15 Aralık 2011 Perşembe

GERÇEMEK SAYI 30 OSMAN ŞAHİN ÖZEL SAYISI

GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ
ISSN: 1307–4881
İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN
Yıl: 5
Sayı: 30

Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hatice Canan Yalçıner
yalciner_canan@yahoo.com.tr

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon: (0324) 8412836
E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54
Baskı Tarihi: 01 Kasım 2011

Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır. Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.
Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/ Aydıncık Şubesi
TR930001001020307582605005

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

EMZİK (Onosma)

Emzik ya da emzik otu olarak bilinen bu bitki, 15 ile 30 cm boyunda, boz yapraklı, çalı görünümlü, çok yıllık otsu bir bitkidir. Kayaların yüzündeki yarıklarda ya da taşların arasında yetişir. Kuru ve kalkerli toprakları sever. Yaprakları, gövdesi ve çanak yaprakları ince beyaz sert, batıcı tüylerle örtülüdür. Martta çiçek açar. Küpeyi andıran, beyaz, mor ve kırmızı çiçek açar. Çiçekler gövdenin üst kısmındaki dallar üzerinde aynı yönde dizilidir. Çiçekleri bal özüne sahiptir, çekilip sömürüldüğü zaman, ağza tatlı bir sıvı gelir. Arıların çok sevdiği bir bitkidir.
Bilinen bir kullanım özelliği yoktur. Bazı türlerinin yapraklarının yara tedavisinde kullanıldığı söylenir.

EDİTÖRDEN

40. SANAT YILINDA OSMAN ŞAHİN
Mustafa B. YALÇINER




Takvim yaprakları 6 Ekim 2011 Perşembe’yi gösteriyor. Yazar Osman Şahin, Mersin’den Aydıncık’a gelecek. Eşimle onu bekliyoruz, emekli felsefe öğretmeni İhsan Sezer de yanımızda. Öğleye doğru geliyor Osman Şahin, yüzü hep güleç. “Canım kardeşim” diyerek sarılıyoruz birbirimize. Öykü yazarı Nazmi Bayrı da iniyor arabadan, kucaklaşıyoruz.
Limana gidiyoruz Kelenderis Mozaiğini görmek için. Öğle yemeğinden sonra da yola düşüyoruz Anamur’a gitmek üzere.
Osman Şahin’in 40. sanat yılı vesilesiyle 4 Ekim’de Adana’da, 5 Ekim’de Mersin’de etkinlikler düzenlenmişti. 6 Ekim akşamı da Anamur Eğitim-Sen Temsilciliği’nde bir söyleşi yapacağız.
Nazmi Bayrı, İhsan Bey’in arabasına biniyor. Osman Şahin benim arabamda. Yoğun bir sohbet. Ne hızlı geçiyor zaman, ne çabuk bitiyor kıvrım kıvrım yollar!
Anamur’da Esya otele iniyoruz. Otelin sahibi Yakup Uygunkubaş, eşi, kızı, oğlu hepsi candan davranıyor. Evimizde gibi duyumsuyoruz kendimizi. Gazeteci yazar Güngör Türkeli karşılıyor bizi orada. Daha sonra şair Muhammet Güzel ile şair Murat Koçak da katılıyor aramıza.
Akşam yemeğinden sonra söyleşi yerine ulaşıyoruz. Eski Kütüphaneler Genel Müdürü Gökçin Yalçın bizden önce gelmiş Eğitim-Sen’e. Salon dolmuş, ilgi yoğun.
Konuşmacılar olarak alıyoruz yerlerimizi. Konuşmaya Güngör Türkeli başlıyor. Gökçin Yalçın’ın konuşmasıyla sürüyor toplantı. Ve sıra bana gelince ben de yapıyorum konuşmamı.
En son Osman Şahin konuşuyor. Sonunda da soruları yanıtlıyor.
Peki, kimdir Osman Şahin?
Osman Şahin, Mersin Aslanköy’de bir kuzlukta doğar. On üç çocuklu, yoksul bir Yörük ailesinde geçer çocukluğu. Fistanlı, yalınayak, başıkabak, kaybolursa çabuk bulunsun diye de boynunda bir çanla dolaşıp durur.
Beş yaşlarındayken yılan sokar Osman’ı. Ne yol ne araba ne de para vardır hastaneye götürmek için. Kızgın demirle dağlanır yılanın soktuğu yer. Sütle temizlenir yarası.
Okula başlar Osman. Çıra ışığında, senit üzerinde ders çalışır. Boş zamanlarında da oğlak güder.
Köy Enstitüsü sınavına girer ve Diyarbakır Dicle Köy Enstitüsünü kazanır. Nasırlı ayakları ilk kez çorap ve ayakkabıyla tanışır. Osman şahin de insan ayağının bir numarası olduğunu burada öğrenir.
Enstitüyü bitirerek, soran, soruşturan, aydınlanmacı bir öğretmen olur. Daha sonra da Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi Bölümünü bitirip, spor öğretmenliği yapar çeşitli illerde.
Yazar olarak, 30 kadar kitabın, bir o kadar da senaryonun altına imzasını atar. 15’i öykülerden, 35’i filmlerden olmak üzere ödül üstüne ödül alır. Öyküleri yabancı dile çevrilir. “Obruk Bekçisi” öyküsünü Fransızcaya ben çevirdim ve bir öykü antolojisinde yer aldı. Daha sonra da “Son Yörük” ü çevirdik Fransızcaya.
25’e yakın öyküsü filmleştirilir: Züğürt Ağa/ Kızgın Toprak/ Firar/ Kurbağalar/ Avcı/ Tomruk/ Kibar Feyo/ Fırat’ın Cinleri/ Yağmurdan Sonra/ bu filmlerden bazılarıdır.
Osman Şahin’in edebi kişiliğine gelince, o toplumcu gerçekçi bir yazardır ve her şeye eleştirel bakar. Onun, özellikle de Doğu öykülerinin görünmeyen yüzünde devletin, sosyoekonomik düzenin, insanın eleştirisi vardır. Devlet varlığını, babalığını gerektiği gibi duyumsatmadığı zaman, şeyhin, ağanın dediği yasa yaptığı töre olur. Bu durumda da onların emrindeki insanlar bir türlü yurttaş olamaz hep kul kalır. Ve de topraksızlığı, yoksulluğu, sömürülmeyi, cehaleti yazgı olarak kabullenir. Ülke sorunlarına duyarsız kalamayan Osman Şahin, yapıtlarında feodal yapının, törenin, geleneğin esiri olmuş, ezilmiş, acı çeken bu insanları anlatır.
Osman şahin, gözlemci gerçekçilikten beslenen bir yazardır. Öğretmen olarak atandığı Doğu ve Güneydoğu’da, gözlemledikleri, yaşadıkları ve duyduklarından müthiş öyküler çıkarmıştır. Ayrıca 1978 yılındaki bir roman eleştirisi yüzünden hakkında açılan davada 12 Eylül Döneminde 18 aya mahkûm olur. Hapishanede yaşadıklarından, gözlemlerinden diğer mahkûmlardan duyduklarından oluşan öyküler yer alır “Kolları Bağlı Doğan”da. Bu kitap tam bir 12 Eylül belgeseli tam bir hapishane edebiyatıdır. “Firar” buradaki bir öyküden filme alınmıştır.
İnsandan, yaşamdan, gerçekten kopuk bir edebiyat anlayışına karşı olan Osman şahin, adını duyurduğu “Kırmızı Yel”den son öykü kitabı “Darağacı Avı”na kadar toplumcu gerçekçi edebiyat anlayışından, hiçbir zaman ödün vermemiş, başkalarının istediklerini değil kendi içinden gelenleri yazmış, Atatürkçü bir yazardır.
Romanları, araştırma yazıları, röportajları da olan Osman Şahin daha çok öykücü olarak tanınır. Öykücülüğü hakkında da kısaca şunları söyleyebiliriz:
Osman Şahin olay öykücüsüdür; ancak olay, onun için bir amaç değil insanı ve yaşamı sorgulamak, insanın insanla ve doğayla ilişkilerini sergilemek için bir araçtır. Osman Şahin, olayı anlatırken olay karşısında insanın kişilik yansımalarını gözler önüne serer, olayın geçtiği yöredeki ekonomik ve toplumsal yapıyı, namus ve töre kavramını, kadın erkek ilişlilerini, insanların duygu ve davranışlarını etkileyen, biçimleyen, yönlendiren koşulları eleştirel bir bakışla ele alır. Yazarımız, okurlarına yoğun bir şok yaşatmak, akıllarını bulandırmak, yüreklerini titretmek için de olaydan yararlanır.
“Yazar, en iyi nereyi ve neyi biliyorsa onu yazar” diyen Şahin’in ilk öykülerinde olay, kişi ve mekân Doğu’ya aittir. Sınıf arkadaşı Adnan Binyazar, Osman Şahin’e “ Sen aslına dön, Toroslar’ı anlat, nasıl olsa Doğu’yu anlatan var” deyince de Şahin kendi yöresini yazmaya başlar ama yine de bırakmamıştır Doğu’yu. Osman şahin’in, Doğu’yu anlatan yazarlardan farkı, olay ve kişilere daha insanca bakmış, daha insanca yaklaşmış olmasıdır.
Osman Şahin’in çocukluk yılları Toroslar’da geçmiştir. Çocukluğunda yaşadıklarından, duyduklarından ya da daha sonraları kendisine anlatılan olaylardan müthiş öyküler yaratmıştır. Dört kuşak geri dedesi Çolak Osman Ağa efsanelerinden çok güzel öyküler avlamıştır. Yazarımız her iki bölgeyi de çok iyi tanıdığından, öykülerinde ikisinden de asla vazgeçememiştir.
Osman Şahin’in öykülerinde zaman da mekân da sınırlıdır. Olay, kısa bir zaman diliminde olup biter, öyle yıllara giden, bir ömür içeren konular ele alınmaz. Dolayısıyla öykülerinin geçtiği mekân da çok geniş değildir.
Öykülerinin kurgusu oldukça sağlamdır. Giriş ile sonuç arasında gayet güzel bir uyum vardır. Müthiş bir gerilim, zaman zaman hızlı bir tempo dikkat çeker. Okuru etkilemesini çok iyi bilir. Ona bazen yoğun bir şok yaşatır, bazen aklını bulandırır, yüreğini titretir. Okuru öykünün içine çekmek, heyecanlandırmak, merak ettirmek, öyküyü bırakmasına izin vermemek onun en önemli özelliklerinden biridir.
Ayrıca okur çoğu kez onun öykülerinde, öykü içinde öyküyle karşılaşır: Geri dönüşlerle öykü kahramanları ya da olayla ilgili çok çarpıcı kısa bilgiler verir. Verdiği o birkaç cümlelik bilgi, bir bakmışsınız bir başka zaman kocaman bir öykü olup çıkmıştır. “Ölüm Oyunu” öyküsü buna açık seçik bir örnektir: İdris, babasının katili Hamit’i ormanda kıstırıp öldürür, cesedini de bozulup kokuncaya, kurtlanıncaya kadar ayaklarından asılı bırakır ağaçta. Osman Şahin’in “Ölüm Oyunları” adlı öykü kitabı 2002’de çıkmıştı. Sekiz yıl sonra çıkan “Darağacı Avı”, işte o öyküde geçen üç cümlelik bilginin tam yirmi yedi sayfada anlatılmış biçimidir.
İdris’i kovalayan kardeşlerin babası da onun babasını kan davası nedeniyle pusuya düşürerek değirmende öldürmüş, cesedini taşa bağlayarak saatlerce döndürmüş, kurbanına eziyet etmiş. Kim bilir, bir gün bir bakarsınız Osman Şahin, bu kısacık bilgiden de müthiş bir öykü çıkarır.
Dil konusunda da çok titizdir, Osman Şahin. “Dilimizi toprağımızı korur gibi korumalıyız. Çocuklarımıza bırakabileceğimiz en büyük servet, zengin, temiz bir Türkçe olmalıdır” der.
Türkçenin sunduğu olanaklardan çok iyi yararlanan, sözcükleri bir kuyumcu titizliğiyle seçip kullanan Osman Şahin, konuşma dilinden uzak, düzgün, temiz, anlaşılır, akıcı, şiirsel bir öykü dili kullanır. Çıplak ve düz bir anlatım yerine betimlemelere, imgelere, simgelere, çağrışımlara başvurur. Olayın geçtiği bölgeye özgü sözcük ve deyimlerden de yararlanmasını bilir. Okur da bu öykülerde belki de ömründe ilk kez duyduğu “Ağız içinde dil gibi”, “Ağzı kör olasıca”, “Dağın başındaki su kimseye ait değildir” gibi sözcük öbekleri, deyim ve atasözleriyle karşılaşır.
Konusuyla, kurgusuyla, mesajıyla, diliyle kırk yıldan beri yazınımıza birbirinden değerli yapıtlar kazandıran Osman Şahin’in 40. sanat yılını en içten duygularımla bir kez daha kutlarım.

