hayvan dostuyuz bize zarar vermeyen hayvanları boşuna öldürmeyiz. Onun da bir canı var. Bu dünyada yaşamaya bizim kadar hakkı var" değil mi baba.
             Babası arabayı tekrar hareket ettirirken onu onaylarcasına başını salladı. Ailesine aşıladığı hayvan sevgisi ve gereksiz yere hiçbir canlının canının alınmaması dersini küçük kızı bu sınavda hakkıyla vermişti. Kendisiyle gurur duyabilirdi.
            Bu duygularla ulaşılacak hedef için siyah arabanın gazına biraz daha bastı…
 
 

18 Ocak 2013 Cuma

GERÇEMEK SAYI 36

 
GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ
 
ISSN: 1307–4881 İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN
Yıl: 6 Sayı: 36
Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni: Mustafa B.Yalçıner 05327220674 yalciner_mustafa@yahoo.fr Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hatice Canan Yalçıner yalciner_canan@yahoo.com.tr
Yönetim Yeri: Merkez mahallesi Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2 33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon: 05327220674 E-posta: gercemek@yahoo.com.tr
Yazı Kurulu: Mehmet Babacan F. Saadet Bilir Güngör Türkeli Songül Saydam
Basıldığı Yer: Evren Yay. AŞ Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km. Oğulbey/ANKARA (0312) 615 54 54
Baskı Tarihi: 03 Aralık 2012
Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır.
Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız. Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/ Aydıncık Şubesi TR930001001020307582605005
Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.
 
BOYACI SUMAĞI (Cotinus coggygria) Boyacı sumağı, 2m ile 3m kaday boylananbilen, yine bir o kadar da yayılma alanı gösterebilen, bol ışık alan yerlerde yetişen, sık dallı çalımsı bir bitkidir. Dalları kızıla çalar. Oval, parlak yeşil, tam kenarlı, geniş yapraklarını kışın döker. Mayıs sonlarında küçük ve sarıya çalan çiçek açar. Daha sonra bitki duman altında kalmış gibi bir izlenim bırakır. Maki alanlarında hemen dikkat çeker. Gövde ve dallarının özü kahverengimsidir. Kırıldığı zaman yapışkandır. Sepet yapımında kullanılır. Kök ve gövdesi eskiden boyacılıkta, yaprakları da deri eylemede kullanılırmış.
 EDİTÖRDEN
 
