20 Ekim 2009 Salı

GERÇEMEK SAYI 17




GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Ekim 2009

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 3
Sayı: 17

Gerçemek,
Kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.


ÇOBANÇIRASI (Phlomis)

Kurak ve güneşli yerlerde yetişen çobançırası, 60 ile 100 cm yüksekliğinde, Akdeniz Bölgesi’ne özgü çalımsı bir bitkidir.
8 ya da 10 cm civarında uzunluğu olan, yüzeyi pütürlü, tüylü oval yapraklarının güneş gören yüzü koyu yeşil, görmeyen kısmı ise bozdur. Bir zamanlar bitkinin yaprakları, gaz lambalarında fitil yerine kullanılmış.
Nisan ortalarında açan 3 ile 4 cm boyundaki sarı çiçekleri, bitkinin dalı üzerinde dairevi şekilde sıralanır. Çift dudaklı bu çiçekler koparılıp emilince, insanın ağzına tatlı bir sıvı gelir.
EDİTÖRDEN


GÜNDÜZ ARTAN (1934-Tire / 20.08.2009 Mersin)
Mustafa B. YALÇINER

Doğduğum Gilindire’de ne elektrik vardı ne de musluktan akan su. Önceleri ocaklıktaki ateşin feriyle ders çalışırken, sonraları gaz lambasının ışığında kitap okumaya başladım. Gazete sayfalarında hiç gezinmeden de bitirdim ilkokulu.
Ortaokul, ilçe merkezimiz Gülnar’daydı. Gidip kaydoldum. 52 köyden çocuklar gelmişti oraya okumak için. Yoktu birbirimizden farkımız. Davar ya da sığır gütmekten bıkmış, okuyup “adam” olmak istiyorduk. Mahcup, içine kapanık, düzgün cümle kuramayan, kelime dağarcığı oldukça sınırlı, konuşmaya cesaret edemeyen çocuklardık. Çoğumuz gazeteyi ilk kez görüyorduk, onu nasıl tutacağımızı bile bilemiyorduk.
Dilimiz yöresel sözcüklerle doluydu, vurgular yanlış, söyleyiş yanlıştı. Bu çocukların arkasına, onları yönlendirecek bir Gülnar poyrazı gerekiyordu. Bu rüzgâr da, ete kemiğe bürünerek, karşımıza Gündüz Artan olarak çıktı. O, 1960’lı yıllarda, Gülnar Ortaokulu’nda hem Türkçe öğretmenim hem de okul müdürümdü.
Bir gün derste, “Hangi köşe yazısını okuyorsunuz” diye sormuştu da ben de sınıfın köşelerine bakmıştım, yazı mı var diye.
İşte o ‘Gündüz’ dağıttı karanlığı. O öğretti bana Atatürk’ün yaptığı devrimleri. O aşıladı bana bu yolda yürümem gerektiğini. O öğretti bana insanı sevmeyi. O aşıladı bana dil ve edebiyat sevgisini. Ve çoğumuz hâlâ Artan rüzgârıyla ilerlemekteyiz edebiyat deryasında, küçücük yelkenlimizle.
Yıllar birbirini kovaladı. Yine Gülnar’da karşılaştık bir etkinlikte. Sarılıp elini öptüm. Kendi el yazısıyla yazıp verdi telefon numarasını. Daha sonra sık sık görüştük. Gerek İçel Sanat Kulübü’nün yayın organında gerekse, kendisine sürekli yolladığım, Gerçemek’te çıkan yazılarımdan söz ederek kutlardı beni.
Amansız bir hastalığa tutulmuştu Gündüz Hocam. Son telefon görüşmelerimizin birinde daha iyice olduğunu söylemişti…
Ve 20 Ağustos 2009, Artan rüzgârının durduğunu tarih, benim de yeli kesilmiş yelkenliye döndüm gün.
Saygıyla hatırlayacağım Gündüz Artan Hocam, Mersinli olmamasına karşın, Mersin için onlarca kitap yazmış değerli bir araştırmacıdır. Ve Mersin Kültür Tarihi’nde çoktan yerini almış olan bir aydınlatmacıdır. Ona Mersinliler olarak minnettarız. Edebiyatımıza kazandırdığı eserleri ve Mersin üzerine yaptığı çok değerli araştırmalarıyla, o güzide insanın küçücük kalbimizde her zaman kocaman bir yeri olacaktır.
Işıklar içinde yatsın!


BİR FESTİVAL ANISI
Mehmet BABACAN

İnsanlığın, düşe kalka yol aldığı gelişim sürecinde, yöneten ve yönetilen kavramları doğduğundan beri, yönetime el koyma çabası hiç eksik olmamıştır.
Uzun süreli örgütlenme sonucunda başarılan, halk ihtilalleri görüldüyse de halka rağmen gerçekleştirilen darbelerin sayısı, olağanüstüdür. Bunların önemli bir bölümü, fanatik gruplarca yapılmış olmakla birlikte çoğu kez askerî güçlerin kullanıldığı tarihsel bir saptamadır.
Yönetime el koymayı başaran güçler, kim olursa olsun, herhangi bir yöntemle, halkı oyalamadan, disiplinin sağlanamayacağını iyi biliyorlardı.
O nedenle kamuoyunu, bir sosyal etkinliğe yönlendirmek, ilk yapılacak işlerden sayılmıştır. Kullandıkları yöntemlerin başlıcalarını, sportif etkinlikler, ürün festivalleri ve sanat gösterileri olarak saymak olasıdır.
Ancak sanat etkinliklerinden bekledikleri yarar, halkı oyalamak ve düzenin propagandasını yaptırmak olduğu için, sanatı, doğal karakteri olan ilericilikten soyutlayıp, şakşakçı konumuna düşürmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla, aykırılık gösteren sanatçıya da sanat yapıtına da yaşam hakkı tanımak istememişlerdir.
Darbecilerin kullandıkları toplumsal yöntemler, emek-sermaye kavramlarına bakış açılarıyla ilişkin olmuştur hep.
Genellikle, sermayenin egemenliğini korumaktan yana olanlar, diktanın her türünü acımasızca uygularken, emekten yana eğilim gösterenler, hukuksal yaklaşımlara ve demokratik doza ağırlık vermişlerdir.
Ülkemizde de yaşanan darbeler, hep askerî güçlerce gerçekleştirilmiş ve söz konusu yöntemlerin tümü, toplum üzerinde kullanılmıştır.
Bunlardan 27 Mayıs 1960 harekâtı, kentsel alanda sanat etkinliklerini öne çıkarırken kırsal alanda, ürün festivallerine ağırlık vermişti.
Güneyde, Mersin’in Mut ilçesi bu kervana erken katılan yerlerden biri olmuştur. Çünkü kayısı üretimi, Mut’a kimlik olacak düzeye ulaşmış, pazarlama ihtiyacı dayatmış bulunuyordu.
Bu bakış açısı altında, 1962 yılı Haziran başında “Mut Kaysı Festivali”nin ilki gerçekleştirildi.
O sırada Mut’a, yaya 6-7 saat uzaklıkta, Gülnar ilçesine bağlı bir köyde öğretmendim. Festivali, köy kahvesinde 13.00 haberlerinden öğrendik. Saat 19.00’da konser vardı. Gitmek üzerine başlayan şakalaşmamız, ciddileşti ve “Haydi” sözüyle uygulamaya girdi.
Yöremizde arabalı ulaşım yoktu. Bizim için de yol sokak gerekmiyordu. Tüm kestirmeler, patikalar bizim için yoldu. Göksu vadisine yönelik inişi, yarışırcasına geçtik ve konsere vaktinde yetiştik.
Açılış etkinlikleri gün boyu sürmüş, sıra akşam konserine gelmişti. Mut Kalesi’nin önünde, açık havada yapılacak olan konserin as solisti, o yılların popüler türkücüsü Aliye Akkılıç’tı. As solist öncesini ise sahneyi yörenin genç yetenekleri dolduracaktı.
Bu bağlamda, sahneye çıkan bir genç, daha ilk türküde, “Olacak çocuk, bokundan belli olur,” dedirtmeye başlamıştı. Ne var ki ikinci türküyü bitirmeden elektrik kesildi. Bekledik. Arıza giderildi. Genç, yeniden başladı türküsüne. Hayret! Bu kez de ses cihazı bozuldu. Yeniden başladık beklemeye. Mut öğretmenlerinden bir grupla birlikteydik. Bu arada, bir fısıltı geldi kulağımıza: “Bu genç, alevi olduğu için sabote ediliyormuş.”
Sessizce, sahneyi kontrol altına aldık ve o gence, bildiği türkülerin tümünü çaldırdık. Ne yazık ki Aliye hanımı dinleyemedik. Çünkü geceyi polis karakolunda geçirdik. Tesellimiz o ki, “Olacak çocuk” konusundaki öngörümüz yanlış çıkmadı. O harika delikanlı Musa Eroğlu’ydu...