DARAĞACININ DALI DÜŞTÜ AYNAMA
Muhammet GÜZEL

Osman Şahin’in son öykü kitabı ‘Darağacı Avı’nı yeni okuyup bitirdim.
Bir kitabı okuyup bitirdim, benden eleştirici de olur deyip kaleme sarılmış değilim. Aman yanlış anlaşılmasın, sınırlarımı bilirim. Hani denir ya eleştiri tarafsız olur diye...
Bu yazı tarafsız değil. Haylice taraflı.
Bir övgü ya da tanıtım yazısı deyin dilerseniz. Ama okuyup bitirene kadar dayanabilirseniz deyin, ne diyecekseniz.
Bir Yörük, Osman Şahin’in öykülerini okumaya kalkışırsa, öykülerden onda ne kalır, bir bakmak isterseniz buyurun okuyun.
Kış günü, Dörtyol’un nemi çökmüş üstümüze. Rüzgâr esmeyince, nem de yerinden kıpırdayamıyor. Gırtlağım, burnum ayarını yitirmiş. Gözüm yatakta. Ha düştüm ha düşeceğim. Belki de bu duygularla ilkin, adı ‘sarı yatak’ olan öyküyü okuyayım istedim.
Sarı yatak öyküsü; Özgürlüğünün kendine ait olduğunu öğrenmemiş insanın, elbette özgürlüğünün kullanım hakkının başkasında olmasına tepkisi olamayacağını, özgürlüğünün kendisine ait olmamamsından bir rahatsızlık duymazken, kendisine ait olduğunu düşündüğü (ya da bildiği) bir basit eşyayı koruyabilmek için nasıl aslan kesildiğini anlatıyor. İnsana özgürlüğünün kendi egemenliğinde olduğu anlatılabilirse, ‘mal’ olmaktan nasıl çıkabileceğinin örneği verilirken, Alamaya, hep almaya alışmış feodal sistemin, vardığı ‘tamahkarlık’ın kendine nasıl zarar verebildiği de anlatılmakta.
‘Üç Bey Ana’(nın) öyküsünde, içine daldığım cennetin bir tek çiçeğini bile kimseciklerle bölüşesim gelmiyor ama yine de azıcık bir şeyler yazayım. Masallar, söylenceler, destanlar, yakımlar, yakıştırmalar içinde geçen, çocukluğumu ve ilk gençliğimi, saçılıp kaldığı yerlerden derleyip bana geri getiren bu üç ananın öyküsü için kısaca şöyle söyleyebilirim. İnsanın kendini var eden kültürel, toplumsal geçmişini, kendi geleneği ve birikimlerinin ışığında, kendi dili ile algılayıp öğrenmesi, duyumsaması, ona kendini, çevresini, çevresinin çevresini, giderek dünyayı sevmeyi, hayatı ve hayatımızı paylaştığımız her şeyin anlamını algılamayı öğretiyor.
Hele bir Çatal Celal var ki; ‘Durmuş emmimin aynısı. Nazım Hikmet’in ‘topraktan öğrenip kitapsız bilendir’ dediği... “Böyle insanlar olmasa dünya ne kadar dar.” Diyeceğiniz, (herhalde yaşamış) bir insanın öyküsü. Bağırarak konuşması, cahilliğinden ya da saygısızlığından değil. Osman Şahin, kahramanının içinin duruluğunu astarının temiz oluşunu, gizi gizlisi olmayışını, sesinin yüksekliğiyle anlatmak istemiş olmalı. Çatal Celal’in, ‘yıllar önce kendisinden saklanıp, ölüme yollanmış sevgilisine’ karşı duyduğu aşkının diriliğine, öykünün bugünü içindeki eşine, eşinin kendisine olan sevgisine hayranlıkla tanıklık ederken anlıyoruz ki; doğayla, Dünyayla, hayatla barışık insan, mutlu olmayı da başarabiliyor. Çatal Celal öyküsünde Osman Şahin, ağaçların arasında insan donunda bir ağaç, insan insanların arasında ağaçların dillerini, hallerini anlatan bir bilgeyle de tanıştırıyor okuyucuyu.
‘Darağacı Avı’ kitaptaki ilk öykü.
‘Hitchcock’un anısına’ adanmış. Öykünün içine dalınca, ‘adanmış’ oluşu elinizden tutuyor. Bir endişe ile ürperen çocuğun, elinden tutan ağabey eli gibi... ‘Elin gavuruna adanmış öykü, beni ırgalamaz ama bir okuyuvereyim,’ diyerek başlayıp bitirebilinseniz sorun yok.
‘Herkes gibi benim de bir öyküm var. Herkesin öyküsü gibi kendi yatağında akan bir deredir. Ama akıp denizlere okyanuslara varacak insanlığın öyküsünün bir içinde bir damlacık olacak, öyleyse insanın öyküsü, benim de öykümdür,’ diye düşünüyorsanız, dışarıda duramayacağınız belli. Öykünün içinden, öyküyü okuyup bitirdikten sonra da çıkamayacağınızı baştan söylemek isterim.
Öç alma duygusunun insanı sürüklediği tiksindirici deliliğe tanık oluyoruz, ‘darağacı Avı’nda. İnsanı elezerliğe savuran kinin, hak edilmemiş zaferi sahiplenmeye çalıştıkça, nasıl özezerlik sınırlarını bir zorlayan korkuya gömüldüğünü, korkuyu görmezlenebilmek için bilinçaltının kişiyi kendine tapıcılıkla nasıl korumaya çalıştığını, hile ile al ile ele geçirilmiş üstünlüğün ve kazancın; (o kazanç her ne olursa olsun,) bireyi, nasıl yalnızlığın ötesinde kimsesizleştirdiğini görebiliyoruz. Öykünün ortalarından sonra, kahramanın üst beninin (öğretilmiş tüm toplumsal görü, görgü ve değerlerin), yaşlı bir ihtiyar görüntüsüyle, öz beninin (insan olmanın gereği olan, kişinin içindeki insanın) de, yaşlı anasının kılığında kendisini terk edip gittiğini gördükten sonra, adamdan, artık ‘adam olmanın dışında her şeyi’ beklediğimiz anda, beklenenler arasında aklımıza gelmeyecek kadar insanlıktan çıkabileceğini görerek bitiriyoruz öyküyü.
‘Öykü bu, karakteri gereği kurgu da olabilir’ demek, bunu bilmek, kendimizi, darağacı olarak seçilmiş olan o ağacın yerine koymaktan alıkoymuyor bizi. Öykü bittikten sonra, o ağaç gelip dikiliyor evimizin duvarındaki aynanın içine. Kendimizi yokluyoruz. Dallarımıza asılıp çürütülmüş, güzel insan ölülerinin dökülmüş, savrulmuş etlerinin kokusu içinde nasıl bayılıp (‘yozlaşıp’ desem kızmazsınız değil mi?) dünyadan geçmiş olduğumuz duygusu hüzünle yüzümüze bakıyor aynada. Eti, derisi dökülmüş insanlardan arda kalan iskeletlerin şıkırtısının nasıl da kulaklarımızda alışkınlık yaratıp bizleri devinimsizleştirdiğini düşünmeye başlıyoruz. İşte tam da burada rahatsızlık başlıyor. Huzursuz dallarımız bizlere isyan ediyor. Rüzgâr estikçe yel ipildedikçe dallarımızda şıkırdayan iskeletlerin utancı bastırıyor, kulaklarınızdaki uğuldayan ‘zamane’ fırtınalarının gürültüsünü...




MERSİN’E HEYKELİ DİKİLMESİ GEREKENLERİN BAŞINDA
GELİR OSMAN ŞAHİN
Mehmet BABACAN

Toroslar’ın ve Arslanköy’ün çocuğudur Osman Şahin.
Kim umardı ayağı yalın, başıkabak, poyraz kavruğu bir köy çocuğundan, böyle bir Osman Şahin çıkacağını… Çıktı işte.
Doğasının ona, armağan gibi sunduğu yetenekleri, alnının akıyla, bileğinin hakkıyla kullanıp, geliştirerek, bugünlere geldi. Ülkesi tanıdı onu, dünya tanıdı…
Yöresiyle özdeşleşmiş gibidir Osman Şahin. Köyünden kentine değin, taşıyla- toprağıyla; dalıyla- yaprağıyla, her zerre tanır onu. Çünkü Toroslar’ın ve Anadolu’nun en çarpıcı gerçekleri, bir bir dile gelir öykülerinde. Olağanüstü bir gözlem gücüyle saptadığı verileri, bir sinemacı ustalığıyla kurgular beyninde.
Yörük diyarıdır Mersin ve Toroslar. Mevsim mevsim göçenlerin; kaklıktan su içenlerin diyarıdır. Poyrazlarda yarılmış dudaklar, yanaklar; kayrak taşlarına meydan okumuş çıplak ayaklar, tanır birbirini… Yoklukların, dermansızlıkların, kara deve ile birlikte çöktüğü kıl çadırlar, efil efil selâm gönderir yıllar ötesinden…
Osman Şahin, “ Gölgemin Gölgesi” ve nice öyküsünde, tüm o geçmişin tercümanlığını yapar günümüze. Ve bu diyarın kültürünü, doğasından koparmadan, bir nakış ustasını kıskandırırcasına, döker kâğıt zeminlere.
Her an gülümseyip duran aydınlık yüzüne bakıldığında, iç dünyasındaki hümanizma açıkça okunur; yüreğindeki sevgi çiçeği, bir ayna gibi, yankılanır yüzünde. Bu aydınlık duruş, çaba ile kazanılabildiği kadar, doğanın ona sunduğu, paha biçilmez, bir armağan olmalı…
Her ne kadar, “ Doğduğu yer değil, doyduğu yer” denmişse de, doğduğu yeri hiç unutmaz Osman Şahin. Köyüne duyduğu özlem içinde, ayağına batan kördikeni bile bağışlar.
Mersin’e hiç küsmedi. Takdir de beklemedi. Ama Mersin unutmadı onu,“ Mersin Kenti Edebiyat Ödülü” ile onurlandırdı.
Yüreğindeki insan sevgisiyle, eğitimcilik mesleğinin, eşsiz uyumu içinde, toplumsal iletiyi görev saydı; yazdı, yazdı, yazdı. Yunus yürekli insanların verdiği ödülün sayısını, kendisi bile unutmuştur belki…
Son günlerde, yöremizden bir kez daha geçti Osman Şahin.
Adana’da başlayan söyleşi serisinin, ikinci durağı Mersin idi. Kentimizdeki, çağdaş ve ulusalcı kuruluşların çağrısı üzerine gelmişti. Ev sahibi kuruluşların düzenlediği sabah kahvaltısında başladı söyleşi. Yerelliğin ve ulusallığın ötesinde, evrensel pencereden bakmasını bilen Osman Şahin’den; sanat ve toplum üzerine, çarpıcı değerlendirmeler ve yargılar beklenmesi doğaldı. Öyle de oldu. Siyasal ve kültürel düzeyi epeyce yüksek; seminer gibi bir söyleşiydi yapılan. Sorular da o düzeydeydi elbette.
Okumaktan dem vuruyordu yazar, “ Bir insanın boyu, okuduğu kitapların boyu kadardır” diyen Portekizli yazarı saygıyla anarak; aydınlarımıza ince bir göndermede bulunuyordu. Toplum- Siyaset- Sanat üçgeninde, sanatın, sanatçının ve aydının, toplumun ilerisinde olmak gibi ağır bir sorumluluk altında olduğunu, bir bir sayıp döküyordu.
“Oy sandığı, demokrasi için yeterli değildir. Çünkü sandığa kim konursa, sandıktan o çıkar” diyordu.
“Ülkemizin kültür düzeyi öyle yüksek ki, cezaevlerimiz bile, en az iki dil bilen aydınlarla dolu” diyordu.
“Bizanslılar Ayasofya’da, meleklerin cinsiyetini tartışırken, Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u kuşatmıştı. Ey aydınım diyenler! Biz, kuşatıldığımızın ne zaman farkına varacağız?” diyordu.
“Fransızlar ve İngilizler, Libya’ya yüzlerce uçak ve tank satmışlardı. Şimdi hepsini bombalıyorlar. Çünkü yenilerini satacaklar” diyordu.
“Cephede, gaz lâmbasının kör ışığında, Çalı Kuşu romanını okuyan Mustafa Kemal, elbette yenilmezdi; ona yürekten inananlar da yenilmeyecektir” diyordu.
“En tehlikeli düşmanın, içerideki düşman olduğunu söyleyen Çiçero, 2000 yıl önce yaşadı” diyordu.
Öğle arasında gerçekleştirilen TV. programından sonra, söyleşinin akşam bölümü, Mersin Sanat Kulübü’nde yapıldı Bu bölümde, Çukurova Üniversitesi’nden iki akademisyenin de katılımıyla, Osman Şahin’in sanatı ve sanatçı kişiliği konu edildi.
Osman Şahin, açış konuşmasında “ Yazarlıkta yeteneğin payı önemli olmakla birlikte, gözlemin, çok okumanın ve içinde bulunulan çevrenin de, o denli pay sahibi olduğunu belirtiyor; bir yazarın bankası çocukluğudur” diyecek kadar bütünselleştiriyordu.
Diğer konuşmacılar, Osman Şahin’in dili kullanıştaki somut ve şiirsel düzeyini; insanı öz alıştaki başarısını belirttiler. Güçlü gözlemlere dayanan öykülerin, şiirsellik kadar, doğa- yaşam ilişkisini dillendirebildiği için de; sinema görselliğiyle kolay buluştuğunu vurguladılar,
Toplantının sonunda, ödüle doymayan Osman Şahin’e, bir ödül de ben sunmak istedim: Âşık Sümmani’in bir Deyiş’ini çok seviyordu. Onu sundum, ödül olarak:

“Ceylan gözlerine kurban olduğum,
Tanrı selâmını almaz mısınız?
Mevlâm sizi süs için mi yarattı,
Siz gel demeyince gelmez misiniz?