 
BİTKİ PEŞİNDE
ADAMOTU
 
Mustafa B. YALÇINER
 
Aydıncık’ta, güneşli bir şubat günü fotoğraf makinesi elimde, yeşil ile mavi arasında, Han Yıkığı’na doğru tarihin derinliklerine bir yolculuğa çıkmıştım. Yolun sağındaki ilk zeytin ağacının hizasına vardığımda, dibindeki bir bitki ve çiçekleri dikkatimi çekmişti. Yüzeyi pütürlü, sert, geniş, uzun, ucu sivri, kenarları kesik ve oval yaprakları, toprak hizasında yan yana dizilip, bir daire oluşturmuş ve beş yapraklı mor çiçekler açmıştı. İlk kez gördüğüm bu bitkinin hemen birkaç fotoğrafını çektim. Yanında bulunan ve henüz çiçeği olmayan bir başkasını da kökünden çekmeye çalıştım ama çıkmadı ve toprağa yakın bir yerden koptu. Bitki elimde çarşıya döndüm. Önüme gelene bu bitkiyi tanıyıp tanımadığını soruyordum. Ne yazık ki tanıyan çıkmadı. Bitki solmaya başlamıştı; umudumun da bir kuş olup uçmaya hazırlandığı bir sırada, bir kadın “Buna atalması derler. Nisan ortasında erik büyüklüğünde ve hoş kokulu sarı meyvesi olur. Bizim köyde bir çocuk meyvelerinden yemiş, sarhoş gibi davranmaya başlamış şimdi ise biraz safça” dedi. Çeşitli araştırmalardan sonra yöremizde “atalması” diye bilinen bu bitkinin bilimsel adının adamotu olduğunu öğrendim. Bir süre sonra bir bahçede rastladım adamotuna ve sahibine bitkiyi sordum. Bir anısını anlatıverdi bana: “Çocuktum. Oğlak güdüyordum. Eve dönerken atalması gördüm. Meyvesi çok hoş kokuyordu, ben de koparıp koparıp yedim. Bana bir şeyler olmuştu eve geldiğimde. Uykum var diyerek hemen yattım. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Sabah oldu. Anam bana, ‘Kız neydi akşamki o halin? Sabaha kadar sayıklayıp durdun’ dedi. Ne dedim ki dedim. ‘Tuz çuvalına yılan girdi, diye bağırıp durdun’ dedi.” Öğrendiğim bilgilere göre, başka kültürlerde adamotunun afrodizyak ve kısırlık giderici özelliklerinden başka, sahibine şans getireceğine yıllarca inanılmış. Ayrıca büyücüler adamotu kökünü hazine bulacak, geleceği okuyacak, güç, zafer vb kazandıracak canlı bir yaratığa dönüştürebildiklerini iddia etmişler. Bunun sonucu adamotu kökünün fiyatı da hızla yükselmiş. Adamotu tacirlerine gelince, onlar da başkaları bitkinin kökünü sökmesin diye çeşitli yollara başvurmuş: Bitkinin kendisini söken her canlıyı öldürme gücüne sahip olduğu, sökülürken çıkardığı çığlığının sökeni öldürebileceği söylenmiş. Kutsal günlerde, dini usullere göre ve bazı ilahiler eşliğinde sökülmesi gerektiği düşüncesi yayılmış. Yazılanlara göre, papazlar büyülü bir hançer ile adamotunun etrafına ortak merkezli üç çember çizip, dua ederken, bir genç kız da adamotunun başında ağlarmış. Bitkinin etrafındaki toprak kazılıp temizlenir, açığa çıkan köke uzun bir ip bağlanır, diğer ucu da bir hafta aç bırakılmış siyah bir köpeğin boynuna geçirildikten sonra, bir parça et köpeğe koklatılır ve hayvanın hemen ilerisine fırlatılırmış. Üç çemberi geçerek eti yemek için fırlayan köpek, kökü sökmeye çalışırmış. Bu sırada bitki kulakları sağır edecek bir çığlık atarmış. Papazlar ve ağlayan kız ise çığlıktan etkilenmemek için kulaklarını mumla tıkarlarmış. Üç denemeden sonra köpek bitkiyi sökemezse, vazgeçilirmiş. Eğer köpek adamotunu söker ve de ölürse, bu kök kullanılabilirmiş. Sökülen kök yıkandıktan sonra bir beze sarılırmış. O andan itibaren sahibine şan, şöhret ve para kazandırmaya başlarmış. Doğurganlık sembolü olarak kabul edilen adamotuna, bazı kültürlerin yazınsal yapıtlarında da rastlamaktadır: Fransız yazar Flaubert (1821–1880), “Hérodias” adlı öyküsünde, Salome’nin dansıyla ilgili olarak “Siyah şalvarının üzeri adamotlarıyla doluydu… Bir kelebekten daha da hafif, Salome uçmaya hazır görünüyordu” diye yazıyor. İtalyan düşünür ve politikacı Niccoló Machiavelli (1469–1527) de “La Mandragore” adlı komedisinde adamotuna değinir: 20 yıl Paris’te yaşadıktan sonra Floransa’ya dönen çapkın Callimaco Guadagni, altı yıllık evli olmasına karşın, bir türlü çocuğu olmayan Nicia’nın güzel eşi Lucrezia’nın peşine düşer. Arkadaşı Ligurio ile bir plan kurar. Ligurio, Nicia’ya Paris’ten kısırlık uzmanı bir doktorun geldiğini, adamotundan bir şurup yaptığını, bu şurubu içen kadının yüzde yüz hamile kaldığını ama ilacı içen kadınla yatacak ilk erkeğin bir hafta içinde öleceğini söyler. Ayrıca böyle bir tehlikeye maruz kalmaması için, karısının bir defalık başka erkekle yatmasına izin vermesini önerir. Saf koca da bu sözlere kanarak, hiç tereddüt etmeden, karısını yabancı bir erkeğin kollarına atar. Şubat ortaları eski bir evin bahçesinde de görmüştüm adamotunu. İki ay sonra ağabeyim ile yanımıza kazma, bel ve kürek alarak o adamotunu sökmeye gittik. Önce dallarını kestik, sonra bitkinin 50 cm uzağından kazmaya başladık. Merak ediyordum, acaba denildiği gibi kökü adama benziyor muydu? Açtığımız çukur gittikçe büyüyordu. Hava sıcak, toprak kuru. Güneş tepemizde, gömleği de çıkarmak zorunda kaldık. Elimize yüzümüze konan toz, terle çamura dönüştü. Elimizde ne hançer vardı, ne de adamotunun etrafına üç daire çizmiştik. Ne dua eden papazlar, ne de ağlayan bir genç kız. Aç bırakılmış kara köpeğimiz de yoktu. Korku ile karışık bir heyecan kaplamıştı beni. Ürperiyordum. Bir kurt içimi kemiriyordu. Ya okuduklarım doğruysa ya başımıza bir iş gelirse? Ağabeyim çok rahat, bense telaşlıydım. Kökün yan taraflarından kazarak devam ettik ve sonuçta şekil tam ortaya çıktı: Bir gövde ve iki kol. Sonuna kadar kazacak olsaydık herhalde akşamı ederdik. İkimiz birden asılıyorduk; kök ne çığlık attı ne de başka bir ses çıkardı. Koparıp aldık. Aman Tanrım! Gerçekten insana benziyordu. Gövde 45 cm, kollardan biri 35 cm diğeri ise 20 cm idi. Dönüşümüzde bizi adamotuyla görenler, “Hayrola? Bu yaşta çamurdan adamla mı oynuyorsunuz” dediler. Duştan sonra, adamotu masamda, kahvemi yudumlarken bir tenis topu gibi kültürler arasında gidip geliyordum. Bu bitkinin çok etken olduğu bir kültürde yaşıyor olsaydım, herhalde adamotu kökü sökmeye gidemezdim. Edindiğim tecrübenin mutluğunu yaşarken bireylerin kültür yoluyla da sömürüldüklerini bir kez daha düşünmeden edemiyordum.
 
