11 Ekim 2012 Perşembe

GERÇEMEK SAYI 35




GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ

KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN

Yıl: 6

Sayı: 35

Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni:

Mustafa B.Yalçıner

05327220674

yalciner_mustafa@yahoo.fr

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Hatice Canan Yalçıner

yalciner_canan@yahoo.com.tr

Yönetim Yeri:

Merkez mahallesi

Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2

33840 Aydıncık/ MERSİN

Telefon: 05327220674

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Yazı Kurulu:

Mehmet Babacan

F. Saadet Bilir

Güngör Türkeli

Songül Saydam

Basıldığı Yer:

Evren Yay. AŞ

Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.

Oğulbey/ANKARA

(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: 01 Ekim 2012

Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır. Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/ Aydıncık Şubesi

TR930001001020307582605005

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir. SÜTLEĞEN (Euphorbia)

Sütleğen, çakıllı topraklarda yetişen otsu ya da çalımsı bir bitkidir. İnce bir sürgün üzerinde kauçuk yaprağını andıran bolca yaprakları vardır. Sürgünün tam tepesinde ocak sonlarında şemsiye şeklinde sarı çiçek açar.

Sürgünü kırıldığında süt damlamaya başlar. Bu sıvı kaşındırır ya da kabartır. Bitkinin sadece sütü değil meyvesi de zehirlidir.

Bir zamanlar bu bitkiyle derelerde balık avlanırdı. Bir de sütleğen sütünün siğil üzerine etkili olduğu söylenirdi.


BİTKİ PEŞİNDE III

Mustafa B. YALÇINER


Mayıs ortaları. Sahilde ağaçlar meyveye durmuş, erguvanlar kaldırıp koyuvermiş sere boyundaki kızılımsı kahverengi fasulyelerini. İçimdeki çocuk da gıdıklayıp duruyor beni, “Haydi, dağlara çıkalım” diyor.

Yokladım çantamı, fotoğraf makinesi içindeydi. Bir şişe de su aldım ve koyulduk Kelenderis’i İç Anadolu’ya bağlayan tarihi yola. Tırmanıyoruz. Akdeniz geride kalıyor. Yol boyu kapariler, mor püsküllü beyaz çiçek açmış. Mor elbiseli, beyaz tülbentli gerçemekler selamlıyor bizi. İlerledikçe kekik kokusu konuk oluyor arabaya. Zeytinlik’te başlıyor sarı çiçekli çaltılar. “Al şu çaltı tohumunu, koy yaka cebine. Nazar değmesin” diyen anam düşüyor usuma. Nazar değecek neyim vardı ki tahta bavulumdan başka, Silifke Lisesi’ne okumaya giderken. Batıl inanç derdim ama anamı kırmamak için yine de sokardım onu yaka cebime.

“Hoş bir koku geliyor burnuma. Neyin nesi bu” diyor içimdeki çocuk. Athena’nın kokusu, diyorum. “Diline vurdu, değil mi?” Ciddi söylüyorum. Bu, zeytin çiçeğinin kokusudur. Zeytin de Athena’nın ağacıdır. Bak, bir gün ne olmuş diyerek anlatıyorum zeytinle ilgili öyküyü:

Zeus, insanlığa en büyük hizmeti sunacak tanrı ya da tanrıçanın, yeni kurulan kentin koruyucusu olacağını duyurur. Bunun üzerine deniz tanrısı Poseidon, Athena ile yarışa girer. Poseidon, üç dişli çatalını kayaya saplar ve oradan bir at çıkarır. Bu at, insanları uzaklara götürecek, malzeme taşıyacak ve onlara savaş kazandıracaktır. Athena ise mızrağını yere saplar ve onu bolluğu simgeleyen zeytin ağacına dönüştürür. Halkoylaması yapılır. Erkekler Poseidon’u, kadınlar ise Athena’yı tutar. Bir oy fazlasıyla Athena, kentin hükümdarı olur. Tanrıçanın onuruna da şehre Atina adı verilir.

Çocuğa zeytin bir de Nuh Tufanı’nda geçer diyorum: Nuh, gemiden bir güvercin salar suların çekilip çekilmediğini anlamak için. İlk seferinde ortalık hâlâ sular altında olduğundan kuş hemen geri döner. Bir süre sonra yeniden yollar güvercini. Tanrının öfkesi artık dinmiş, sular da çekilmiştir. Güvercin, ağzında bir zeytin dalıyla geri gelir. O günden bu güne, zeytin kurtuluşun, ümidin ve barışın simgesi olur.

“Şimdi daha iyi anladım, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün sembolündeki dünyayı kucaklayan zeytin dallarının neden oraya konduğunu.”

Truva Savaşı’nı duydun mu, diyorum çocuğa. “Evet ama çok iyi anımsamıyorum.” Ben sana savaşı değil de bu savaşa katılan Odysseus’un karısından söz edeyim kısaca. Odysseus’un uzun süren yokluğunda, ülkeyi karısı Penelope yönetmeye devam ediyormuş. Onlarca yakışıklı ve zengin kur yapmış kadına, hem onunla evlenebilmek hem de tahta geçebilmek için. Ama kadın, kocasının bir gün dönüp geleceği ve yeniden ülkesini başına geçeceği düşüncesini hiç aklından çıkarmadığı için, zeytin ağacından yapılmış karyolasındaki yatağına kimseyi almamış. İşte bu nedenle çok eski zamanlardan beri zeytin ağacı sadakat simgesi olarak kabul edilmiştir.

“Şu ana kadar bana anlattıklarına bakılırsa, galiba hakkında en çok efsane üretilen ağaç, zeytin olmalı” dedi çocuk.

Yolumuza devam ediyoruz. Karaseki Köyü gözüküyor ileride, terk edilmiş gibi. Çam kokusu doluyor arabanın içine. “Çam ağaçlarındaki şu asılı torbalar, ne” diye soruyor çocuk. Çam keseböceği diyorum, anasını ağlatıyor ağacın.

Karşımızda Duruhan Köyü. Yollar dar ve dönemeçli. İnişe geçiyoruz. İkinci vites. Az ileride duruyorum. Sağda, yörede “gelincik” denilen erguvan ağacını görüyorum. Ölümsüzleştiriyorum solmaya yüz tutan çiçeklerini. Birini de koparıp ağzıma atıyorum. “Bana da ver” diyor çocuk. Bir araba duruyor, o sıra. “Ye, ye; kaşıntıya iyi gelir” diye bağırıyor, yolculardan yaşlıca bir adam.

Biliyor musun, diyorum çocuğa. Efsaneye göre, Hz. İsa’ya ihanet eden Yahuda kendini bu ağaca asmış. Çiçekleri İsa’nın gözyaşları, rengiyse hainin utancından kaynaklanmaktaymış. Gülüyor, çocuk. “Dedin ya efsane diye.”

Sürdürüyoruz yolculuğumuzu. Dere boyu gidiyoruz kıvrıla kıvrıla. Pürencik deresindeki köprüye varmadan hemen sola, toprak yola sapıyorum. Biraz sonra da duruyorum. Elimde makinem, iniyorum dereye. Borcaklar açmış, sapsarı. Bir süre oyalanıyorum orada.

Yeniden biniyoruz arabaya. Camları kapatıyorum toz girmesin diye. Çok geçmeden Bucak Mahallesi’ndeki dallı servilerin yanındayız. Bunlar Anıt ağaç diyorum çocuğa. Fırlıyor o da dışarıya. “Makineyi ver, geç şöyle, bir fotoğrafını çekeyim. Ardından başlıyor bağırmaya: “Apollon! Bak seninki burada.” Ne Apollon’u, kim onunki diye soruyorum. Başlıyor anlatmaya:

“Eski Yunan’da, başında kocaman çatallı boynuzları, boynunda altın kolyesi olan ulu bir geyik varmış. Alnında sarılı gümüş boncuklu tülbendi, pırıldayıp dururmuş. İki kulağında ise aynı büyüklükte inci küpeler. O dağ senin, bu dağ benim koşarmış koca geyik.

Yabanıl değilmiş, her eve girer çıkar, boynunu uzatıp okşattırırmış. Onu herkes severmiş ama kralın oğlu ve Apollon’un sevgilisi Cyparissus’tan daha fazla kimse sevemezmiş geyiği. Cyparissus en yakın dostuymuş hayvanın, canını bile verirmiş onun için. Geyiği en güzel otlağa götürür, en berrak kaynaklarda sularmış. Bazen biner üstüne dolaşırlarmış dere tepe.

Havanın çok sıcak olduğu bir gün, geyik bir ağacın gölgesinde otlar arasına yatmış, dinlenip keyif sürerken, ava çıkan Cyparissus bilmeden mızrağını saplamış kutsal geyiğe. Sevgili dostunun ölümüne neden olduğu için dayanamamış vicdan azabına ve intihar etmeye karar vermiş. Apollon, sevgilisini teselli etmeye çalışsa da başarılı olamamış. Yakışıklı delikanlının acısına dayanamayan Tanrı, onu servi ağacına çevirmiş ve ‘Seni hep hüzünle anacağım. Ölümlüler içinse, yas simgesi ve mezarlık ağacı olacaksın’ demiş.”

Sağ olasın! Ben bunu bilmiyordum. Bak şu devasa dallı servilerden biri 585 yaşında, boyu 33,5 m, çapı ise 127 cm; diğerinin yaşı 605, boyu 32,5 m, çapı da 152 cm. İkisinin arasında, az aşağıda dereye yakın yerde kesilen bir başkasının kurumuş, kocaman kütüğü duruyor üzgün üzgün. Yaklaşık 60 yıl öncesine kadar üç taneymiş bu serviler. En düzgününü, en yaşlısını kesmişler caminin onarımında kullanılmak üzere.

Dönüyoruz. Yol boyu kengerler. “Şunlar kangal değil mi” diye soruyor, çocuk. Evet, diyorum. “Bak, tohumları var üzerinde. Toplayıp kenger kahvesi yapalım mı,” diyor. Daha erken yanıtını veriyorum. Anayola ulaşıyoruz ve sürdürüyoruz gezimizi. Tırmanıyor araba, dönemeçli asfalt yolda. Çobançırası giymiş sapsarı elbisesini. “Dur, koparıp emelim çiçeğini. Ne güzel balı olur!” Uygun bir yerde duruyorum. Birkaç fotoğraf karesinden sonra çekip emiyoruz bir taçyaprağını, tatlı bir sıvı geliyor ağzımıza. Arılar geliyor üstüme üstüme. “Çekil oradan, be adam! Bunlar bizim hakkımız” dercesine.

Gökgedik’teyiz. Çan sesleri, oğlak melemeleri geliyor kulağımıza. Sağda, yıllara meydan okumuş, ulu bir ağaç. “Gavur çıtlığı” adını takmış yöre halkı. İki çatallı kocaman bir ağaç. Fotoğrafını çekiyorum. Bir çoban kız geliyor yanıma, yabanıl değil. “N’apacaksın da çekiyorsun fotoğrafını” diyor. Kesilecekmiş bu ağaç. Fotoğrafını anı olarak saklayacağım deyince, “Uyh! Ulu ağaç kesilir mi hiç! Çarpar adamı alimallah” sözleri dökülüyor ağzından, bal akarcasına. Şaka yaptım, diyorum çoban kıza. Gülümsüyor o da. Adı neden Gavur çıtlığı, biliyor musun? “Gavur zamanından kaldığı için olabilir” diyor ve sürdürüyor konuşmasını: “Bunun melengiçleri, daha iri ve daha hoş.”

Güneş çekildikçe, dağın gölgesi sarıyor vadiyi. Çeviriyorum arabanın yönünü. El sallıyoruz çoban kıza…


CEYLAN KÖYLÜLER

Mehmet BAŞARAN

 Unutulmaz insanlar yaşadı bizim köyde. Öbür köylerde de yaşamıştır elbet. Çoban Alimiz vardı bir, kucağında yeni doğmuş kuzular oğlaklarla dönerdi Uluağaç çatağından. Bugün bile izleri var kırlarda. Doğdu mu akşam yıldızı, “Gökyüzü çobanlarındır” derdi. Gökkırında dolaştırırdı sürüyü aylı gecelerde, saman yolunda devrilen saman arabalarının tozu kaçardı gözlerine…

Gömütlüğe bitişikti avlusu kulübesinin. Bir sabah, değneğini unutarak o yana geçiverdi.

Kelebek Hasan şakayı severdi,1938 göçmeni. Aklında Deliorman, Vardar Ovası, Balkan Dağları… “Bakmayın aranızda dolaştığıma, hep geldiğim yerlerde bir yanım. Burnunda kokusu o bereketli ovaların. Hey be, o bereketli tarlalar! Ekinler adam boyu!.. Yaşamak da bir şaka, belli mi yarın nerde olacağım… Nerde bizden öncekiler!..”

Köyün bilgesiydi Kocakuş Dede. Otun çöpün, börtü böceğin dilinden anlardı. Kendi dilince konuşurdu kırlar onunla. Bir kendisinin yaptığı merhemlerle sağaltırdı en onmaz yaraları… Gök halkını ondan sor… Kanat açıp, o da uçmak istiyor maviliğe. Zaten caminin yanındaki koca ahlata çıkıp, kendini boşluğa atıverdiği için Kocakuş denmiş ona. Çoktandır görünmüyor, kim bilir hangi göklerdedir!..

Arnavut’un dükkânı, caminin karşısında. Gece gündüz açıktır. Yapılı iki insan, boyuna bir şeyler üretir. Tahin, susam helvası, ceviz helvası, boza… İç çekerler, “Ah, Yugoslavya,” derler arada.

Zeynel Aga’nın karısı Ümmühan Nine. Köyün en güzel bahçesi onun. Çiçeğin türlüsü… Sanırsın hep bahar… Seferberlik davulu vurduğunda Çanakkale’ye giden iki oğlunu bekler hâlâ. Babayiğit delikanlılardı. Dönmediler. Gelen geçene onları sorar. Şehit maaşı bağlanmış. “Oğulların gönderdi” deyip verdiler. Gözlerini silerek, “ Analarını unutmaz benim yavrularım” der…

Nasıl anlatmalı Bıçakçı Kadir’i? Ateşi çalmış Promete gibiydi. Onun demir dövdüğü ocaktan yayılırdı köye aydınlık. Bir eliyle körük çeker, öbürüyle korlaşmış demiri döverdi. Alnı şıpır şıpır ter; elinin tersiyle siler, dövdüğü demiri “cozzz!” diye suya sokardı. Yaptığı bıçaklarla ipeği kes, onardığı araçlarla tüm kırları sür…

Sonra asma çardağının altına oturur, bir cıgara sarıp, gülümseyerek evlere bakardı. Bir türkü mırıldanırdı yanık yanık. “Göremedin mi aslan Alişimi Tuna boyunda…

Yunanlıların köye girdikleri akşam, kim bilir neler anımsadı ki dili tutuldu Keskin Ali’nin. En yakınlarıyla bile konuşamıyordu. İşkenceler yapılmıştı camide. Duvarda, tavanda kurumuş kan lekeleri vardı. Beş vaktine beş katan adam camiye gitmez, namaz kılmaz olmuştu…

Anadolu’ya geçip, savaşa katılanlar olmasın diye, yoklama yapardı her akşam palikaryalar. Ellerinde de koca dut sopaları, vur allah vur!.. Hiçbiri soruları yanıtlamaz, konuşmazdı. Hele Keskin Ali, duvar kesilirdi. “Mahsus yapıyor bu momçe vire” der vururlar da vururlardı.

“Mustafa Kemal’in askerleri ilerliyormuş” söylentileri dolaşmaya başladığında üstüne çöken ağırlık kalkmış gibiydi Keskin Ali’nin. Nasıl etmeli de şu köydeki işgalcilere hadlerini bildirmeliydi. Hele düşmanın ambarları boşaltıp, arabalara doldurmaya başladıklarında, gözlerine kestirdikleri eşyayı almaya başladıklarında öfkesi büsbütün artmıştı. Dili çözülmüş, “Kaçmüyın vire kopelalar! Kemal Paşa geliyor” diye bağırmak istiyordu.