YAVAŞLIĞA GÜZELLEME
M. Şehmus GÜZEL

Feyza Hepçilingirler için

“DAHA YAVAŞ LÜTFEN. Pps” BAŞLIKLI Zikrullah Kırmızı imzalı ve John Lennon’un “İMAGİNE”İ EŞLİĞİNDEKİ İNCE VE SIK DOKUNMUŞ FİLOZOFİK DEYİŞLER, DÜŞÜNCELER, DAMITILMIŞ CÜMLELER BENİ ALDILAR BENDEN VE HEMEN YAZMAYA SÜRÜKLEDİLER. ZATEN MAKİNE BAŞINDAYDIM, FAHRİ PETEK’İN HAYAT HİKÂYESİNİ BİTİRMEYE ÇALIŞIYORDUM AMA ONU BIRAKTIM VE BU METNİ YAZDIM DİNLERKEN VE SEYREDERKEN.
Etkilenerek ve etkilendiklerimi sizlerle paylaşmak umuduyla:
Az tüket mutlu ol. Azla yetin yarına da kalsın.
Her saniye sonuna kadar yaşanılmayı hak ediyor. Her saniye dopdolu tadılmaya değer.
Merdivenleri yavaş yavaş çık. Koridorlardan koşarak geçme. Kayarsın. Kapıları yavaşça kapa. Çarpılırsın yoksa. Çarpılma.
İçimizdeki çocuğu öldürmemek. İçimizdeki kadınları dinlemesini bilmek. Adam olmak kısacası. Bütün hödüklere nanik!
Evet, can sıkıntısından uzak durmak. Ama unutmamak: Can sıkıntısı ille kötü bişey de değildir. İlle kötü bişey de olmayabilir. Kemal Tahir Kelleci Memet’te boşuna « içerideki » kahramanlarından birini « Canın sıkkını, gevşeğinden iyidir » diye konuşturmaz. Bildiği bişey vardır mutlaka.
Hiçbir zaman hiçbir kimsenin « Fan »ı olmamak! Asla!
İyimser karamsar olmak. Kapkara karamsarlıktan fena halde kaçınmak.
Koşmamak. Yürümek. Yürürken yaşamdan istifa etmemek. İstifade etmek.
Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenciydim, çocuktum ufacıktım. Yerde buldum bir erik ama yemedim. Erik yemek için erik ağacını çiçeklenmesinden sonuna kadar seyretmek. Erikler olgunlaşınca tana tane toplamak. Topla-Bak.
Lise’den sıyrılarak çıktım. Kadıköy’e doğru piano piano yürümeye başladım. Demir Köprü’nün üstünde durdum: Sağda Haydarpaşa Garı, solda Anadolu’ya açılan kavimler kapısı. Ey Anadolu duy beni! Bekle beni!
Kadıköy’de Meydan’da iyi bir kitapçı var. Kitapcı’da Orhan Kemal’ler var: Gıcır gıcır Varlık Cep Kitapları. Arkadaş Islıkları, Avare Yıllar, Babaevi, Cemile... Kadıköy’de arka sokaklarda esnaf lokantaları var. Esnaf lokantalarında tas kebap, pilav var. Esnaf lokantalarında kuru fasulye, pilav var. Demli tavşankanı çaylar var. Ve hoş sohbet. Daha ne olsun?
Moda’ya doğru bir yürüyüş olsun: Kıyıdan. Her ağaç gövdesine dokunarak. Kuşlara göz kırparak. Denizle ve balıklarla arayı fazla açmadan. Kız arkadaşlarımızı okşayarak. Meme uçlarını ısırarak. Tam o sırada dolmuşta geçen genç anneye ve dizleri üstündeki çocuğa bir tebessüm: Filiz memnun ben memnun.
Z-AMAN’I amandan ayırmak Z’yi özgürlüğüne kavuşturmak. Z (ZET) « ölümsüzlük » demektir Hellencede. Ölüm-sizlik olmasın!
Çiçekli heybelerini umut, adalet, hoşluk, aşk, eşitlik, güzellik, şirinlik, barış, kardeşlik, huzur ve özgürlükle doldurup pembe bisikletlerine atlayarak gökyüzüne yol döşeyenlere ve döşedikleri yoldan «yükselenlere» bin selam. Öpücüklerle.
(g)örmek: Kill Your Television.www.TurnOffYourTv.com
aN-a(ı)-msamak: Tv’lerinizi kapayınız (g)özlerinizi açınız.
Carl Honore’nin Yavaş eserine ve onu Türkçeye kazandıran Esen Gür’e (Alfa Yayınları) teşekkür etmeyi ihmal etmemek.
Bir kent düşünün: Citta Slow: Yavaş Kent.
Bugüne kadar hızlı yaşadık biraz da yavaş yaşamayı denesek diyorum. Ne dersiniz?
Siz düşünedurun, John Lennon ve Yoko Ono ormanda yürürler yavaş yavaş ve yine yavaş yavaş yürüyerek ormandan çıkagelirler. Dev konaklarına doğru tıptıptıpatıp. Kapının önünde duruverirler: Bu adres o adres midir? Yavaş ol batman gelesin şehri burası mıdır? John ve Yoko ya da Yoko ile John aniden yitiverirler: Aaaaaa, fakat meraklanmamak lazım yine de, çünkü konağın içinde peyda olurlar sonra. John piyanosunun başına oturur. İmagine’e başlar. O sırada Yoko tek tek tane tane kocaman papcurları açar: Bir. İki. Üç. Dört. Beş. Işık dolar dev salona. Duvarlar bembeyazdır. Ve işte o duvarlara John rüyalarını yazıverir. Yavaş yavaş okunsunlar diye.
Evet, ne dersiniz? Bugüne kadar hızlı yaşadık biraz da yavaş yaşamayı denesek diyorum. Siz ne dersiniz?