Gurbete gidenler azığın alır,
Kimisi gider de, kimisi kalır.
Kimi sevap için Kâbe’ye varır,
Kâbe kapınızda, bilmez misiniz?

Karadır kaşların yaydan nicolur?
Bugün dünya, yarın Ahret nicolur?
Bir gönül yapması yüz bin Hac olur,
Siz gönül yapmayı bilmez misiniz?

Sümmani’yim ben bu canı niderim?
Başım alır diyar diyar giderim,
Yarın Mahşer günü dava ederim,
Siz Mahşer yerine gelmez misiniz?”


YAZAR OSMAN ŞAHİN
M. Şehmus GÜZEL
Osman Şahin’i çok geç tanıdım. 24 Aralık 1983’te bir tren yolculuğu sırasında ve yeni satın aldığım Acı Duman’ı okuyarak. Yazarı henüz tanımadan yapıtıyla tanıştım. Ve vuruldum.
Yol boyu okuduğum öykülerinde yazar kendi coğrafyasını, yani o yüce Torosları, kendi toprak ve dağlarının insanlarını, acılı ve cömert Yörükleri ve Türkmenleri, türküleri, çığlıkları, ağıtları, gelenek ve görenekleri, yaşam biçimleriyle alıp getiriverdi Paris’in orta yerine. Ben Batı’ya gidiyordum yazar beni kolumdan tutup Doğu’ya taşıyordu. Bu hakiki yazarı kıramazdım. Dediğini yaptım ve Batı’yı bırakıp Doğu’ya çevirdim yüzümü.
Büyülenmiştim resmen ve hemen sonrasında yazarın bütün yapıtlarını a’dan z’ye okudum. Osman Şahin’i biraz daha iyi tanıdım, iyi de oldu, ama bu yetmezdi, artık ve mutlaka böylesine sıkı ve gerçek yazarı tanıtmalıydım. Böylesine yaratıcı, yazdıklarını neredeyse somutlaştırıp, elle tutulur gözle görünür hale getiren, evet seyirlik kılan ustayı mutlaka tanıtmalıydım.
Bu amaçla yapıtlarının tümünü okuduktan sonra koskocaman bir makale yazdım. Bu makale «Osman Şahin’i okumak ve seyretmek» başlığıyla Yapıt dergisinin Kasım-Aralık 1985 tarihli 13. sayısında yayınlandı (s.111-132).
Bu sırada Osman Şahin’le ilişki kurmuş, en yeni yapıtlarını, kimi zaman yayınlanmadan önce bile, okuma olanağı elde etmiştim. İstanbul’a gidip gelen ortak tanıdıklarımız, kimi öğrencilerim ona uğruyorlardı, hazırlanan, bitmiş ama henüz yayınlanmamış çalışmaları da dâhil yapıtlarını alıp getiriyorlardı. Bu karşılıklı etkileşim süreci içinde ve kaçınılmaz bir biçimde aramızda düzenli bir mektuplaşma faaliyeti de başladı. Son haftalarda, ortak dostumuz değerli yazar Mustafa B. Yalçıner’in isteği üzerine Gerçemek için Osman Şahin’e ilişkin bir makale yazmak üzere dosyalarımda sakladığım mektuplara göz atıp tarihlerine göre sıralayınca 6 Haziran 1985’te başlayan mektuplaşmamızın son derece düzenli bir biçimde 1993’e kadar sürdüğünü saptadım. Elbette daha sonra da mektuplaştık, ancak 1985’ten 1993’e akan zaman dilimindeki daha sürekli ve daha farklıydı. Değişik ve belki ön açıcı da olur umuduyla Osman Şahin’in mektuplarından birini makaleme konu olarak almaya karar verdim. Burada bunu yapmak istiyorum.
Mektup, karşılıklı mektuplaşma eylemi, edebiyat değeri olan bir çalışma, bir faaliyet, bir yaratıcılık olarak ta mutlaka değerlendirilmeli diye düşünüyorum. Yazanların bireysel yönlerini, özgeçmişlerine, yaşamlarına ilişkin verileri de içeren mektup aynı zamanda tarihe, siyasi ve toplumsal tarihe de katkı yapmaya adaydır.
Anılarını yazmak için kollarını sıvayanlar için aldığı ve gönderdiği mektuplar aynı zamanda vazgeçilmez, ihmal edilmemesi gereken, birer kaynak niteliği de taşıyor. Evet anılarımız için mektuplarımız mutlaka başvurulması gerekli kaynaklarımızdır. Mektupların tarihinin konulması, tarihinin konulmuş olması, bile başlı başına bir veridir. Mektup sözcüğünün Arapçada « yazılıdır » anlamını taşıması bile bu bakımdan son derece ilginçtir. Evet yazılıdır ve hepimiz biliyoruz, söz uçuyor ama yazılı olan kalıyor. Hele kimi zaman ve bilhassa yüzyılımızda, hafızanın fena halde nisyan ile malul olması ve maalesef hafıza kaybının önüne geçilmez ve neredeyse bulaşıcı bir bela biçimine dönüşmesi (bu konuda televizyonların, «aptal kutularının» beyni ve hafızayı tembelleştirici ve giderek ölümcül etkisini asla göz ardı etmemeliyiz) dikkate alınırsa, mektubun, yazılı olanın, yararı daha iyi anlaşılacaktır.
Mektubun yazıldığı günlere ilişkin son derece yararlı ve önemli bilgiler içeriyor olması halinde ise kaynaklık özelliği daha da önem kazanıyor elbette.
Yazan veya yazanlar hele edebiyat alanında tanınmış isimlerse, mektupları onların yazım biçemi, tarzı veya onların bir türü olarak da değerlendirilebilir. Veya en azından yazım tarzları hakkında kimi ipuçları verebilir.
Mektupların, yazanın veya yazanların yapıtları üzerine yeni bir ışık tutması da mümkün. Yazanların, yazanın yapıtlarını değerlendirmek için yeni bir açı da sunabilir bir mektup.
İşte bunlar ve başkaları sonucu mektuplar, mektuplaşmalar öteden beri bir edebiyat türü olarak ele alınmış, değerlendirilmiştir. Bu konuya 20. yüzyılda daha çok önem ve öncelik verilse bile bu tür birkaç yüzyıldan beri biliniyordu ve değerlendiriliyordu. Hele ünlü devlet adamları, ünlü edebiyatçılar, ünlü sanatçılar arasındaki mektuplaşmalar söz konusu olunca.
Türkiye’de maalesef bu tür yeterince kullanılmıyor. Karşılıklı mektuplaşmaların yayınlanmasına son yıllarda bir parça önem verilse bile, ilgi beklenenden çok azdır. Belki zaman içinde bu boşluk ta doldurulur. Bu bağlamda fırsat bulunca Osman Şahin’le karşılıklı mektuplaşmamızı kitap biçiminde sunmak isterim. Elbette bu konuda yazarımızın ön onayını aldıktan sonra. Hazırlığımı yaparak o günü beklerken, burada, bir anlamda tadımlık olması arzusuyla, yazarımızın bir mektubunu sunmak istiyorum.
Osman Şahin’in bu makalede takdim ettiğim mektubunun onun kişisel yazım tarzına ayna olabileceğini de umuyorum. Ayna kelimesini Şahin’in beğendiğini bildiğim için özel olarak seçiyorum. Göreceğiniz gibi, mektubu da öykülerindeki gibi coşku dolu, sıkı tasvirlerle ve etkin kelimelerle yazdığını görmemizi sağlayan zenginlikte. Cömert, barışçıl, rahat, özgür ve tedirgin. Bu özellikler o günlerin Osman Şahin’ini de betimliyor sanıyorum. İşte ilk harfinden son harfine kadar bir yudumda içilen Torosların buzlu suyu olarak Osman Şahin’in 6 Aralık 1987 tarihli mektubu:
“Benim değerli can dostum, Sayın M. Ş. Güzel,
Ey, ben sana ne diyeyim? Öylesine sıcak, güzel, gerçek anlamıyla bir aydın insansın ki, sana binlerce teşekkür, sevgi, saygı sunuyorum. Geçen yıl Yapıt dergisinde benim için yayınlamış olduğunuz uzun ve işçiliğiyle çok geniş kapsamlı büyük yazınıza mı teşekkür etsem, yoksa yazmış olduğunuz onca içten, güzel mektuplarınıza mı?
Size karşı duyduğum dostluk, arkadaşlık duygularımı anlatmakta kalemim gerçekten zorluk çekiyor. Büyük bir genişlik duygusu kaplıyor içimi. Saygı duyuyorum, sevgi duyuyorum. Sağ olun, var olun.
Dostum, 16 Kasım tarihli mektubunuzu aldım. Biraz geciktirdim, çünkü “Kolları Bağlı Doğan” çıkmak üzereydi. Çıksın hem kitabımı, hem de mektubumu birlikte yollarım dedim. Bu nedenle bugünlere kaldı. Senin Gökyüzü dergisinde yayınlanan Fransa’daki 1968 kuşağı [ve] olaylarıyla ilgili geniş kapsamlı yazınızı okudum. Dergilerde çıkan diğer yazılarınızı da.
Kardeşim, benim bu yıl Bilge Olgaç, İpekçe’yi çekti. Zincir adlı bir film daha çekildi, Irgat Erleri adlı öykümden. Kan filmi üzerine söylediklerinize aynen katılıyorum. Ben, son üç yıldan beri iki cephede birden savaş veriyorum. Biri Cağaloğlu Caddesi, öbürü Yeşilçam cephesi. Bu oldukça güçlerimi dağıtıyordu benim. Ben şimdi Edebiyat sancağının altına, yani Cağaloğlu cephesine çekildim. Ben her zaman Cağaloğlu-Edebiyat-Öykü sancağını, Yeşilçam sancağından üstün tuttum. Beni Osman Şahin yapan Edebiyat ve öykücülüğümdür. Üstelik Yeşilçam’da sermaye daha büyük olduğu için, oradaki ilişkiler daha bir acımasız ve « kara » oluyor. Bense iç yapı olarak çok hassas bir insanım. Yerinde söylenmemiş bir söz, iyi seçilmemiş bir söz bile benim ruhumu kanatır.
Canım dostum, “Kolları Bağlı Doğan”ı size (...) imzaladım.
Kitabı okurken çok canınız sıkılacak ama ne yapayım? İnanın yaşadığım bir gerçek bu. Kitap toplatılmasın, ben de “içeriye” tekrar girmeyeyim diye çoğu isimleri simge olarak kullanıp yazdım. Yeri ve zamanını belirtmedim. Mahkemelerin işini zorlaştırmayayım diye... (...) (İstanbul’a giden veya İstanbul’dan dönen, orada Osman Şahin’le ilişki kurmalarını istediğim öğrencilerimin ismi geçiyor bu üç noktalı parantezlerde, onların bugün bu makaleyle bir ilgisi kalmadığı için onlara ilişkin satırlara yer vermiyorum. MŞG)
Önümüzdeki yaz sizi temmuz ya da ağustosta (ağustos daha iyidir) köyümde ağırlamak isterim. Evliyseniz eşinizle, değilseniz bir bayan arkadaşınızla birlikte benim konuğum olacaksınız. Sizinle [Sizleri] 3000 metredeki ulu Kartal Gölleri’ne, hiçbir arkeologun ayak basmadığı büyük tarihi şehir kalıntılarına götüreceğim. Evim çok geniş ve iyidir. Dağlarda sizlerle birlikte atalarımız gibi büyük ateşler yakar, et pişirir yeriz. Ne dersin?
Türk Televizyonu, benim Toros Kaleleri adlı belgesel-yazılarımı filme alacak. Yalnızca Orta Toroslarda 1500-3000 metrelerde, doruklarda otuza yakın kale tespit ettim. Eskiden oralarda özgürlükler o kalelerden geçermiş. Onları müthiş yazdım. Gazetenin birinde röportaj olarak çıksın, size de göndereceğim.
Dostum, nisan ayında da “Ay Bazen Mavidir” öykü kitabım yayınlanacak. Eylül-Ekim’de “Kanat Açma Zamanı-Roman” yayınlanacak. Bunlardan başka daha elimin altında iki öykülük kitap var. (...)
Sevgili Dostum, Kolları Bağlı Doğan’ı acaba Fransızcaya çevirtip yayınlatmak mümkün mü? Türkiye’deki işkencelerden çok insan öldü. Birçok işkenceci polis mahkûm oldu. Türkiye’deki ilerici, demokrat güçlerin yükselen dayatmasının sonucudur bu. Ben bu kitabı ‘84’te yayınlatabilirdim, ama tekrar içeri girerdim. Şimdi bile tedirginim. Kitabı yazarken bile içimizde kendi sansür makasımızı taşıyoruz. Ne acı...
Sana, yaza gel, köyüme gidelim, sana tarlamdan arsa vereyim ve ev yaptır.
Her zaman kucaklayarak, derin içten başarılar dileyerek sevgilerim, saygılarım sizin olsun. Benim değerli kardeşim. Hoşça kal.”