GÜLNAR’IN DELİLERİ
Mehmet BABACAN
 
Kırsallığın, acımasızca kısıtladığı yörelerden biridir Gülnar. Taş, orada yaratılmıştır ama dağıtıma fırsat bulunamamıştır. Akarsuyu, gözyaşı kadardır; kaderine ağladığı zamanlarda akar, ipil ipil. Orada doğup büyüyenler, ekmeklerini hep dışarıda ararlarsa da; devlet, yönetim gereği, durmadan kaymakam gönderir, dağ başına. Ne var ki, kaymakamlar da fazla durmazlardı Gülnar’da. Kimisi, mahrumiyet yeri deyip, bir torpil yardımıyla kaçıp- gider; kimisi de, şikâyet yüzünden, sürgün olup giderdi. Canından bezip gidenlerse cabası. Daha doğrusu, altı aydan fazla kalan kaymakam için “Bu herif, kök mü saldı ne?” dendiğini duyanlardanız. Yanlış anlaşılmasın, eskiden böyleydi. Şimdilerde aranan bir yayladır Gülnar.
***
Günün birinde, yeni mezun bir Kaymakam, sessiz- sedasız, çıkıverip, geldi Gülnar’a. Yüreği görev aşkıyla dolu, idealist bir gençti. Gece- gündüz, başarılı olabilmek için, neler yapmak gerektiğini düşünüyor; uykuları kaçıyordu. Hangi açıdan bakarsa baksın, hep, aynı sonuca varıyordu; 1- Bilgili olmalı. 2- Halkı iyi tanımalı. Bilgilenmek kolaydı. Okul bilgilerinin üstüne, kitapları, ansiklopedileri yığarak, yeterince bilgili olunabilirdi. Ama halkı nasıl tanıyacaktı? Halk, bir kitap değildi ki, açıp, sayfa sayfa okuyasın. Çevresinde kümelenen insanları, dikkatlice gözlemliyor; yağcıları, dalkavukları, çıkarcıları, tek tek ayıklamaya çalışıyordu. Amacı, “Akil” adamlardan oluşan bir ekip kurup, onların düşüncelerinden yararlanmaktı. Bu çaba, bir hayli uzun sürdü. Etiketlemekte usta olan çevreler, “ Bu Kaymakam, toplantıdan başka bir şey bilmiyor” demekte, gecikmediler. Eninde sonunda Akiller ekibi oluştu ve çalışmaya başladı. Bu arada, “Kaymakam gizli örgüt mü kuruyor?” diyenler olduysa da; o zamanlarda “Silivridaşlık” yoktu daha. Akiller toplantısının ana gündemini “ Halkı tanımak için, ne yapmalı? Nasıl yapmalı? Hangi araçları kullanmalı?” soruları dolduruyordu. Bu doğrultuda çıkan önerilerin en önemlilerini, şöyle sıralamak olasıydı: 1- Halkla sık sık toplantı yapıp, onları dinlemeli. 2- Halk önderlerini dinlemeli. 3- Yörenin halk söylencelerini, mizahını ve taşlamalarını taramalı. 4- YÖRENİN DELİLERİNİ DİNLEMELİ. Delileri dinleme önerisi, çok ilginç gelmişti Kaymakama. Bu öneriyi savunanlarsa, görüşlerini şu temellere dayandırıyorlardı: 1- Deliler, yalan söylemezler; sözlerini sakınmazlar. 2- Deliler, yağcılık ve çıkarcılık etmezler. 3- Deliler, hatır gönül için, kıvırmazlar, takla atmazlar. Öyleyse, gerçek görüş onlardan alınabilirdi. Delileri bulmak da, zor olmasa gerekti. Onlar kendilerini saklamazlardı ki. Zaten,“ Her köyün bir delisi olur” dememiş miydi atalar?
***
Kaymakam Bey’in aklına yattı bu fikir. Çalışmalar bu yönde yoğunlaştırıldı. Köylerin listesini önlerine açıp, delilerini yazmaya başladılar. Amaç, onları ilçeye getirip, ağırlamak ve konuşturmaktı. Sıra Koçaşlı Köyü’ne geldiğinde, grubun en yetkin üyesi söz aldı: “Efendim, o köyde deli aramaya gerek yoktur. Görevliler, kimi bulurlarsa, tutup getirsinler; hiç fark etmez” dedi. Bu yargı, daha çok ilgisini çekti Kaymakamın. “Havasından mı, suyundan mı, neden öyle?” dediyse de, doyurucu bir yanıt alamadı. “Belki açık sözlülüklerindendir” diye düşündü, tarafsızca. Bir yandan da, köy gezilerine başlamıştı Kaymakam. Yaptıkları gezi programına göre geziyor; ama Koçaşlı Köyü hiç aklından çıkmıyordu. Sonunda sıra Koçaşlı’ya geldi. Yanına kimseyi almadan, makam aracı jeep’e bindi, “Koçaşlı’ya sür” dedi şoförüne. Köye girerken rastlayacağı ilk erkekle konuşmayı aklına koymuştu. Sınava giden bir öğrenci gibi heyecanlıydı. Orman yolundan, ağır ağır ilerlediler. Tam köye girecekleri sırada, 55 ile 60 yaşlarında, sırım gibi bir adam çıktı karşılarına. Adam, arabayı görmüyor gibiydi. Üstelik de, çakıllı yolda, hafiften ıslık çalarak, keyifle ilerliyordu. Durup, beklediler. Adam tam yanlarından geçerken; “Merhaba amca” diye seslendi Kaymakam. O zaman dönüp, umursamaz bir bakışla baktı adam. Kaymakam, hemen arabadan atlayıp, yanına vardı ve “Amca, sığara içer misin,” dedi. “Bulsam, anasını bile ağlatırım da, hani yiğen?” Bir sığara verip, yakıverdi Kaymakam. Taşların üstüne karşılıklı oturdular. Konu bulup konuşmak gerekiyordu. “Amca, nereye gidiyorsun böyle? Atın yok, eşeğin yok” “Hayırlı bir iş için gidiyom yiğenim. Defterimizin bir ucuna, bu sevap da yazılır belki.” “Amca, bir sakıncası yoksa bize de söyler misin bu hayırlı işi? “Yoksa kız istemeye mi gidiyorsun?” “Yok yok. Kız mız değil. Kaymakamlık bir iş bu” Kaymakam, iyice meraklanmıştı; “Allah Allah1 Neymiş bu iş yahu? Çatlatma bizi be amca, deyiver şunu.” “Tamam, yiğenim tamam, anlatacağım. Merakta koymak günahmış zaten. Dün, bizim muhtar dedi: Yeni bir kaymakam gelmiş. Tıfılın biriymiş hem. Üstelik de, garipliğine bakmadan, köy gezilerine çıkıyormuş. Buraları bilmez o şaşkın. Gülnar’da koltuk boş bırakılır mı hiç? Hemen biri gapıverir koltuğu. Gidip, bir bir anlatacağım bunları. Dinlemezse, kulağını çekivirecem” Adamın lâfı bitmiş miydi, bilmiyorum; Kaymakam hızla ayağa kalkıp, şoföre bağırdı; “Çabuk arabayı çevir, geri dönüyoruz!”
 