NİŞAN GÜNLÜĞÜ
Hasan AKARSU

Her gencin evlenip yuva kurma özlemi var. Evlenip anne-baba olanlar, bu kez çocuklarının evlenip yuva kurmalarını özlüyorlar. Torun büyütmenin mutluluğunu yaşamak da bir özlem oluyor. Bir de büyüyen, bir meslek sahibi olan çocuklarının evlilikleri gecikirse, ne değin üzüldüklerini siz düşünün. Her şeyin bir zamanı olduğunu biliyoruz. Zamanı geçince yaşanacak sıkıntıları da.
Beklentiler içinde yaşarken meslek sahibi oğlumuzun nişanlanma isteğini duyunca coştuk. Nişan adayı kızımız Emel. Önce kızımız Özge Pınar tanışıyor Emel Ablasıyla. Sonra annesi. Annesinin yüzünde güller açıyor. Bana: “Gelinimiz çok güzel, çok güler yüzlü. Görünce sen de seveceksin” diyor. Çekilen fotoğraflardan tanıyorum Emel’i. Fotoğraflarda gülüyor eşimin dediği gibi. Hevesleniyoruz anne-baba olarak. Meslekleri aynı. Yaşları yakın. Uyumlu duruyorlar. Mutlu olacakları inancımız pekişiyor. Sıra nişan gününü saptamaya geliyor.
02 Ağustos 2008 Cumartesi günü Mersin-Silifke’de olacağız. Şarköy’de yaz dinlencesindeyiz. Kızımız Özge Pınar İstanbul’da okulunun son sınıfına başladı. Eşimle ben 30 Temmuz Çarşamba sabahı Şarköy’den Tekirdağ’a gidiyoruz. Tekirdağ’da alışveriş edip hazırlıklarımızı yapıyoruz. 31 Temmuz Perşembe günü İstanbul’da çocuklarımızın yanındayız. Bu kez İstanbul’da alışveriş yapıyoruz. 01 Ağustos Cuma günü saat 21.00 otobüsüyle, Akarsu Ailesi olarak dört kişi Silifke’ye hareket ediyoruz. Esenler Otogar girişlerinden birinde köprü çöktüğü için yoğun bir trafik yaşıyoruz. 10-15 dakikalık gecikmeyle yetişebiliyoruz Silifke’ye kalkan tek otobüse. Gece yolculuğumuzun 15 saat süreceğini öğreniyoruz. Harem’e uğruyoruz, saat 22.30’u buluyor çıkışımız. İlk durağımız İzmit Otogarından sonra Bolu yakınlarında oluyor. Bundan sonra 4-5 saat aralıksız giderek Konya’ya ulaşıyoruz. Sabahı Konya’da karşılıyoruz. Kahvaltı edip yola çıkıyoruz. Karaman’a değin göz alabildiğine uzanan düzlükte yol alıyoruz. Otobüsümüz Contur Şirketi’nin. Otogarlara girip yolcu alıyor. Bu yollardan dört yıl önce de geçmiştik. Mut ilçesinden de yolcu alan otobüsümüz 02 Ağustos Cumartesi günü 12.00’de Silifke Otogarına ulaşıyor. Burada, Mut’tan Silifke’ye değin süren yolculuğumuzdan söz etmenin sırası. Bir nehir boyunca ilerliyoruz. Bunun Göksu Nehri olduğunu biliyorum; ama ön koltukta oturup İstanbul’dan bu yana bizimle yolculuk yapan, Turgut Özakman’ın Diriliş romanını okuyan bayan, bizi kendine yakın buluyor ki Göksu Nehri olduğunu doğruluyor ve dağlara tırmandıkça, yükseklerden daha güzel görüneceğini söylüyor. Dediği gibi de oluyor. Mavi-yeşil arası bir renkle akan Göksu kıyısından gidiyoruz kimi kez. Üzerinden de geçiyoruz Göksu’nun. Bu gidişimiz Artvin’e Çoruh kıyısından gidişimizi anımsatıyor. Bir nehirle bir kente girmenin güzelliğini yaşıyoruz.
Silifke Otogarı’nda sıcak bir karşılama ve tanışma töreni. Emel’in babası Emekli Öğretmen Osman Oğuz, annesi Emekli Öğretmen Emine Oğuz, kızları Nöroloji Asistanı Emel Oğuz ve oğulları Eczacı Kemal Oğuz’la tanışıyoruz. Kemal, Eğirdir’de askerliğini yapıyor. Kız kardeşinin nişanı için izinli olarak geliyor. Oğuz Ailesi bizim yorgun olduğumuzu düşünerek bir süre otelde dinlenmemizi öneriyor. Uygun görüyoruz. Kemal, bizi arabalarıyla Taşucu’nda bulunan Best Resort Hotel’e götürüyor. 217 ve 218 nolu odalara yerleşiyoruz. Duş alıp dinleniyoruz. Bir-iki saat sonra Kemal gelip alıyor ve Silifke Kalesi’ne çıkarıyor. Orada yemek yiyoruz. Silifke’nin ünlü poyrazı dur durak bilmiyor. Silifke’ye Kale’den bakmanın zevkini yaşıyoruz. Silifke Kalesi’nin yüksek bir kayanın üstüne yapıldığını görüyor, 23 kulesi ve burcu olduğunu, kaleyi Ermeni krallarının, içindeki camiyi de Yıldırım Bayezid’in onarttığını öğreniyoruz. 65 bin nüfuslu ilçede, limon ve çilek bahçeleri dikkat çekiyor. Göksu üzerindeki Silifke Köprüsü’nden geçerken söylencesini de anımsıyoruz. Bir türlü karşı kıyıya bağlanamayan köprü için bir adak gerektiği düşünülüyor ve bir sabah Göksu’ya ilk inen kişinin kurban edileceği kararlaştırılıyor. Bir ustanın karısı inince yakalanıp diri diri köprü ayağına gömülüyor. Köprü bundan sonra tamamlanıyor. Seller geldiğinde duyulan iniltilerin o kadının sesi olduğuna inanılıyor şimdi. Yoğurduyla ünlü olsa da yoğurt eski önemini yitirmiş durumda. Önceki gezimizde sorduğumuz kişiler, sütlerin karıştırıldığını, bu nedenle yoğurdun değerinin düştüğünü söylemişlerdi. Yemek sonrası, nişan töreni için bize düşenleri yapmaya çalışıyoruz. Çiçek yaptırıyoruz, çikolata ve baklava alıyoruz. Yine otele dönüyoruz ve dinlenmeye çekiliyoruz. Bizi nişan töreni için saat 20.00’de alacaklarını söylüyorlar. Bu sırada Emel ve yakınları saçlarını yaptırıyorlar. Kızımız Özge Pınar’ı da unutmadıkları için seviniyoruz.
Saat 20.00’yi az geçe Oğuz Ailesi’nin evindeyiz. Sıcak bir karşılamadan sonra onların törene gelen yakınlarıyla tanıştırılıyoruz. Osman Oğuz’un ağabeyi Salih Oğuz, kardeşi Ahmet Oğuz ilk tanıştıklarımız. Salih Bey emekli öğretmen olduğu için çabuk ısınıyoruz. İleri görüşlü, demokrat, sağlıklı düşünen birisi. Ahmet Bey de öyle olup konuşmalarıyla ortamı ısıtmada ustalığını gösteriyor. Gülüşüyoruz. Emine Hanım’ın annesi Adile Teyze’yi, ağabeyi Mehmet Bey’i tanıyoruz. Törenin birinci bölümünde kız istenecek. İsteme görevi bana verildiği için biraz heyecanlıyım. Kalıp sözlerden uzak durduğum için söyleyeceklerim beğenilir mi diye düşünüyorum. Emel, yaptığı kahveleri sunuyor, kahveler içilirken söyleşi sürüyor. Ve sözü alıyorum:”Biz Akarsu Ailesi olarak Marmara Denizi’nden Akdeniz’e geldiğimiz için kalabalık değiliz. Oğuz Ailesi coşkulu karşılamasıyla bizi gönendirdi. Çocuklarımız tanışıp anlaşmışlar. Onların birlikte yaşamak için attıkları bu ilk adımlarında yanlarında olma mutluluğunu yaşıyoruz. Kızınız Emel’i, oğlumuz Özger’e istiyoruz.” Bu kısa sözlerimden sonra Osman Oğuz da çocuklarımızın tanışıp anlaştıklarını ve bu kararı verdiklerini belirtti. Bize onlara yardımcı olmak görevinin düştüğünü söyledi. Nişan çikolataları sunuldu. Alkışlarla isteme töreni sona erdi.
Törenin ikinci bölümüne geçmeden önce Oğuz Ailesi’nin diğer konukları da gelip tanışıyorlar bizimle. Özellikle Ahmet Oğuz, bu tanıştırma işini en güzel şekilde yerine getiriyor. Bu kez nişan yüzükleri takılacak. Bu görevin Emel’in büyük amcası Salih Bey’e verileceğini düşünürken, bana verilmesi heyecanımı arttırdı. Emel’i isterken söylediğim sözleri yinelerken yüzükler geldi. Önce Emel’e, sonra Özger’e yüzükleri taktım. Kurdeleyi kesip gençleri kutladım ve uğurlu olmasını diledim. Gençler ellerimizi öptüler. Baklavayı açıp önce birbirlerine sundular, sonra konuklara. Fotoğraflar çekildi, tören kameraya alındı. Erkekler ayrı bir odaya geçip Oğuz Ailesi yakınlarının hazırladığı mezelerle içkilerini yudumlayıp söyleştiler. Gençler müzik eşliğinde dans edip oynadılar. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Gece yarısı evden ayrılıp otelimize döndük.
Otelimiz yörenin en güzel oteli. Sabah kahvaltısı zengin. 03 Ağustos Pazar sabahı kahvaltı edip deniz kıyısında gezindik. Deniz birden derinleşiyor. Fotoğraf çektik. 12.00’ye doğru Kemal gelip bizi evlerine götürdü. Nişan törenini değerlendirdik. Bir aksama olmadığını, güzel geçtiğini belirttik. Bugün İstanbul’a 19.00 otobüsüyle hareket edeceğiz. Bu saate değin de Silifke’yi gezerek tanıyacağız. Gençler ayrı bir arabayla kıyı kesimleri geziyorlar. Kız Kalesi vb. Biz ise Osman Bey’in arabasıyla Silifke’ye 27 km uzaklıkta olan Uzuncaburç’a gidiyoruz eski Karaman yolundan. Demircili Köyü’nde Demircili Anıt Mezarı ilgimizi çekiyor. Osman Bey, buralarının yayla yerleşim yerleri olduğunu söylüyor. Kırobası sapağından geçip Uzuncaburç Beldesi’ne ulaşıyoruz. Buraya antik kenti görmeye geliyoruz. Uzaktan gördüğümüz yüksek bir kale ilgimizi çekiyor. Çevresinde dolanıyoruz; ama içine girip inceleme olanağımız yok. Duvarlarından kimi taşlar düşecek gibi. Kaya mezarlarını görüyoruz. Roma Antik Kenti’ne giriyoruz. Denizden 1200 metre yüksekteyiz. Burada, İ.S. 72 yılında, Diocaesarea adıyla özerk kent devleti kurulduğunu öğreniyoruz. Şimdiye değin hiç kazı yapılmayan bir antik kentteyiz. Alman Fraiburg Üniversitesi’nin yakında kazı çalışmaları yapacağı söyleniyor. Görkemli Zeus Tapınağı’ndan sonra, sütunlu yolda ilerliyoruz. Tören Takı, Tiyatro, Çeşme, Mezarlık, Kuzey Kapısı, Giriş Kapısı gezdiğimiz yerler. Kazı sonrasında burasının büyük değer kazanacağını seziyoruz. El değmemiş sütunların yüksekliği, mezar taşlarının, lahitlerin süslemeleri bunu gösteriyor.
Silifke’ye bir başka yoldan dönüyoruz. Dönüşte Cambazlı Antik Kenti’nin, Şıkkale’nin ve Karakabaklı Antik Kenti’nin yanından geçiyoruz. Narlıkuyu’ya ulaşıyor ve gençlerle buluşuyoruz. Burası balığıyla ünlü. Yurdun birçok yerinden balık yemek için gelenler oluyor. Deniz levreğinin tadına doyamıyoruz. Yanında Özel Tekirdağ Rakısı da iyi gidiyor. Söyleşimiz, havamız tatlanıyor. Değişik olarak deniz kayalıklarından çıkarılan bir ottan yapılan “Kaya Koruğu” turşusu sunuluyor. Masamızı şenlendiren Abdullah Öğretmen ile eşi Filiz Hanım’dan söz etmeden geçemeyiz. Abdullah Bey, yeni emekli olmuş, sevilen bir idareci olduğu belli. Dershanecilerin onun peşini bırakmayacağını anlıyorum. 12 Eylül’de günlerce hücrede tutulmuş, yargılanıp aklanmış eğitimcilerimizden. İleri görüşlü olduğu belli. Buraya sürekli balık yemeğe geldiği için tanınıyor. Balıkların en iyisi, en iyi biçimde pişirilip getiriliyor. Sakiliği severek yapıyor, herkese meze uzatıyor, herkese takılıyor, gençler gülmekten bayılıyor. Nasıl Neyzen “rakının ürktüğü adam” ise, Abdullah Bey de öyle. O, bir de yengeçleri ürkütüyor. Yemeğin üstüne ünlü lokma tatlısı getirtiyor Abdullah Bey. Lokma tatlısı da övdüğü kadar var.
Yemek sonrası ayrılıp Silifke Otogarı’na geliyor ve otobüsümüze yerleşiyoruz. Dünürlerimizin verdiği limonları, tatlıları da alıyoruz. Sıcak bir ağırlama ve uğurlamadan sonra, İstanbul’a dönüş için on beş saatlik yolculuğumuz başlıyor. 04 Ağustos 2008 Pazartesi günü öğleye doğru İstanbul’da oluyoruz. Oğlumuz Özger’i nişanlamanın mutluluğuyla dinleniyoruz.