ÖLÜMÜN GÖLGESİ YOK
Osman ŞAHİN

Masallarda, sözlü, yazılı anlatılarda, Kerem ile Aslı’da, Romeo ve Jülyet’te, âşıkların birbirlerine kavuşamamaları anlatılır hep. Filmlerde, romanlarda, öykülerde evli erkeklerle kadınların gizli kaçamakları, aşkları anlatılır yine. Maupassant’ın “Ölümden Acı” romanında olduğu gibi. Örnekler çoktur. Adnan Binyazar’ın “Son on yılın en iyi romanı” seçilen “Ölümün Gölgesi Yok”ta ise, ölümün dipsiz kuyulara attığı, ölüm düşüncesinin iç içe geçtiği, ölüm karşısında başı dik duran bir aşk anlatılmaktadır. Ve roman baştan sona bu aşka yakılmış görkemli bir ağıttır.
Filiz-Binyazar çiftinin sevme yetenekleri yüksektir. Duygularını birbirleri için taze tutarlar. Sevgileri saygıları sürekli kaynayan, birbirleri için farklı ışıklar, sevgiler, büyüler yaratmasını bilirler. Aşk, yüreklerin ipekleşmesidir.
Süt katıksız temiz bir sıvıdır. İçine azıcık yabancı madde karıştığında kesilecektir. Aşklar da öyledir. İçine azıcık çıkar, bencillik karıştırdığınız an, gelinliğin dikiş ipleri atacaktır. Boşuna, “aşklar da bakım ister” dememiş Cemal Süreya.
“Çıtır çıtır soba yansın, üstünde çaydanlık suyu kaynasın. Filiz örgüsünü örsün, ben de kitap okuyayım. Bana mutluluğu tanımla deselerdi hep Filiz’in yanında olmak derdim.” (S.124)
Yukarıdaki kısacık alıntı bile Filiz-Binyazar çiftinin aşklarının yalınlığını gösteriyor.
“Ölümün Gölgesi Yok” romanı, insanlığın yedi temel duygusundan ikisini, aşk ile ölüm temasını işliyor. Bazı okurlar, romanı, karı koca arasındaki kişisel ilişkiyi anlattığı için ilginç bulmayabilirler. Ben bu kanıda değilim. Yazar, bazen en yakınındakini anlatırken, en uzaktaki insanı da açıklayabilir. Bir damla suyun, nehrin bir parçası olması, sıradan bir insanın, yeryüzü insanlığının bir parçası olması gibi.
On bir bölümden oluşan romanın bölüm başlarına, Fazıl Hüznü Dağlarca’dan, Shakespeare’den, Binbir Gece Masalları’ndan, Boris Pasternak’tan, Anna Ahmetova’dan, Cahit Sıtkı Tarancı’dan alıntılar yerleştirilmiş. Alıntılar bölüm içlerine ayrı bir tohum enerjisi ayrı bir tohum bereketi katıyor. Kaptan ile Karısı bölümü unutulamaz.
Roman konusu çok geniş bir coğrafyada geçiyor. Elazığ, Ağın, Diyarbakır, Ankara, Almanya ve İspanya. Çorum’un çiçekli kırları ile soğuk, yağmurlu Berlin göklerinde, güneşli İspanyol kentlerinde, boğa güreşlerinin yapıldığı arenalarda, lokantalarda ızgaralarda pişirilen alakanlı boğa etlerinde, kırmızı şarapların tadında, binlerce kişinin arenada bağırdığı “Oley, Oley!” seslerinde hep ölüm vardır.
Berlin’de, hastane odasında kanserle boğuşan Filiz, günbegün erimekte, ölüm her gün biraz Filiz’in bedenini çözmektedir. Ölümle yaşamın birkaç solukluk aralığında bile aşk vardır. Çiftler sevgiyle bakarlar birbirlerine. Birbirlerinin ellerini öperler. Sonunda Binyazar, yaşamının temel kaynağını, eşi Filiz’i kaybeder. Ama asla yıkılmaz, ölüme kızmaz hiç. Çektiği acıları, anılarını romanlaştırarak, “Ölümün Gölgesi Yok” ile Filiz’i ölümsüzleştirir. Ve ölümden öcünü alır. Ölüm her şeyi yenebilir ama aşkı ve sanatı yenemez.
Filiz’in cansız bedeni sedye ile hastane koridorlarında, asansörde taşınırken, Binyazar’ın gördüğünü sandığı, duyumsadığı ve “uçkunlar” adını verdiği düşsel melekler, Binyazar’a çocukluğundan beri yaşadığı, tümü duygu düzeyinde kalmış eski aşklarını dile getirirler. Geçmiş aşkların, sonraki aşkların dostları olduğunu anımsatırlar Binyazar’a.
Romanın son bölümü ağıtsı bir ilahiden farksızdır.
… Bir elimde demlik, birinde çaydanlık, bardaklarımıza çay koyuyorum. Zeytin, peynir, reçel… Kendi tabağıma ne koyuyorsam, seninkine de aynını koyuyorum. Ocakta kızaran susamlı ekmeğin kokusu odalara doluyor, çayın buğusu tütüyor.
Pencerede yağmur yunmuşu gün ışığı.
Sofra hazır.
Yüreğimin gelini,
İnce bardaklara koydum çayı.
Vazolarda ak papatyalar…”
Yazımı, Seyrani’nin ölümsüz dizesiyle bitiriyorum:
“Aşkın iğnesi ile dikilen dikiş mahşerece sökülmez imiş.”


DOSTUM OSMAN ŞAHİN VE BİR FOĞRAFA ALTYAZI
Ali F. BİLİR

Arkadaşım Mustafa B. Yalçıner, Osman Şahin’e ayırdığı Gerçemek Dergisi’nin kasım-aralık özel sayısına bir yazıyla katılmamı önerdiğinde, Şahin’in yazınımızdaki yazarlık yolculuğunu yansıtan belgeliğimdeki fotoğrafları gözden geçirdim ve onlardan birini okurla paylaşmayı yeğledim.
‘Kırmızı Yel’ öyküsüyle, “1971 TRT Öykü Büyük Ödülü” alan Osman Şahin, günümüze değin otuza yakın öykü, roman, eleştiri, biyografi kitabı yayımladı. Öykülerinin çoğu senaryolaşıp filme alındı. Emeği ve başarısı, düzineyi aşan ödülle değerlendirildi. Yapıtları dünya dillerine çevrilip okura ulaştı. Bu noktada Yazar Şahin’in, Ömer Seyfettin’le başlayıp Sabahattin Ali’yle süren toplumcu gerçekçi öykü geleneğimize eklenen özgün bir halka olduğunu belirmeliyim…
Osman Şahin’le 1968’de, İstanbul’da tanıştığımız ilk günün imgesi belleğimde öylece duruyor. Hiç solmayan, sevincini sevincim saydığım kırk üç yıllık bir dostluk bu. Keşke o anlamlı buluşmamızı belgeleyen bir fotoğraf karesi bulunsaydı. Gençlik dönemimde elimden düşürmediğim fotoğraf makinem yanımda değilmiş demek. Bu bana ders oldu, daha sonraki ve bu son buluşmamızı çektiğim fotoğraflarla zamanın belleğine nakışladım. Şimdi anlatacağım, o fotoğraf karelerinden biri.
Dijital makinenin sağladığı olanakla çekim tarihi, 23.03.2005 olarak düşmüş fotoğrafın alt sağ köşesine. Sanki dünmüş gibi. Oysa üstünden beş buçuk yıl geçmiş. Yer Mersin Üniversitesi Gülnar Meslek Yüksekokulu konferans salonu. Yazınımızın iki değerli yazarı Osman Şahin ve Burhan Günel’in çağrılı olduğu, söyleşi sonrasında paylaşılan bir an. Dostlarım okurlarına kitap imzalama hazırlığında. Masalar, ilkyazın habercisi güzelim Toros, Gülnar sümbülüyle donatılmış. Yakın masada Osman’ın okşayarak dokunduğu bir kitap ve içilmeyi bekleyen bir çay bardağı duruyor. Söyleşide, yazar dostlarıma eşlik ederken oturduğum ortadaki masa şimdi boş. Burhan’ın çevresi üniversiteli gençler, Osman’ın çevresi uzaktan gelen dostları tarafından sarılmış. Fotoğrafta, Şahin’in dışında objektife gülümseyerek bakan dört kişi daha var. Solda, masanın önünde ayakta duran ve elinde kitap tutan ak saçlı dost, yazar T. Ali Çağlar. Osman’ın hemşerisi, onu görmek, dinlemek için Mersin’den kalkıp gelmiş. Arka sağ yanda, elinde fotoğraf makinesi olan dost, Aydıncık’ın aydınlık yüzü, yazar Mustafa B. Yalçıner. Öteki iki kişi, Silifke’de Halk Kitabevi sahibi, yazar Yaşar Öztürk ile eşi resim öğretmeni-yazar Songül Saydam Öztürk. Silifke’den, müze müdürü ve pek çok kültür, sanat dostuyla birlikte toplanıp gelmişler etkinliğe. Ama sözünü ettiğim öteki dostlar bu karede yoklar. Karede bulunmasını istediğim başka güzel insanlar da var elbet. Osman’ı kucaklamak için Anamur’dan koşup gelen Gazeteci-yazar Güngör Türkeli ile Yüksekokul adına etkinliği düzenleyen sevgili eşim Saadet… Altı yüz kişilik konferans salonunu dolduran ve söyleşiyi baştan sona parlayan gözlerle dinleyen sevgili öğrencilerle Gülnarlı kültür dostlarını nasıl unutabilirim? Yüreğimde, kadim dostuma duyduğum özlem, ben de bulunmak isterdim bu fotoğraf karesinde…
Tallahassee-Florida

KOLLARI BAĞLI DOĞAN (*)
“Ne Kürtçü, ne de ırkçı Türkçü; ben Atatürkçüyüm”
(Gamze Akdemir 11 Mart 2010 Cumhuriyet Gazetesi Kitap eki)