“Kurtuluş”, Keskin Ali’nin dilinin çözüldüğü gün kutlanıyor köyde…

“Yunan geliyor” dendiğinde arkamıza baktık, Istıranca Dağları uzak, dağa çıkamayız; önümüze baktık düz ova, kıpırdasak, kıskıvrak ellerine düşeriz; kuşatılıp kaldık iki yıl…

Çingene Hüsnü, yitip gitti ortadan o günlerde. Her halde kaçmaya kalktı, yakalanıp öldürüldü bir yerlerde diye düşündük. Bir yanımız İstanbul, bir yanımız Çanakkale Boğazı; yakalanmadan geçebilir miydi karşıya?

“Köyümüzün onurunu Çingene Hüsnü kurtardı” der Keskin Ali. Nasıl etmişse geçmiş karşıya, Trakya’dan Kurtuluş Savaşı’na katılabilen birkaç kişiden biri olmuş. Çıkageldi bir gün, göğsünde İstiklal Madalyasıyla.

Kurtuluştan yıllar sonra, Amerikan dayatmasıyla “Demokrasicilik” oyunu başladı. Toprak ağaları, onları arkalayan dünya ağaları, asıl kurtuluşu engelledi. Marşal yardımı, her bakanlığa çöreklenen uzmanlar, yurdumuzun insanlarını, kimi kime kırdırırız hesabıyla dolaşan Barış gönüllüleri!.. Her alanda çuval geçirilir oldu başımıza. Amerika’yı kovmadan gerçek kurtuluş yok…

Keskin Ali, Mustafa Kemal’in sözünü yineliyor hep: “Geldikleri gibi gidecekler…”


KARA AHMET’İN AK ÖYKÜSÜ

Mehmet BABACAN

Kara yağız bir delikanlıydı Ahmet öğretmen.

Bir eylemde, “O da vardı” diyen bir boşboğazın suçlamasıydı suçu.

Vicdansız bir sorgucunun da eline düşmüştü.

O sorgucu ki, hem devrimci, hem faşist örgüt üyesi olabilen; ortaya çıkıp, yiğitçe pozlar içinde ve kaşla göz arasında, bir de kitap yazarak, bazı çevrelere gözdağı verebilen ve de müebbetlik pisliklere batmış paçasını, bir buçuk yıllık hapis cezasıyla kurtarabilen biriydi.

O, gencecik öğretmene, aylarca uygulanan işkence yöntemlerinin listesi, şaşırtıyordu duyanları. O tezgâhlardan geçmiş olanlar bile, “Yahu, bu kadar çeşit var mıydı?” demekten, kendilerini alamıyorlardı. Ama yaşanmışlıklar bir araya getirildiğinde, liste doğrulanıyordu.

Doğanın, ömrüne biçtiği süre yüzünden, ölmedi Ahmet. Kötürüm olmasa da, bir enkaz yığını olarak koydular cezaevinin dış kapısına. Ancak, suçlu muydu, suçsuz muydu? Suçluysa niye çıkarmışlardı? Suçsuzsa, her gün Erdemli karakolunda imza verme zorunluluğu ne oluyordu? Günübirlik imza vermek, orada yaşamayı zorunlu kılmıyor muydu?

Daha da beteri, komünist, solcu damgalı Ahmet, sağ siyasetin ırkçılık boyutuna çıktığı bir yörede, aç susuz, beş parasız; tutunacak bir dalı olmadan nasıl yaşayacaktı? Güvencesi ne olacaktı? Yoksa kurban mı veriliyordu?

Yaşamak üstüne kavramlar vardı beyninde;

“Yaşamayı görev bilmeli” diyordu, bir yargı.

“Yaşamayı, toplumuna karşı bir borç olarak algılayanlar yaşar” diyordu bir başkası.

Tüm bunlardan çıkardığı sonuçla;

“Benim görevlerim var daha. Onun için, yaşamak zorundayım” diyordu, sayıklar gibi.

Ama bu yargılar, açlıktan bayılmayı önleyebilir miydi?

Karakol kaydını yaptıktan sonra, bir yudum su bile vermeden, kolundan tutup, kapıya çıkaran polis memuru, sesine amirane bir ton yükleyerek, sıraladı buyruklarını:

“ Git Hoca. Nereye gidersen git. Ne yaparsan yap. Her gün bu saatte gelip, imza vermeyi sakın unutma. Bir eylemde filan karşımıza çıkayım deme. Allah yaratmış demeyiz vallaha. Şimdi ısıtılıyorsun, o zaman cayır cayır yanarsın, anam avradım olsun.”

Hey kuzum hey! Sanki yanmamışa; yanıp yanıp kavrulmamışa söylüyordu bunları.

Gülümsemenin en zehirlisi döküldü Ahmet’in dudaklarından.

Ahmet, oksijenin sarhoşluğundan kurtulamamıştı henüz. Gücünün yettiğince haykırmak istiyordu gökyüzüne. Gardiyansız ve lâstik copsuz bir dünya olabileceğini kavramaya çalışıyordu.

Gönlünden geçtiği gibi haykırsa, acaba ne derlerdi ona? Birçok yerde “deli” denirse de, Erdemli’de “ Komünistler saldırıya geçti” deneceği kesindi.

Oysa Ahmet öyle miydi? Karakolda, gözaltında, cezaevinde dayak yiye yiye, kafasını kabuğunun içine çeken kaplumbağaya dönmüştü.

Özgürlük adımlarının ilki Erdemli kaldırımına değdiğinde, yeni bulunmuş bir gezegende sandı kendini. Her şey yabancıydı. Dört duvar arasında, meğer ne kadar da özlenirmiş deniz kokulu meltem...

Birkaç yüz metre kadar gitmişti ki, irkildi ansızın. Karşısındaki levhada “Maraş Dondurmacısı” yazılıydı. Maraşlı Ahmet, Maraş’ta sandı kendini. Açlığın önüne mi geçiyordu özlem? Ne ilginç yaratıktı şu insanoğlu…

Bir anda, dükkânın önünde buldu kendini. Ayakları, sürükleyip getirmişti sanki. Burası, bir Maraşlının olabilir miydi? Olmasa da olurdu. Hasret dolu yüreğine, bir hemşeri sıcaklığı verebiliyordu ya bu levha.

Korka korka girdi içeri. Çekingen bakışları, çaresizliğini haykırıyor gibiydi. Görevli biri, sertçe sordu;

“Buyur birader, ne istiyorsun?”

Ahmet, sorgulamalarda bile, yalanı becerip, kıvırabilmiş biri değildi.

“İşsizim. Acım. Çalışıp, karnımı doyurmak istiyorum” dedi.

“Siktir lan. Aç köpek doyuracak halimiz yok bizim” deyip işine döndü görevli.

Ahmet gitmedi. Gidecek yeri yoktu ki.

O levha, akraba gibi gelmişti ona.

Adam geri geldiğinde, dikilip, duran Ahmet’e çıkıştı bu kez;

“Niye gitmiyorsun arkadaş? Belâ mısın başımıza?”

“Yok abi, benim belamdan ne olacak? Ne olursunuz, bana bir iş verin çalışayım. Her işi yaparım. Yeter ki, karnımı doyurayım.”

Adam, “Allah, Allah” diye söylenerek, iç odaya geçti. Müşteri yoktu henüz. Biraz sonra, geri geldiğinde, şaşkınlığını gizleyemiyordu. Çünkü akşama kadar darmadağın olmuş dükkânı, bir çırpıda toplayıp, düzene sokmuştu Ahmet.

Adamın şaşkınlığını fırsat bilip, sözünü gene esirgemedi;

“Abi, gözüne girmek için yaptım vallahi. Yanlışsa, eski haline getiririm abi.”

Görevli, hafiften gülümsediğine göre, biraz yumuşamış olabilirdi.

Arada bir, patronla telefonlaşıp, emir aldığına göre, dükkânın kalfası olmalıydı bu adam.

Saat 24’ü vurmak üzereyken seslendi kalfa;

“Çocuk, sen acım diyordun. Gel, şunları ye. Kusura bakma, biraz soğumuş ya.”

Gönderildiği yerden dönemeyen çırağın yemeğiymiş bu. Ahmet, kurt gibi saldırdı; kaşla göz arasında, kaybolmuştu yemek.

Kalfa, ilgiyle izliyordu;

“Peki, nerde kalacaksın? Gidecek bir yerin var mı?”

İlk kez yalana yöneldi Ahmet. “Cezaevinden çıktım” diyemezdi ya.

“Abi, bu ilçede bir akrabam vardı. Onun yanına geliyordum. Otelde çantamı çaldırdım. Adres de içindeydi. Bir türlü bulamadım onları. Param da bitti; çaresiz kaldım. Şaşkın şaşkın dolaşırken, Maraşlı olduğum için mi nedir, levhanız çekti, getirdi beni?”

Kalfa düşündü biraz; sonra “Gel” deyip, depo gibi bir yere doğru yürüdü;

“Hırlı mısın, hırsız mısın, bilmiyorum? Ama söylediklerin, halin tavrın etkiledi beni. Git, tuvalet ihtiyacın filan varsa gör, gel. Çünkü kapıyı üstüne kilitleyeceğim.”

Gerçekten, kilitleyip gitti adam.

Yere oturup, çevresine bakındı Ahmet. İyi ki, elektrik vardı. Yok yoktu depoda. Gerekli ham maddeler; araç gereçler; kullanım eşyaları, fareler ve hamamböcekleri.

Sırtını, bir demir sehpaya dayayıp, düşüncelere daldı: Neyin nesiydi, bu özgürlük denilen şey? Cezaevinde yatak vardı; özgürlük yoktu. Burada özgürlük var; yatacak yer yok. İkisi bir arada olamaz mıydı? Özgürlük sayıklamaları arasında uyuyakalmıştı.

Cezaevindeki kalkma saatinde uyandı. Zaten huzur vermemişti fareler. Hemen çevreyi düzenlemeye girişti. Kısa sürede, gruplayıp, bölüm bölüm topladı eşyaları. Görebildiği fare deliklerini kapattı. Bir baştan bir başa, silip- süpürdü ortalığı.

Kalfa gelip, kapıyı açtığında, işini bitirmiş elini yüzünü yıkıyordu.

Hayret! Kalfadan “Selâmünaleyküm” beklenirken, “ Günaydın” demişti. Hiçbir şey demese de olurdu. Ne diyeceğini şaşırmıştı belki de. Dudağını ısırarak bakıyordu depoya. İlk kez görüyor gibiydi. Şaşkınlığını gizleyebilmek için olmalı, “Meğer burası ne kadar büyükmüş” demekle yetindi.

Oysa Ahmet için olağanüstü bir şey değildi bu. O, cezaevinde de tertipli düzenliydi. Her şeyi tertemiz ve katlanmış olarak dururdu. İlişkileri çok sevecendi. Yalnızca, düzenini bozanlara bozulurdu.

Dükkâna geçtiler. Diğer çalışanların bakışları altında, ortamı bir kez daha gözden geçirdi Ahmet. Sonra, oturmadan sessizce bekledi.

O sırada gelen adamın karşında, herkes ayağa kalkıp, saygılı tavırlara geçtiğine göre; bu adam patron olmalıydı. Ahmet’i görünce sordu kalfaya;

“Bu kim?”

Kalfa, savunur gibi yanıtladı;

“Efendim, çok becerikli biri. İhtiyacımız da vardı, aldık. Depoyu ne hale getirdi bir görseniz.”

Patron üşenmedi, gidip baktı depoya. Gelirken yüksek sesle konuşuyordu;

“Gördünüz mü? Size, burayı adam gibi kullanın deyişimin nedenini anladınız mı şimdi? Birinin gelip, öğretmesi mi gerekiyordu? Beyninizi kullanmazsanız, bedeniniz çok fazla işe yaramaz.”

Patronun bu yargısı, işe alındığının kanıtı gibiydi. “Git başımızdan” denmeyecekti inşallah. Becerilerini, daha da iyi sergilemeye girişti. Temiz ve saygılı oluşu, tartışmasız artılarıydı. Oturmayı yasakladı kendine. Gerçi, “İşe alındın” diyen; bir pazarlık yapan yoktu, ama karnı doyuyordu ya, o yeterdi.

Patronun gözü üzerindeydi. Bunun farkındaydı. Ama bu ilgi, hemşerilikten mi geliyordu, yoksa çalışmasından mı, seçemiyordu? Hal hatır sormalar, memleketten söz açmalar sıklaştıkça, yakınlaşmanın artmakta olduğu, gözden kaçmıyordu.

Bu tür davranışlar, Ahmet’in moralini yükselttiği gibi; çevresinde de saygınlığını arttırıyor; dostluklar kurmasına olanak sağlıyordu.

O yüzden, Ahmet’in kimliği ve yaşam serüveni, kısa sürede öğrenildi. Bıraktığı etki ise, hiç de korkulduğu gibi olmadı. Ahmet’i yadırgayanların oranı, devede kulak bile değildi. Başlangıçta cehennem gibi algıladığı Erdemli’de, dost yürekli insanların az olmadığını gördü.

Kazandığı dostlardan biri de, dükkânın patronuydu. Çünkü Ahmet’e ortaklık öneriyordu.

Ne var ki, öğretmenliğe dönüş konusunda davası sürüyordu Ahmet’in. Kararın yakın olduğunu, yineleyip duruyordu avukatı.

Gerçi, öğretmenliğin ekonomisi, sosyal koşulları, yüz güldürücü olmasa da, mesleğe dönmek bir onur konusuydu.

Üstelik emeğin örgütlü tarzda savunulması kadar önemliydi öğretmenlik. Yüreğinin toplumcu yanıyla bütünleşen, insancıl bir sevdaydı o...

Dükkân çalışanları, Ahmet’le patronun dostluğunu kıskanmaya bile fırsat bulamadan, yargı kararı geldi; Ahmet aklanmış, öğretmenliğe dönme hakkını kazanmıştı.

Zaman bu kadar mı hızlı akıyordu?

Ahmet’in dondurma işçiliği birkaç ay sürmüştü.

Ama ayrılırken, başta patron olmak üzere, herkesin gözleri dolu doluydu.

Sonraki günlerde de, “ Kara çocuk nerde?” diyenlerin çokluğu, şaşırtıcıydı doğrusu.


ABİDİN DİNO PARKI AÇILDI

M. Demirel BABACANOĞLU

Burası Abidin Dino Parkı.

Seksenli yılların sonuydu, buranın adı Abidin Dino Parkı olsun diye önermiştim; öneriyi pekiştiren bir de yazı yazmıştım. Başka önerenler de olmuştu. Çok geçmedi; parkın adı “Abidin Dino” oldu. 23 Yıl sonra. Büyükşehir Belediyesi Başkanlığınca yeniden düzenlendi park. Havuzu yenilendi, sergenler konuldu, çiçeklikler açıldı; Orhan Kemal, Abidin Dino, Yaşar Kemal yontuları yerleştirildi. 5 Haziran günü törenle açıldı.

1932’de kurulan Halkevlerinin kurucusu Atatürk’tür. İlk yeri Ulus Bahçesi’ydi. Sonra bahçe adı değiştirilip “park” yapılmış. Halkevi 1940’ta yeni yapısına taşındı. 1951’de DP tarafından kapatıldı. Adana Belediyesi’ne verildi. Halkevci, mühürcü rahmetli Hikmet Sihay’dan dinlemiştim. DP’nin adamları gelip, yanar sobayı kaldırıp atmışlar dışarı. İçeride oturanları dışarı çıkarmışlar. Her şeyi darmadağın etmişler. Bugün Büyükşehir Belediyesi kullanmaktadır bu yapıyı.

Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Abidin Dino eski Halkevci’dirler. Halkevlerinden birçok sanatçı, şair, yazar yetişmiştir. Turan Turanlı, Avni Anıl, Ali Şenozan, Ali Şen bunlardan birkaçı. Muzaffer İzgü de Halkevi’nin kitaplarını okuyarak, sobasında ısınarak yetişmiştir! (Sahi niye Muzaffer İzgü çağrılmamış?) Yaşar Kemal Halkevi’nin bütün kitaplarını okumuş. Yazdığı şiirler, derlediği ağıtlar burada çıkmış. Orhan Kemal kimi öykülerini, romanlarını burada yazmış.