RECEP ÜZÜMÜ
Mehmet Ali KILINÇ

Recep üzümünün adını kimin koyduğunu, niçin “recep” koyduğunu hala bilmiyorum ve bu konuda en küçük bir fikrim de yok. Yaygın olarak sahilde çardakların veya başka ağaçların üzerine tırmanmış asmaların üzümü, yaylalarda bağlarda da yetişen, taneleri seyrek ve irili ufaklı, söbüye yakın yuvarlak, salkımlarının görünüşü pek göz alıcı olmayan, tam olgulaştığında, taneleri üzerinde kahverengiye yakın benekler oluşan, sarıya çalan renkte recep üzümünün tadını, lezzetini, gezip gördüğüm yerlerde hep aradım durdum, ama hiç bir yerde, hiç bir üzümde o tadı, bir türlü bulamadım. Bu gün, hele deprem felaketinden sonra, üzüm bağlarının yerini, o yörede, tamamen apartmanlar aldı, yörenin pazarlarında artık hiç görülmüyor. Çok önceleri, pazarlarda satıldığı yıllarda, Gölcük-Değirmendere sırtlarında bulunan bağlarda yetişen çavuş üzümünde, Ege’nin çekirdeksizinde, yabancı ülkelerin tanelerinin ikisinin insanın ağzını dolduracak büyüklükteki plastik görünümlü üzümlerinde, Hatay Hassa’nın pırıl pırıl parıldayan beyaz üzümünde, Burdur’un karasında, Antalya’nın mor üzümünde aradım durdum. Hiç birisi aradığım o lezzetin yanına bile yaklaşamadı. Kimisi şeker gibi çok tatlıydı, bazıları barut gibi çok ekşiydi. Bazılarının görüntüsü çok güzeldi ama tatları üzüme benzemiyordu.
Kimisi de doyurucu, iri taneliydi ama silikondan imal edilmiş gibi lezzetten nasibini almamıştı. O tadı recep üzümünün tadını yıllarca boşuna aradığıma, o tadın sadece, yaşayan Köy Enstitülü büyük ustalardan Mehmet Başaran’ın “Yatırım Çocuklar” romanında anlattığı yatırım çocukların son kuşağına mensup biri ve evin en büyük çocuğu olarak, yatılı okuldan mezun olup, yıllık izinlerimde zaman zaman köyüme uğradığımda, kendi maaşımı almaya başladıktan sonra bile, rahmetli babamın Cuma günleri her pazardan dönüşünde, küçük kardeşlerime dağıtırken bana da verdiği, bu gün sadece babam verdiği için bana apayrı bir tadı olduğuna inandığım, bu gün bile tadı hala ağzımdan gitmeyen, gazete kâğıdından külaha sarılı iki topak ala şekerin, gök kuşağının her bir rengiyle renklendirilmiş fasulye şekerlerinin ağzımda bıraktığı tat gibi, tekrar yaşanması hayal olan bir çocukluk anısı tadı olduğuna karar verecektim ki, yanılmışım.
Kırk yılı aşkın süre önce, çocuk yaşımda çıktığım köyüme, daha sonraları hiç yolum düşmedi değil, zaman zaman tabi ki düştü. Ama yıllık iznimi aldığım tarihler, yaz mevsimine rastlasa bile, sanırım tam uygun tarihe denk gelmemiş olsa gerek. Emeklilik yıllarımda bir gün, artık gemileri yakmış olarak iyice yerleştiğim Antalya’dan otobüse binerek, Gülnar üzerinden köyüme gitmek üzere sabahı erken saatte Gilindire’de otobüsten indim. Günlerden bir Pazar günüydü. Gilindire’den geçen Anamur- Ankara otobüsünün ilkine binip Gülnar’da indim. Aslen benim köyümden olup, ilçede oturan, ilçenin ileri gelenlerinden adını bu gün rahmetle andığım, Kör Mehmet Emmim o gün henüz hayatta olduğuna göre, yıl olarak on beş yıl kadar öncesi, köyüme vardığımda, yangından sonra bu gün hepsinin ağaçları birer kara kütük haline gelmiş olan nar ağaçlarının başından, ilk yetkinleşenlerinden nar koparıp yediğime göre, mevsim güz başı, aylardan da, erişilmesi zor yerlerde kalan, bala kesmiş recep üzümü salkımlarına, eşek arısı sürülerinin insanları yaklaştırmadığı ay olan eylül ayı olsa gerek. O yıllarda köye günün her saati değil, haftanın her günüde bir sefer de olsa araç bulmak mümkün değil, hele pazar günleri hiç değil. On üç kilometre uzaklıktaki köyüme ulaşmak için ya taksi kiralamam veya şansım varsa köye giden tanıdık bir özel araca rast gelmem gerekiyordu. Çarşıyı şöyle bir dolaşıp, köye özel aracıyla gidecek olanın olup olmadığını soruşturdum. Tanıdık biri, köyde bir düğün olduğunu, Kör Mehmet Emmi’nin özel aracıyla düğün için köye gideceğini söyledi. İlçemizin büyüklüğü zaten ne kadar ki; on dakika içinde Kör Mehmet Emmi’yi de buldum, Mehmet Emmi’nin Toros marka arabasında köye gitmek için sığışacak bir kişilik yeri olduğunu da öğrendim. Çok geçmeden hazırlandık ve araca binip köye doğru yola çıktık.
Araçta, aracı kullanan Mehmet Ağa’nın oğullarının birinden başka yolcu olarak, Mehmet Ağa, eşi ve ben bulunuyordum. Araçta bir kişilik yer daha yer vardı. Biraz gittikten sonra, önceden haberli, köye gitmek için yol üzerinde bekleyen, bir yolcuyu daha almak için ilçe çıkışında durduk. Yolcumuzun araca binmesini beklerken, tam yanımızdan, önünde üstünde heybeli boz eşeği, eşeğin üzerine binili torunu olduğunu sandığım beş altı yaşlarında sümüklü bir oğlan çocuğu, eliyle ipini çektiği alacalı bir ineği olan, güleç yüzlü, kınalı saçlı, şalvarlı bir teyze geçiyordu. Teyzenin yüzü yabancı gelmedi ama tanıyamadım. “Yabancı” kelimesi sözün gelişi. Aslında o anda orada “yabancı” sıfatının hak eden bir kişi varsa aslında güleç yüzlü teyze değil doğma büyüme oralı olan, ama yıllarca uzak kalmış olan bendim. Neyse konumuz şimdi o değil. Teyze Mehmet Ağa’yı yakından tanıyor olacak ki görür görmez aracımıza yanaşıp hal hatır sordu. Mehmet Ağa da karşılık verdi. Hoş beşten sonra, Mehmet Ağa yaşlı teyzenin kocası olan emmiye çok çok selam söyledi. Bir yandan almakta olduğumuz yolcumuzun eşyaları bagaja yerleştirilirken, yanımızdan ayrılan yaşlı teyze, önündeki eşeğin heybesine yöneldi. Aracımız hareket etmek üzereyken, heybenin gözündeki sepetten bir salkım üzüm çıkarıp, arabanın camından Mehmet Emmi’ye uzattı. Mehmet Emmi de, yaylanın gece ayazının soğukluğu henüz üzerinden gitmemiş olduğu uzaktan belli olan, teyzenin verdiği recep üzümü salkımını ortasından ayırarak, yarım salkım üzümü bana uzattı. Ağzıma attığım ilk üzüm tanesinde, yıllardır aradığımı söylediğim tadın, ağızda kalan, babamın verdiği gazete kâğıdından külaha sarılı fasulye şekerinin tadı türü, hasreti çekilen, özlemle karışık, hayalimdeki çocukluk anısı tadı olmadığını, yıllardır aradığım lezzetin gerçek olduğunu, hala aynen çocukluğumdaki gibi yerli yerinde durduğunu anladım. Hele nasıldı bir anlat diyecek olursanız, o tadı burada yazıyla anlatmak mümkün değil. En iyisi mevsiminden ne önce, ne de sonra, tam mevsiminde yerine gidip o lezzeti tatmak gerek.