KOMŞU
Hikmet KURTER
Bir arkadaşımla birlikte beş altı günlük bir iş gezisi için Almanya’ya gidiyorduk. Üç saatlik bir yolculuğun ardından Stuttgart’ta uçaktan indik. Havaalanının kapısında bekleyen taksilerden birine bindik. Kızıl sakallarıyla bir Zeus heykelini andıran taksi sürücüsü nazikçe, -Nereye gitmek istiyorsunuz efendim? diye sordu. -Bad Urach Kasabasına, diye İngilizce karşılık vererek elimdeki adresi adama uzattım. Yola çıktık. Gün batmak üzereydi. Hareket halindeki arabanın penceresinden geçtiğimiz yerleri, güneşin ufuk çizgisinde yavaş yavaş kayboluşunu seyrediyorduk. Bir ara, dikiz aynasında gözlerimiz karşılaşınca, sürücü kırık dökük bir İngilizceyle, -Yabancısınız galiba, dedi. -Evet, iyi tahmin ettiniz, dedim. -İtalyan olmalısınız siz. -Yoo, değiliz! -İspanyol?.. -Hayır!.. -Yoksa Arap mı? -Gene bilemediniz. Sizi daha fazla merak ettirmeden söyleyeyim. Biz Türk’üz. Konuşmamız birdenbire bıçak gibi kesiliverdi. Arabanın içinde sanki soğuk bir yel esmişti. Sürücünün rengi uçmuş, neşesi kaçmıştı. Bana bir asır gibi uzun gelen bu sessizliği bozmak için, -Siz de Alman’dan çok Akdenizlilere benziyorsunuz, dedim. Nasıl yanılıyor muyum? İçini çekerek, -Yanılmıyorsunuz, Yunanlıyım ben, dedi. -Ooo, demek ki komşu oluyoruz! diye bir çığlık attım. Sıkıntıyla, -Tabii ya, tabii ki komşuyuz, dedi. -Eee, komşu nasılsın bakalım, ne arıyorsun burada, Yunanistan’da taksi sürücüleri iş bulamıyorlar mı kendilerine? Biraz rahatlamıştı. Kesik kesik konuşmaya başladı. -Almanya’ya tıp öğrenimi için geldim… Araya bir de evlilik girince okulu bitirmem gecikti… Ailemi geçindirebilmek amacıyla sürücülüğe başladım... Fakülteyi bitirmeme az kaldı… Diplomamı alır almaz karımı ve çocuklarımı yanıma alıp Ege’de bir adaya yerleşeceğim. Sustu. Şimdi arabayı dalgın dalgın sürüyordu. -Demek bir adaya yerleşeceksiniz, diye yeniden söze girdim. -Biliyor musunuz, benim büyük dedem Ege’deki bir adada, Girit’te yaşarmış. Sonradan mübadil olmuş, Türkiye’ye gelmiş. Dikiz aynasında gene gözlerimi bulduktan sonra, -Şimdi söyleyeceklerime de siz şaşıracaksınız, dedi. Büyükannem Marika, Ayvalıklıymış. 1923-1924’ teki ‘Büyük Mübadele’ de Yunanistan’a göç etmiş. Küçükken beni kucağına alır, “Anastas yavrucuğum, “ derdi bana, “biz Türklerle çok iyi anlaşır, gül gibi geçinir giderdik. Aramızda hiçbir sorunumuz yoktu. Ama, o kör olası politikacılar yok mu, ne yaptılarsa onlar yaptılar.” Anlatırken gözyaşlarını tutamazdı. “Ölmeden, “ derdi, “bir görebilsem doğduğum, büyüdüğüm yerleri, eski komşularımı.” Ama kısmet olmadı, ömrü yetmedi büyükanneciğimin. Anastas hıçkırarak ağlamaya başladı. Ağladı, ağladı… Ağlamak onu tamamen rahatlatmıştı. -Adalar gözümde tütüyor, diye konuşmasını sürdürdü. Zeytin ağaçlarıyla kaplı tepelerini, zakkumların, limon ve iğde ağaçlarının sıralandığı tozlu yollarda ağır ağır yürüyen yüzleri kurak topraklar gibi çatlamış yaşlılarını, ay ışığında kıpır kıpır oynaşan lacivert sularını, eşek anırtılarını, martı çığlıklarını, taze tezek, fesleğen, yasemin kokularını öyle özledim ki!.. Bir şeye takılmış gibi sustu. Parmaklarını şaklatarak, -Neydi, neydi? diye bir sözcüğün İngilizcesini anımsamaya çalıştı. Sözcüğü bulamadıkça sıkılıyor, suratını ekşitiyordu. Bir an için boş bulunup Yunanca, -Kalamari, deyiverdi. Ben de ayırdında olmadan, -Kalamar ya, evet kalamar, dedim. Zeytinyağını bol bol dökeceksin, üzerine de limon sıkacaksın. Oh, yeme de yanında yat! Artık İngilizceyi bir kenarda bırakmış kendi dillerimizde konuşuyorduk. Anastas Yunanca soruyor, ben Türkçe yanıtlıyordum. -Kefali?.. -Kefali nasıl bilmem yahu, koskoca kafası olan bir balıktır. -Çipura?.. -Şimdi İzmir’de olacaktık da sana çipuranın hasını yedirecektim. -Karides?.. -Karidesin güvecine bayılırım mirim. -Çiftetelli?.. -Çiftetellide benim üstüme göğüs, göbek titreten, gerdan kıran adamın alnını karışlarım. Mutluluktan esrimiş bir halde arkadaşıma dönerek, -Gördün mü, dedim. İki ülke, iki kültür birbirine ne kadar yakın. Bazı sözcükleri ortak, dansları aynı… Arkadaşım hiçbir şey söylemeden boş gözlerle suratıma baktı. Bu arada arabamız kasabaya varmış, bir otelin önünde durmuştu. Anastas, eliyle işaret ederek, -İşte, oteliniz burası, dedi. -Borcumuz ne kadar? diye sordum. -Ne borcu, komşular arasında borcun lafı mı olur? -İş başka dostluk başka. Hadi söyle ne kadar? -……………….. -Söyle dedim ama, bak üzme beni! -Peki komşu, üzülme. Seksen Mark versen, yeterli. -Hah şöyle, yola gel işte! Ücreti ödedim. Arabadan indik. Bagajdan bavullarımızı aldık. Anastas’la salya sümük sarıla öpüşe vedalaştık. Ayrılırken, -Kalispera, dedi. -Kalispera , dedim. Araba gözden kayboluncaya kadar arkasından el salladım. Az sonra otelin lobisinde otururken arkadaşıma, -Nasıl kaynaştığımızı sen de gözlerinle gördün, dedim. Etle tırnak ayrılır mı hiç? Ayrılmaz… Biz iki halk birbirimizle ne güzel anlaşıyoruz. Gerçekten de aramızı bozan hep politikacılar… Arkadaşım susmakla yetindi. Beş altı gün göz açıp kapayıncaya kadar geçivermiş, dönme vakti gelip çatmıştı. Havaalanına gitmek için otelin önünden bir taksiye atladık. Kısa bir yolculuğun sonunda havaalanında taksiden inerken sürücü parmağını tarife üzerinde gezdirdikten sonra, -Ücretiniz, yirmi yedi Mark efendim, dedi. Sürücüye afal afal bakarak, -Emin misiniz? dedim. -Evet, bayım. Bakın, tarifede Bad Urach ile Stuttgart Havaalanı arasının tam tamına yirmi yedi Mark olduğu yazılı. Bunun ne eksiğini kabul edebilirim ne de fazlasını. Adamın parasını ödedim. Bavullarımızı yüklenip yolcu salonuna geçtik. Kendi kendime, -Nasıl olur, hani seksen Mark’tı, Anastas’ın yaptığı komşuluğa sığar mı hiç? diye söylenirken, şimdiye kadar ağzını açmayan arkadaşım: -Doğrusu, böyle sızlanmana bir anlam veremiyorum, diye sessizliğini bozdu. Sevgili komşun muayenehane açabilsin diye küçük bir katkıda bulundun, hepsi bu!
 