Abidin Dino, 1941’de solculuktan sürgün edilmiş buraya. Güzin Hanımla evlenmiş. Atatürk Caddesi, İstasyon yakınlarında evleri varmış. Bir gün taş yağmuruna tutmuş aymazlar! Oradan Abidin Paşa Caddesi’ne taşınmak zorunda kalmışlar. Yılmamış, kimi resimlerini burada çizmiş, oyunlarını burada yazmış; yayınlamış Görüşler dergisinde.

Hikmet Sihay’dan dinliyorum yine; Dino ile yürürken karşılarına bir dilenci çıkmış; Dino cebindeki 2,5 TL’yi dilenciye vermiş. Sonra da cebinin astarını çıkarmış göstermiş. Gelincik sigarasının motifini de Dino çizmiş. Bir de Orhan Kemal’le Abidin Paşa Caddesi’nde Verem Savaş Derneği’ne bez almak için yürüyorlarmış; çarşı esnafı dükkândan çıkıp ilgiyle bakmışlar(!). Bilindiği gibi Orhan Kemal de solculuktan içeri atılmıştır. O günün polisleri çocuklara para verip evini taşlatmışlar. O da, 1951’de Adana’yı terk etmek zorunda kalmış. Büyük sıkıntılarla karşılaşmış. Bir daha da Adana’ya dönmemiş. Şimdi heykeli dönüyor!

Yaşar Kemal diyor ki; en sülfü, en ağır işlere girdim; üç gün sonra buldular, işten attılar beni. Yaşar Kemal de hapishaneye atılanlardan biri… 1951’de, Abidin Dino’nun yönlendirmesiyle İstanbul’a kapağı atmıştır.

Bu üçlüden; Orhan Kemal (15.9.1914 Adana/2.6.1970 Sofya); Abidin Dino (23.3.1913 İst./7.12.1993 Paris) yaşamda değiller. Yaşar Kemal (1922 Osmaniye/…) 90 yaşında, yaşamı sürüyor, sürecek. Bunlar bizim edebiyat önderimiz, ışığımız. Halkevi Bahçesi’ne “Akademi Bahçesi” diyorlar… Bu bahçede konuşuyorlar, bu bahçede düşünüyorlar. Neden bu bahçenin adı; Abidin Dino Bahçesi değil de “Park”? “Park” sözcüğü, batıdan geçme bize. Ulus Bahçesi’nin adı da sonradan “Ulus Parkı” yapılmış. Bizim dilimize ne oldu?

Dino’nun dedesi Abidin Paşa’nın da (1880-85) büyük hizmetleri olmuş bize. Adana Askeri Rüştiye’yi (Eski Kız Lisesi), Saat Kulesini, Ziya Paşa’nın mezarını yaptırmış.

Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Zihni Aldırmaz’ın çalışmalarıyla “Akademi Bahçesi, Abidin Dino Parkı’na dönüştürüldü. Bahçede Orhan Kemal, Abidin Dino, Yaşar Kemal yontuları yer alıyor. Bugün (5.6.2012) yontunun açılışı yapıldı. Açılışta Vali Hüseyin Avni Coş, Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Zihni Aldırmaz, İçişleri Bakan Yardımcısı Osman Güneş, Orhan Kemalin gelini, oğulları Nazım’la Işık Öğütçü, Sinema Oyuncusu Menderes Samancılar, Tiyatro oyuncusu Ali Özgentürk; konuklar, halk açılıştaydı.

Konuşmacılar bu üç sanatçıdan övgüyle söz ettiler. Kültür sanat alanında öncülük eden bu insanlar günümüze ışık tutuyor dediler. Işık Öğütçü, babasının-annesinin işçilik yaptığı, Murtaza romanın geçtiği Milli Mensucat Fabrikasının (atıl durumda) Orhan Kemal Kültür Sanat Merkezi olmasını önerdi. O zaman Adana’ya göçebileceğini, Adana’da oturacağını söyledi. Büyükşehir Belediye Başkanı Zihni Aldırmaz’sa, olayı olumlu karşıladıklarını, böyle bir merkezin açılmasının yararlı olacağını belirtti.

Konuşmacılar arasında, Adana’da yaşayan yazarlardan, şairlerden, ressamlardan, tiyatroculardan, Halkevcilerden birer temsilci bulunmalıydı.

Yazık! Yoktular. İzleyici olarak da çağrılmamışlar.

Bu üç sanatçıya karşı (…) geçmişte Adana’da yapılan olumsuzluklardan hiç söz edilmedi, değerlendirme yapılmadı. Yüzleşme böyle mi olmalıydı?.. Oysa değerlendirmelerden kaçmamak gerek… Bu; geleceklere daha çok ışık tutacak, Adana sanatçısına gereken değer verilecek anlamına gelir. Ama öyle olmuyor. Adana’da kaç sanatçı var, nerede bulunuyor, neler yapıyorlar, bürokrasi görmezden geliyor.

Eksik gedik de olsa, böyle bir girişimi alkışlıyoruz.

Adana, 12.6.2012


BİR USLU ÇOCUK

Mehmet ÖNDER

Sabah erken, ortaokulun köşesinde otobüs bekliyorum; İzmir’e gideceğim. Hava soğuk mu soğuk. Otobüs bir türlü gelmek bilmedi, ısınmak için ellerimi ovuşturuyorum. Derken önümde bir otomobil durdu. Camı açan yolcu koltuğundaki kadının “İzmir’e mi?” sorusuna başımı on beş derece yana yatırıp “Öyle” yanıtını verdim. “Atla” işaretini kıvırdıktan sonra da titreme nöbetlerimi sona erdiren arka koltuğa iliştim.

İlk teşekkürümü yarı içerde yarı dışarıdayken yapmıştım; ısınıp, şöyle biraz kendime geldikten sonra teşekkürümü daha seçilmiş sözcüklerle yineledim; ardından ortamı incelemeye koyuldum. Üç kişiler, adam araç kullandığından başını çevirmeden konuşuyor. Kadın kuşkusuz eşi. Her ikisiyle de önceden konuşmuşluğumuz yok; ama karşılaşınca, hiç değilse yarım yamalak da olsa selam vermeden geçmediğimiz insanlar. Durup beni almaları da bundan.

Üçüncü kişi arka koltukta. Beş altı yaşlarında bir oğlan çocuğu. Öylece sessiz sessiz yolculuk yapıyor. Uslu bir çocuk anlaşılan.

***

Anlatılanlardan biliyorum; evin tek çocuğuymuş. Adı Alperen. Annesinin dediğine göre gerçekten de çok uslu bir çocukmuş. Yalnız çocukcağızın bir sıkıntısı varmış. Arkadaşları onunla oynamıyorlarmış, hatta birlikte yolculuk etmek bile istemiyorlarmış. Annesi bu duruma çok üzülüyor. Alperen’le oynamayan komşu çocuklarının bir sorunları varmış besbelli. Bunlar da çocuklarını sık sık gezmelere çıkarıyorlarmış, canı sıkılmasın diye.

Üzüldüm tabi, öylece uslu uslu oturan çocuğun ne zararı olur ki oynamıyorlar. Hep bir olup dışladılar buncağızı kuşkusuz. Zaten annesi de öyle düşünüyor:

-Oyuncaklarından saç tıraşına kadar her şeyinin konuşulması, eleştirilmesi bir kıskançlığın belirtisi değildir de nedir?

Her ne kadar babası, “Ne kıskanacaklarmış yahu, ta İstanbul’dan dayımın torunu geldi o da yarım saat dayanamadı, kaçtı!” dese de, ben kadından yanayım. Şu boynunu eğmiş uslu uslu oturan, doğayı, kuşları seyreden çocukcağızın kime zararı dokunabilir, şimdi. Yok yok, kusur komşu çocuklarındadır. Zaten annesi de iki lafın birinde “Benim oğlum çok usludur.” demiyor mu? Kadıncağızın bana yalan borcu mu var?

***

Bu gün şanslı günümdeyim, belli. Hazır sıcacık arabanın içinde rahat rahat yolculuk yapıyorum. İndir bindi olmadığından hızlı da yol alıyoruz. Göz açıp kapayana, Bayındır sınırlarından çıkmak bir yana Torbalı’yı bile geçmişiz. Bu arada sessiz yol arkadaşım da yavaş yavaş yabancılığı üstünden atıp bana ısınmaya, sorular sormaya başlardı:

-Amca senin adın ne?

-Mehmet.

-Çocuğun var mı, benimle oynar mı?

Ah canım. Gördüğüm kadarıyla hiçbir şeyin garibi değil de, yalnız arkadaş garibi bu çocuk. Ne kadar kötü arkadaşlarının onunla oynamamaları, uzak durmaları. Hemen gönlünü almaya çalıştım:

-Var, benim de senin yaşlarında bir oğlum var. Seninle de oynar, niye oynamasın.

Konuşmamız annesini de çok memnun etti, gözleri parladı kadıncağızın:

-Gördün mü bebişim, senin de bir arkadaşın oldu. Onunla her gün oynarsınız artık

***

Biz Alperen’le sohbeti iyice koyulaştırdık, her şeyi konuşuyoruz. Bir ara, “Mehmet amca senin köpeğin var mı?” dedi. Aslında yok ama gönlü hoş olsun, diye “Var” deyiverdim. Köpeğe de çok meraklı olmalı, soruları bitmiyor:

-Isırgan mı?

-Eh, biraz.

-Seni hiç ısırdı mı?

Yine laf olsun, diye “Eh bir kez ısırdı.” diyecektim ki, “Bir” der demez, dişlerini koluma geçirmesi bir oldu. Buralara şenlik, bağırmak filan kâr etmiyor. Koparacak. Debelen, itele derken kolu zar zor kurtardım. Ellemesem, Tanrı korusun engel olamasam, koparıp camdan dışarı tükürüverecek kolcağızımı!

Bir de sormuyor mu?

-Amca, bundan çok acıttı mı?

***

Annesi ön koltukta şen şakrak kahkahalar atıyor. Ne de uslu bebişi varmış onun öyle!

Çocuk gerçek kimliğine mi kavuştu bilmem, densizlik diz boyunu geçmeye başladı. Bir ara da:

-Amca dilini çıkarır mısın?

Akıllanmayacam ya, çıkardım. Aman, aşağıdan yukarı bir yumruk çıkardı ki, yumruk derim size. İlk işim tamamıyla koptu mu diye dilimi kontrol etmek oldu. Çok şükür ki, tutar yeri var.

O zevkten dört köşe:

-Nasıldı ama aparkat, nasıldı?

Ben aparkatın güzelliğini çirkinliğini düşünedurayım, bir de kulağımın dibine yaklaşıp son sesiyle çığlık atmaz mı? Acıların yanında bir de kulak uğuldaması. Köyde böyle yapanlara “Gulamın böcesini gaçırdın.” derlerdi; bende böceden möceden eser kalmadı.

Annesi yine zevkten dört köşe. Ama geçen günlerde hastalanmış, bu “Uslu canavar!” onu anlatıyor arada:

-Yaa amcası, benim oğlum hasta oldu biliyor musun? Kırk derece ateşlerde, ölümlerden döndü.

Bir daha saldırırsa o döndüğü güne lanet okuyacam ama bu da söylenmez şimdi:

-Hay Allah görüyor musunuz, yavrucağın başına geleni. Vah vah.

***

Çocuk evlere şenlik; hangi yöntemle saldıracağı belli değil. Hiç yüz vermiyorum. Sorular soruyor, yanıtsız bırakıyorum. Ama o boş durmuyor, antrenman yapıyor; karnıma, omzuma hafiften yumruklamalar, ayaklarıma tekmeler aralıksız sürüyor. Belki kızdığımı anlar rahat bırakır diye yüzüne bakmıyorum, tınmıyor. Bu soğukta araçtan inmek de olmaz. Üstelik otobandayız, bir daha araç da bulamam.

Ama dedim ya, çocuk boş durmuyor; bir ara yeterince idman yaptığını düşünmüş olmalı, öldürücü darbeyi önerdi:

-Amca be, çenene bir uçan tekme atabilir miyim?

Benden yüz yok tabi; buraya kum torbası kontenjanından atanmadık ya! Ama çocuk bildiğiniz gibi bir çocuk değil; saldırmak için her türlü taktiği deniyor. Bu kez yalım yalım yalvarıyor, acındırıyor:

-Amca ne oluuur! Çok canım çekti…

***

Çocuk kalıcı eser bırakacak, uzun tedavi gerektirecek bir saldırıda bulunamasın diye, kalan yolu tetikte bitirdim.

İnerken, havanın çok soğuk olduğunu, dönüşte arabalarının yine böyle boş ve rahat olacağını, dönüş yolculuğunu da birlikte yapmamızı önerdiler. Hatta çocuk, “Mehmet amcacığım ne olur birlikte dönelim, seni hastanelik etme zevkinden beni mahrum etme.” der gibi yalvaran bakışlarla gözlerimin içine bakıyordu.

Rahat! Bile olsa, karşılığı dayak olan bir yolculuğa daha gözüm kesmedi; işimin bir günde bitmeyeceğini, yarın döneceğimi söyleyip teşekkür ettim. Alperen’in vedalaşırkenki sözleri hâlâ kulaklarımda:

-Annee, ne olur biz de yarın dönelim, ben Mehmet amcayı çook sevdim!


SON 3 YILIN EN İYİ ANMA ETKİNLİĞİYDİ

Mehmet ŞAHİNCİLEROĞLU



“Yolum düşünce Anamur’a /Havalar yağar eser de olsa /Elini kulağına götürerek /Uzun hava çeken köylüleri /Dinlemeliyim mutlaka.” diyordu Abdülkadir Bulut o gür sesiyle “Yolum Düşünce Anamur’a” adlı şiirinde.

***

Ölümünün üzerinden tam 27 yıl geçmiş. Geç de olsa kekik kokulu şiirlerin sahibiyle tanıştığım için mutluyum. Son 3 yıldır Bulut’u anma etkinliklerine katılıyorum. Katıldığım etkinlikler içinde en görkemlisi bu yıl yapıldı.

***

Anamurlu şair ve yazar Abdülkadir Bulut, ölümünün 27.yılında Anamur Belediyesi Meclis Salonu’nda Anamur Kültür Derneği ve Çağdaş Şair ve Yazarlar Derneği’nin ortaklaşa düzenledikleri etkinlikle anıldı. Etkinlik başlamadan önce salon yavaş yavaş kalabalıklaşıyordu. Salonun girişinde etkinliğe katılanları Anamur’un usta klarnetçisi Savaş Küçükderya’nın solo klarnet dinletisi karşılıyordu. Etkinlik başlamadan önce Bulut’u konu alan kitaplar ve ÇAĞŞAD üyelerinin kitapları salonun hemen girişinde okuyucusuna ulaşabilecek olmanın heyecanı içindeydiler. Salona gelen konuklara çay ikramları yapılıyor, uzun zaman sonra etkinlikte ilk defa bir araya gelenler etkinlik öncesi hasret gideriyorlardı.

***

Etkinlik saatine doğru yavaş yavaş yaklaşılıyordu. Hiç beklemediğim bir kalabalık salonu doldurmaya başlamıştı. Etkinlik başladı. Salon tamamıyla doluydu. İnanamıyordum gördüğüm kalabalığa. Her şey güzel başlamıştı.

***

Anamur Kültür Derneği Başkanı Sadise Seymen’in açılış konuşmasındaki sözleri çok anlamlıydı: “Öyle mutluyum ki... Sizlere bakınca öyle güzel yüzler, öyle güzel gözler görüyorum ki... Toplantı salonumuz dolu. Teşekkür ediyorum. Anlıyorum ki doğru yoldayız... Duyguluyuz çünkü “Çağdaş Şairler ve Yazarlar Derneği”, Abdülkadir Bulut adına düzenledikleri şiir yarışmasının ödül törenini Anamur’da yapmak istediler. Bize kucak açtılar, biz onlara kucak açtık. Onur duyduk.”