İLK DİYARBAKIR YOLCULUĞUM
Mustafa SAĞLAM.

Yıl 1972. Akşehir Öğretmen Okulu’ndan güz dönemi mezunuyum. İlk görev yerim Diyarbakır’ın Hani ilçesine bağlı bir köy. İlk kez Türkiye’nin doğusuna düşüyor yolum.
Hangi dini bayramdı hatırlayamıyorum şimdi. Beş-altı gün süren bir bayram tatili sonu yola çıktım ve sabahın dokuz buçuğunda Adana Otobüs Garajı’ndayım, Diyarbakır’a gidecek bir otobüs arıyorum yazıhane yazıhane. O zamanlar şehirlerarası otobüs garajı, nehrin kenarında ve o eski taş köprünün hemen bitişiğindeydi. Yerinde koskocaman bir cami var şimdi.
Sabah yola çıkacak otobüslerin hiçbirinde yer yok. Bayram sebebiyle yazıhanelerin önü kalabalık mı kalabalık. Hepsinden “Dolu” yanıtı geliyor bol bol. Ancak ikindi dört buçuğa Kamil Koç otobüslerinden bir yer bulabiliyorum.
Sabahın dokuz buçuğundan akşamın dört buçuğuna uzun bir zaman; garajda oturmakla geçmez. Bir iki gazete alıp, reklamlarına kadar okudum, bulmacalarını doldurdum; olmadı, vakit geçmek bilmiyor bir türlü.
Çıkıp, çarşıya doğru dolaşmayı düşündüm. Eşya olarak bir çantamla bir yatak balyam var. Onları bir yere koymam gerek. Emanetçiye vardım, bunları emanete bırakmak istediğimi söyledim.
-Çantayı alayım ama yatak balyasını alamam. Yerim dar; onu nereye sığdırayım? Ön tarafa koyuver, bir şey olmaz. Bak, başka yatak balyaları da var zaten; onlar da durup duruyor, dedi adam dışarıdaki yorgan balyalarını göstererek.
İçeri bir baktım gerçekten boş yer yoktu hiç. Küçücük bir emanet odası vardı adamın. Yan taraftaki raflara paketleri ve çantaları koyunca kendisi bile zor gidip geliyordu aralarından. Ona da hak vermemek elde değil.
Pek içim rahat olmasa da yatak balyasını emanetçinin ön tarafına, köşeye koydum ve çarşıya doğru yürüdüm.
Adana’ya daha öncesi bir iki sefer gelmişliğim var ama ana caddeler dışında fazla da bir yer bilmem. Fakat zamanım bol olunca her bulduğum caddeye amaçsızca girip çıkıyorum. Arada bir durup vitrinlerde ilgimi çeken şeylere filan bakıyorum bir süre. Filmde Kemal Sunal’ın yaptığı gibi elimi para cebimin üstünde tutuyorum bir yandan da. Daha öncesi, bir tanıdığımın cebinden epey bir parasını çalmışlardı burada çünkü.
Öğleye kadar bu şekilde vakit geçirdim. Tam saat on iki buçukta gittim, garajı çeviren duvarın dışında şöyle elimi alnıma koyup bir baktım; benim yatak yerinde duruyordu. Geri dönüp gezmeye devam ettim.
O yıllarda devlet dairelerinde yaz saati diye bir vakit çizelgesi uygulanıyordu. Öğle aralığı verilmezdi ama mesai saat üçte biterdi. Çalışanlar, o zamana kadar açlığa nasıl dayanırlardı bilmem.
Tam da saat üç civarları filandı. Küçük Saat’in oralardayım. Yerin adını da o zaman öğrendim. Mesai çıkışı olduğu için caddeler tıkış tıkış insan. Hava, mevsime göre sıcak mı sıcak. Çevredeki kalabalık, bu sıcağı biraz daha kızıştırıyor sanki. O dakikalar araba trafiğinin de yoğun olduğu zaman. Pek çok memurun işyerine özel arabasıyla gidip gelmesinden herhalde.
Bir fırsatını bulabilsem yoldan karşıya geçmeyi düşünüyorum fakat arabalar arka arkaya ulanıyor. Üstelik köyden gelmişim, öyle gözümü karartıp aralarına dalıverecek halim de yok.
Karşı tarafta biri dikkatimi çekti o an; omzundaki yatak balyasının altında iki büklüm olmuş, yüzü filan pek göründüğü yok, benden yana geçmeye çalışıyor. Adamı tanımam ama ilgimi çeken omzundaki yatak. Yatak balyasının sarılı olduğu çaput çul, geriden bile çok tanıdık geldi bana. Benim yatağın dışındaki örtüye çok benziyor. Benzemek de ne, “Ben oyum,” diyor adeta. O anda gidip, garajdaki yatağıma bakmak geliyor aklıma. Ama Küçük Saat nereee otogar nere. Oraya varmak bile bir hayli zamanımı alır.
Gerçi başka bir kadın da, benimkine benzer bir çaput çul dokumuş olabilir. Çaput çullar, eskiyen giysilerin dilinmesiyle dokunuyor nasıl olsa. Herkes, her türden her renkten giysiler giyebilir. Onlar dilinip çaput dokunabilir; tuhaf olan ne var bunda?
O ara bir yolunu bulup benden tarafa geçiyor; daha yakından görüyorum adamı. Omzundaki balyaya bakıyorum, balyanın etrafında dolandırılıp bağlanmış olan ip de benimkine benziyor. Allah Allah! Hiç istememe rağmen yatağın kesinlikle benim olduğuna inanacağım nerdeyse. Ama neticede ip de fabrika malı; bir dükkândan alıp yatağını sarmıştır adam. Olamaz mı?
Buna karşın garaja kadar gitmekten vazgeçtim; yanına biraz daha yaklaştım ve balyanın köşesinden görünen minderin rengine bir baktım: Hayret, o da benimkine benziyor. İyiden iyiye karışıyor kafam. Çünkü biri benzer, ikisi benzer; üçü de benzeyecek değil ya bu mübareğin. Var bunda bir hikmet.
Adam kalabalığı sıyırdı ve sokaklardan birinin arasına doğru yöneldi. Bırakmadım, ben de gittim arkasından. İyice yaklaşıp kolundan dürttüm.
-Bir dakika arkadaş, dedim. Sormamı bağışlayın ama bu yatağı nerden getiriyorsunuz?
Adam, yönünü dağa doğru çevirip elini döndürdü döndürdü ve Toroslar’ın zirvesini gösterircesine:
-Taaa ordan, bizim köyden getiriyorum, dedi.
Ama yatağı da yere dikliğine koydu. Bu sırada bir adama bakıyorum bir kendime; o, benden biraz daha çelimsiz, şöyle bir tartıp biçiyorum, gözüm kesiyor onu. Dövüşürsek önce neresine vuracağıma karar vermeye çalışıyorum.
Öğrenciliğimde bize hazırlattıkları bir stajyerlik dosyası vardı. Her öğretmen okulu mezununda bulunur o. İdari yazışmalar için birer örnek olur onun arasında. Valize sığmadığı için yatak balyasının ortasına koymuştum onu. O, aklıma geldi.
-Arkadaş, dedim. (Nerden arkadaşım oluyorsa.) Yatağın içinde bir dosyam olacak. Benim kimliğim de aha şu; dosyadaki isimle benimki tutarsa, yatak benim. Tutmazsa veya dosya yoksa senden özür dilerim ve yatağını da alır gidersin.
Adam, itiraz etmedi. Elimi minderin içine soktum. Bu arada adamın yüzüne bakıyorum; elim aşağı doğru kaydıkça adamın yüzü kızarıyor. Kızardı, kızardı ve elimin bir yere varıp dayandığını fark edince “Hıh!” dedi.
Ben, henüz bir şey söylemeden:
-Abi, polise gitme; ben yatağı götürüp aynı yerine koyuvereyim, dedi.
O, bunu söyleyinceye kadar polise gitmek aklımda yoktu hiç.
-Olmaz, dedim. Benim yatağı bırakır, oradaki yorgan balyalarından birini alır gidersin.
Yann taraftaki dükkâncıya.”Polise bir telefon edip, parasını ödeyeyim,” dedim. “Polisin telefonunu bilmem,” dedi dükkâncı. Bilmediğinden değil de, hırsızdan çekindi sanırım.
O an yanımızdan geçen bir genç:
-Abi şu arka tarafta Hacı Bayram Karakolu var. Gelin gösterivereyim, dedi.
Önde o genç, arkasında omzunda yatakla hırsız ve en geride de ben yürüdük. Ama içime bir kuşku düştü yine. Bu adamlar birbirlerini tanıyorlarsa, ortak veya arkadaşlarsa... Ceplerinde kocaman birer bıçakları varsa... Bıçağın ucu iyice sivriyse...
Acaba vaz mı geçsem şu yatak işinden diye düşünüyorum. Ne ki, öte başı bir yatak; edeceği kaç lira? Kaybedersem ölüm olmaz ya sonunda.
Ama o benim yatağım; annem, bir çeyiz hazırlar gibi bana hazırladı onu, parasal değeri olmasa da manevi değeri var en azından.
Ben bunları düşünürken, bir sokağın ucuna varıp, başka bir sokağa doğru döndük.
Ön taraftaki delikanlı:
-Abi, orda, deyip sokağın öte başındaki “POLİS” yazısını gösterdi.
İçim rahatladı tabelayı görünce. O gence teşekkür ettim ve gitti.
Karakolun kapısında bir polis karşıladı bizi.
-Hayırdır? Bu yatak da neyin nesi? Satıyor musunuz yoksa diye sordu biraz alaylı bir şekil.
Ben meseleyi anlattım. Yatak garajdaydı falan filan işte.
-Girin içeri, dedi.
İçeri girdik ve yatağı bir kenara koydu adam.
O sırada polis bana sordu;
-Nerelisin?
-Konyalıyım, dedim.
-Ha benim aslanım, diye heyecana geldi polis. Mevlana çocuğu bu, yedirir mi ulan sana?
Her ne kadar Konyalı olsam da o zamana kadar Mevlana Müzesi’ni topu topu iki kere gezmişliğim vardı gerçi.
Adamın ifadesini almaya başladılar. Yatağı garajdan kendisinin almadığını, Selahattin bilmem ne adında birinin getirip ona “Bitpazarında sat gel, parasını bölüşelim,” dediğini söyledi.
Polisler birbirlerine baktılar ve:
-Şu bizim Selahattin değil mi bu, diye sordular birbirlerine.
Sonra hırsıza dönüp:
-Yatağı satınca parayı nerde bölüşecektiniz, dediler.
-O, beni bulacaktı, diye yanıt verdi hırsız.
İnanmadı polisler.
-Doğru söyle lan, deyip anında iki tokat indiriverdiler.
-Valla billa doğru söylüyorum, abi.
Yine inanmadılar. “Getirin şu falakayı!” dedi içlerinden yaşça büyük görünen biri. Falaka denen dayak aracını o zamana kadar hiç görmemiştim; nasıl bir şey olduğunu bilmezdim. Adını, Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde okumuştum ancak.
İki ucuna bir ipin bağlı olduğu, ok atılan yay benzeri bir sopa indirdiler duvardan. Ama sopa düz ve sağlamdı; ipi de bir o kadar dirençli görünüyordu geriden.
-Yat bakalım, dediler adama.
Adam, yere sırtüstü yattı ve tabanlarını havaya kaldırdı. Sonra ayakkabılarını çıkarıp, topuklarına kadar iple sopa arasına geçirdiler ve sopayı döndürerek iyice sıkıştırdılar. “Selahattin seni nerde bulacaktı,” diye soruyorlar aynı yanıtı veriyor adam. Sopayı vurmaya başlıyorlar tabanının altına. Birkaç sopadan sonra yine aynı soru, yine aynı cevap. Bu böyle devam edip gidiyor. Sanırım insanın en kalın derisi tabanının altındakidir; ondan bile kan çıkmaya başladı döve döve.
Ben, durmuş onları seyrediyorum bir kenarda. İçim sızlıyor adamın o halini gördükçe. Kendi ayağımın altına inmiş gibi oluyor sopalar. “Keşke getirmeseydim,” diyorum. “Yatağı garaja iletivereceğini de söylemişti bir güzel.” Memurlara bir şey de söyleyemiyorum. Korkuyorum bir hata yapıp aynı dayağı yemekten.
-Yatağımı ne zaman alıp da gideceğim, diye sorabildim ancak.
-Bekleyeceksin, dediler. Amir yok; amir gelip ifadenizi alacak.
Epeyce bir devam etti hırsıza uygulanan dayak faslı. Ben de, köşede oturup, sabırsızca amiri bekledim tabi.
O sırada, Polislerden biri, otobüs yazıhanesine telefon edip, biletimi bir saat sonrasına erteletti. Şanstan, bilet aldığım otobüs bir yerlerde arıza yapmış, bir saat sonra hareket edecekmiş zaten.
Neyse, bir süre sonra amir kapıdan girip odasına geçti. Bir sessizlik aldı içeriyi. Bir polis, kapısını çalıp, olanları amire anlatmaya girdi.
-Geç, diye beni işaret etti amirin yanından çıkarken.
Hayatımda ilk kez bir polis amirinin karşısındaydım. Her ne kadar suçlu konumunda olmasan da polis karşısında nasıl davranılacağını bilmediğim için, korkuyla karışık bir heyecan vardı içimde. Yanlış bir şey söyleyip az önceki dayakların bana da yönelmesinden korkuyorum. En büyük istediğim, o kapıdan dayak yemeden bir çıkabilmekti şimdi.
Polis amiri yaşlıca bir adam. Altmış beş, yetmiş arası filan.
-Bu mesele nasıl oldu, anlat bakalım, dedi bana. Biraz da sertti sesinin tonu.
Ben, yatağı garaja bıraktığım andan itibaren neler olduğunu bütün ayrıntılarıyla bir bir anlattım. O da, sözümü fazla bir kesmeden dinledi.
Sonra bir de ötekini çağırıp onun ifadesini aldı.
Bana:
-Davacı mısın, diye sordu arkasından.
Düşündüm: Bu adam ceza ile ıslah olacaksa, deminden beri yediği dayakla peygamber kesilmesi gerekir zaten. Bir de cezaevine girmesine hiç gerek yok bence.
-Davacı olmasam... Yediği dayakla zaten uslanmıştır, diyecek oldum kekeleyerek.
-Davacı değilsin de adamı neden tutup buraya getirdin, dedi azarlarcasına.
Her ne kadar öğretmen olsam da, henüz toy biri olduğumu o da görüyor.
-Davacıyım, dedim çaresiz.
Bir şeyler yazdılar çizdiler, ona da, bana da imzalattılar.
Sonra da:
-Bu yatak otogardan çalınmış; suç mahalli orası, sizi oraya havale edeceğiz, dediler.
Bir taksi çağırdılar; Murat 124. Onlar yeni çıkmıştı o yıllarda ve o zamana göre konforlu sayılırdı. Yatak balyasını bagaja koyduk. Şoförün yanına ben oturdum; arka koltuklara da hırsızla o Konyalı polis oturdu. Garaja vardık.
Hırsıza:
-Taksinin parasını öde bakalım, dedi polis.
Ama hırsızın cebinde bir kuruş yok. Bütün ceplerini döküştürdü, para namına bir şey çıkmadı hiçbirinden. Velhasıl beş lira taksi parasını ödemek de bana düştü.
Bir de oradaki polisler aldı ifademi. Olanları bir de orda anlattım baştan sona. Benden sonra da hırsızı çağırdılar ifadesini almak için. Kapının arkasından birkaç tokat sesi geldi bu arada.
Benim görev yeri adresimi aldılar. Bir de tutanak imzalattılar yatağı bana teslim ettiklerine dair. Beni serbest bıraktılar, hırsızı bir daha görmedim.
Yatağı aldıktan sonra sevine sevine öyle bir gidişim vardı ki perondaki otobüse doğru; sanki hapishaneden kurtulmuş gibiydim. Bunun için demiş olmalılar “Allah, fukara kulunu sevindirmek için eşeğini önce yitirtir, sonra buldurur,” diye.
Aradan bir ay kadar filan geçtikten sonra bir de Hani’de mahkemeye çağırıp ifademi aldılar. Ondan sonrası ne oldu, adam ceza aldı mı almadı mı bilmiyorum.
İlk öğretmenlik görevime başlarken, Diyarbakır’a ilk gidişim böyle oldu işte.