NEŞET ERTAŞ VE ABDALLAR
Celal Necati ÜÇYILDIZ
 
“Dost Elinden Gel Olmazsa Varılmaz Rızasız Bahçanın Gülü Derilmez Kalpten Kalbe Bir Yol Vardır Görülmez Gönülden, gönüle Yar. Oy Yar Oy Yol Gizli..” Bir köy vardı uzakta. Gidildi, görüldü. O köy Kırtıllar (Gırtıllar ) köyü. Eski adı Abdallar Köyü. Bir sel gelmiş, sonra birkaç km. öteye yeniden köy kurmuşlar. İşte ozanımız Neşet Ertaş bu köyde doğmuş. Eli saz tutan, keman tutan, zurna tutan çalmış, söylemiş. Ekmek tekneleri bunlar. Keskin’in bir köyü iken şimdilerde bir mahalle. Açlık, yokluk. Göç etmişler, Kaman, Kırşehir, Çiçekdağı, İzmir, Ankara, İstanbul. Kaman’da belediye arsa vermiş, onları iskân etmişler. Her yıl Kaman’da Abdallar Şenliği yapıyorlar. Geçen yıl katıldığım 2. Abdallar Şenliğinde pankart asılmıştı. Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Neşet Ertaş. Onlar İç Anadolu’da Dadaloğlu’nu yeniden yaşatmaya başlamışlardı. O yürekli sesleri Dalaoğlu’nun bozlaklarından geliyordu. O kendilerine has; gırtlak namelerinin iç dünyasında Toroslar’da Türkmenlerin yaşamları sergileniyordu. Ağıtlar, bozlaklar İç Anadolu’dan Toroslar’a uzanıyor. Köyde, kentte yaşlı, genç onların türkülerinde kendini buluyordu. Neşet Ertaş, don değiştirdi. Ama onun adı yaşıyor. Her kentte bir Neşet var. her kente bir Ertaş var. Silifke’de bir dostumuz var. Adı Ali Topuz’du. Neşet Ertaş sevgisi ile oğluna Neşet adını koydu. Gitti mahkeme kararı ile soyadını Ertaş yaptırdı. Şimdi oğlu Neşet Ertaş yaşamına devam ediyor. Onun sevgisi yüreklerinde. Silifke demişken, bir gün Neşet Ertaş Silifke’ye konsere geldi. Rahmi Doğanlar Sineması yeni yapılmıştı. Yaklaşık 1968–1969 yılları olmalı. Salon tıka basa dolu idi. O gece ben otelde yatmam, beni topraklarım ile buluşturun dedi. Say mahallesinde yaşayan Abdal hısımlarının yanına gitti. Hüseyin Say’ın (Foforlu Hüseyin) konuğu oldu. O dostlarını sevdi. Bir hafta kaldı. Akşamları oturuyorlardı; kemanını, gırnatasını alan geliyordu. Sabahlara kadar muhabbet ettiler. Sabahları kalkıyordu, Ağa’nı kahvesinde kahvesini içiyor, sohbet burada devam ediyordu. Küçük Hüseyin Say onun mihmandarı idi. Yanından ayrılmıyordu. “Hüseyin oğlum, sazımı getir.” Hüseyin bir çırpıda gidiyor, evden sazını alıp, geliyordu. Kahvede onlara saz çalıp, türkü çığırıyordu. Sonra birlikte eve gidiyorlardı. Bir hafta sonra Ankara’dan bir telefon geldi. “Artık gel gayri dediler.” O da Ankara’nın yolunun tuttu. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Hiç baba mesleği ile ilgilenmeyen oğul Hüseyin Say’a bir ilham geldi; saz çalıp, türkü çağırmaya başladı. Şimdi hâlâ çalıyor. İşte Neşet Ertaş’ı orada tanıdım. Ondan sonra radyolarda Almalı Dağlar, Acem Kızı, Hacıbektaş, Mühür Gözlüm, gibi türkülerini dinliyorduk. Gençler bir araya geldiğinde onun plaklarını çalıyor, sonra sazı eline alan onun türkülerini çalıyorlardı. O Toroslar’da Tahtacı köylerinde plakları hem çalıp, dinliyorlar hem ağlaşıyorlardı. Yetmiş dört yıllık yaşamı boyunca, o mahalli sanatçılıktan, ülke ve dünya sanatçılığına adım, adım gitti. Zor yollardan geçti. Sağlığı bozuldu. Yurt dışına gitti. 20 yıl Türkiye de değildi. Ama türküleri ile biz onu yanımızda hissettik. Onun, o yaşam sürecini biz bilmedik. Onun yaşam zorluklarını o kültür camiası görmedi. Herkes kendi sevdasında. Ama TRT ona bir hediye verdi. Dostumuz Ali Bozkurt ona Bozkırın Tezenesi Belgeselini yaptı verdi. İşte bu belgesel sanatçıya yaşadığı dönem içinde, buhranlı yaşam sürecine renk kattı, yeşertti yeniden Neşet Ertaş’ı. Yeniden aldı sazı eline, çaldı söyledi. Yorumlar getirdi. İşte Yalan Dünya, Tufan Altaş’dan bu türküyü dinlemek gerekir. Onun yüreği, onun tezene vuruşu, onun gırtlak süslemeleri. Neşet Ertaş ölmedi. Ölemez. O yaşayacak. Özellikle Kırşehir yöresinde onun yolundan giden, Horasan Erenleri, Abdal geleneği var. o babası Muharrem Ertaş, Ali İzet Özkan, Çekiç Ali’den bu bayrağı aldı getirdi buralara. Şimdi onun kültürünü yaşatmak için Kaman’da Abdallar Derneği kurulmuş. Her yıl şenlik yapıyorlar. Dadaloğlu’nu anıyorlar. Dadaloğlu’ndan esin alıyorlar. Onun yürekli davranışını devam ettiriyorlar. Osmanlı’dan bu yana, bu toplum üzerinde asimilasyon uygulaması devam ediyor. Kırtılar Köyü’nün ortasında bir cami var; gittiğimde İlahiyat Fakültesi mezunu bir imam vardı. Köyden birkaç kişiyi, Fak Fuk fonu desteği ile hacıya gönderdiklerini ballandıra, ballandıra anlatıyordu. Ağaç dikilmişti. Meyve vermeye başlamıştı. İşte çocuklarının cenazeyi camiden kaldırmak istemelerinin altında yatan neden bu. Kutluyorum başardınız, Neşet Ertaş gibi ikrarı, musahiplik yolunu bilen birini cem evinden inancına uygun töreni yaptırmadınız. Neşet Ertaş’ın canları iki kere üzgün, bir o aralarından don değiştirdi gitti, diğeri ise bir cem evinde onu Türkçe Gülbenkleri, Hayırlı Duaları ile son kez uğurlayamadılar. Bu işi başaran başta devlet erkânını kutluyorum. Tarihe geçtiniz. Yıllarca bunu konuşacaklar. Sizi alkışlayanlar kadar, gerekli yerlere havale edenlerde çıkacak. Buna da katlansınlar. Kırşehir yöresinden Taşeli yöresine giden Abdallar, halen geleneklerine bağlı yaşamlarını sürdürüyorlar. İkrar, alma, musahiplik inançlarını yerine getiremeseler de cuma akşamları bir araya gelip, yanlarında getirdikleri lokmaları birlikte yenip, nefeslerini söylüyorlar. Abdalların dede ocağı Yağmurlu Ocağı’ndan dedeler gelmez olmuş, onun için zaman zaman kendilerine en yakın hissettikleri Tahtacı, Bayat Dedelerini çağırıp cem yaptıkları oluyor. Diyeceğim şu ki kim ne yaparsa yapsın. Neşet Ertaş’ın topraklarım dediği Abdallar, onun ruhunu rahat ettirecekler. Gün gelecek, Kırşehir de asimile buyruğundan çıkıp, kendi benliklerine geri dönecekler. Buna inanıyorum. Bu duygularla, Hak’a yürüyen can Dostumuz Neşet Ertaş’a Tanrından rahmet diliyorum. Tüm onu sevenlerin başı sağ olsun.
 