***

Oğul ve torun Bulut’un bazı sebeplerden dolayı etkinliğe katılamamalarından dolayı gönderdikleri iletiler okundu. Oğul Bulut’un iletisi, “Bu kadar duygu yoğunluğu içersindeyken babamı anlatmak çok zor. Çok güzel öperdi benim babam. Sadece uyurken değil her zaman. Çok güzel bakardı benim babam. Güven verirdi, her zaman yanındayım der gibi... Bizimle sohbet ederken, siyaset derdin, emek derdin, işçi derdin o zaman anlam veremezdik, meğer bizi geleceğe hazırlıyormuşsun” şeklindeydi. Torun Bulut’un iletisi ise, “Adını taşımaktan gurur duyuyorum dedeciğim. Keşke seni tanıyabilseydim, beni tanıyabilseydin... Bilemediklerimi babaanneme soruyorum, babaannem de çok şey biliyor ama sen daha çok şeyler biliyormuşsun, keşke sen olsaydın. Hasta olsaydın ama yaşasaydın. Dede keşke o minibüse hiç binmeseydin, keşke o koltuğa hiç oturmasaydın, keşke yaşasaydın...” şeklindeydi. Gönderilen iletiler salonda okunurken etkinliğe katılanlar gözyaşlarına hâkim olamıyorlardı.

***

E Yayınları’nın sahibi Mehmet Atay, Şair ve Yazar Mehmet Mahsun Doğan ve Atılım Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ulvi Keser’in konuşmacı olarak katıldıkları panelde, oturumun yöneticiliğini Ali Ziya Çamur yaptı.

***

E Yayınlarının sahibi Mehmet Atay, “Düşündüğü gibi yaşayan, yaşadığı gibi konuşan nadir insanlardandır Abdülkadir Bulut. Birçok konuşmaya katıldım, hiç burada bu kadar heyecanlanacağımı düşünmezdim. Oğul ve torun Bulut’un mesajları beni yani eski bir dostu çok duygulandırdı. Abdülkadir Bulut gibi ölümünden bu kadar yıl sonra bile bu kadar içtenlikle anlatılan, bu kadar samimi şekilde sahip çıkılan birini daha hiç görmedim. Bu durum, Abdülkadir Bulut’un sadece şair olduğu için değil, yedi düvelle barışık biri olmasından olur.

O görüşmemizde bana Dragon Çayı’nın güzelliğinden bahsetti ve gelip görmem için ısrar etti. Ben de bir gün geleceğimi söyledim. Ama ne yazık ki onu kaybettiğimiz için bu hayalimizi gerçekleştiremedik. Programa davet edilince Anamur’a gelmişken Dragon Çayı’na da gelerek ona verdiğim sözümü tuttum. Dragon Çayı’nın şair Abdülkadir Bulut’un anlattığı kadar güzel olduğu gördüm. Buraya gelerek bu güzellikleri gördüm. 27 yıl gecikmeli, bir randevuyu gerçekleştirdim. Akine Köyü’ne gittim. Dragon Çayı’nı gördüm. Suyuna elimi sürdüm. Görüyorum ki burada herkes Abdülkadir Bulut... Hiç böyle bir sahiplenme görmedim. Şiirlerinde yerelle evrensel dokuyu koruduğu için Abdülkadir Bulut olmuştur. Kendi düşüncesini bu basitlikle, yalınlıkla ve yerellikle anlattığı için büyük bir şairdir. Size ne kadar borçlu olduğumuzu gördüm. Bu evladınıza sahip çıkın Anamur Abdülkadir Bulut, Abdülkadir Bulut Anamur...” dedi.

***

Şair ve yazar Mehmet Mahsun Doğan ise, “Abdülkadir Bulut’un üzerine yapışan Cemal Süreyya’nın yaptığı “Kasabalı Lorca” benzetmesi, şairimizin “Övgüye Değer Şairlerden Ödülü”nü aldıktan sonra olmuştur. Ağzından bal damlayan, cin gibi zeki bir şair olan Cemal Süreyya’nın bu söyleminin “Kasabalı” değil de “Türkiyeli” olması gerektiğini düşünüyorum. İspanyol şair Lorca, kasaba kasaba dolaşırken derlediği şarkıları yerel müziklerle belki Abdülkadir Bulut’la benzeşebilir ancak, Abdülkadir Bulut’un şiirlerinde Türkmen kültürü, yerel söylemler buluşur. Modern söylemle Abdülkadir Bulut, Dadaloğlu’dur, Karacaoğlan’dır, Ruhi Su’dur aslında… Abdülkadir Bulut; arkadaşlık duygusudur. İhanetsiz, saygıyla birbiri için ölmenin duygusudur” dedi.

***

Atılım Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ulvi Keser de “Abdülkadir Bulut, Akdeniz mi? Akdeniz, Abdülkadir Bulut mu? Yoksa Abdülkadir Bulut Akdenizli midir? Akdeniz, kutsal bir yerdir. Akdeniz, yereli evrensele taşır. İşte Abdülkadir Bulut, budur. Bulut’un şiirlerinde Akdeniz ve su hep direniş, özlem, mücadele, alın teri, emek ve umut anlamına gelir. Çünkü Akdeniz, suları gibi akıcı ve masmavi bir insanoğlu tarihidir ve Abdülkadir Bulut aslında Akdeniz’dir” dedi.

***

Yapılan konuşmaların ardından Çağdaş Şair ve Yazarlar Derneği’nin bu yıl 4.sünü, Abdülkadir Bulut adına 2.sini düzenledikleri şiir yarışması ödül törenine geçildi. Çağdaş Şairler ve Yazarlar Derneği (ÇAĞŞAD) Yönetim Kurulu Üyesi Aydan Yalçın, Şair Abdülkadir Bulut 2. Şiir Ödülü’ne katılarak dereceye giren yarışmacı ve eserleri açıkladı.

Yalçın, “27 yapıt arasından oy çokluğuyla birinciliği, “DÜŞ KUŞUN KANADINDA” adlı kitap dosyasıyla Alp Arslan Akman, “Övgüye Değer Eser” ödülünü ise “KEDİ TEDİRGİNLİĞİ” adlı kitabıyla Melih Elhan aldı. Hüseyin Atabaş, Gülsüm Cengiz, Fadıl Oktay, Ali F.Bilir, Mehmet Mahsun Doğan, Aydan Yalçın’dan oluşan Seçici Kurul’un “Jüri Özel Ödülü”ne “ZAMANI GEÇTİM” kitabıyla Yusuf Alper, “Özendirme Ödülü”ne ise “SESİM BOĞULUYOR DENİZLERDE” adlı kitabıyla Cihan Barış Budak’ı layık görüldü” dedi. Yarışmada dereceye girenlere ödülleri verildi. Gece törenle burada son buldu. Herkes dağıldı. Ancak, Bulut sevdalıları İskele’deki Meltem Otel’e gittiler. Otelde çaylar içildi, Bulut’la ilgili anılar tazelendi. Değerli büyüklerim Saadet F. Bilir, Ali F. Bilir, Güngör Türkeli de etkinliğe katılanlar arasındaydılar.

***

Değerli büyüğüm Yazar Mustafa B. Yalçıner, Bulut sevgisini çok güzel anlattı. Afyon’da yaşayan bir Bulut sevdalısı Bulut’u araştırmış. Bulut’a ulaşabilmek için bir hayli çaba sarf etmiş. Çabası sonucu hiç görmediği, tanımadığı ancak, okuduklarından tanıdığı Bulut’un resimlerini çizmiş ve Mustafa ağabey de bu resimleri Gerçemek’te yayımlamış. Mustafa ağabeyin anlattıkları Bulut sevgisinin tam bir göstergesiydi.

***

“Nasıl tanırsa bir bebek /Kokusundan anasını, babasını /Şairin hası da yiğidim /İşte öyle tanır yurdunu” diyerek, çok iyi tanıdığı yurdunu şiirlerine ilmek ilmek dokuyan ve saçma bir kaza yüzünden 27 yıl önce aramızdan ayrılan Anamurlu Şair ve Yazar Abdülkadir Bulut’u hasretle ve özlemle anıyorum. Nur içinde yatsın…


BİLMEK YAŞAMAKTIR

Mustafa SAĞLAM

Yaşama ve bilme, hayatımızın iki temel fiili veya insan olmanın iki önemli ayrıcalığı. Birincisi olmadan ikincisi olmaz gibi görünür hep ama iyice düşünüldüğü zaman anlaşılır ki, esasen her ikisi de önemli. Bazı şeyler de bilinirse yaşanır.

Konuyu az açacak olursak: Bu iki sözcük birbirine o kadar geçmiştir ki, ikisini birbirinden soyutlamak mümkün değil esasen. Hangisi önce gelir, diye sorulacak olursa, kabul etmek gerekir ki, daha fazla, “yaşamak” diye cevap verilir ve bence de doğrudur. Bildiklerimizin büyük çoğunluğunu bu şekilde elde ederiz. İnsanlar, yaşadıkları, denedikleri sayesinde öğrenirler; öğrendikleri için de bilirler; bellek diye bir yetenekleri vardır, beyinlerinde genişliği kişiden kişiye değişen bir bilgi arşivi oluştururlar. Pek çok şey insan belleğinde bulunduğu için uygun ortamlar oluştukça onu tekrar tekrar yaşar. Doğal olanı ve en sık görüleni de budur. Örneğin kişi, bir kez bal yemiş, onun tadını biliyorsa daha sonraları balı gördüğü zaman o tadı anımsar ve ağzında hissettiğini var sayabilir. Bir yerde, kokusu seyrek bulunan bir gül koklamıştır, oradan yıllar sonra geçse de onu ilk kokladığı zamanı yeniden yaşayıp, o kokunun nasıl bir çiçeğe, bir güle, bir bitkiye veya başka bir varlığa ait olduğunu hatırlar. Çıplak ayakla karın içinde yürüdüğü vakit ayağı üşümüş ya da kartopu oynamış bir kişi, karı her görüşünde veya her kardan bahsedildiğinde onu anımsar ve ayağının, elinin üşüdüğünü hisseder gibi olur.

Bütün bunlar olağan ve sık sık görülen şeyler, benzerlerini hepimiz yaşarız, yaşamışızdır aşağı yukarı. Bir de sadece bilindiği için yaşanan durumlar vardır ama. Bu ise deneyimler sonucu değil, okumalar ve duymalar sonucu edinilen bilgiler sayesinde olmaktadır.

Zaman ve mekân olarak bizden çok uzak olduğu halde başka bir yer ve çağda yaşadığını hissedebilmek örneğin. Kendini alıp, başka bir dünyaya götürmek veya yolculuk yapmak da denebilir buna. Sözü edilen yer, sanal bir dünya mıdır: hayır. Sanal dünya, gerçekte olmayan, insanların hayal gücüyle yaratılmış bir dünya demektir daha fazla. Benim kastettiğim ise “yüzlerce, binlerce yıl önce gerçek olmuş olan bir dünyayı okuyarak, araştırarak, onların bıraktıkları eserleri inceleyerek bilgilere ulaşmak ve o dünyayı kafasında yeniden oluşturmak” diye de tanımlanabilir bu. Geçmişe kazı yapmak veya zamana dalmak gibi bir şey yani. Örneğin, üç bin yıl önce Babil’de yaşamanız gayet mümkün. Mezopotamya tarihini incelerseniz; Sümer, Akad ve İbrani mitolojilerini öğrenirsiniz, destanlarını okursunuz, sonra da gider, Ninova şehrine varır, bir yıkıntının başına oturup, edindiğiniz bilgileri derler toplar, parçaları birbirine ekleyip o dünyayı yeniden kurarsınız. Bir de bakmışsınız ki, Semiramis’in sarayında konuksunuz. Kendisi de bir memleket hasretlisi olan o kadının, zaman ötesinden gelecek bir misafiri dostça karşılayacağından hiç şüpheniz olmasın; hemen kalkar ve yetiştirdiği asmaların üzümlerinden bir sepet dolusunu toplar gelir, önünüze koyar.

Ya da Kadeş Savaşı’na tanık olup, II Ramses’in Mısır saray ve tapınak duvarlarına kazıttığı övünmelerin doğruluğunu yanlışlığını görmek istersiniz. Neden olmasın, oldukça da kolay başarabilirsiniz bunu. Kitapları, ansiklopedileri açar, İ.Ö. 14. Asra ve 13. Asrın başlarına gider, II. Ramses’in ortamını ve Mısır’ı, Mısırlılar’ı okursunuz. Genç firavun Tutenkamon’un nasıl bir suikasta kurban gittiğini, dul kalan genç kraliçe Ankesenamon’un, Hitit kralı II Mursiliş’e ne diye mektup yazıp, oğlanlarından birini kendisine koca olarak istediğini öğrenirsiniz. Hitit Kralı’nın gönderdiği Zannanza adlı oğlanın yolda, kimler tarafından öldürüldüğünden haberiniz olur. Sonra dönersiniz Anadolu’nun o günlerdeki şartlarına: En azından bir kısmımızın ataları olan Hititler’i, Mursilis’i, Mutavallis’i tanırsınız. Mısırlılarla Hititler arasındaki ilişki hakkında genişçe bilgiler edinirsiniz; bu savaşın sebeplerini kavrarsınız. Sonra da savaşın olduğu İ.Ö. 1296 yılına ve yere kadar gider, o iki büyük devlet adamının nasıl bir savaş sanatı uyguladıklarını gözünüzle görürsünüz. Kimin, nerde hata yaptığını anlarsınız. Bu arada savaş sonrası olanlara da şahit olursunuz tabi. Kimin yalan söylediğini öğrenirsiniz.

Gelelim Ege’ye: Orası sadece bir adalar denizi değil. Ege’nin geçmişine baktığınız zaman öylesine ilginç olay ve kişilerle karşılaşırsınız ki, olayların her biri ayrı bir mucize, kişilerin her biri de ayrı bir üst insandır. Baştan sona bir harikalar diyarıdır Ege denen yer. Ve böylesi bir yolculuğa çıkmaya kalkarsanız bilin ki, hepsini görüp tanımak için bir değil, birkaç ömür yetmez.

Ötekiler bir yana, yalnızca Truva Savaşı’nda bulunsanız bile size yeter. Ama dikkat, Helena’ya siz de âşık olup da bunun sonucunda bir Türkiye-Yunanistan savaşı çıkarmayasınız.

Yalnız tarih açısından değil, diğer konularda da benzer durumlarla karşılaşırız. Bir roman okuyup, içeriğini bilmek, bir tiyatro oyununu seyredip aktarılan olaylara tanıklık edip, kendini o âlemde hissetmektir. Olayın kahramanlarıyla ve yolculuk yaptığı dünyadaki kişilerle aynı duyguları paylaşmak ve o olayı birlikte yaşamaktır. Onların dertlerine, sevinçlerine ortak olmaktır.

Uzun lafın kısası; bu yüzdendir ki, bir kişi ne kadar çok görmüş, gezmiş, okumuş ise o kadar çok şey biliyordur; kafasının içindeki dünya o kadar büyük, yaşam çemberi o kadar geniştir. Başka bir deyişle, dünyanın neresinde, hangi çağda olursa olsun, kişi ne kadar biliyorsa ancak o kadar yaşar.

Evet, yanı başımızdaki şu kitapların içinde ne değerli şeylerin saklı olduğunun bir farkına varabilsek!































16 Ağustos 2012 Perşembe

GERÇEMEK SAYI 34

GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ

KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN

Yıl: 6

Sayı: 34

Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni:

Mustafa B.Yalçıner

05327220674

yalciner_mustafa@yahoo.fr
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Hatice Canan Yalçıner

yalciner_canan@yahoo.com.tr

Yönetim Yeri:

Merkez mahallesi

Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2

33840 Aydıncık/ MERSİN

Telefon: 05327220674

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Yazı Kurulu:

Mehmet Babacan

F. Saadet Bilir

Güngör Türkeli

Songül Saydam

Basıldığı Yer:

Evren Yay. AŞ

Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.

Oğulbey/ANKARA

(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: 01 Temmuz 2012

Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır. Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/ Aydıncık Şubesi

TR930001001020307582605005

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.