12 Eylül faşizmine en yakın perdeden, hücrelerin, işkence tezgâhlarının kör kuyularında bizzat çektiği eziyetler sonrasında aldığı notlardan yola çıkarak yazdığı ve bütün öykülerinin toplandığı dördüncü kitabı Kolları Bağlı Doğan raflarda... Osman Şahin ile kitabını konuştuk.
-En önce anneciğinize adanmış bir kitap bu. Onun söylediklerini anlatır mısınız?
-12 Eylül sonrasıydı. Hapise girmem kesinleşmişti, Toroslar'a, köyüme yaşlı anamı görmeye gittim. 81 yaşında ve 13 çocuk anasıydı. Okumasız, yazmasızdı. Biraz hoşbeşten sonra anama, bir yazım yüzünden hapise gireceğimi, kardeşimin de örgüt suçundan tutuklandığını, ağır işkence gördüğünü, ayak ve el tırnaklarının kerpetenle çekildiğini söyledim. Üzüldü, ağladı. Yaşlı, düşkün haline karşın canlandı. Elimi avuçlarının içine alarak, aşağıdaki kısa, özlü öyküyü anlattı. 'Siz bilmezsiniz oğul, sizin büyük dedeniz kuşçuydu. Kanca gagalı, iri pençeli, yırtıcı doğan kuşları beslerdi. Dedeniz silah kullanmazdı, atı vardı, iyi biniciydi. 'Kaçanı kaçanla, uçanı uçanla avlamak gerek' derdi. Kuşlarını kara marsık etlerle beslerdi, pençeleri, gagaları güçlü olsun diye. Obamıza bir gün bir Atlı Bey geldi oğul. Şakakları sivri, yeşil gözlü, çizmeli bir beydi. Dedeniz 'Tanrı misafiri' konuğunu çadırımıza kahve içmeye buyur etti. Adam atından indi. İçeri girerken, çadırın ön direğine sıra sıra tünemiş doğan kuşlarına hayranlıkla baktı. Kuşlar, çadır direğine ayaklarından iple bağlanmıştı. Adam, elini uzatarak anaç kuşlardan birini sevmek istedi. Anaç kuş, yaban bulduğu ele saldırdı, pençeledi, yırttı adamın elini.. Kan revan içinde kaldı eli konuğun. Adam bir kanayan eline, birde anaç kuşa bakarak, iki yanı keskin, sivri kamasını çıkardı. Telaşa kapıldık. 'Eyvah dedemizin kuşlarını kesecek' diye. Adam tersini yaptı oğul. Doğan kuşlarının ayak iplerini birer birer kesti, boşandırdı. Tümünü salıverdi gökyüzüne. Büyük dedeniz sinirlendi. 'Yahu sen ne yaptın, binbir emekle besleyip büyüttüğüm kuşlarımı nasıl salarsın' diye. Adam, sakin, bilge birine benziyordu. Hiç sinirlenmedi. Kamasını kınına soktu. İpek mendiliyle kanayan elinin yaralarını sardı. Sonra 'Bey bey, bir kuş düşün ki, elleri ayakları bağlıyken bile, kendisini tutsak eden insan soyuna asla yalvarıp pusmuyor, aksine saldırıyor. Görmüyor musun ki bu kuşlar, mağrur, yiğit kuşlar. Böylesi kuşları kolları bağlı tutsak etmek insanlığa yakışmaz, günahtır' dedikten sonra bindi atına. Dört nal oldu, çekti gitti. Fena bozuldu dedeniz. Bir daha da doğan kuşu beslemedi..
Şimdi sen bu olaydan misal biç oğul. Ankaralara, İstanbullara varınca, sizi hapse atacak olan Kenan Paşaya söyle 'De ki, o içeridekilerin tümü birer kolları bağlı doğandır. Onları düşündüler, yazdılar diye hapse atmak, dört duvar arasında çürütmek günahtır. Ne yapmış benim oğullarım.. Namusa mı göz dikmiş, hak mı yemiş, can mı almış? Biz Türkmenlerde suç bunlar. Aklı olan düşünür, kalemi olan yazar. Oğullarım, düşündüğünü yazdı çizdi diye içeriye mi atılır? Nasıl görenek bu. Koyuversinler oğullarımın yakasını. Bulutun önüne geçilmez, buluta cetvel vurulmaz. Günahtır.'
'Şahin' soyadımızın büyük dedemizden kaldığını da söyledi. Anacığımın iyi ki de elini öpmeye gitmişim. Son görüşümüzmüş meğer. 82 yaşında attan düşmüş, boynunu kırmış, ölmüş.
'Bu kitap işkencenin sayfalardaki dolaşımı'
-Okurlarımıza anımsatmak adına soruyorum, neden hapise atıldınız, içeride ne kadar kaldınız?
-Her insanın yaşamında tayin edici 'an'lar vardır. Örneğin Köy Enstitüsü'ne girişim yaşamımın en önemli noktalarından biriydi. İkinci önemli anım da 1 Haziran 1983 günü cezaevine girişim. Cezam, bir roman eleştiri yazısı yüzündendi. 1978'de Mustafa Yeşilova'nın Milliyet gazetesi, 'Karacan Roman Ödülü'nü kazanan, belgesel romanı Kopo, 1938 Dersim isyanını anlatıyordu. Romanda bir tek 'Kürt' sözcüğü geçmiyordu. İsyanı, Alevi Türkmenlerin çıkardığını yazıyordu.
Bir Türkmen çocuğu olarak alındım buna. Bir eleştiri yazısı yazdım. Yazmaz olaydım. İsyanı Alevi Türkmenlerin değil, Kürtlerin çıkardıklarını belirttim. Yazımda 'Kürt' sözcüğü geçtiği için İstanbul Toplu Basın Mahkemesi, bölücülükten dava açtı. Derken dava, İstanbul 3 No'lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'ne devredildi. Bilirkişi raporunda, edebi ağırlıklı bir eleştiri yazısıdır, suç yoktur denilmesine, tek kelime Kürtçe bilmememe karşın, Kürtçülükle suçladılar beni. Reddettim. 'Ne Kürtçüyüm, ne de ırkçı Türkçüyüm. Ben Atatürkçüyüm. Yıllarca beden eğitimi öğretmenliği yaptım. 19 Mayıs'larda milli duyguları kuvvetlendirici gösteriler yaptırdım, takdirnamelerim vardır' dememe karşın, bastılar cezayı, 18 aya mahkûm ettiler beni. Zaman 12 Eylül'dü, kötü zamandı, zalim zamandı. 1 Haziran 1983 günü, ırz düşmanı imişim gibi bileklerime kelepçeyi takıp iki jandarma nezaretinde Şile cezaevine tıktılar. Orada, ünlü tiyatro sanatçısı İsmet Ay ile İhsan Yüce ziyaretime gelerek bana moral verdi. 17 Haziran sabahı zırhlı sevk arabasıyla beni, ilkin Bursa Muvakkat Koğuşu'na, oradan da Yalova cezaevine naklettiler. Kolları Bağlı Doğan'da yer alan 'Muvakkat Koğuşu' öyküsünde tokatlanan, aşağılanan kişi benim. Yalova cezaevindeyken Yaşar Kemal, Kerim Korcan, Adalet Ağaoğlu, Bekir Yıldız, Alpay Kabacalı, Ali Uğur, Tanju Cılızoğlu, İsmet Kemal Karadayı, Ruşen Hakkı, Yılmaz Odabaşı, Mehmet Güler, Fikret Madaralı, Ali Özgentürk ve Gönül Dönmez Colin ziyaretime gelerek bana güç verdi. Oktay Akbal, Talip Apaydın, Mustafa Ekmekçi, Başaran, Tomris Uyar ile Erdal Öz de mektupları ile beni yüreklendirdi.
18 kişilik koğuşta 44-45 kişiydik. Yataklara sığabilmek için bir yanımızın üstüne yani kılıcına yatmak zorundaydık. Nazi kamplarından farksızdı. Bir insan istifiydi. Ayıbın ayıplığını yitirdiği yerdi. O atmosfer içinde koğuşun siyah beyaz TV'sinden 1983 yılı Antalya Altın Portakal Film Festivali'ni izliyordum. Öykülerimden uyarlanan Derman filmi ile Tomruk filmi yedi ödül birden kazanmıştı. Derman En iyi 2. Film, Hülya Koçyiğit En İyi Kadın Oyuncu Ödüllerini, Müzik, Görüntü, Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini, Tomruk ise En İyi 3. Film ve yine En İyi Görüntü Ödülleri'ni almışlardı. Ben ödül törenini tahtakurularının, bitin, pirenin içinde hüzün ve sevinci bir arada yaşayarak izledim, unutamam. Ertesi gün Hülya Koçyiğit'ten bir telgraf aldım. 'Gönlümüzdesiniz' diye. Ağladım. Sonradan Şerif Gören'in çektiği, Hülya Koçyiğit ve Talat Bulut'un başrollerini oynadığı 'Firar' filminin öyküsünü, mahkûmların ağzından duyarak yazdım. Film yurtiçinde ve yurtdışında pek çok ödül kazandı. 18 Mart 1984 günü sabahı 'iyi hal'den tahliye oldum. Dışarı çıktığımda yeryüzü ile gökyüzünün ve denizin bu kadar sonsuz ve bu kadar muhteşem olduğunu gördüm, yaşadım ve sevindim.
-Bir hapishane güncesi... Hepsi akılda tutulmuş notlardan hareketle yazılmış. Kolları Bağlı Doğan için hapisliğin, işkencenin yazılı belgeseli demek yanlış olmaz sanırım.
-Size aynen katılıyorum. Özünde öyküleştirilmiş bir 12 Eylül belgeselidir Kolları Bağlı Doğan. Kitabın yazılışı bile başlı başına bir macera. Koğuşlar, ranzalar, masalar, yapış yapış kir ve pislik içindeydi. Boynunda, bedeninde, çenesinde kan çıbanı çıkmayan mahkûm yoktu. Fazla peçete kâğıdı kullanmaya çalışıyordum. Görüp yaşadıklarım, başka cezaevinden naklen gelenler, sevk edilenler, işkence görenlerle konuşuyor, notlar tutuyordum. Cuma günleri jandarma bütün koğuşlarda iğneden ipliğe arama yapar, yazılı kâğıtları alır götürürdü. Ben de peçete kâğıtlarının katlarını ayırdım, her kâğıda kurşun kalemle, kâğıdı deldirmeden usul usul yazdım. Sonra peçete kâğıtlarını avucumda nohut gibi top yapıp, sakladım. Görüş günümde onları eşime, kızıma verir, 'Bunları cam kavanozlarda saklayın, çok önemlidir' dedim. Cezaevinden çıkınca, altı yedi kavanoz dolusu kâğıt topu birikmişti. Büyük bir sabırla onları açarak, numaralandırarak temize çektim, düzelttim. Kolları Bağlı Doğan, işkencenin sayfalardaki dolaşımıdır. Devletin vatandaşına yaptığı zulümdür. Ben bu zulmü, estetik bir öykü diliyle yazmaya, öyküye sığdırmaya çalıştım.
'Artık her şey daha da kötü'
-Sürek avları; gel de enseyi karartma cinsinden. Öyle korkulu, öyle baskı dolu. Düşünme, yazma, söyleme, o zaman senden iyisi yok. Adalet, özgürlük istediniz niceleriyle birlikte. Yok dediniz, dur dediniz gidişata, infaz edildiniz. Aldılar içeri, yer misin, yemez misin, dayak üstüne dayak. Tırnakları söktüler. Falakalar. Aşağılamalar. Küfür, işkencenin bini bir para. Kolları bağlı doğanların biriydiniz. Kaç yıl geçti aradan? Ülkede bu anlamda bir şey değiştiğini düşünüyor musunuz?
-Hayır. Hiçbir şey değişmedi hatta daha da kötüye gitti. Ben hapisten çıkalı 26 yıl oldu. Sıkıyönetimde yargılanırken, askeri mahkemeden iadeli taahhütlü yazı gelirdi ve 'şu şu gün tarihte, şu şu suçlardan yargılanacaksınız, mahkemede hazır bulununuz' diye uyarırlardı beni.
Şimdi Silivri Esir Kampı'na alınan ordu komutanlarımızın, değerli bilim adamlarımızın, profesörlerimizin, politikacılarımızın, gazetecilerimizin hangisine böyle bir uyarı yazılmış, gönderilmiştir. Örneğin Mehmet Haberal'ın içeri alındığı günden beri neyle suçlandığını bilen var mı? 12 Eylül faşizminde bile yoktu böylesi bir sivil saçmalık.
-Siz pes etmediniz ne o zaman ne bu zaman. 'Düşünce durdurulamaz, tıpkı yaşanan baharı kimsenin durduramayacağı gibi' diye yazıyorsunuz. Bu tür öykülerinizde en baskın, okura en fazla geçen duygu da bu bence. Her şeye rağmen yaşamak, ayakta kalmak, direnmek değil mi?
-Az önce söylediğim gibi bir roman eleştiri yazısında 'Kürt' sözcüğü geçtiği için yargılanıp hapis yattım. Bir de son yıllarda ve günümüzde olup bitenlere bakıyorum da, ne diyeceğimi bilemiyorum. Herkes yeminli birer Kürt faşistine dönüşmüş, ağızlarda amacını yitirmiş bir 'özgürlük' lafı, eşitlikten kimse söz etmiyor. Devlete kafa tutanlar, başkaldırı denemeleri, yakmalar, yıkmalar devam ediyor. Türk olmak suç sayılıyor. Kürt işkence görür, hapise atılırsa dünya ayağa kalkıyor. Türk hapis yatar, işkence görürse kimse sesini çıkarmıyor. Otuz bin Kürt'ü, Türk'ü, kadını, erkeği, askeri, çocuğu öldürten Apo değerli şimdi. Cezaevi beğendiremiyorlar bey efendiye. Habur sınır kapısında teröristleri saygıyla karşılıyorlar. Ömründe İstanbul'dan dışına çıkmamış, Doğu dağlarında ayakta duramayacak haldeki birtakım yalakalar milletvekili oldu. Apo'nun müzesini ziyaret ediyorlar. AKP-Fethullah ortaklığının ülkeyi getirdiği noktaya bakın siz. Atatürk'e, devlete, orduya küfür eden alkışlanıyor, kazanıyor. Hain pusularla askerlerimizi şehit edenler, ordumuzun başına çuval geçirenler, kozmik aramaları, sömürge televizyonlarında gece gündüz konuşan, emperyalizmin yeminli maşaları, akademik unvanlı, CIA bağlantılı, hayatlarının önü arkası nice hile ve kıvrımlarla dolu insanlar. Onların gözleri duyguya, insana açık olamaz, Shakespeare'in 'Cebimdeki Orospu Tanrıparaya' tapanlar. Çürümüşler, yabancılaşmışlar. 12 Eylül öncesinde ikinci cumhuriyetçilerin çoğu Atatürk'ün, Marks'ın, Lenin'in, Mao'nun posterleri önünde arkasında yürüyüş yapardı, şimdi aynı kadro Ortaçağ kalıntıları olan Şeyh Sait'lerin, Seyyit Rıza'ların, Said-i Nursi'lerin ve Fethullah'ın posterlenin önünde yürüyor, büyük bir utanmazlıkla onları ve müritlerini 'Sivil Toplum Kuruluşu' olarak selamlıyor. Yüzsüzler, yüzleri olsaydı utanırlardı.
'Gözlerimizi de aldılar'
-'12 Eylül faşizminin sınıfsal niteliğine de bir eleştiri bu öyküler' sözünü açar mısınız?
-Bir benzetme yapayım, 12 Eylül E-5 yolunda tıkanan burjuva arabalarının trafiğini açmak için, işveren ve patronlar için yapıldı. 13 Eylül sabahı ilk kutlama, ABD'deki ağabeylerinden geldi 'Bizim çocuklar başardı' diye. Başka deyişle 24 Ocak Kararları'nın önünü açmak için yapıldı. Özelleştirilme martavallarıyla fabrikaların, limanların, ormanların, bankaların, madenlerin ve nehirlerin satılışı için. Günümüzde bakkalların ortadan kaldırılmasına kadar gelip dayandılar.
-Genel olarak hapishane ve mahkûm kimdir, hapislik duygusu nasıldır sizce?
-Ingeborg Bachmann'ın bir sözü var. 'İnsanın gerçek ölümü hastalıklardan değil, insanın insana yaptığından' diye. Hapislik, klasik anlamda, devletin çocuğu okulla, hastayı hastaneyle, deliyi tımarhaneyle, suçluyu da hapishaneyle eğitme çabası. Her şeyi numaralayıp denetim altına alırlar. Orwel'in 1984 adlı kurgusal romanında anlattığı gibi her şeyi gözetir, dinlerler. Hapishaneler, mahkûmların ıslah edildiği değil insanın paramparça edildiği yer. İnsan kendi içine kapanır, büzülür, iç hamurundan kinler, öfkeler yaratır. Hapishane dışarıdaki büyük haksızlıkların içerdeki izdüşümü. Hapishanede mahkûmun sahip olduğu tek şey, zaman ve beklemek. Bir de, insan soyuna yapılan en büyük kötülük, ona işkence etmek değil, onu işsiz, uğraşsız bırakmak. Engels 'İnsanı insan yapan iştir' diyordu. Hapishanelerimiz 80 bin mahkûma göre yapıldı. Oysa bugün mahkûm sayısı 120 bini geçti. Ülkemizde altı yedi milyon işsiz var. Evine ekmek götüremeyen Türk ve Kürt özgür olabilir mi? Doğu Anadolu'da 175'ten fazla toprak ağası var. Toprak reformundan söz edilmeyen yerde, topraksız köylü 'özgür' olabilir mi? 1960'larda Sermet Çağan'ın 'Ayak Bacak Fabrikası' adlı ünlü oyununda aklımdan çıkmayan bir söz: 'İnsan bir kez aç kalmaya görsün, inançlarını bile yer.' Onca işsiz, aç insana, tırlar dolusu tespih ve muska dağıtsanız, birkaç kilo makarna, pirinç verseniz, Başkentin göbeğinde Tekel işçilerini açlık grevine, ölüme zorlayanlar kesinlikle gidecektir.
-Hapisteyken ve hapisten sonra, o zor koşulların izi üzerinizde kaldı mı?
-Benim yattığım hapishanelerde dış kapıdan koğuş kapısına kadar yedi tane ağır demir kapı vardı. Akşam sayımından sonra demir kapıların güm güm örtülmesi, demir sürgülerin çekilmesi, ruhumda derin izler bıraktı. Hapse girmeden önce gözlerim pilot gözü gibiydi. Koğuşta gece gündüz kerhane ışığı gibi kırk mumluk bir ampul yanardı ve ben okumadan duramazdım. Hapisten çıktığım zaman gözlerim ileri derecede miyoptu. Gözlük takmam bu yüzden. Bir de, hep duvarların dibinde kalacağım, dışarı asla çıkamayacağım gibi psikolojik bir travma geçirdim ve Yalova Hastanesi'nde ruhsal tedavi gördüm.
-Kuşkusuz okura ağır gelen, yoran, sinirlerini bozan, vicdanını paramparça eden öyküler bunlar. Gerçek olması da cabası. Ama duyarlı okur itmedi öykülerinizi, okudu, bile bile girdi o dünyanın içine. Tepkiler nasıldı, neler dediler?
-Sayın Talat Halman, ABD'de 'Yalnızca Türk edebiyatının değil, dünya hapishane edebiyatının da en parlak örneği' diye yazdı. Kitap, sıkıyönetim korkusuyla, zamanında yayımlanamadı. 1988'de ancak doğabildi ve Yalçın Pekşen inanılmaz güzellikte bir yazı yazdı. Kitap altı baskı yaptı, pek çok dergide övücü yazılar çıktı. Anadolu köylülerinden mektuplar geldi. Bir köylünün şu cümlesini unutamam. 'Size işkence eden polisin adresini verin ona yılan kabuğu göndereyim.' Yılan kabuğu göndermek senin aslın-öten bu demek.