GELMEYEN SON ÇAĞRI
Mehmet ÖNDER
 
“Öyle her gördüğün sofraya bağdaş kurulmaz!” İşte büyüklerin bu uyarısı, çoğumuzun bir yandan takdir edilmesine, öte yandan da defalarca aç kalmasına sebep olmuştur. Misafirlikte karın doyurmak zordur; hele hele çekingen biriyseniz. Ev sahibi bir kez çağırır, bir daha çağırır, ısrarla bir daha çağırır; artık bu kadarla yetinmek gerekir. Yoksa fırsat kaçar. Haydi dersin içinden, “Sesini de yükseltip, okkalıca bir daha çağır. Hatta zorla sofraya oturtacakmış gibi, el hareketleriyle de davetini pekiştir.” Biz de görgüsüzlük olmasın diye geri duruyoruzdur. Ev sahibi o son ve en etkili çağrıyı yapsa, artık ne yabancılık kalacak ne çekingenlik. Öyle ya adamın “Otur sofraya” diye bir bıçak çekmediği kalıyor. Bundan sonrası çalakaşık.
***
Bu konularda özenli yetiştirilmemiş insanlar da çıkıyor: Çocukluğumda bir Hasibe teyze vardı; karşı komşumuz. Her boyda, yaşta çocuğu olan Hasibe teyze, adeta çalar saat gibiydi. Hep yemek saatlerinde o önden çocuklar arkadan tek sıra halinde sokak kapısından girerler, aynı disiplin içinde sofranın çevresinde ikincibir daire oluştururlardı. Nedense o gün yalnızca en küçükleri olan sümüklü Fuat’ını getirmiş. Annem buyur etti; Hasibe teyze “Tokuz” dedi. Biz devam ediyoruz; ama Fuat tek durmuyor. Arada dilini çıkarıp her iki yandan akmış sümüklerine deyirip geri çekiyor; gözü de sofrada... Abim çok hassas, Fuat’ın güzel çocuk yarışmasına gönderilecek resmini görse, içi bir hoş olacak kadar. Arada beni dürtüyor. Ben de usulca “Devam et. Kafanı çevirme” diye uyarıyorum. Ama Fuat kıpırdak. İhtimal sofraya oturacağım, diye annesini dürtüyor. Annesi “Hımm” filan yapıyor. Bir yandan da kızıyor, söyleniyor: -Niye tokuz dedin ha!
***
Abim, Fuat’tan kurtulmak için, hem hızlı hızlı yiyor, hem de kendisi yiyip savuşuncaya kadar sofraya gelmesin, diye caydırmaya çalışıyor: -Anne be, bu patlıcanı neden bu kadar acı pişirdin? Zehir gibi! Ağzımdan ince bağırsağıma kadar bütün güzergâh yangın yerine döndü. Bir yandan da elini yelpaze edip, sözde içini serinletiyor. Ama iştah kaçırmak için söylenen sözler Fuat üzerinde ters etki yapıyor. Başlıyor mızıldanmaya: -Anaaa, çok güzelgahmış, acı patlıcan yiyecem işte!
***
Bir gün halamdayız. Halam yemeğini yedirmeden dünyada bırakmaz. O gün, aksilik ya, akşama kadar hiç bir şey atıştırmadığım bir gün. Kurt gibi açım, derler ya, öyleyim. Sofra kondu, doğal olarak herkes benim gibi aç. Ama onlar ya evin çocukları ya da benim gibi ımsık olmayan, girişken çocuklar. Hemen sofradaki yerlerini aldılar. Baktım “Burası da senin yerin” diye ayrılmış bir yer yok. Kenardaki kanepede oturdum kaldım. Açken her şey hoş gelir ama bunlar özellikle çok sevdiklerim. Halam yeniden odaya gelip beni kenarda görünce: -Haydi otur sofraya. Biraz kibarlık yapıcam ya: -Ben yedim de geldim. Bu kadar davet iyi de, sofradakilerin de biri, şöyle yüzüme bakıp yarım kişilik yer gösterse, “Haydi çok ısrar ettiniz” deyip yumulacağım. Dönüp bakmıyorlar bile. Haydi onlar bir yana, halam “Tok mok anlamam, otur sofraya!” diye kibarca bir paylasa. Hele hele çekip oturtacakmış gibi elini uzatsa… Hiç biri olmuyor. Artık ben halamın, son bir kez, usulca, “Haydi otur.” demesine bile razıyım. Bir şey demiyor. “Tokun ağırlaması zordur” diye mi düşünüyor, yoksa “Çocuk zaten tokmuş, eziyet etmiş gibi olmayayım” diye mi düşünüyor, kim bilir?
***
Ne Fuat gibi olmalı ne de benim gibi.
 