ARAP SÜMBÜLÜ (Muscari)

Sümbülgiller familyasından olan Arap sümbülü, tarlalarda, taşlık arazide kendiliğinden yetişen, ayrı ayrı bulunduğu gibi küme halinde de yaşayan, soğanlı, otsu, çok yıllık, arıların sevdiği bir bitkidir. Etli, koyu yeşil, ince uzun oluk biçimindeki yapraklarının uzunluğu bazen sap uzunluğuna denktir. Yapraklarının arasından yükselen 20 cm civarındaki sapı yapraksızdır. Martta bu sapın üzerinde kümelenmiş, 40 kadar, ucu açık ama dar, küçücük bir çanı andıran mor çiçek açar. Bazı türlerinin çiçekleri çok güzel kokar. Latince adındaki “musc” zaten mis anlamına gelir.
Çiçek açıp, tohum verdikten sonra kaybolan Arap sümbülü bir sonraki baharda yeniden merhaba der yaşama.
Bitkinin bilinen bir özelliği yoktur. Soğanının yendiği söylenir.
EDİTÖRDEN

3. KELENDERİS ÖYKÜ YARIŞMASI BİRİNCİSİ

SAPAN
Turan Ali ÇAĞLAR

Sabahtan beri kuru bir kütüğe balta sallıyordu Mahmut. Sertleşmiş, çeliğe dönmüş yüzyıllık meşe gövdesi, her balta darbesinde çın çın ötüyor, pek az kıymık veriyordu. Odunun da sertliğinin de ayrımında olmadan vura vura söyleniyordu:

“Allahsız Hacı! Davarını öte süreceğine, ‘Ekinini kaldır oradan’ diyor. Davar mı öte gider, ekin mi?.. Amma, kuyruk acısından yapıyor bunu. Güreşlerde burnunu az sürtmedim toza toprağa. Ondan da önemlisi Nezihe. Nezihe’nin beni istediğini bildiği halde paraya boğarak aldı babasından. Ah Nezihe! Kaçalım dedim de kaçmadın! Şimdi mutlu musun o meşe kütüğüyle?”

***

Cennet dün akşam babasının üzgün geldiğini görmüş, nedenini sormaya fırsat bulamamıştı. Sabahleyin evde göremeyince meraklandı. Aramaya çıktı. Bir an önce bulup derdini bölmek istedi.

Çevreyi dinledi köyü çıkınca. Dikenli Gedik’ten gelen balta seslerini izleyerek oraya vardı.

Babasının sert bir kütüğü kesmeye çalıştığını gördüğünde şaşırdı. Kolay kesilecek onca odun varken neden o kütüğü seçmişti acaba? Üstelik sesli sesli söyleniyor, “Davar mı öte gider ekin mi, a kör olası Hacı?” diyerek indiriyordu baltayı. Kim bilir, belki de öfkesini odundan çıkarıyordu adam.

Yanına vardı babasının.

Karşısında kızını görünce baltayı bıraktı Mahmut. Suçüstü yakalanmış gibi gözlerini indirip yere çöküverdi. Gömgök tere batmıştı kuluncu.

“Hayrola kızım, burada işin ne?” diye sordu.

Cennet sözü dolaştırmadı: “Kendi kendine konuştuğunu duydum baba. Hacı’yla alıp veremediğin ne? Davarı yine bizim ekini mi bastı?” dedi. Babası başını salladı. Cennet, “Ona gittin ama her zamanki gibi tersledi, değil mi?” deyince babası yine başını sallayıp anlatmaya koyuldu:

“Akşam olurken çadırına vardım. ‘Hacı Ağa, davarların ekinimi yemişler. Çobanları sıkılasan da bir daha yedirmeseler,’ dedim. Gözlerini dikerek, ‘Kaldır ekinini, benim davarlarım yayılacak orada!’ demez mi! Kaynar sular döküldü başımdan. ‘Ulan Hacı, davar mı öte sürülür, ekin mi? Davar mı kalkar yerinden, ekin mi, vicdansız!’ dedim. Dememle birlikte oğullarıyla çobanları üzerime yürüdüler. Kollarımdan, ayaklarımdan tuttular, getirip Yanık Harman’a atıverdiler. O yetmezmiş gibi büyük oğlu böğrüme zorlu bir tepik vurup gitti. Silahım yok, tek başınayım…”

Cennet babasının uğradığı haksızlık karşısında ağlamamak için kendini zor tuttu. “Allah belalarını versin! Devir kötülerin devri!” dedi. Kolundan tutup kaldırdı babasını. Eşeği önlerine kattılar. Yol boyu başka söz etmeden eve döndüler.
***

Ana babasının tek çocuğuydu Hacı. Yokluğu, umarsızlığı bilmeden büyümüş, babasından büyük bir davar sürüsüyle geniş tarlalar kalmıştı. Çevrede hükmünü sürdürürdü. Kimini döverek, kimine söverek sindirmişti köylüleri.

Üç oğlu, bir kızı vardı. Kızının adını ağzına almazken oğullarıyla övünürdü. Oğullarını da kendi gibi zorba yetiştirmişti.

Tuzlu, sarı bir su çıkardı Sarıkoyak denilen yerde. Kimse o sudan içmezdi. Suyun tuzuna kanarak içen hayvan, karnı şişerek ölürdü birkaç saat sonra.

Hacı, sürünün bu suya yaklaşmaması için çobanlarını uyarırdı. Mahmut’un kovulduğu gün sürü Sarıkoyak’a dolanmış, birkaç davar o sudan içmiş, çatlayarak ölmüşlerdi akşam.

Durumu öğrenen Hacı çobanı karşısına aldı. Bir yandan sorguladı, bir yandan tokatladı. Çoban bin bir yemin ederek sürünün Sarıkoyak’a gitmediğine inandırınca, öfkesi Mahmut’a yöneldi. “Öyleyse, o deyyus zehirledi davarımı. Ekininin çevresine zehirli yem bıraktı muhakkak,” dedi. “Kıçındaki yamalı donu düşünmeden benimle yarışacağını sanıyor çulsuz! Ona öyle bir ders vereyim de aklı başına gelsin, Hacı’yla oynanmayacağını anlasın!” diyerek homurdandı. Sonra çobana, “Git o deyyusu bul, buraya getir!” diye bağırdı.

Çoban belayı savmanın yeğniliğiyle fırladı. Bir solukta köye vardı. Mahmut’un Meşelik’e gittiğini öğrenince tazı gibi o yana koştu.

Vadi tabanında, verimli bir tarlaydı Meşelik. Çevresiyle birlikte geniş bir yaylım alanıydı. Bu tarlada gözü vardı Hacı’nın. Vaktiyle orayı satın almak istemiş ama Mahmut, “Baba yadigârıdır,” diyerek satmamıştı.

Tarlanın ortasındaki pınarın önüne küçük bir havuz yapmış, domates, biber fideleri dikmişti akanağına. Çoban yanına geldiği sırada sebzelerin bakımıyla uğraşıyordu.

Çoban yaklaştı, bir ışılayan bir kararan yüzüyle selam verdi önce. Birkaç saniye durduktan sonra, "Mahmut Ağa, Hacı Ağam seni istiyor," dedi.

Mahmut’un kaşları çatıldı, “Ne yapacakmış beni ağan?” diyerek doğruldu. Çoban, “Bilmem, bana bir şey söylemedi,” dedi. Ardından bir yalan uydurdu: “Dünkü zararını ödeyecek herhal.”

Mahmut, Hacı’nın zarar ödemek için çağırmayacağını bilirdi. Almasını bilir ama vermeye yanaşmazdı o. Çobanın karıncalı sesinden de kuşkulandı. “Bu çağırma işi hayırlı bir çağırma değil ama gitmemek olmaz,” dedi içinden. Çobana, “Sen gidedur. Ben şu son karığın otunu da kesip geleyim,” dedi. Çoban uzaklaşırken tezce işine koyuldu.

“Ulan hayvan herif! İnsan özür dileyeceği adamı ayağına çağırır mı? Ah arkasızlık ah! Cenabı Allah, dölümü sürdürecek bir oğlan vermedi ki!.. Oğlumun olmayışı belimi büküyor. Kızıma kötülük etmeyeceklerini bilsem çıkarım ortaya, mertçe dövüşürüm,” diyerek yola koyuldu. Çoban ileride onu bekliyordu. Mahmut varınca, birlikte Hacı’nın yurt yerine çıkan yokuşu tırmanmaya başladılar.

Hacı çadırın önündeki dibek taşına dayanmış, kehribar tesbihini şakırdatıyordu durmadan. Yanına koymuştu öküzsiniri kırbacını. Oğullarıyla çobanları az ötede oturuyorlardı.

Mahmut yaklaştı, Hacı’nın kötü bakışlarını beğenmese de müslümana görevdir diyerek “Selamünaleyküm!” dedi.

Hacı doğruldu. Kırbacı yerden alır almaz, “Selamını da, ananı da, avradını da…” diyerek sıradan geçti. “Ulan köpek! Davarlarımı nasıl zehirlersin?” demesiyle kırbacı Mahmut’un yüzüne indirdi. Oğullarıyla çobanlar, ağızları kulaklarında izlemeye başladılar.

Mahmut, suçlanmasının şaşkınlığını atamadan kırbacı yiyince atıldı. Hacı’nın boğazını tuttu, iri elleriyle sıkmaya başladı. Öyle bastırdı ki Hacı’nın sesi hırıldadı.

Görülmüş şey değildi bu. Gırtlağını sıkmayı bırak, parmağını doğrultan olmamıştı bugüne dek ona. Oğullarıyla çobanlar koştular. Mahmut gelenleri görünce yumruğunu öyle bir indirdi ki Hacı’ya, çadırın ön direğine çarpıp, serildi kaldı Hacı. Sol yanağı patlamıştı, burnundan oluk gibi kan akıyordu.

Çobanlarla oğullar, Mahmut’a saldırıp, vurmaya başladılar. Nezihe aralarına koştu. “Yeter edin, öldüreceksiniz adamı!” dediyse de dinleyen olmadı. Ölü mü, diri mi olduğu belirsiz oluncaya dek dövdüler.

Burnunun kanını ceketinin koluna silerek doğrulan Hacı, “Durun!” diye bağırdı. Herkes durdu. İlkin karısına bir tokat atıp kovdu. Onun Mahmut’u korumasını eski nedene bağlamıştı. Gitti, kıpırtısız yatan Mahmut’a birkaç tekme de o attı. “Bir de ölüsüyle uğraşmayalım şunun. Köpek leşi gibi sürüyün, evininin önüne atın gelin,” dedi.

Oğulları Mahmut’un iki yanına geçtiler, kollarından sürüyerek götürdüler onu. Akşam karanlığında, herkes içerdeyken evinin önüne atıp döndüler.

Sofanın karaltısından izleyen Iraz, onların uzaklaşmasıyla birlikte, “Yetişin! Mahmut Abiyi öldürmüş Hacı’nın adamları!” diye bağırdı. Komşular hemen toplandılar. Buruk bir sessizlikle Mahmut’u izlemeye koyuldular. Yaşlılardan biri kalabalığı ite kaka ilerledi. Eğildi, Mahmut’un göğsünü dinledi. “Yaşıyor, götürüp yatağına yatıralım. Dudu’ya da söyleyin ilaç hazırlasın,” dedi. İki genç adam Mahmut’u yatağına götürdüler.

Güneş aşıp da babası gelmeyince endişelenen Cennet, Meşelik’e gidip onu aramış, kaygıyla eve dönüyordu o sıra. Evlerinden yanda yüksek sesler duyunca koştu, bekleşenlere ne olduğunu sormadan babasının yanına çıktı. Hürü Hala’sı ağlayarak Mahmut’un kanlı yüzünü temizliyor, bir yandan Hacı’ya ilençler yağdırıyordu. Dudu Nine ilaç hazırlıyor, yakınları üzüntüyle bakışıyorlardı.

Babasının yüzünü tanıyamadı Cennet. Gözleri yumruk gibi şişmiş, dudağı yarılmıştı Mahmut’un. Soluk alıp almadığı belli değildi. Bıyıkları, çenesi kan içindeydi.

Babasını o durumda görünce ne konuşabildi ne kıpırdayabildi. Gerilmiş yaya döndü. Bakışları delici, yumrukları sıkılıydı. Komşuları dağılıncaya dek öylece dikildi kaldı.

Gece boyunca Mahmut’un durumu değişmedi. İdrarını tutamıyor, idrarla karışık kan sızıyordu durmadan. Boğazından hırıltı çıkıyordu yalnızca.

Babasının başını bir soluk bırakmadı Cennet. Sabaha karşı Mahmut’un mırıltılar çıkardığını, kıvrandığını görünce umutlanarak halasını çağırdı. Halası geldi. Birlikte ilaç damlattılar ağzına.

Jandarmaya gitmeyi düşündü. Olan biteni komutana anlatmak istiyordu. Ne var ki karakol epey uzaktaydı. Gidip gelirken gecelemek zorunda kalacaktı. Bu da genç bir kızın göze alabileceği şey değildi. Yoldaş olmaları için dayılarına gitti. Amcası yoktu ama üç dayısı vardı. Dayıları Hacı’nın gölgesinden korkardı. Bin dereden su getirerek bahaneler buldular. Büyük dayısı, “Canım, Mahmut sakatlanmadı, şükür ölmedi de. Bu vaziyetteyken oraya buraya gitmek gerekmez,” dedi. Cennet dayısına kahırla baktı, söylene söylene eve döndü.

Mahkemeye gitse karakoldan da uzaktaydı orası. Üstelik kenti, adliyeyi bilmezdi. “Hacı şimdiden savcıyı, candarmayı görmüştür. Boşuna kendini yorma,” dedi komşuları.

Cennet bu sözleri, bu haksızlığı sindiremedi. Bir şey yapamasa da, “Dünyada adalet olmalı,” diye düşündü durdu.

Mahmut ertesi gün yaşam belirtileri göstermeye başladı. Kan işemesi durmuş, soluk alması kolaylaşmıştı. Tereyağı ile balı karıştırıp azar azar yedirdiler. Yavşan, kantaron otuyla yapılmış ilaçlar içirdiler. Birkaç gün sonra zar zor konuşur oldu.
***

O günlerde Hacı’ya kentin yolu göründü yine. Her gidişinde olduğu gibi kara kovan balı, tereyağı, taze peynir hazırlattı. Doru atına binerek kentin yolunu tuttu. Armağanları uygun bulduğu kişilere dağıttı. Yine ileri gelenlerle birlikte Ulu Cami’de öğle namazı kıldı. Akşam yine Babil Pavyon’a gitti, sabaha kadar bar kadınlarıyla içip eğlendi. Ertesi gün akşam dönebildi çadıra.

***

Haftasını geçmeden ekin tarlasına yeniden girmeye başladı Hacı’nın davarları. Cennet her gün davar çıkarıyordu tarladan. Ekinin bir bölümünde başaklar sapa karışmış, birbirine dolanmış, üzerinden çalı sürünmüşe dönmüştü. Çobanlar aldırışsız duruyor, Cennet’le alay ediyorlardı sanki. Dişlerini birbirine geçirse de o dağ başında yapabileceği bir şey yoktu Cennet’in. Kini, öfkesi arttıkça arttı. “Bu derdin çaresi yılanın başını ezmek ama nasıl yapılacak bilmem,” diye düşünmeye başladı.

***

Birkaç gün sonra Hacı’nın çobanı, Arap Mahir’in çobanıyla dövüştü. Armutlu tarlasında yıllardır Hacı’nın sürüsü otlardı. Mahir’in davarları Armutlu’ya girince çobanlar arasında dalaşma başlamış, bir süre sonra sürü sahipleri de katılmıştı kavgaya.

Mahir’in ataları geçen yüzyılda yerleşmişti buralara. Suriye çöllerinden zorla getirtmiş, ovaya yakın bir köye iskân ettirmişti padişah. Kışın o köyde, yazın bu yaylada yaşarlardı. Hırsız, zorba insanlardı. Kıyıcılıkta Hacı’dan geri kalmazdı Arap Mahir.

***

Hürü bir akşamüstü yine bakır bir sahanla çıkageldi. Cennet o sıra eşekteki çıra yükünü indiriyordu. Kendir çekişini, çıra kütüklerini kaldırıverip dizmesini görünce baktı kaldı Hürü. Çıra da çıraydı hani! Kibriti göstersen yanacaktı neredeyse. Öyle kalın kütükler, yağlı çıralar ta Baldıranlı Tepe’den beride bulunmazdı.