SON YÖRÜK OSMAN ŞAHİN
BİLİM+GÖNÜL ŞUBAT 2011 SAYFA 213 (Gamze Akdemir, Cumhuriyet Gazetesi)

2 Ekim 2011 Pazar

GERÇEMEK SAYI 29

GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ
ISSN: 1307–4881
İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN
Yıl: 5
Sayı: 29
Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hatice Canan Yalçıner
yalciner_canan@yahoo.com.tr
Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon: (0324) 8412836
E-posta: gercemek@yahoo.com.tr
Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam
Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54
Baskı Tarihi: 15 Eylül 2011
Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır. Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.
Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/ Aydıncık Şubesi
TR930001001020307582605005
Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

ADAÇAYI (Salvia aucheri)





Adaçayı, 1 metreye kadar boylanabilen, çalı görünümlü çok yıllık, zeytin yaprağını andıran, tüysüz beyazımtırak yapraklı, güzel kokulu bir bitkidir ve Akdeniz Bölgesi’nin yüksek kesimlerinde (500 ile 1300 m. rakımda) yetişir. Haziranda çiçek açar. Çiçekleri de beyazımtırak ve morumsudur.
Bitkinin yaprakları, çiçek açmadan önce toplanıp kurutulur sonrada çay olarak içilir. Adaçayı, karaciğerle ilgili tüm rahatsızlıklara iyi gelir. Mideyi ve bağırsakları rahatlatır. Bademcik iltihabı, boğaz hastalıkları, diş iltihaplanmalarına da iyi gelir. Ayrıca adaçayının unutkanlığa karşı etkili olduğu söylenir.
Adaçayının Latince adı “salvia” aynı dilde “kurtarmak, korumak, iyileştirmek” anlamında kullanılan “salvare” fiilinden gelmektedir. Efsaneye göre de Meryem Ana ve oğlu İsa, Kral Herodes'in gazabından adaçayının dalları arasına gizlenerek kurtulmuşlardır. Meryem Ana da bu bitkiyi insanlara yararlı olması için kutsamış.

EDİTÖRDEN

TAŞELİ
Mustafa B. YALÇINER

Orta Toroslar’da yer alan Taşeli, taşın bol olduğu yer anlamındadır. Doğuda Silifke ve Mut, batıda Alanya ve Akseki, kuzeyde Hadim, Taşkent ve Ermenek, güneydeyse Gazipaşa, Anamur, Bozyazı ve Aydıncık ilçelerini kapsar.
Taşeli insanı, tarihin çeşitli dönemlerinde kaleler inşa etmiş, kayaları oyup, sarnıçlar, kaya mezarları yapmış, kayalara adam figürleri çizmiş. Günümüzde de çalışkandır Taşeli insanı. Sağlıklıdır, taşı sıksa suyunu çıkarır. Ekmeğini taştan çıkarır. Arkasından sapan taşı yetişmez alimallah. Buna karşın yoksulluk taş gibi çökmüştür omuzlarına.
Taşeli, Yörük yurdudur. Yerleşik düzene geçenlerin bile yüreğinde hâlâ göçerlik yatar. Sahildeki halkın büyük bir kısmı yazın yaylalara göçer, önü talvarlı taş evlerde oturur.
Yörede ayrı bir renk olarak Sarıkeçili Yörükleri yaşamaktadır, omuzlarına taş gibi çöken sorunlarıyla. Keçileriyle, develeriyle yaya olarak, ilkyazda yaylalara, havaların soğumasıyla da sahile yakın yerlere göçerler. Konargöçer dediğimiz, kıl çadırda, ormanda yaşayan Yörükler de artık bıçak sırtında. Konamıyor, göçemiyor. Taşeli de dar ediliyor onlara…
Taşeli, kekik kokar, sümbül kokar. Bin bir çeşit bitki barındırır bağrında. Her mevsim çiçekleriyle, podyuma çıkar yörenin bitkileri. İlkbaharın gelişiyle, azganlar sarıya boyar yamaçları. Beyaz ve pembe karağanlar çağırır yoldan geçenleri. Emzik otları takar renk renk küpelerini. Dağlaleleri, yabanıl Osmanlı laleleri kızartıverir bir kez daha Taşeli’nin çakıllı topraklarını. Anadolu orkidesi görünür çaltı ve kermes meşesi diplerinde. Bahar ortalarında, beyaz tülbentli mor giysili gerçemek, güzellik saçar çevresine taşların arasından. Çobançıraları, borcaklar giyer sarı gelinliklerini. Çiriş, çavşır bekler durur ziyaretçileri. Güz ortaları, yabanıl siklamenler görünür pembe çiçekleriyle. Boncuk boncuk pürenlerin üzerinde arılar uçuşur durmaksızın. Püren balı, çavşır balı bol olur yörede.
Sadece meşe, dallı servi, katran, ardıç, ladin gibi anıt ağaçlarıyla değil yabanıl hayvan varlığıyla da ünlüdür, Taşeli. Kayadan kayaya uçan şahinler, taşlı tarlalarda seken al kınalı keklikler, kaplumbağayı pençelerine alıp havalanan, sonra da bir kayanın ya da kocaman bir taşın üstüne atıveren, paramparça olmuş zavallıyı yiyen kartallar. Doğanı, baykuşu, güvercini, kumrusu, gövel ördeği, şahanı, bazı, telli turnası, sunası, maralı, cereni, balabanı, üveyiği dolaşır durur. Karacaoğlan’ı duyar gibi duyar gibi olur insan:
Arılar da konmaz oldu pürene
Şükür olsun bu sevdayı verene
Sadece Karacaoğlan da kokmaz Taşeli, aynı zamanda mitoloji de kokar. Murt, meşe, defne, servi, anemon, sümbül olur da uğramaz mı hiç, Olimpos tanrıları! Apollon’u, hyakinthos’u, Afrodit’i, Adonis’i görür gibi olur insan. Murt ve defne de çeker insanı mitolojik öykülerin içine.
Bu bitkilerin mitolojik öyküleri canlanır Taşeli’nde gezenlerin belleklerinde. Tüm bunlar yeter de artar bile mitolojik bir yolculuğa çıkarmak için. İnsanın da inanası gelir her nedense!..