İNSANLIĞA AKAN IRMAK
Celal Necati ÜÇYILDIZ


Songül Saydam, Yaşar Öztürk uzun yıllardır tanıdığımız dostlar. Biri resim öğretmeni, diğeri araştırmacı gazeteci. Kızları ARDA ile sade yaşamları olan mutlu bir aile örneği sundular.
Öğretmen, siyasetçi halk adamı Kamil Saydam’ın kurup yıllarca öğrencilere, öğretmen ve aydınlara hizmet veren HALK KITAPEVİ, HALK KIRTASİYE‘ye onun ölümünden sonra sahip çıktılar, onu devam ettirdiler. Bizler cebimizde paramız olsun, olmasın hep kitaplar aldır okuduk. Şimdi ise modern olarak HALK KİTAPEVİ örnek bir kitap sergisini andırıyor.
Biz bu ikiliyi hep kültür alanında gördük. Göksu vakfının şiir, resim yarışmasında, bir panelde, bir konferansta, bir tiyatro etkinliğinde, bir konserde katkı sunanlar olarak gördük.
Bir de baktık, ellerinde bir kitapla çıktılar karşımıza : “ İNSANLIĞA AKAN IRMAK- Kültür Sanat Yaşamımızdan Portreler”. Bu yapıtı içime sindire okumak istedim. Toroslar’da su kanalının kenarında ceviz ağacının altında ağustos sıcağını hiçe sayarak okuyuverdim.
Bu yapıttaki portrelere baktığımızda Türk aydınlanmasına imza atanlar hep bir araya gelmişler. Adeta Kırklar Meclisini kurmuşlar. Usumda ayrı ayrı zamanda yaşayan bu dev insanları bir yerde toplantıya çağırdım. Toroslar’da Mağaras, Alahan da söyleşi kurdular. Türkiye’yi yeniden tanımladılar. Şu karanlık günlerimizi, güneşe döndürdüler. Aydınlık günleri müjdelediler bizlere.
İşte bunu yapmış yazarlar. Onları bir mağarada toplamışlar, kara çadırlarda bağdaş kurdurup, dünyanın kör düğüşünden uzak, savaşların olmadığı, ülkenin bereketli sofralarına götürmüşler.
Yazar Çevirmen Azra Erhat ve Tonguç Baba ile başlamışlar, doğa dostu, toprak adamı Aşık Veysel ile bitirmişler. Sabahattin Eyüpoğlu, Nurullah Ataç, Abdi İpekçi, Ziya Gökalp, Hilmi Ziya Ülken, Mithat Paşa, Nuri Demirağ, Hulusi Behçet, Şevket Baysanoğlu, Agop Dilaçar, Kaşgarlı Mahmut, Ali”ir Nevai, Afet İnan, Evliya Çelebi, Sait Faik, Bir Garip Orhan Veli, Mevlana, Mimar Sinan, Fatih Sultan Mehmet (Sanatçı Dostu Padişah), ve Aşık Veysel. İşte Kırklar Meclisi. Çağın derinliklerinden kopuk gelen aydınlar. Hepsini bir araya getirip, onları konuşturmak. Onları tanıtmak, onların toplumsal yanlarını göstermek.
Tonguç Baba ile Köy Enstitülerini çağımıza uygun olarak yeniden kurmak. Nurullah Ataç, Kaşgarlı Mahmut ile dilimizi Arap kültür emperyalizminden kurtarmak. Mithat Paşa ile ekonomi öğrenmek, hem de ulusal ekonomiyi kurmak. Nuri Demirağ ile demiryolları ağını kurmak. Onun uçak sanayi projesini, düşünü gerçekleştirmek. Aşık Veysel ile toprağı türküler eşliğinde eşelemek, deşelemek üretmek, üretmek hep. Sonra da hakça bölüştürmek onu.
Bu güzelim yapıt Etik Yayınlarından çıkmış. En güzeli edinmek birini, sonra da benim göremediklerimi de görmek, yeni düşünceleri katmak. Ülkemizin ayağa kalkıp, yeniden şahlanması için, aydınlanma ışığının yeniden doğması için katkı sunmak. İşe bunu yapabiliyorsak, o zaman Kırklar Meclisi hep yanımızda olacak. Her sıkıştığımızda bize YARDIMCIMIZ OLAN HIZIR olarak yetişecek.
Bir milli eğitim bakanı olmak isterdim. İşte o zaman bu yapıtı okullarda el kitabı olarak öğrencilere önerilip, özetlerinin çıkartılarak, her yıl yaz aylarında gençlik kamplarında tartışmalara açılmasını sağlardım. O zaman Kırklar Meclisine yeni yüzlerin katılacağını, ülkenin en azından daha uygar, daha üretimci, daha çağdaş yapıda olacağına inanıyorum.

HALİKARNAS BALIKÇISI VE GİLİNDİRE
(GERÇEMEK)

1965 yılına değin adı Gilindire olan Aydıncık’ta Romalılardan kalma bir hamam, hakkında da şöyle bir söylence var:
Deniz yoluyla kente gelen yolcular, hamamda yıkanmadan şehre alınmazlarmış. Hamamdan çıkarlarken kontrolden geçerler, hastalıklı olanlar kente sokulmazken, sağlam olanların kollarına bir mühür vurulur ve kente ancak mühürlenenler girebilirlermiş. Böylece bulaşıcı hastalıkların önüne geçilirmiş.
Halikarnas Balıkçısı, Deniz Gurbetçileri adlı romanının 94 ile 95nci sayfasında bu konuya birazcık değinmiştir.
“Motorda bir bozukluk vardı. Bir limana varılmalıydı da onun nesi varsaonarılmalıydı. Ateşoğlu Gilindire'ye doğru yol alıyordu. Neyse o kentin, birçok kıyı kentleri gibi burnu dağda, kuyruğu da balık gibi denizdeydi. Karaya uğramak her denizci gibi cinine gidiyordu. Ama ne yapsın? Uğrama zoru vardı. Karaya varınca kağıtlarla, kaptan olarak önce yalnız kendi çıkacaktı. Karantina memuru kağıtlara bakıp, denizcilerde veba ya da kolera olmadığına aklı resmen yetinceye dek, kayıktan kimse çıkamazdı. Çünkü çıkarlarsa, Allah sakınsın, hastalık yayarlardı. Ama kentin yanı başındaki köy ya da başka kentlerden, karadan her gün gelen oluyormuş, o başkaydı! Hastalık dediğin, karadan değil, hep denizden seyahat ederdi. Neyse, Gilindire’deki muhafaza memuru-karantina olmayan yerde muhafaza memuru karantina işine bakardı- iyi bir adamdı, hiç zorluk çıkarmadı. Tayfalar, ona kumanyalarından hediyeler verdiler. Sonra motoru çözüp her parçasını muayene ettiler. Motoru soğutmak için, su dolaşımını sağlayan bir boru parçasının çatlamış olduğunu anladılar. Bir branda bezini şerit şerit kestiler, iyice stokkolayıp sıkı sıkı sardılar. Ama motoru işletince, sular faaaşşş diye aktı, oradakilerin üstünü başını sırılsıklam etti. O çatlak parçayı Gilindire’deki bir tenekeciye lehimlettirdiler. O da tutmadı. Kentte bir tüfekçi buldular. Bir eski tüfek namlusundan bir parça kestirmeyi düşündüler. Ama eni uymadı. Çatlağı onarmak için kaynak lazımdı. Kaynağı ya Mersin ya da Antalya’da yapabilirlerdi. O parça alınıp, karadan atla mı, deveyle mi ta o söylenen kentlere götürülüp onarılmalı sonra da gene eşekle mi atla mı, deveyle mi Gilindire’ye getirilmeliydi. Bu olacak iş değildi. Rüzgar uygun estikçe, depozitonun yelkenle gitmesine, rüzgar esmezse ya da ters eserse depozitonun dalgıç motoru ile çekilmesine karar verdiler…”