“Vay, eşek sıpası!” dedi içinden. “Şunun yaptığı çırayı değme erkek kesip getiremez. Getirdiği yer desen cehennemin öte yanı. Bir başına korkmadın mı o ıssızlarda?” Sonra bakışlarını Cennet’in üzerinde gezdirdi. “Kolları erkek kolu gibi amma göğüsleri dümdüz. Yarın evlenip de çocuğa karışınca nasıl doyuracak bebelerini bilmem.”

Gürültüyü duyup doğrulmaya çalışan Mahmut da gördü çıraları. Bir kütüklere, bir kızına baktı. “Maşallah!” dedi. “Erkeklere taş çıkartır benim kızım. Şunun getirdiği çıralara hele!”

Cennet çırayı indirdikten sonra gördü halasını. Koşup sahanı aldı elinden. “Canım halam! Yemek de yapamamıştım, ne iyi ettin!” dedi. Sahana göz gezdirince, “Vay! Övcel çorbasıymış, hem de kekikli. Babamın sevdiğini nasıl da bilir!” deyip halasını öptü.

Mahmut’un onları dinlediğinden habersiz, merdivenin ilk basamağına oturuverdiler. Hürü kucağına çekti Cennet’i. Saçlarını okşayarak, “Bahtsız kızım. Anan öldüğünde üç yaşına girmemiştin daha. O günden beri evin hem kızı, hem oğlu oldun. Abim de biriyle evlenip kurtarmadı seni bu işlerden. Çok şükür geliştin, büyüdün amma onca ıssızlara yalnız gitme bir daha. Bir kötüye rastlamandan korkarım,” dedi.

Cennet beline doladığı sapanı gösterdi: “Korkma halam. Bu varken bana kimse yaklaşamaz.”

“İnşallah o sapanı kullanman gerekmez. Ara sıra taş atıyor musun onunla? Kollarını da püskülünü de ben örmüştüm. Atınca şırrak diyor mu püskülü, kayalarda yankı yaptırıyor musun gene?”

“Yaptırıyorum ama babam böyle olduğundan beri hiçbir şeyin tadı yok ki.”

“Babanı dert etme. Maşallah, güçlüdür abim. Tez günde ayağa kalkacaktır. O domuz Hacı’yla oğulları boklarına bulaşmışlar nasıl olsa.”

“Ne olmuş ki?”

“Mahir’in büyük oğlunu öldüresiye dövmüş Hacı’nın tayfası. Yarın Mahir’in dölleri de onlara karşılık verir. Yakında birbirlerini yerler inşallah!” dedi.

Cennet, “Ya!” diyerek doğruldu. Bir süre dikildi kaldı. Halasının, “Sağlıcakla kal,” dediğini duymadı, gittiğini görmedi. Neden sonra kendine geldi. Eşeğin yemini, samanını verir vermez sahanı alarak merdivenleri çıktı.

***

Aradan iki gün geçti. Üçüncü günün sabahı, Hacı uyandığında sürü yaylıma dağılmıştı. Kadınlar süt, peynir derdindeydiler ama olabildiğince sessiz çalışıyorlardı. Tencereden, sahandan azıcık gürültü çıkarsa, yiyecekleri tokada, işitecekleri sövgüye yabancı değillerdi.

Yatağında doğrularak üç kez öksürdü Hacı. Bu, karısını çağırma imiydi. Nezihe elindeki kabı yere bırakıp koştu. Çadırın kapısını açarak, “Hayırlı sabahlar Hacı Ağa,” dedi. Ağa esenlemenin karşılığını vermeden, “Sofrayı hazırla!” diye gürledi.

Karnını tez doyurdu. Atını istedi hemen. Çevresindeki insanlara gözlerini dikerek baktıktan sonra ata atlayıp çobanların peşine düştü. “Bugünlerde Mahir’den gözümü ayırmamalıyım,” dedi kendi kendine.

Cennet tepeye çıkmış, çadırdan beri çalımla gelişini izliyordu Hacı’nın. Çaltılı Boğaz’a girdiğini görünce korunağına geçti. İki gündür sıkı hazırlanmıştı. Hacı’yı öldüremezse, kurşunundan kaçacağı geçitleri bile hesaplamıştı.

Üç kez “Allah’ım bana yardım et!” dedikten sonra yumurtadan irice bir dere taşını sapana yerleştirdi. Ölçüsüz bir heyecanla beklemeye başladı. Çok geçmeden atın başı göründü. Cennet sapanı salladı, salladı. Hacı’nın çalılıktan çıktığı an tüm gücüyle savurdu. Hacı atın üzerinde iki büklüm oldu. Sol göğsünün altındaki kaburganın çat diye kırıldığını duymuştu. Soluk almaya çalıştığı bir an, sağ alnına oturan ikinci taşla gözleri karardı. Bir yanının üzerine kayarak yer ile ayni düzlemde, pütürlü bir kayanın üzerine serildi. Canının kesildiğini duyumsarken tabancasını sıyırdı. Haber vermek için bir kurşun sıktı. Kurşun sesi zayıf geldi kulağına. Gücünün son kırıntılarıyla ikincisini de sıktı. Sağ topuğunun o kurşunla yırtıldığını duyumsayamadı. Tabanca elinden düştü, kayadan aşağı yuvarlandı.

***

İlk tabanca sesi çadırdan duyuldu. Yankılanarak gelen ikinci sesle birlikte Nezihe küçük oğluna seslendi: “Çaltılı Boğaz’dan tabanca sesleri geldi. Baban, Mahir’in adamlarıyla çatışmış olmasın! Git, bak bakalım!”

Oğlan koşarak Boğaz’a vardı. Babasına birkaç kez seslenip yanıt alamayınca aramaya çıktı. Az ileride başıboş yayılan atı gördü. Kaygılandı. Hemen tepeye koştu. Göremeyince esikten yana yürüdü. Yürümesiyle birlikte onu gördü. “Babaa!” diyerek koşup atıldı. Omzundan birkaç kez sarstı. Kıpırtı olmayınca eğilip yüzüne baktı. Hacı’nın gözleri yarı açıktı. Ağzından kan gelmiş, kaya çiziklerinden aşağı sızmaktaydı. Babasını o durumda görünce korktu çocuk. Üstelik kan kokusu midesini bulandırmıştı. Çadıra koştu ağlayarak. Gördüklerini soluk soluğa annesine anlattı.

Dondu kaldı Nezihe. Aklı böyle bir şeyin her an olabileceğini söylese de, “Neden şimdi?” der gibi şaşkındı bakışları.

Kendini toplar toplamaz oğlunu sürünün başındakilere, kızını komşu çadırlara haberci gönderdi. Kendisi koşarcasına Çaltılı Boğaz’a yürüdü.

Ölüsünü tez buldu kocasının. Kimi kadınlar gibi saçını başını yolmadı, başucuna varıp oturdu ölünün. “Rüzgâr eken fırtına biçermiş Hacı. Sonunun böyle olacağını göremedin. Ne var ki onca yükü üstüme yıkıp gittin,” dedi, ağladı.

Çok geçmeden oğullarıyla çobanlar sökün ettiler. Koca göbekli büyük oğlu, “O Mahir çakalının Allahını, kitabını!.. Tekini sağ komayacağım onların!” diyerek geldi. Ölünün başına toplandıklarında bir hayhuy kopardılar. Bağırıp ağlarlarken biri karakola, biri köylülere duyurmaya gitti.

Köylüler geldi, Çaltılı Boğaz insanla doldu taştı. Gelenler, Hacı’nın nasıl öldürüldüğünü merak ediyorlar, çevresinde dönüp dursalar da nedenini anlayamıyorlardı. “Bir kurşun topuğunu yırtmış. Onunla adam ölmez. İkincisi kalbine saplanmış olmalı,” dedi biri. “Hacı da tabancasına davranmış ama neden düşürmüş onu acaba?” dedi öteki biri. Savcıyla hükümet tabibi görmeden de ölüyü çevirip bakamıyorlardı. O iki kurşun sesinin katilin tabancasından çıkması gerektiğini düşünüyorlar, türlü yorumlara giriyorlardı.

Ama hiçbirinin yüzünde üzülme belirtisi yoktu. Kimi kırbacını yemiş, kimi sövgüsünü işitmişti Hacı’nın. Yamulup kalmış ölüye döne döne, duygusuzca baktılar.

Durmuş avcıydı, topal karıncanın hangi kömeye girdiğini bilecek kadar da usta izciydi. Kırbacını yememişti ama nice sövgüsünü işitmişti Hacı’nın. Geldi, ötekiler gibi ölüyü izlemeye koyuldu. Eğilip bakınca sağ alnında, yumurta büyüklüğündeki morarmış bereyi gördü. O bere çenesindekinden, yüzündekilerden daha koyuydu. İşkillendi. Yanına, yöresine bakınırken birkaç adım aşağıda; otların arasında, ucu görünen, kan bulaşıklı dere taşını gördü. Ölünün ayakucundaki ikinci dere taşını da görünce doğruldu. İçinden, “Sapanla öldürülmüş bu kâfir. Hem de apak dere taşlarıyla. Acaba kim öldürdü?” diyerek en uygun sapan atılacak yeri araştırmaya başladı. Göze çarpmadan tepeye doğru yürüdü. Bakınırken bir kadın ayakkabısı izi gördü. Peşine düştü. İz bırakan kişi tepeden gelmiş, çalılıktaki bir kuytudan aşağı inmemişti. İlkin bir şeyler sezinledi. Sonra birden kafasına dank etti. “Vay be!” dedi. Der demez oradaki izleri ayaklarını sürüyerek yok etti. Ölünün yanına indi. Çevresini kolaçan ettikten sonra, ayağının ucuyla o iki dere taşını da aşağıdaki kökü kaba otlu, dikenli çalının içine itiverdi. İşini bitirince ötekiler gibi savcıyı, tabibi beklemedi, doğru köye gitti.

Mahmut’un arkadaşıydı Durmuş. Köye vardığında önce onun evine saptı. Merdiveni çıkar çıkmaz sofaya göz gezdirdi. Mahmut sırtı dönük uzanıyor, Cennet ortalıkta görünmüyordu. Eğildi, ayakkabılıktaki kadın ayakkabısını çevirip baktı tabanına. Bu, Cennet’in günlük giydiği lastik ayakkabıydı. Bakar bakmaz başını salladı. Ayakkabıyı yerine koyup Mahmut’un yanına vardı. Selamlaştıktan sonra hal hatır söyleşisine girdiler.

İçeride, giysilerini değiştirmekte olan Cennet, Durmuş’un sesini duyunca dışarı çıktı. “Hoş geldin Emmi!” dedi, el öptü. Sonra, “Şöyle, iki kahve yapayım da babamla birlikte için, olur mu?” dedi. Durmuş, “Olur be kızım,” dedi. “Hem de şekerli olsun.”

Cennet içeri koştu. Birkaç dakika sonra getirdiği kahve fincanlarını uzattı. “Afiyetle için. Sebzelere su salmıştım, karıklar taşmasın,” dedi. Lastik ayakkabısını giydiği gibi bahçeye koştu.

Durmuş arkasından bir süre baktı, sonra Mahmut’a döndü. Hacı’nın sapan taşıyla öldürüldüğünü söyledi ilkin. Ardından sesini düşürdü, başıyla Cennet’in gittiği yönü göstererek, öldürenin bir kadın olduğunu ekledi.

Mahmut yekindi: “Ne diyorsun Durmuş? Yeni yetme çocuk camız gibi birini sapan taşıyla öldürebilir mi?”

“Öldürmüş,” dedi Durmuş. “Hem de iyi etmiş. Hiçbirimizin yapamadığını o yapmış. Elleri dert görmesin yeğenimin.”

Mahmut sancılanmış gibi kıvrandı: “Yahu Durmuş nereden belli Cennet’in yaptığı? Kızımı katillikle suçladığını biliyon mu? En iyi arkadaşımsın amma yanılıyorsan düşmanım olacağını da düşündün mü?”

“Düşündüm Koca Herif, düşünmez miyim? Bak, neden Cennet’in aklıma geldiğini anlatayım: Onun ne yaman bir atıcı olduğunu, kaçan tavşanı bile sapanla vurabileceğini söylememe gerek yok. Bildiğin gibi, Çaltılı’nın taşları hep kahverengi, ufalanan, kayrak taşıdır. Hacı’yı öldüren taşlar apak, sert, dere taşıymış. Pütürlü taşlar hedeften sapabilir amma yuvarlaklaşmış dere taşları sapmaz. Dün ikindi Cennet’i dere yatağında görmüştüm de ne aradığını soramamıştım. Onun için aklıma geldi. İkincisi; Hacı’nın öldüğü yeri araştırırken bir kadın izi bulmuştum. Demin, Cennet’in ayakkabısını çevirip bakınca onunki olduğunu tastamam anladım.”

“Allah Allah!.. Aklım almıyor amma diyelim ki o yaptı. Araştırıp bulurlarsa ne yaparız? Ben ayağa kalkamıyorum daha. Beni bırak, kızım hapse girerse ölürüz be Durmuş!”

“Yavaş konuş, biri duymasın. O işi kafana takma. Şüphelenilecek izlerin hepsini yok ettim. Allah’ın oğlu araştırsa bile Cennet’e uzanan bir ipucu bulamaz. Zaten suçu şimdiden Mahir’e yıktılar bile. Hacı’nın büyük oğlu tüfek elinde, yekinip duruyordu Mahirgilden yana. Belki şimdiden savaş patlamış, bir ikisi serilmiştir yere. Gönlünü ferah tut. Hadi, bana eyvallah! Gene uğrarım,” diyerek merdivene yöneldi.

Mahmut’un içine zorlu bir kurt düştü. Cennet yapmış olabilir miydi bu işi? Birden beyninde şimşek çaktı. Kızının eve iki akşamdır beline sapan dolamış halde geldiğini görmüştü. “Acaba?” dedi kendi kendine.

Kuşku içini kemiriyordu. Dayanamadı. Istar tahtalarının arasından bahçedeki kızına bir göz attıktan sonra sürünerek odaya girdi. Sapanın asılı olduğu yere varınca, “Vay canına, ses çıkarmasın diye püskülünü de ütmüş eşşoğlu eşşek!” dedi. Sapana bir süre baktıktan sonra gözlerini indirip düşüncelere daldı.


3. KELENDERİS ÖYKÜ YARIŞMASI İKİNCİSİ

ÜSTÜMÜ ÖRT
Arda İNAL

Etrafıma toplanmaya başlayan insanların şaşkınlık dolu bakışlarından anlamaya çalışıyorum olan biteni.

Asfalt soğuk, biliyorum ama üşümüyorum.

Annemle babamın haberi yoktur daha, sıcacık evimizde uyuyorlardır bu saatte. Sabahın daha güneşle bütünleşmediği bu anların evimdeki aksini biliyorum. Hukuk okuduğum yıllardan kalma hüzünlü ama lezzetli bir tat bu. Şu an aldığımdan çok daha farklı bir tat... Şafak sökeli biraz olmuş, otobüs, lastiğinin tozu ve kaptanının uykulu gözleriyle girmiştir memleketimin il sınırlarına. Otobüsten hele bir inmeyegöreyim; en güçlü, en başarılı, mağrur ve onurlu öğrenci benimdir bana kalsa. Çünkü muhakkak fakültemle girdiğim çetin bir savaştan zafer dolu haberlerle gelmişimdir evime. Tatlı, şımarık ama biraz da haklı bir vakar ile yürürüm evimize doğru. Ev, sıcacıktır, buram buram uyku ve suskunluk kokmaktadır. Tüm evlatları bir inci kolyenin taneleri gibi bir yerlere dağılmış, karı koca bir başlarına kalmış olduklarından, pek de bozmamışlardır havasını evimin. Kapının zilini uzunca ve kesik bir ritimle çalışımdan ben olduğumu anlar ve o heyecanla açar kapıyı annem. Gözleri şişmiştir, çünkü önceki gece beni beklemiştir merak ve hasret içinde. Özlem vardır gözlerinde; şefkat, vuslatın verdiği mutluluk ve ayrı kalmış olmanın hüznü... Zor şartlarda okuyor olmamın verdiği ağırlık bir de… Ve daha neler neler...