DIŞINDAN FRENLİ ARABA
Mehmet BABACAN

1970’li yıllarda “ Emekçi Köylü Birliği” adında bir örgüt kurmuştuk. Amacımız, kırsal kesime kültürel katkıda bulunmak ve örgütlülüğü yaşamsal hale getirmekti. Üyelerimiz, fırsat buldukça, söyleşi toplantıları düzenleyerek, derneğimizi ve dünya görüşümüzü tanıtmaya çalışırlardı. Anamur, Aydıncık, Gülnar, Mut yörelerine çokça ben giderdim. Çünkü o yöre halklarıyla, Yörüklük damarımdan gelen bir akrabalığım vardı. Dilim dillerine, dileğim dileklerine uygun düşerdi. Hemen ısınıverir, köylü nüktedanlığında buluşuverirdik. Nasıl buluşmazsın ki, o nüktelerde, umulmadık felsefî derinlikler sergilenirdi. Örneğin: Ali Emmi, küçük oğluna kızmış, bar bar bağırıyor;
“ Bu oğlan! Bu oğlan var ya! Enayinin katmerlisi bu!”
Dayanamadım, azarlanma pahasına sordum:
“ Ali Emmi, enayiyi az- çok biliriz da, bunun katmerlisi nasıl oluyor?”
Yüzüme ters ters baktı, ama dayanamadı, yanıtladı:
“ Bu oğlan, enayinin çaycıya çay ısmarlayan cinsinden” dedi.
Bu dereceyi hiç duymamıştım. Onlara “ Çarıklı erkânı harp” denmesi nedensiz değilmiş meğer.
O günlerle ilgili yaşantıları anımsarken, anı anıyı çağrıştırdı ve “ Dışından Frenli Araba” canlanıverdi hayalimde.
Sözünü ettiğim dernekçilik sırasında, Mut/ Çömelek köyünde bir toplantıdan sonra, Silifke/ Kırobası yöresine geçmiştim. Orada da başarılı bir toplantı yaptık ve beni konuk ettiler. Sabahındaysa, mutlaka Silifke’ye gitmem gerekiyordu. Ne var ki, gün Pazar olduğundan, tek minibüs kalkarmış ve yer bulmak sorun olurmuş. O nedenle, erkenden kaktık; ayaküstü, sıkma- börekle kahvaltıdan sonra, uzakça bir yerdeki minibüsün yanına gittik. Ne görelim, arabanın yanında kimse olmasa, çöpe atılmış bir hurda sanılabilirdi. Boyasız, simsiyah bir saç yığınından başka bir şey değildi. Oysa şoför yardımcısı çocuk;
“ Silifke’ye bir kişi, bir kişi!” diye yırtınıp duruyordu.
Çocuk, böylesine bağırıyordu da;
“ Bu kadar yolcu, bu hurdanın neresine sığacak?” diyen de yoktu.
Sonunda, şoförün;
“ Binin, kimse kalmasın” komutuna uyduk ve bindik. Kuru incir sandığını gördünüzse; işte, onun gibi istif olduk. Aramızda, “ Emiş Hala” dedikleri yaşlı, şişman bir kadın vardı ki, tam “ Osmanlı” dedikleri türdendi. Herkes ondan uzak durmaya çalışıyordu. Çok hatırlı olduğundan mı, yoksa hışmından korktukları için mi, belirsizdi?
Şoför “ Ya Allah! Bismillah!” çektikten sonra, yola koyulduk. Herkes birbirini tanıyordu. Yabancı olan bendim sadece. Ama akşamki toplantı nedeniyle, beni tanıyanlar da çıktı. Hatta övgü bile sundular. Sohbet düzeyli, neşe aydınlıktı. Yalnızca, teknik yetersizlikler yüzünden, arabanın sıçramaları, bizi öyle yerleştirmişti ki, çıkabileceğimiz bile kuşkuluydu. Tavanla taban arasında, toptan gidip geliyorduk.
Düzlük bitti. İnişe yöneldik. Kıvrıla kıvrıla inmeye başladık. Ne var ki, araba gittikçe hızlanıyordu. Suskunluk artmıştı. Konuşanların kaçamak bakışmalarında ve ses tonlarında bir tedirginlik seziyordum. Ya da herkesi kendim gibi görüyordum. Bakışların buluşması yoğunlaşıyor; dişler kenetleniyordu. Herkes, birbirinden bir şeyler bekliyor gibiydi. Sonunda, beklenen ses Emiş Hala’dan geldi:
“ Oğlum yavaş git.”
İçimizden bir oh çektikse de, değişen bir şey olmadı. Şoför, gözlerini yola dikmiş, bir büst gibi oturuyordu. Yolun kıyısındaki ağaçları sayamaz olmuştuk. Sanki biz gitmiyoruz da, ilerideki ağaçlar hızla üstümüze geliyordu. Yeniden bağırdı Emiş Hala:
“ Oğlum yavaş gitsene! Kelle mi götürüyon!”
Yalvaran bakışlarla bakıyorduk şoförün ense köküne. Hâlâ kılı kıpırdamıyordu şoförün. Emiş Hala, bir bomba gibi patladı:
“ Yavaş gitsene köpoğlu köpek. Dur! İneceğim ben!”
Hepimiz Emiş Hala olmuştuk O, bizim sesimizdi, soluğumuzdu.
Şoför ilkken konuştu:
“ Gurban olduğum teyzem. Elini ayağını öptüğüm teyzem. Durdurabilsem ben de ineceğim.” Gülelim mi, ağlayalım mı, şaşırmıştık?
Meğer fren patlamış. Şoför, uygun bir yer bulup, arabayı sürtündürerek yavaşlatmayı ve en azından, daha az hasarla kurtarmayı amaçlıyormuş. Öyle de yaptı. Arabayı, bayır bir yere yan yatırarak, burnumuz bile kanamadan kurtardı bizi.
Birkaç dakika önce, hakkında iyi şeyler düşünmediğimiz kaptanın, soğukkanlılığına ve kararlılığına hayran kaldığımız için ve de bizim canımızı yeniden bağışlamış gibi olduğu için; teşekkür sırasına dizildik kuzu kuzu.
Deriz ki, şu yaşanası yaşamın sürprizleri, sayılamayacak kadar çok. Ama aklın yolu bir…


ALEVİLERİN SİYASAL TARİHİ (*)
Celal Necati ÜÇYILDIZ

“Şalvarı şaltak Osmanlı/Eğeri kaltak Osmanlı/ Ekende yok, biçende yok/ Yemede ortak Osmanlı…”
Dadaloğlu Çukurova’da, Toroslar’da, İç Anadolu’da kavgaların içinde yer almış. İşte dörtlükle Osmanlı’yı tanımlamış. İşte bu tanımı görmek, Alevilerin Siyasal Tarihini yaşamak, bir film şeridi gibi.
Araştırmacı Yazar Necdet Saraç 24.4.2011 günü bir emek ürünü hazırladığı ALEVİLERİN SİYASAL TARİHİ adlı çalışmasını Ankara’da bir toplantıda bizlere imzalayıp vermişti. Yapıtı Toroslar’da yaz yaşamı içinde okuma olanağım oldu.
Tarih yazmak öyle kolay değil tabi ki. Tarih yazanların sorumluluğu vardır. Okuyanların da okuyunca onu irdelemesi. Zaman, zaman heyecan duyması. İşte kitabı okurken; heyecanlandım, beğenmediğim bölümler oldu. Ama sonuçta güzel bir çalışma yapılmış.
1300- 1971 dönemi. Uzun bir süreç. Anadolu’da Selçuklusu, Osmanlısı ve günümüz Cumhuriyet döneminde hep saldırılmış. Yok edilmeye çalışılmış bir toplum. Ama ekilmiş tohum, kestikte, budandıkça daha gür çıkmış. Asimile edilmeye çalışılmış. Ama dimdik ayakta kalmaya devam etmiş. Şeyh Safi, Şeyh Haydar ve Şah İsmail ile Sultan Şahatay çıkmış. Yükseliş ve kıyım o döneme rastlıyor. İşte 1536 Osmanlı fetvası, 1826 da onu takip eden Mahmut dönemi fetvaları birer dönüm noktaları. İşte tarihte gördüğümüz, bize ulaşan olaylar.
Cumhuriyet döneminde bütün iyi niyetlere rağmen, egemen Sünni güçlerin, alikirolarının becerileri. 1925 de Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılması bahanesi ile Alevi ve Bektaşilerin yok sayılması. İşte bunları görmek. Yöremizde yaşamış Felteş Dede’ bizlere derdi ki:
“ Cumhuriyet’ e gelinceye kadar ne zaman, nerede öldürüleceğimizi bilmiyorduk. Şimdi çok iyi değilsek de öldürülmeyeceğimizi biliyoruz.” Cumhuriyet olgusu oturmadan Şeriat özlemcileri ayağa kalkıyor. Ve onlar için en büyük düşman Aleviler. Vurun o zaman Alevi’ye.
Ortaca, Çorum, Malatya, Sivas, Kahraman Maraş’ta katliamlara varan olaylar dizisi.
Köyden kente, yurt dışına gidişler. Bir çığır açmıştır. Belki Alevileri ibadetleri durmuştur. Ama dönüp geldiği köyünde, eski bir binada, ama biraz genişçe bir odada meydanlar açılmaya devam etmiş, orada inançlarını yerine getirmeye çalışan yakınlarına uymaya çalışmışlardır.
1960 yıllardan sonra bilinçlenen, okuyan Alevi gençler. Mustafa Timisi, Seyfi Oktay, Ahmet Toksoy, Abidin Özgünay, Doğan Kılıç Şeyhasanlı, Avukat Cemal Özbay, Haydar Özdemirler ve daha niceleri. 1969 yılında köyümüze sık, sık araştırma amacı ile gelen Prof. Mehmet Eröz’ün dürtmeleri sonucu, ülkü ocakları kuruluşlarında yer aldım. Bir gece düzenlendi. Ardından baktılar ki, bir alevi genç var. Yanlışlıkla aralarına girmiş. Hemen öteki oluverdim. İşte o anda Birlik Partisi ilçe örgütü kuruldu. Bir lise öğrencisi o hareketin içinde buluverdi. Timisi, Toksoy, Özgünay, Özbay ve Şemsi Belli ile bir araya gelme.
Bu kitabı okurken, o dönemleri anımsadım. Mersin ilinde Ahmet Toksoy’un 600 oyla seçim kaybetmesi. Onun yerine Celal Kargılı seçilmişti. O dönemde bizlere verilen görev eski İçeldi. Hâlâ o dönemde tanış olduğumuz Alevi dostları ile ilişkilerimiz devam ediyor.
Bu ilişkiler yumağı içinde kendimizi Alevi örgütlüğünün içinde bulmamız. İşte tarihsel gelişimin olguları. İşte güzellik bu olguları tekrar görmek adına. Bu yapıtın eksileri olabilir, artıları olabilir. İçinde bizi duygulandıran olaylar olabilir, ama okunursa, tarihsel gelişimi kavramak. Yeni bulgular ışığında, yeni yolları aşmak. Alevilik bilinci, insan olmanın gerekleri. Bu gün Avrupa’da Alevi örgütlenmesinin önünü açan unsurun, insan odaklı bir felsefeye sahip olması. Ülkemizde ise, zorlukların başında felsefenin kaldırılması, insana odaklı olmayan, çıkarcıların egemen olması. Var olan Vahabi Sülalesi düşüncesi. Çağımızda 1535, 1826 gibi fetvaların hâlâ yürürlükte olması.
İşte Alevilerin işi zor. Onu kolay kılmanın yolu da, ortak paydanın bulunması. Tarihsel süreçten ders alınarak, daha bilinçli yola devam edilmesi. İşte bu ve benzeri yapıtların irdelenerek; akıl, mantık yolunun bulunması. Bu yolu bulursak; örgütlerin adlarının başında;
Hacı Bektaş mı, Alevi mi, Pir Sultan mı olsun diye takılıp kalmayız.

(*) ALEVİLERİN SİYASAL TARİHİ, Necdet Saraç, Cem Yayınevi.