ÖYKÜ EMEKLİ
Mustafa B. YALÇINER

Ankara boşalıp rahatlamış biraz. Yaz tatiline çıkabilenler de ayrılmış kentten. Caddelerde çoğunlukla kravatlılara, çantalılara rastlanıyor bu boğucu öğle saatinde.
Yaşlı bir adam yürüyor yabancı dillerde yazılmış tabelaların baskın olduğu bir sokakta. Tarif edilen yere gelince kafeyi arıyor gözleri. Carpe Diem Café yazılı tabelayı görünce de dudaklarında acı bir tebessümle “Tamam, işte burası” diyor. Sonra da saatine bakıyor ve elinde gazetesi giriyor kafenin bahçesine. Bakınıyor sağına soluna; masalar hemen hemen boş. Sokağa yakın birinin yanına varınca, bir sandalye çekip oturuyor. Gazetesini bırakıyor masanın üzerine. Hemen koşup gelen garsondan bir orta kahve ile küçük bir şişe su istiyor. Sigara paketi ile çakmağını da koyuyor önüne. Kahvesini beklerken, gazetesini alıp haber başlıklarına bir göz atıyor. “Aman, iç karartıcı haberlerle dolu! Okunacak tarafı da kalmadı gazetelerin,” dedikten sonra bırakıyor onu aldığı yere. Sokaktan gelip geçenlere bakmaya başlıyor. Tanıdık birini arıyor gibi. Bir ara gözleri parlıyor ve yüzü gülüyor. Ayağa kalkıyor ve yürümeye başlıyor giriş kapısına doğru. “Hocam” diyen, beyaz kısa kollu gömlek giymiş, siyah kravatlı, saçları ağarmış, yüzü kırışmaya başlamış birisi geliyor. Öptürmüyor, Hoca elini. Sarılıyorlar yalnızca birbirlerine. Masaya geçip karşılıklı oturuyorlar. Garson, Hoca’nın kahvesini ve suyunu getiriyor. “Ne içersin, Kâmil” diye soruyor, Hoca. “Bir orta kahve ile küçük bir şişe su, lütfen” diyor, “Ankara’nın suları da içilmez oldu, Hocam. Arsenikliymiş.”
-Nasılsın, bakalım Kâmil? Ev halkı iyi mi?
- Eh, işte! Siz nasılsınız, Hocam?
- İşçisi, köylüsü, memuru, emeklisiyle memleketin hali ortada, fazla söze ne gerek var! Neyse, sen çocuklardan haber ver.
- Kız da oğlan da okulu bitirdi. İkisini de evlendirdik. Kız iş bulamadı. Koca parası yiyor. Oğlan çalışıyor ama huzuru yok, kriz nedenliyle her an izine ayırabilirlermiş.
-Şu lanet olası kriz nedeniyle kaç kişinin işyeri kapandı, yuvası dağıldı, intihar girişimleri bile oldu. Millet neredeyse yiyecek ekmeğe muhtaç hale geldi ama hâlâ “Teğet geçti” diyenler var ülkemizde.
-Haklısınız, Hocam. Hatırlar mısınız, bir gün derste “Böyle ağacın böyle meyvesi olur” demiştiniz. Ne yapalım, ağaç sağlıklı değil.
-İş yerinden memnun musun bari?
-Huzurum hiç kalmadı. Genel müdür ile aram da iyi değil. Her an sürülebilirim. Emekliye mi ayrılsam, gidip şöyle ufak bir sahil kasabasına yerleşsem mi acaba diyorum. Dün sizin Ankara’ya geldiğinizi duyunca hem sizi görmek hem de emeklilikle ilgili düşüncelerinizi almak için sizi rahatsız ettim.
-Asla rahatsızlık duymadım, tam tersine seni gördüğüme de sevindim.
-Hocam, imreniyorum size. Ne iyi ettiniz de emeklilik sonrası çekip gittiniz buradan.
- Hani bir söz vardır, “Dışı eli yakar, içi beni” diye.
-A, şaşırttınız beni!
-Bak, Kâmilciğim. En sağlıklı kararı vereceğinden eminim. Ancak emekliye ayrılmadan önce neler yapacağını iyi planla. Eşine de sor ne düşündüğünü. Şu söyleyeceğimi de sakın gözden ırak tutma: Günümüz koşullarında artık emeklilik, ötelenilenlerin yaşanabileceği bir dönem olmaktan çoktan çıktı. Bir insanın, emekli olunca gerçekleştirmek istediği hayalleriyle karşısına çıkacak gerçek yaşam arasındaki açı ne denli geniş olursa, o denli mutsuz olur. Hemen şunu da ekleyeyim izninle: Çiçeği burnunda bir emeklinin, başka bir yerde yepyeni bir yaşama başlaması, yeni dikilen bir fidana benzer. Kök salıp tutunabilmesi zamana bağlıdır.
-Hocam, küçük yerlerde de mi durum böyle?
-Oralarda da durum pek farklı değil. Eskide kalmış, küçük yerlerdeki insanların dürüstlüğü, içtenliği, karşılıksızlık ilkesi. O güzelim insanlar da yok olup gitmiş. Son yıllarda uygulanan sosyoekonomik politikalarla, oradakiler de bozulmuş. İlişkiler çıkarlar üstüne kurulur olmuş. Çıkar konusunda biraz testere gibi olabilseler anlayacağım! Ama keser olmuşlar, hep kendilerine yontuyorlar. Sonra sözünde durmayanlar, kılık değiştirenler, partiden partiye geçenler, fırıldaklar, el üstünde. İnsanların büyük bir çoğunluğu da almaya gelince koşar, vermeye gelince kaçar olmuş.
-Ülkemizin genel hali de böyle değil mi, Hocam? Ama benim asıl merak ettiğim, küçük yerlerdeki sosyal ilişki nasıl? Bu soruyu emekli olduktan sonra küçük kentlere yerleşen birkaç eşe dosta da sordum.
-Yanıtlanması zor bir soru. Ya oranın insanıyla yüz göz olmayacaksın, kendi kabuğuna çekilip yaşayacaksın ya da oranın insanıymış gibi davranacaksın. Seni tanırım, sen onlardan biri asla olamazsın. Yaklaşırsan acı çekersin, uzak durursan da yapayalnız kalırsın, mutsuz olursun. Yaşamının son dönemi olacak emeklilik, yerleşme konusunda çok ama çok iyi düşünmen gerekir.
-Hocam, burada da yaşam çok zorlaştı. Kışın ödenen doğalgaz parası tüyler ürpertici. Su berbat, inanın dişimizi bile damacana su ile fırçalıyoruz. Akşam eve dönünce arabayı park etmek için yarım saat dolaşıyorum. Sonra biliyorsunuz, büyük kentte de sosyal yaşantı diye bir şey yok. Sineması var tiyatrosu var deniyor var ama yılda kaç kez gidiliyor ki! İnsanlar yürürken neredeyse birbirini çiğneyecek. Gürültü, çevre ve görüntü kirliliği, kapkaççı ve hırsız korkusu, giyim kuşam için harcanan paralar vallahi tam bir ömür törpüsü. Bir de düzene ayak uyduramayanların sürülme endişesi... Ankara’nın tek nimetinden yararlandım bugüne değin: Çocuklarım rahat okudu, hepsi bu. Nimetinden yararlanamayacağım büyük kentin, külfetine niye katlanayım ki!
-Bunlara itiraz etmiyorum. Ben, emekli birisinin küçük bir sahil kasabasında parasal yönden çok daha rahat edeceğini biliyorum. Buradaki bir aylık yakıt parasıyla, orada bir kış ısınabilirsin. Kira, buraya oranla çok daha ucuz. Ulaşım gideri neredeyse olmaz, giyim masrafı da yok denecek kadar az. Havası temiz, doğası harika. Oralarda tek sorun insani ilişki.
-Hocam, şu insani ilişki konusunu biraz açar mısınız?
-Okuyanı yazanı az olur küçük yerlerin. Kültürel farklılık büyük sorun. Televizyon ya da cami kültürü egemendir onlara. Din, siyaset ve dedikodu vardır konuşmalarında. Onların işi gücü, dün ve bugündür. Gelecekle ilgileneni pek az olur. Sonra küçük yer insanı, çok iyi bir duygu sömürücüsü olup çıkmış. “Hastam var”, “Okuyan çocuğuma harçlık yollayamadım”, “Anamın ilacını alamadım”, “Balığa çıkacağım ama mazot alacak param yok, dönüşte sana balık veririm”, “Aybaşına şurada iki gün kaldı, bana şu kadar para lazım” diyenlere yanıtın ne olacak? Saf saf çıkarıp vereceksin misin? Evet dersen, zamanında geleceğini hiç düşünme. Bekleme boşuna gelecek diye. Gelmeyeni de olacak.
-Demeyin, Hocam. Ben bunları hiç düşünmemiştim.
-Evlat, yirmi beş otuz yıl öncesi gibi değil memleket. Bozulduk, kent ile köy arasında sosyal ilişki yönüyle hiçbir fark kalmadı. Dini imanı para oldu, milletin. Çıkarcılık, bencillik aldı başını gidiyor. Büyük kentte bunun farkına pek varılamıyor ama küçük yerlerde apaçık.
-İnanın Hocam, şimdi alabora oldum. İyi de ben Ankara’da nasıl geçinirim, emekli aylığımla!
Hoca’nın boğazına dizildi sözcükler. Yutkundu. Saatine baktı:
-Bu konuyu daha sonra enine boyuna bir daha konuşalım, evlat. Haydi, şimdi işe geç kalacaksın.
-Ay! İyi ki hatırlattınız. Bakın Hocam, zaman ayırırsanız, bir akşam gelir, sizi alırım ve bize gideriz. Bu konuyu da yemek boyunca daha ayrıntılı konuşuruz.
-Zahmet olmazsa, neden olmasın!
-Ne zahmeti Hocam şeref duyarız.
Kâmil kalktı yerinden, Hoca’nın elini sıktı ve kasaya yöneldi. Hoca seslendi arkasından:
-Ben hallederim, sen koş işine.
Tek başına kalınca, Hoca biraz kızdı kendine. Bir sigara yaktı. İlk nefesten sonra koydu onu kül tablasının kertiğine. “Ne gereği vardı bu denli açık konuşmanın,” dedi. Bakışlarını kül tablasına çevirdi. Salına salına yükselen dumana baktı. “Kâmil’in moralini bozdum, hayalleri de kaybolacak şimdi bu duman gibi. Bıraksaydım da kendisi mi yaşayarak öğrenseydi acaba!
Ama uyarmam da gerekirdi çünkü insancıl, iyiliksever birisidir Kâmil. Yararlanırlar onun iyi niyetinden. Birçok örneği var, benim bildiğim. Başlangıçta bir lokantaya çağırırlar; yedirirler, içirirler birkaç kez. Bir başka gün de borç diyerek alırlar parasını elinden. Kâmil de inanır onlara. İstediği zaman da, eğer isteyebilirse tabi, ‘Kaçmadık ya canım, ödeyeceğizdir elbette’ olur, alacağı yanıt.
Ankara’da kalsan daha iyi edersin, yaşayamasın sen küçük yerlerde deseydim, o da olmazdı. Karısı çalışmıyor. Tek maaşla nasıl yaşayacaklar bu koca kentte!
Aman, boş ver be Hoca, çocuk değil ya Kâmil! Biliyordur kesinlikle emekli olunca aylığının azalacağını, lojmandan çıkarılacağını ve Ankara’da yaşayamayacağını. Küçük bir kente gidecekse de aklını başına devşirerek gitsin. Deneyim, yalnızca yaşayarak edinilmez ki! Deneyim, başkasının yaşadıklarından, gözlemlerinden de kazanılır.”
Kalktı yerinden, sigarasını ve çakmağını koydu cebine. Garsona baktı, hesabı istedi. Az sonra getirilen hesaba bir göz attı, dudakları büktü, basını salladı ve ödedi hiçbir şey söylemeden. Fişi cebine koydu. “Eskiden olsaydı, işe yarardı vergi iadesinde” diye mırıldandı. Gazetesini de alıp giderken, “Yaşanılacak yer değil, büyük kentler,” dedi sitemli bir ses tonuyla...