İşte o tat geliyor şimdi hatırıma, umutlarla dolu bir çağın yaşanmayı bekleyen hatıraları... Şimdi, hepsi akıyor, başımdan ellerime doğru. Sıcak, ürkütücü, gözyaşı ve elem veriyor insana... Banaysa, hiçbir şey vermiyor yaşanmamış hatıralardan başka. Annemle babamın, haberi yoktur daha... Duysalar... Peki ya o duysa? Duymuşsa?..

Ağlamak istedim bir an. Haykırarak, hıçkırarak ve çılgınlar gibi ağlamak... Ama olmuyor sanırım, ya da oluyorsa bile ben bilmiyorum. Neyse, o duyduğunda burada olmak istemiyorum. Nasıl olacağını tahmin ediyorum işte, lanet olsun ki parçalanacağım onu öyle durmuş, gözyaşları içinde haykırırken seyrettiğimde... Üstüme kapanacak, küfredecek tanrısına, dinine, bana kızacak bırakıp gittiğim için, biliyorum. Ve içim acıyor işte bir tek bunun için, ama nafile... Bir ömür boyu onun içinde kapanmayacak bir yaranın her dem kopuk kalan mühresi olacağım. Belki bir ömür taşıyacak ak koynunda fotoğrafımızı... Yaşamaktan da zormuş bu...

“Nasıl olmuş? Bilen var mı?”... “Ters yönden gelen arabanın teki çarpmış, çok hızlıymış, çocukcağız kaç metre uzağa fırlamış... Kafasını şu direğe çarpmış diyorlar...” Rahatça ve yüksek sesle konuşuyorlardı, ben orada değilmişim gibi... Halbuki tek bir noktayı da olsa, hâlâ görebiliyordum her nasılsa... Ve konuşulan her şeyi duyabiliyordum. Ağzımdaysa, kanımın metalimsi tuzlu tadı vardı. Belki de, bu duyuların hepsi birer tahayyülden ibaretti, bilemiyorum...

İlkokulda aynı sırayı paylaşırdık Onunla. Öğretmenden aynı azarları yer, aynı hayalleri kurardık. Birbirimizin hatıra defterlerine yazmıştık, onu hatırlıyorum. Böyle tanışmıştık onunla biz. Aradan tam on yıl geçti. Üniversitelerimizi yıl kaybetmeksizin bitirdiğimizin hemen ertesi aylarında karşılaştık bir gün. Nerde, nasıl hiç önemi yok şimdi, ama tek anımsadığım şey vardı; tertemizdi o. Hiç kirlenmemiş ve insanoğlunun bozuk yüreklerinin ayak basmadığı bir limandı benim için, ebediyete demir atacağımı o an hiç bilmediğim... İlk karşılaşmamızdan birkaç ay geçti geçmedi, bir gece rüyamda gördüm onu; evlenme teklifi ediyordum. Güzel bir yemek, şık elbiseler... Rüyamdan bir gün sonra ona ansızın ulaşacağımı, çay içmeye ve ilk anılarımızı yad etmeye davet edeceğimi, onun bu teklifi kabul edeceğini, her şeyin hızla gelişeceğini ve bu kadar kısa sürede bir kadını bu kadar sevebileceğimi hiç tahmin edemezdim... Daha bir yıl önce hiçbir şeyimken, şimdi her şeyimdi... Aldığım en doğru karar, seçtiğim en doğru insan, attığım en güzel adım, çiğnediğim en güzel ilke idi o benim için... Sadeliğinin, masumiyetinin ve tertemizliğinin altında bir dünya yatıyordu içine sığabileceğim denli büyük... O, bunu bilmiyordu. Artık biliyor. İşte, işin acı veren tarafı da bu ya... Onu, böyle bir durumda yalnız bırakmak... Evlenmemize, aynı çatının altında yemek yiyip geceleri başka evlere dağılmadan aynı odayı paylaşmamıza kaç ay kalmıştı ki şurada... Yaz gelince, memleketimi gündüzleri dev bir fırına dönüştürür gibi insanlarıyla büsbütün yakıp kavurup, akşamında da insan yüzleri arasında gezinen yeliyle bizi kendine bağlayacağı yaz günlerinde atılacaktı konfetiler üzerimizden. Onun en büyük hayali, evinin merdivenlerinden benimle ve gelinliğiyle inmekti. Şimdi, başkasıyla inmesi belki de yıllarını alacak, belki de hiç inmeyecek o merdivenlerden ak gelinliği içinde... Belki, ben de onun rüyasına girmeyi başarır ve beni unutup hayata geri dönmesini söyleyebilirim ona bir gün... Kendi ağzımla ona başkalarının kollarında uyumasını söylemek zorunda kalacağım için, ruhumdan da kanlar akıyor şimdi sanki yere...

Öyle bir zamanda gelmişti ki, vazgeçmek mümkün olmadı. O, öyle berrak ve öyle masumdu ki, gözümü karartıp her türlü adımı atmıştım onun için ve onunlayken... Asla yapmam dediğim şeyleri yapmıştım, o da öyle... Biliyordum, son durağımı bulmuştum ve gayrı onsuz iflah olmazdım...

Her şey çok güzel giderken... Olmamalıydı, yaşanmamalıydı bu. Yaşanacağını bilseydim, ne teklif eder ne de bu kadar bağlanırdım ona... Onu üzer, benden ayrılmasını sağlamaya çalışırdım belki... Umut vermez, büyük adımlar atmaz, ailemle tanıştırmaz, ailesiyle tanışmazdım. Şiirler düzmezdim ona, resmini çizmez, ellerine âşık olmaz, çehresini her insanda görmez, sesini her uyanışımda duyumsamazdım... Bilseydim öleceğimi, bu denli sevdirmezdim kendimi...

Ambulans sireni yaklaşıyor uzaklardan. İnsanların bir an için de olsa umutlandığını görüyorum. Başım yana düşmüş, koyu kırmızı kanım ellerimin etrafında birikmiş. Dokunmaya korkuyor insanlar beyaz ellerime, sağ elimdeki nişan yüzüğüme bakmak içlerini acıtıyor... Sevdiğim kadın geliyor usuma... Ve artık ağladığımı anlıyorum. Gençten bir kız “Aaaa, ağlıyor...” diyor arkadaşına. Arkadaşı “saçmalama Ayşe, ölüler ağlar mı hiç,” diyor ama kendisi de inanmış içten içe ağladığıma... Söyleyemiyor. Diğer seslere kulak veriyorum. “Pek de gençmiş zavallı... Ya ben bu çocuğu tanıyorum, avukat bu, off içim parçalandı bakamayacağım...” Diğer sesleri duyabilsem de, baktığım yöndekilerden başka insanları göremiyorum. Bakışlarımın yönü değişmiyor çünkü. Gözbebeklerimi oynatamıyorum. Her ne kadar kendi kanımı hissetmesem de, sağ elimde duran yüzüğe kan değsin istemiyorum. Ne önemi var onu da bilmiyorum ama istemiyorum işte...

Bugüne dek, yani biraz önceye dek, ölüm gerçeğinin farkındaydım ve bir yandan da çok merak ediyordum. Ama bu kadar adaletsizce, bu kadar kahpece bulacağını bilsem beni, her şey çok farklı olurdu. Sevdiceğimi hiçbir şart altında incitmez, hatta onunla derhal nikâh kıyar, ona dair söyleyemediğim tüm güzellikleri söyler, yapmak istediğim her şeyi yapardım onunla birlikte. Varımı yoğumu kullanarak hem de. Parayı, masrafları nasıl ödeyeceğimi düşünmeden borç harç bir şekilde edinir, sevdiğimle kurduğumuz hayalleri gerçekleştirirdim.

Onu en çok ölümümle inciteceğimi biliyorum.

“Nabzı atıyor mu?..” Ambulans doktorunun bu sorusunu birinci hemşire başını iki yana sallayarak yanıtladı. Elimi tutmuştu, bıraktı. Yine kanların içine düştü elim. Tıp, nişan yüzüklerini önemsemiyordu demek ki. Umutları, hülyaları, geleceğe dair planları önemsemiyordu. Saydıklarımın hepsiydi işte o yüzük, yüzüğümüzü önemsememişlerdi... Sevdiğim, daha evlenmeden “canım karım” dediğim, o önemser biliyorum. Avucunun içine alır, bir daha asla bırakmamacasına sıkar yumruğunu. Sevdiğimi göstermek için arada bir hafifçe ısırdığım parmağına takılır ıslaklığı hiç bitmeyen gözleri, sessizce ağlaması durmaz sevdiceğimin, biliyorum...

Ekimozların ve kan kaybının büyüklüğü için muayeneye girişmeye dahi gerek duymadı doktor. Kalabalığı dağıtıyordu polis memurları.

Kardeşlerim, ekmeğe mama dediğim günlerden beridir her şeyi paylaştığım bir avuç dostum, sevdiklerim, sevenlerim, arkadaşlarım, hasımlarım, hiç kimse bilmiyor, kimseler bilmiyor öldüğümü. Annemle babamın da haberi yoktur daha, sıcacık evimizde uyuyorlardır bu saatte. Yağmurun bu gece toprakla sevişmesinin kokusu dolmuştur evimizin arka bahçesine. Ama ne olursa olsun açmasınlar pencerelerini, kara haberi götürmesin ardıç kuşları aileme, sevdiğim kadına, dostlarıma...

Üstümü ört doktor, doğmamış oğlumla evlenmediğim karımın tahayyülleri içinde yalnız kalmak istiyorum şimdi, ne olur ört üstümü... Sevdiğimin ince parmaklı beyaz elleri dokunmasın cesedime. Beni böyle görsün istemiyorum...

3.KELENDERİS ÖYKÜ YARIŞMASI ÜÇÜNCÜSÜ

ELLERİM YANIYOR
İbrahim ŞAŞMA

Ellerim o paslı kapının ziline basmakta tereddüt ediyordu. Sadece kapının ziline basacaktım o kadar. Ama bu hiç de kolay gözükmüyordu. Elimdeki tüm hücreler, iş kapı ziline basmak olduğu zaman canlılığını kaybediyor, parmağımda bütün kılcal damarlar kuruyordu adeta. Birkaç kez yine aynı kapıya dayanmış, aynı sıkıntıyı yaşamıştım. Bu kapının ziline bir türlü basamıyordum. Basamayacaktım da. Oysa bin bir ümitle ve yeniden yapılandırılmış bir cesaretle bu apartmanın ikinci katındaki daireye geliyor, sırtımdaki yıllanmış yükü atmak adına umut bağlıyordum.

Emek Apartmanının yıllanmış duvarlarına baktım bir süre. Duvarın üzerindeki kirler ve döküntüler bile değişmemişti. Hâlâ aynı koku. Giriş kapısının camı hâlâ çatlaktı. Demek ki apartman sakinleri hâlâ birlik olamamış, hâlâ çatlak camı değiştirmek için üç dört kuruş atamamışlardı ortaya. Merdivenler yine toz içerisindeydi. Yer yer çikolata ambalajları atılmıştı koridora ve merdiven basamaklarına. Hiçbir şey değişmemişti anlaşılan bu binada. Merdiven silme ve süpürge kavgaları, balkon yıkarken diğer balkona su sıçratma tartışmaları. Küçük bir apartmanda sekiz ayrı daire, sekiz ayrı dairede ise sanki sekiz ayrı devlet mevcuttu. Bir tek bu binanın bu yönünü sevmemiştim. Birlik beraberlik duygusundan ve aynı çatı altında yaşamanın güzelliklerinden yoksun kalmıştı bu binanın sakinleri.

Ne vakit bu binaya gelsem aynı şeyleri yaşıyordum. Suçluluk. Mahcubiyet. Kendimi affedemeyişim. Çok şey birikmişti yüreğimde, taşıyamaz olmuştum. Bu zile bastığım an derdime derman olan şeyi bulacak, kendim olacaktım. Sanki kuş misali kanatlanıp uçacaktım. Kirimden arınacaktım. Yunduğum su arındırmıyordu beni özde kirimden. Bu duygularla adımlarken rutubet kokulu merdivenlerde, her kapıda duraksıyor, o kapının ardındaki dünyalara bakıyordum kendi dünyamdan.

Sıddık Teyze’nin kapısı bu. Kirden sarısını kaybetmiş bu kapının ardında mahallenin en meraklısı, yaşına rağmen en delikanlısı oturmaktaydı. Yaşı seksenlere dayanmış olan bu sevimli teyzeyi merakıyla tanımıştım. Bu apartmana kiracı olarak ilk girdiğimde oturacak olduğum evin anahtarını o teyzeden almıştım. Daha ilk karşılaşmamızda ahret sorgularına maruz bırakılmış, tüm sicilimi şeceremi anlatmak zorunda kalmıştım. Kadın bir sorunun cevabını daha almadan bir başka soruyla üzerime geliyordu. Daha ben sormadan bana hayatından kesitler anlatmaya başlamıştı. Ben sadece bir anahtar almak için çalmıştım kapısını. Böyle başlamıştı kendisi ile tanışıklığımız. Sokağa her çıktığımda pencereden dışarı bakar görürdüm onu. Her geçene laf atar, kimin nerden geldiğine, kimin nereye gittiğine ermeden rahat edemezdi. Sabah mesaisine giderken ayak sesimden mi anlar, yoksa saat mi tutardı bilmiyorum ama, tam sokağa çıktığımda pencereden başını uzatır, akşam gelen misafirlerimin kim olduğunu sorardı. Beni bulamazsa gözleri bir başkasını arardı. O gözler bir radar gibi yolundan alıkonulacak kişileri tarardı. İkindi vakti gelen kargonun kimden geldiğine dair, akşamüstü arabayla nereye gittiğime dair beyanat vermek zorundaydım. Bütün bunları bilmek ona tarifi imkânsız bir mutluk veriyordu. E biz de onu mutlu etmeyi biliyorduk.

Döne Teyze’yi hiç sevmemiştim zaten. Apartmanın birinci katında birinci daire. Birkaç kez selam vermeye çalışsam da verdiğim selam bana alınmayıp geri gelince selam vermeden geçmeye başlamıştım. Dördüncü katta eşimin yıkadığı balkondan akan su onun serdiği çamaşırların üzerine akınca mahalleyi ayağa kaldırmış eşime ağza alınmayacak hakaretler yağdırmıştı. O günden sonra pek muhatap olmamıştım Döne Teyze ile. Yorgun bedenimi sürüyüp geldiğim o akşam eşim bana ağlayarak anlatmıştı Döne Teyze’nin hakaretlerini. Kan beynime sıçramış, doldurduğum bir kova suyu olduğu gibi aşağıya dökmüştüm. Bir ses bekliyordum aşağıdan bir hakaret. Bir çıtırtı. Patlamaya hazır bir bomba gibi beklemiştim balkonda. Çıkmamıştı. Allahtan kaldırıp başını yukarı bakmamıştı. İkinci katta Gülten ablamız vardı. Ekmeğini taştan çıkaran, amele olarak pancar tarlasına çapaya giden eli öpülesi bir ablaydı. İki kızını bu şekilde okutmuştu. Yüzündeki güneş yanığında ve alnındaki çizgilerde yaşadığı zorlukların ve sıkıntıların izleri vardı. Efkârlı efkârlı sigara içerken görürdüm apartman bahçesinde. Gözlerinde hüzün okurdum çoğu zaman. Dört sene oturduğum evde dört kez geldiler evime. İki bayramdan sekiz kez çalabildim kapısını.Celal Amca. Ne apartmanlı onu sevdi, ne de o apartman ahalisini sevebildi. Disiplinli ve düzenli bir yaşam tarzına alışık olduğu için apartmana bir takım kanunları getirmişti ancak hiçbir fikri, buyruğu düşüncesi apartman sakinlerince kabul görmemişti. Apartmandaki hanımların akşamüstleri bahçede toplu oturmasına hiç razı olmuyordu Celal Amca. Oturmayacaksınız apartman önünde. Ayıp denen bir şey var yahu dedikçe hanımlar galeyana geliyor inadına inadına eylem yaparcasına oturdukları yerden kalkmıyorlardı. Özellikle bu oturma eylemlerini Celal Amca’nın işten dönüş saatine denk getiriyorlardı. Apartman kapısı sürekli kapalı kalacaktı ona göre. Merdivenlerden ağır adımlarla inilecekti çocuk olunsa da. Üç güne bir apartman içerisinde bir kuru gürültü kopar bir haneden bir haneye olmadık laf sayılırdı. Trafiği oldukça yoğun bir apartmandı burası. Entrikası bol. Kavgası bol. Bir de Emineler vardı. Garibimin dayak yemek kaderi olmuş. Kadın ne etse ne yapsa yaranamıyordu kocasına. O kadar da korkardı. Eşimle de güzel bir diyalogu vardı. Gelir ona dert yanar, ona ağlardı. Allah var ya ben bile korkardım kocasından. Her akşam alt kattan sesleri düşerdi hanemize. Bak gene bağırıyor yahu. Bak gene çıldırdı adam. Bak gene bir şeyleri sinirinden vurdu duvarlara. Üzülürdüm içten içe. Bir şey yapamazdım. Varıp kapısına da dayanamazdım. Her kapı farklı bir dünyaya açılıyordu bu apartmanda. Her adımımda ve her bir kapının önünden geçişimde değişik bir ruh haletine giriyordum. Özlemişim meğerse bu binayı. Boşaltmış olduğum daire bizden sonra çok kiracı görmüş, hiçbir kiracı bizim oturduğumuz kadar oturmamış. En çok da çıkmadan evvel, hiç çıkmayacakmışım gibi boyadığım, lilaya çevirdiğim o duvarlara yanıyordum. Daha kirletmemiştim bile elimle boyadığım o duvarları. Ayakkabılarımı şuraya çıkarırdım. Kömür kovamızı şuraya koyardık. Ah dördüncü katın sekiz numaralı dairesi. Biz burada kuru ekmekle ama sevdayla doyardık.