YANGINLI GENÇLİK
 
Bir kış günü Iğıl ığıl lapa lapa
Kar yağarken
Sıkıca sarıldın boynuma
Çığlık atıp
Çılgın dedin yabanıl dedin
Yasladın başını bağrıma
Dünya akıp gitmişti altımızdan
Durmuştu bir an için zaman
Bakışların yüreğime taht kurup oturdu
Yaşama sevincimiz uçuyordu karlı havada
Nasıl yoğurmuştum göğüslerini unuttum
Karlara bulanmıştı bedenler
Ağlamakla gülmek arasında İnim inim inledin
Sallandı yerler gökler
Sen gideli mevsimler de
Bulandı gitti
Sisler bürüyor buluşma yerimizi
Yıllarca giz gibi sakladım
Şimdi o kutsal anılar bile
Solup savrulup gitti
Mehmet AYDIN
 
 
ÖĞRETMENİM
 
Öğretmenim Ali babanın çiftliğinde
Söyletirken bize
Çiftlikteki köpeklerin hav hav
Kedilerin miyav miyav
Diye söyletiyorsun da
 
Neden öğretmenim
Ali babanın çiftliğinde
Hayvanlara bakan işçilerin
Ne diye bağırdıklarını
Söyletmiyorsun
Abdülkadir BULUT
 
 
JİYAN
İsmail BİÇER
 
İstasyonun tahta banklarından birine oturdum. Bu banklara ne zaman otursam, üzerimde biriken yorgunluğun hafiflediğini hissediyorum. Bir süre karşı perona boş boş baktıktan sonra, okumaya yeni başladığım romanı çantamdan çıkardım. Bu romanın ilk sayfaları sıkıca gelse de, sonraki sayfaları beni peşinden sürüklemeyi başarıyor. İçindeki olayların nereye doğru akacağı konusunda oldukça sabırsızım… Ayrıca; yazarının, yazmak için hekimlik mesleğini bırakmış olmasına şapka çıkardım. Banka oturduğumda yanımda kimseler yoktu. Roman beni bir çırpıda içine çekmeyi başardığından, sonradan oturanların farkında bile değilim. Bir süre sonra, yanıma oturanlardan birinin bakışlarını üzerimde hissettim. Genelde öyle olur ya… Elinizde kitap ya da gazete varsa, yanınızdaki mutlaka kaçamak bakışlarla yönelir size… Özellikle elinde kitap bulunduranlar benim de dikkatimi çeker, ne tür kitap okuduklarını hep merak ederim. Gerçi toplu taşama araçlarında, eskisi gibi kitap okuyanlara rastlamak çok zor… Ellerinde cep telefonları dakikalarca konuşuyorlar, ya da tuşlarıyla oynayıp duruyorlar. Toplumda kitap okuma alışkanlığının ne düzeyde olduğunu öğrenmek için, bazen bu görüntülerin yeterli ipuçları verdiğine inanıyorum. Artık farkındayım… Yanıma oturanlardan biri, bakışlarıyla dikkatimi çekmeyi başaran sevimli bir kız çocuğu… Göz göze geldik ve hızla başını annesine doğru çevirdi. Tekrar romanın beni sürükleyen sayfalarına döndüm. Trenin istasyona girmesine birkaç dakika var. Hep zamanında gelmesini istediğim trenin bu sefer geç gelmesini, romanın heyecan dolu sayfalarından beni koparmasını istemiyorum. Yanımdaki bu küçük sevimli kızın, ürkek bir o kadar ilgi dolu bakışlarının tekrar üzerime yöneldiğini fark edince, dönüp kendisine uzun uzun baktım. Ne de olsa, artık yabancı değiliz birbirimize. “Adın ne senin?” diye sordum. Gözlerini benden koparıp önüne baktı. Annesinin yanıtlaması türünden uyarısı karşısında, utangaç bir sesle; “Jiyan” dedi… “Ne kadar güzel bir isim” diye geçirdim içimden. Tam o sırada, tren kıvrılarak perona girdi. Kitabı çantama koydum ve ayağa kalktım… Jiyan’la son kez birbirimize bakarken el salladım; gülümsedi. *** Günler sonra aynı istasyondayım… Oturduğum banktan yine karşı perona bir süre boş boş baktım. Bu kez acelem yok; tembellik konusunda daha rahatım. Çünkü elimdeki roman çoktan bitti. Şu sıralar edebiyat-sanat dergilerini taramakla meşgulüm. Yanımda ise sadece gazete var. “Bu kadar tembellik yeter” dedim; gazeteyi çantamdan çıkardım ve okumaya başladım. Gözüm iç sayfalardaki haberlerden birine takıldı: “Komşusunun oğluyla konuşan Jiyan adlı genç kız ailesi tarafından töre cinayetine kurban gitti...” Şu sıralar, gazete ve televizyonlarda benzer haberlerden geçilmiyor olmasına rağmen, ilk kez karşılaşmış gibi ürperdim. Gazeteyi katlayıp çantama yerleştirdim. Haberin etkisi olsa gerek, bu konu bir süre kafamda dönüp durdu. Tren perona girince ayağa kalktım. Ürkek bakışlarıyla, küçük sevimli Jiyan aklıma geldi. Trene bindim…
 