Dalıp gitmişim bir anlık da olsa. Yaşadığım her şey hızlandırılmış bir film gibi gelip geçti gözümün önünden. Ellerim hâlâ o zile basmakta tereddüt ediyordu. Bas diyordu içimden bir ses, bas da kurtul. Bir yandan korkularım vardı. Olur mu öyle şey, senin bir kariyerin var, senin bir dik duruşun var, asla taviz verme diyordu daha baskın bir ses. Kalbim yerinden çıkacakmış gibiydi ve ikiye katlanmıştı dakikada aldığım nefes. Ne diyecektim ki kapıyı açana. Nasıl dile getirecektim. Bu borcu nasıl ödeyecektim. Sırtımdaki dağları nasıl devirecektim. Biliyorum yine bu zile basamadan ve yine düşündüklerimi yapamadan döneceğim evime. Ve yine aynı karabasanlar, aynı kâbuslar bölecek uykularımı. Kendime duyduğum saygımdan ödün verecektim. Aynalara her baktığımda kendi gözlerimden ve lal kesilen dilimden utanacaktım. Özellikle ellerimden. Son günlerde iyiden iyiye düşlerime düşmeye başlamıştı bu konu. Rahatsız hissediyordum kendimi. Düşlerimde ellerim yanıyordu. Her defasında suya koşuyordum, koştuğum su yanıyordu. Sabahları uyandığımda evvela ellerime bakıyordum. İs kokuyordu bana göre, çoğu zaman is kokusundan arınmak için yıkıyordum. Kendimle hesaplaştığımda açık veriyordum. Ve bir takım sorular cevapsız kalıyordu. Hayatımda birilerine borçlu kalmaktan ve birilerini istemeden de olsa zor durumda bırakmaktan korkmuştum hep. Bu zile bastığımda içimi yıllardır kemiren bir dertten arınacağım aşikârdı. Bu zile bastığımda kendime veremeyeceğim hiçbir hesabım kalmayacaktı. Bu zile bastığımda kimliğimi tekrar bulmuş olacaktım. Yüreğimdeki ozanla o zaman barışacaktım. Ne vakittir yüreğimdeki ozanın bana küslüğü vardı. İstediğim çok şey istediğim gibi olmuyor, olmasın dediklerimse bir bir başıma geliyordu. Saksılara diktiğim çiçekler boy vermiyor, penceremin pervazındaki ekmek kırıntılarına kuşlar ilişmiyordu. Yüreğimdeki her bir sıkıntının kaynağını bu zile basarak kurutacaktım. Bu zile bastığımda ellerim yanmayacaktı düşlerimde. Ellerim benim olacak, ellerim bana kalacaktı. Bas şu zile. Hayır basma. Bas şu zile dedim. Hayır basma. Yahu bas. Yapamam. Ne diyeceğimi bilemiyorum ki. Beynimi iki komut işgal etmişti ve çeperlerine çarpıyordu kafatasımın. Yorulduğumu hissettim. Vurulduğumu. Yunus’a yakışmadığımı, Mevlana’ya sırt döndüğümü. Bu yüzden erenler diyarından sorulduğumu. Kapadım gözlerimi, köhnemiş kapının çatlamış dokusunda kayboldum. Kayıp gittim dört senenin ardına.

Apartmana taşındığım haftanın o ilk günlerinden birisiydi. Eşyalarımızı yerleştirmiş ve yepyeni bir dünyaya merhaba demiştik. Hayallerimizi de getirmiştik bu haneye. Yeni komşularımız olacaktı. Serin yaz akşamlarında caddeye nazır balkonumuzda çay içecektik. Bu şehirde ilk evimdi bu benim. Annem gelecekti daha hem bize. O nurani bakışlarını bu evde de görecektim. Çilekli patikler örecekti kırık gözlüğü ile. Bu minvalde başladı her şey. Son bir işim kalmıştı, televizyon anteni çatıya monte edecek ve taşınma işlemim böylelikle bitmiş olacaktı. Çatıya çıktığımda bir güzel seyreyledim şehri. Bir güzel oturdum kukumav gibi kiremitlerin üzerinde. Gözüm apartmanın tam ortasından geçen havalandırma boşluğuna takılmıştı. Nedense bu tür boşluklara baktığımda kötü şeyler aklıma gelirdi. Ya içinde kendimi ya da bir sevdiğimi görürdüm. Apartmanın tam ortasından geçen havalandırma boşluğunun zeminine baktığımda aşağıda tahta, kâğıt, paçavralar biriktiğini gördüm. Yetmiş dört yılından bu yana apartmanın havalandırma boşluğunda boyum kadar çöp birikmişti. İçimdeki kör şeytan hemen beni körüklemeye durmuş ve yakıver şu çöpü diyerek kulağıma fısıldamaya başlamıştı. Güzel de yol gösteriyordu hani. Yakıvereceksin bir kâğıdı. Atıvereceksin aşağıya. Ne güzel yanacak çöpler ve sen de çevre temizliğine katkı da bulunacaksın diyordu. Fena da olmazdı hani. Bir ara yakarım dedim kendi kendime. Çatıya anteni monte ettim ve Emek apartmanındaki hayatıma bu şekilde başladım.

Boş durur mu kör şeytan. Gün içerisinde havalandırma boşluğunda çöp olduğunu hatırlatıyor, hafta sonu izin günlerimde gelişlerini sıklaştırıyordu. Yak şurayı. Yak da sen de kurtul ben de kurtulayım diyordu. Ama bir yandan da melakeler çıkıyordu karşıma, yapacak olduğum hareketin hiç de hoş olmayacağını ve ürkütücü sonuçların karşıma çıkacağını söylüyorlardı. Bir ay oldu, iki ay oldu. Ne şeytan şeytanlığından vazgeçti, ne de melakeler melakeliğinden. Aralarında sıkışmış kalmıştım. Otuz yaşındaki adamı oyuncağa çevirmişlerdi adeta. Nereden de görmüştüm ki bu çöp yığınını. Aklıma geldikçe devleşiyordu gözümde gönlümde bu yığın. Bir ara üşenmeden çıktım çatıya tekrar. Şu çöplere bir daha bakayım diyerek. Apartmanın banyo ve tuvalet pencerelerinin bulunduğu boşluğun neredeyse birinci kat hizasına kadar çöp doluydu gerçekten. Bir kısmı inşaat aşamasında atılmıştı büyük ihtimalle. Otuz yıllık bir süreçte de dolmuştu dolacağı kadar. Ne melakelere ne de şeytana hiçbir şey söylemedim. Döne Teyze kurutmalık doğrarken, Sıdıka Teyze yoldan geçenlerin ifadesini alırken, Gülten amele olarak gittiği tarladan yorgun argın dönerken ve Emine akşam olmasa herif gelmese keşke derken, Celal Amca açık bırakılan apartman kapısını hışımla örterken akşam oldu yine. Penceremden çekildi güneş. O gece yaptı yapacağını şeytan. Hanım erken yatacağım ben diyerek yer yatağını sermiş yattığı yerde televizyondaki dizisini seyrederken ilk reklama kalmadan uyuyakalmıştı. Ne ettimse savamadım başımdan ve kabul ettim emrini şeytanın. Banyo penceresinden bir gazete kâğıdının ucu yakılacak aşağıya bırakılacaktı. Çakmağı çaktım gazetenin ucunu tutuşturdum ve elimi banyo penceresinden dışarı çıkartarak bıraktım yanan kâğıdı boşluğa. Sen kâğıt döne döne inerken aşağı, ben yaramaz bir çocuk edasında olacakları bekliyordum. Ama bu kadarını da değil.

Bir an bir sessizlik ve ardından çatırdama sesleri ve dördüncü katın penceresinden görülecek kadar göğe çıkan ateş topu. Bu kadar yükseğe çıkmamalıydı bu ateş. Yanıverip geçmeyecek miydi bu ateş yahu. Yüreğim bir an göğsümden çıkacak gibi olmuştu. Nefesim sıklaşmıştı. Birinci kattan feryatlar yükselmeye başlamıştı bile. Yanıyozzz. Yanıyozz. İçmez gomaz olun o çağraları imiii diye beddualar yükseliyordu. Ne yapacağımı bilemez durumdaydım. Bir hareketlilik vardı apartmanda. Saatler yarımı bulmuşken. Bir kez daha baktım banyo penceresine. Ateş gerçekten dördüncü kata kadar çıkıyordu. Dışarı da çıkamıyordum. Sanki gözlerim, ellerim, yüz halim, çarpıntım beni ele verecekti. Bu işin üstümde kalması bu apartmanı terk etmeme vesile olurdu. Bu da benim felaketim. Çok çaba vermiştim, çok ev aramıştım, nakliyeye para vermiştim. Duvarlarını ben boyamıştım. Çatı katındaki odunluğa bir tonluk kömürü ben çekmiştim. Şehirde ev bulmak öylesine zorlaşmıştı ki, ev istemek kız istemek kadar zora düşmüştü. Ev sahiplerine neredeyse soy kütüğümü sunacaktım. Şimdi bu yangının benden kaynaklı olduğu ortaya çıkarsa aynı sıkıntıları yeniden yaşayacak şehir şehir burnumun direğini apartmanların penceresinde kiralık yazılarına doğrultarak gezecektim. İnkâr en güzeli. Ben yakmadım. Bir rüzgâr gibi süzüldüm usulca yer yatağına. Bilmem kaçıncı düşünde olan eşime ardından sarıldım. Uyuyorum bakın diyordum içimden. Ben uyuyorum. O saatte ben uyuyordum. Aşağıdan sesler geliyordu hâlâ. Yanıyoruzzz. Yanıyoruz.. Her yanıyoruz ifadesinde daha bir sarılıyordum eşime. Kemiklerini kırarcasına. O sıkı kucaklamamdan ötürü uyandığı belliydi ve hoşuna gittiği de. Ama aşağıda olanlardan ve apartmanın ortasındaki ateş topundan haberi bile yoktu. Bu yaşa geldim böyle sıkı sarılmamıştım ona. Usulca seslendi. Şişşt bir şey mi oldu sana. Yoo dedim. Uyu bir tanem uyu. On dakika geçmeden hışımla çalındı kapımız. İçimden otuza kadar sayayım öyle kalkayım. Bu uyanma payıdır. Gözlerimi biraz ovuşturayım. Bu da uykunun verdiği kızarıklık olsun. On beş saniye de giyinme payı. Saniye saniye hesaplayarak durdum kapının önünde. Ve beni tatlı uykumdan uyandıranlara kızmış edasıyla çattım kaşlarımı ve açtım kapıyı hışımla. Burnundan soluyan o adama dikerek gözlerimi. Sigara izmaritini sen mi attın dedi hiddetle. Titreyen sesim her ne kadar beni ele verse de, hayır vallahi billahi ben sigara izmariti falan atmadım. Her ne kadar titrese de sesim, kaşlarımın çatıklığı ve kızaran gözlerimle ikna etmiştim kapımda bana hesap soranı. Sözde beni uyandırmış, bu saatte rahatsız etmişti beni, bunun hicabıyla da bir şey diyemedi adamcağız indi aşağıya. Banyo penceresine baktığımda ateşin kudretini yitirdiğini anladım. Bir şekilde söndürmüşlerdi aşağıdan.

Sabah hasar tespiti. Birinci katın banyo ve tuvalet pencereleri komple yanık. İkinci katın kısmen yanık. Üçüncü katın islenmesi mevcut. Biz dördüncü zayiat yok. Failler de netleşmişti apartmanda. Gülten’in kızları. Sigara içmişler banyo penceresinden atmışlar izmaritlerini. Bilmem ne ettiler, nasıl yaptılar, ne kadar gittiler üzerlerine. Bir müddet konuyu hiç açmadım kendime. Şeytan o günden sonra uğramadı hiç yanıma. Melakeler de gelmedi haneme. Gültenlerin üzerinde kalmıştı ihale. Kulaktan kulağa dolaştı durdu bir müddet bu haber. Karaman ağzıyla o ona fısıldadı o da ona. “Gülten’in gızları yakmışlar cağra içerkene.” Bense kapılarından bile utanır olmuştum, başımı eğiyordum kapılarının önünden geçerkene.

Aradan dört koca yıl geçti. Ben şehrin bir başka yamacına konuyorum. Bir başka kiralık evin anahtarını taşıyorum cebimde. Benimle beraber büyüdü vicdan azabım. Sinemin orta yerinden kan sızmaya başladı bir ara. Gün geçtikçe daha bir derine sirayet etti bu yara. Kabuk bağlatamadım. Ama kendime emir verip de varıp Gülten’in huzuruna içimdeki çocuğu ağlatamadım. Bir özür borcum vardı bu kadına ve çocuklarına. Bir itiraf borcum. İçimde sakladıkça bu emaneti, daha bir yormaya başlamıştı beni. Yunus’u küstürmek, Mevlana’ya sırt çevirmek bana yakışmıyordu. Aynalara baktığımda beni göremiyordum ben. Gülten’i görüyordum. Ateşi görüyordum. Duman görüyordum. Bu böyle olmayacaktı halimi yaman görüyordum

Ah şu zile bir basabilsem, ah şu zile bir basabilsem. O köhne kirli kapının düştüğüm çatlaklarından çıkıyorum tekrar dışarı. Şakaklarıma doğru bir katre ter düşüyor ağır adımlarla. Yüreğime dokunuyorum çıkacak yerinden. Nefes alamıyorum sanki. Vicdan muhakemesinde bu öyle bir an ki. Parmaklarım uyuşuyor zile basmamak için. Sarsılıyorum. Korkuyorum. Ürküyorum. Bas şu zile. Yıllanmış bir günaha uşaklık etme. Bas şu zile, hesabını vermeden gitme.

Saniyeler durmuş, saatler hükmünü kaybetmişti. Ürkek bir çocuğun parmaklarıyla bastım kapı ziline. Eğdim başımı hicapla yere. Ne olacaksa olsun artık. Fırtına kopmuştu bir kere. Gıcırdayarak açılan o kapının ardından uzattı başını Gülten usulca. Gözleri değdi gözlerime. Tebessüm etti, belli ki unutmamış, belli ki tanıyor. İki elimi kollarımdan itibaren uzattım öne doğru. Avuçlarımı gösterdim. Ellerim yanıyor Gülten Abla. Ellerim yanıyor…