BİR NÜKTE USTASI: ŞÜKRÜ KURGAN
Mustafa B. YALÇINER
 
Tane tane konuşan, hazırcevap, nüktedan, ağzından bal akan, her çeşit fıkrayı çok güzel anlatan ve insanları sıkmadan kendisini dinletmesini bilen birisiydi, eski kültür ataşelerimizden eğitimci ve Nasreddin Hoca uzmanı Şükrü Kurgan. Yıllarca Gazi Eğitim, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültelerinde görev yaptıktan sonra emekliye ayrılmıştı. Ankara’da yalnız yaşıyor ve ilerlemiş yaşına karşın, gereksinimlerini tek başına kendisi karşılıyordu. Elinde bastonu, kolunda küçük kulplu bir sepet, ağır adımlarla ilerlerken görülürdü Bahçelievler sokaklarında. Şükrü Hoca ile sık karşılaşırdık; bazen yolda, bazen bir toplantıda. Ayaküstü çok sohbetlerimiz oldu. Hemen bir anı ya da fıkra sıkıştırırdı konuşmasının arasına. Bir gün, Gazi Eğitim’de çalışırken başından geçen bir olayı anlatmıştı: - İki kapılı bir Volkswagenim vardı. Gazi’ye onunla gidip gelirdim. Ders çıkışı bazen öğrencilerim de binerdi Beşevler’e kadar. Bir gün bindim arabama, çalıştırdım; tam hareket edecektim ki öğrencilerimden birinin yanımdan geçmekte olduğunu gördüm. Seslendim ona: - Haydi, gel. Beşevler’e kadar götüreyim. -Teşekkür ederim, Hocam. Benim işim acele. Şükrü Hoca’yı bir akşam eve yemeğe davet ettim. Kırmayıp kabul etti. Akşamüzeri almaya gittim. Giyinip kuşanmış, bekliyordu. Çıkarken, çiçek sepetini alıp bana verdi ve kapısını kilitledi. Bir eliyle bana tutunarak arabaya kadar geldi. Havadan sudan konuşarak evin önüne vardık. Arabayı park ettikten sonra inmesine yardım ettim. Koluma girdi. Eve geldik. Kapıyı eşim açtı. İyi akşamlar diledikten sonra, Hoca ona şöyle dedi: -Şimdiki usul ayakkabıyla girmek ama bana terlik verirseniz, kendisine kâğıtlı şeker ikram edilmiş, küçük bir çocuk gibi sevinirim. Elimden çiçek sepetini aldı ve eşime sundu. Sevecenliği, beyefendiliği ve babacanlığı ile Şükrü Hoca ısıtıvermişti küçücük yuvamızı. Yemek sırasında, edebiyattan, eğitimden ve güncel konulardan söz ettik. Salona geçtiğimiz zaman, eşim kahvelerimizi getirdi. Şükrü Hoca, evimizde puro olup olmadığını sordu. Olmadığını öğrenince de, “ Size bir fıkra anlatayım o zaman,” diyerek konuşmaya başladı: -Adamın biri, bir eve davet edilmiş. Yemişler, içmişler. Ev sahibi misafirine puro ikram etmiş. Ama konuğun verdiği cevap karşısında da şaşırıp kalmış: “Teşekkür ederim. Ben puroyu ancak nefis bir yemekten sonra içerim.” Aradan birkaç hafta geçti. Bir akşam, yemekten sonra gazetemi alıp odama çekildim. Cumhuriyet Gazetesi’nde Mustafa Ekmekçi, 12 Eylül 1980 sonrası Türk Dil Kurumu’nun yeniden yapılanması ve Prof. Dr. Hasan Eren’in başkanlığa getirilmesinden söz ediyordu. Makalesinde bir de anıya yer vermişti: Prof. Dr. Hasan Eren, Prof. Dr. Doğan Aksan ve Şükrü Kurgan’ın Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili Bölümü’nde görevli olduğu yıllarda, sınav döneminde bir kız öğrenci, Şükrü Hoca’nın fakültedeki odasına gelir: - Hocam, beni kız arkadaşlar yolladı. Size sormamı istedikleri bir konu var. - Buyur, yavrum. Seni dinliyorum. - Doğan Hoca’nın sınavına midi etekle girersek, iyi not alıyoruz. Hasan Hoca ise mini eteklilere daha cömert davranıyor. Sizin sınavınızda nasıl giyineceğimizi bilemiyoruz. İşte bunun cevabını almam için gönderdi beni arkadaşlar. - Yavrucuğum, ben giyime kuşama önem veren birisi değilim. Nasıl giyinirlerse giyinsinler, giyinmeseler daha da iyi olur. Gazeteyi kapatıp Hoca’ya telefon ettim. - Hocam, ben Mustafa. Cumhuriyet’teki yazıyı okudunuz mu? - Ay, Mustafacığım, beni ihya ettin. Eski günlerimi anımsattın bana. Eline, diline, kalemine sağlık. Şükrü Hoca, çok sevinçliydi. Bir şeyler söylememe fırsat vermiyor, sözcükleri peş peşe sıralıyordu. Bense suskun, onu dinliyordum. O denli mutluydu ki “Bakın Hocam, ben Ekmekçi değilim” diyemedim. Deseydim, mutluluğu belki de bir kuş olup, uçup gidecekti. Lafı yuvarlayıp durdum ve bir bahanesini bulup konuşmayı kestim. Atladım arabama. Yolda bir kuru yemişçinin önünde durdum. Bir şişe kırmızı şarap ile biraz da çerez aldım. Yolda ne diyeceğimi düşünüyor, planlar kuruyordum. Hoca’nın evinin önüne varınca, arabayı park edip, Hoca’nın kapısının önünde bir süre bekledim. Heyecandan kalbim yerinden fırlayacaktı adeta. Zile bastım. - Gel, Mustafacığım, gel. Bugün çok mutluyum. Cumhuriyet’te beni eski günlerime götüren bir yazı çıktı. Az önce de Ekmekçi aradı. Uçacak gibiyim sevincimden. Vay, vay! Kırmızı şaraba da bayılırım. Bak bu iyi işte. Dur, şuradan iki bardak alıp geleyim de birer tek atalım. - Hocam, şey… - Sen salona geç, geliyorum. Söze nereden başlayacağımı bir türlü bilemiyordum. Keşke telefonda kendimi daha iyi tanıtsaydım! Bir çuval inciri berbat etmiştim. Şükrü Hoca, şişeyi açıp bardaklarla birlikte bir tepsiye koymuş, salon kapısında göründü. Hemen yerimden fırlayıp aldım tepsiyi elinden. - Hocam, az önce konuştuğunuz kişi, Ekmekçi değil, bendim. - Hiç önemli değil. Önemli olan, bu saatte yalnızlığımı şarapta boğmama yardımcı olacak ve mutluluğumu paylaşacak bir Mustafa’nın olması. İster Ekmekçi, ister Yalçıner. Ne fark eder? Emekli olunca, Ankara’dan ayrılmıştım ve oraya da artık pek sık gitmiyordum. Bir gün duydum ki Şükrü Hoca’nın evinden alışılmadık bir koku gelmeye başlamış. Tam da Yunus’un dediği türden: “Bir garip ölmüş diyeler Üç gün sonra duyalar…”