ABDÜLKADİR BULUT “Kasabalı Lorca”
Nihat MUSTUL

Ali F. Bilir gibi, aynı yörenin, aynı kültürün çocukları olsak da, yüz yüze hiç karşılaşmadım ben de, Abdülkadir Bulut’la. Ama onun bir ya da iki kitabını okuduğumu anımsıyorum. Yanılmıyorsam İstanbul’daydı o yıllarda. Karayağız yüzüyle, gür ve kalın bıyıklarıyla, filinta gibi bir delikanlı olarak canlandırıyorum gözlerimin önünde onu hep.
Sevgili dostlarım F. Saadet Bilir ve Ali F. Bilir çiftinin Abdülkadir Bulut’la ilgili uzun soluklu bir çalışma yaptıklarını biliyordum.
Sonunda bu çalışma, “Abdülkadir Bulut (Kasabalı Lorca)” ve “Abdülkadir’e Sevgi Sözleri” adlarında iki kitaba dönüştü. O günlerde İstanbul’daydım. Baktığım bir iki kitapçıda ilkini bulabildim ancak. Ne yazık ki de bugünlerde okuyabildim.
Kitap E Yayınlarından çıkmış ve 344 sayfa. Ön kapağında Abdülkadir’in kardeşiyle siyah/beyaz bir fotoğrafı, arka kapağında da Abdülkadir’in yaşamöyküsünden ilginç bir anlatı ve o ünlü “Solcu-komünist kurbağa” var. Yıllar öncesinde bu toplumda ne gülünçlükler yaşandığının, aydınlara, yazar ve şairlere ne tür baskılar uygulandığının çok açık bir belgesi bu kapaktakiler.
Öncelikle, ille de bu kurbağadan söz etmek istiyorum. Abdülkadir yolda, “ sağ ön bacağı kopmuş, sol ön bacağı havaya kaldırılmış konumda ezilmiş” ölü bir kurbağa bulur ve okul lojmanındaki panoya asar. İşte bu kurbağa, “solculuk ve komünistlik” soruşturmasına neden olur ve Abdülkadir Bulut’a 777 gün öğretmenlik yatırtılmaz.
Kitap, “Yayıncının Notu” ile başlıyor. E Yayınlarının sahibi Mehmet Atay Abdülkadir’in arkadaşı, dostu… Söyle söylüyor bu kitabı basarken: “Nereden aklıma gelirdi Bulut’un ölümünden 5 yıl sonra yayıncılığa başlayacağım, yitirişimizin 25. yılında onun için kitap basacağım. Ama Ali ve Saadet gibi iki güzel insan, hemşerileri Abdülkadir için incelik ve sorumluluk gösterip bu kitabı hazırlayınca bana da basma onuru kaldı. Onlara teşekkür borçluyum.”
“İlk Söz” Cemal Süreya’ya verilmiş haklı olarak. Çünkü Abdülkadir Bulut’a “Kasabalı Lorca” diyen oydu.
Arkasında İsa Çelik’in çektiği, Abdülkadir’in bir fotoğrafı var ki, işte bu fotoğrafla gözlerimin önünde o hep. Yine kitabın ileriki sayfalarında birçoğunu ilk gördüğüm, çok güzel fotoğraflar var.
“Önsöz” Özdemir İnce’nin. Çünkü ona göre “Abdülkadir Bulut iyi bir arkadaş, gerçek bir dost, çok dürüst bir insan, benzersiz bir eş ve baba”, kız kardeşinin eşi ve yeğenlerinin babasıdır.
Oğlu Ekim Bulut “Sesleniş”te, “Akdeniz’in Sıcak İnsanı Canım Babam” diyerek şöyle sürdürür yazısını: “Esasında ölünecek yaş değil be 42! Hele, yaşım 42’ye yaklaştıkça daha iyi anlıyorum bunu.”
Öbür oğlu Elçin Bulut’sa, “Babam Abdülkadir Bulut” yazısında, “Uyurken yanaklarımdan ve gıdığımdan öptüğünde bıyıkları hiç batmıyordu sanki. Bıyıklar birer pamuk yumuşaklığında, sesi annemin sesi gibi geliyordu” der.
“Sunu” bölümünü Saadet Bilir ve Ali Bilir kendilerine ayırmışlar. Bu kitabın ortaya çıkmasına öncülük eden duygularını açıkladıktan sonra şunları söylüyorlar: “ Şair Abdülkadir Bulut’u her yönüyle tanıtmayı amaçladığımız kitap çalışmasına işte bu duygularla başladık. Kolları sıvayıp hemen yola koyulduk. Belge, bilgi toplamaya yöneldik. Düşüncelerimizi şairin eşi Havva Bulut’la paylaşıp onun onay ve düşüncelerini aldık. Girişimimizi mektup yazarak ve basın yoluyla, Bulut’un yakın dost ve arkadaşlarına duyurduk. Yanılmamışız, beklediğimizin ötesinde bilgi ve yardım gördük, sevenlerinden. Çok sayıda bilgi, belge ulaştı elimize.” Alçakgönüllülükleriyle bu çalışmayı bir imece sayan yazarlar, kitaplarının bir yardımlaşma ürünü” olduğunu belirtiyorlar.
“Yaşamöyküsü” bölümünde şairin çocukluğundan ölünceye kadarki yaşamından kesitler anlatılmaktadır.
Abdülkadir Bulut Anamurlu bir şair/yazardır, 1943 yılında Anamur’un Akine Köyü’nde doğmuştur. “Kıtlıkla yaşı ortaktır.” Benim Öğretmen Okulu öğretmenim Galip Oğuz onun da ilkokul öğretmenidir. Okumaya ilgisi o yıllarda başlar. İlkokuldan sonra Akşehir Öğretmen Okulu’na gider. Şiir yazmaya okulda başlar. Şiirleri çeşitli dergilerde yayımlanır. Anamur’a öğretmendir, Kaşdişlen Köyünde “Atatürk’ü Anma Gecesi” düzenlenecektir. Beş arkadaşıyla bu etkinliğe destek verir. “Sol propagandası” yaptıkları gerekçesiyle arkadaşlarıyla birlikte açığa alınırlar. Belli bir süre sonra diğerleri göreve başlatılır ama o, o kurbağa yüzünden 777 gün sonra başlatılır. Bu arada Havva İnce Bulut’la evlenir. İki çocukları olur.
Şair olacaksa İstanbul’a gitmesini söyler dostları, şair çevreleri. Anamur’dan kopmak zor gelir ona. İstanbul’da daha da yoğunlaştırır çalışmalarını. Kitapları basılır arka arkaya. Ödüller alır.
1985 Ağustos’unda Anamur’dadır. Silifke’ye bir akrabasının duruşmasına gider, köylüleriyle birlikte. Dönerken Boğsak yakınlarında, oturduğu tabureyle birlikte, kapının açılıvermesiyle birlikte dışarı fırlar. Mersin’e götürülür ve orada da ölür. Oraya da gömülür.
Bu kısacık yaşamına yedisi şiir ikisi çocuk romanı, dokuz kitap sığdırmıştır Abdülkadir Bulut.
Kitabın bundan sonraki bölümünde şiirlerinden ve düzyazılarından örnekler sunulmuştur. Abdülkadir’in şiir yazmadaki ustalığı kadar, şiir konusundaki birikimliliği de gözükmektedir burada.
Daha sonraki bölümlerde Bulut’un yaptığı bir söyleşiyle Bulut’la yapılan söyleşiler yer almaktadır. Arkasından da Saadet ve Ali Bilir’in (açıkça belirtilmemişse de, ikisinin ortaklaşa söyleşileridir bunlar) eşi Havva Bulut, ablası, kardeşleri, Öğretmeni Galip Oğuz ve Veli Işık, öğretmen arkadaşları, dostları ve öğrencileriyle yaptıkları söyleşilere yer verilmiştir Bu arada, Ali F: Bilir’le yapılan bir söyleşi de buraya eklenmiştir. Sonra şairin yazdığı mektuplara ve ona yazılan mektuplara yer verilmiştir.
Ölümüyle ilgili basında çıkanlardan sonra, İstanbul’daki ilk anma etkinliğinde yapılan konuşmalar bulunmaktadır.
Abdülkadir Bulut yerel kokulu bir şair/yazardır. Bu yönünü hiç yitirmemiştir. Şiirlerinde ve yazılarında Anamur ve çevresinde kullanılan nice sözcük ve deyim kullanmıştır. Ve bunları evrenselle kaynaştırmıştır. İşte kitabın son bölümlerinde, onun şiir ve yazılarında kullandığı yerel sözcük ve deyimler yer almaktadır.
Abdülkadir Belgeseli niteliğini de taşıyan bu kitap, “Şiir Dizini”, “Yapıtları”, “Adına Düzenlenen Dergi Özel Sayıları” ve “Soyağacı” bölümleriyle sona ermektedir.
Bu kitabı çok hızlı aldım, biraz geç okudum ama çok kolay okudum. Çünkü içinde benim kültürüm, benim dilim vardı, hazırlayanlar benim dostlarımdı. Ve bu kitabı okumakla Abdülkadir Bulut’u çok daha iyi tanıdım. Şairliğinden de öte gerçek bir dosttur o, yürekli bir eylem adamıdır.
Son olarak, yazın dünyamızın ıssız koyaklarında birazcık unutulup kalmış bu usta şair ve yazarı buralardan kurtaranlara selam olsun diyorum ben de, selam olsun!..

AĞLAYAN KÖPEK
Mehmet Ali KILINÇ

İlkokul son sınıftaydım galiba, sırtı alalı bir ya da iki yaşında karabaş bir köpeğimiz vardı. Her akşam fıstık beklemeye giderken, yanımda onu da götürürdüm. Talvarda yatıyordum yanımda da horoz çakmaklı çakaralmaz bir dolma tüfeğim vardı ama doğrusu geceleri biraz korkuyordum. En küçük bir tıkırtıdan ya da çalı kıpırtısından ürperiyordum. Talvarın altında bekleyen köpeğimiz, bir ses duyunca kalkıp, sağa sola koşsa, havlasa, biraz rahatlayacaktım ama hayır. Hareketlerine bakılırsa, o benden daha çok korkuyordu. En küçük bir çalı kıpırtısında kaçıp gelip, bekçi talvarının altına kıvrılıp yatıyor, direklerinin dibine siniyor, başlıyordu ağlama, sızlama sesleri çıkarmaya.
Allah Allah, bu nasıl iştir diyor, köpeğin bu davranışına bir anlam veremiyorduk. Ağlayan köpeğimizin bu durumunu doğal olarak sağda solda anlatıyorduk. Sonraları öğrendik, bize gelmeden önce bir gece annesiyle fıstık beklerken, domuzlar tarlayı basmış, annesi domuzları kovalamaya çalışırken, domuzlar eniğin üstüne basıp geçmişler. Anlaşılan bütün sıkıntısı, ağlayıp sızlaması ondanmış.
Ne yazık ki köy yerinde bir köpeğin ömrü fazla olmaz. Ya beş yıl yaşar ya da altı; on yıl yaşayanı pek yoktur. Ya hastalanıp ölür ya yanlışlıkla zehirlenir. Olmadı birisinin kurduğu tilki kapanı sonları olur. İş vicdansızlığa kalacak olursa, kimse hesap soramayacağına göre doğrultur namluyu köpeğe, basar tetiğe, olur biter. Ama biz hiçbir zaman bu ağlayan köpeğimizin işe yaramadığını bahane edip, kapımızdan kovmayı, aç bırakmayı, ona vicdansızca bir son hazırlamayı asla düşünmedik. Onun da canı var; onu da Allah yaratı dedik ve ölünceye kadar besledik. O yaşadığı sürece evimizin köpeği olarak kaldı.
Ben köyden 15 yaşımda yatılı okula gitmek için ayrıldım. Köye ve fıstık tarlamıza ancak yaz aylarında bir süreliğine uğrayabiliyordum. Ben yokken, ağlayan köpeğimiz yavrulamış. Yavruları genellikle bir aylık falan olduktan sonra, konu komşudan “eniğin birini bize verin diyene” verilmiş. Alan da eniği ya eşeğinin heybesinin bir gözüne kafası dışarıda kalacak şekilde koyup götürmüş. Eğer götürülecek yer yakınsa, eniğin boynuna bir kestel bağlanıp götürülmüş. Birkaç gün bir yere bağlı kalan yavrunun önüne yalı verildiğinde, enik de yeni yerine alışır zaten.
Kardeşlerimden benim küçüğüm, eniklerden biri ille benim olsun diye tutturmuş. En güzeli alıkoymuşlar, evde annesinin yanında kalmış. Kardeşim ona bir isim bile koymuş. Adı “Domut” olsun demiş.
Köyümüz deniz seviyesinden 300 metre kadar yüksektedir. Bizim köyden on kilometre uzakta, 800 metre rakımlı bir dağda kurulmuş komşu köyde bir teyzem vardı. Şimdi rahmetli oldu. Onun köyü çarşıya pazara, yaylaya sahile giderken yol üzeri olmadığı için, özel olarak gidilmediği sürece teyzemi yılda bir kez falan görebiliyorduk. Bir gün rahmetli teyzem bizi ziyarete gelmiş. Köyüne dönerken de Domut’u kastederek, “Bize bir köpek lazım, bunu bize verin” demiş. Kardeşim de hevesini almış olacak ki Domut’u teyzeme vermeye itiraz etmemiş.
Aradan bir yıl mı geçmiş yoksa bir buçuk yıl mı, rahmetli annem ve kardeşim eşeğimize binip, bir yaz başı teyzemlerin köyüne ziyarete gitmişler. Teyzemlerin davar evi, pelit ağacının gölgesindeymiş. Kardeşimle annem eve yaklaşırken, iri, gür sesli, sırım gibi bir köpek yattığı yerden doğrulup, gelenlere bir bakmış sonra da onlara doğru yürümeye başlamış. Bir yandan havlıyor, bir yandan da ayak sürüyormuş. Birkaç adım attıktan sonra durmuş, kulaklarını dikmiş, aralıklarla kesik kesik havlıyormuş. Kardeşimin “Domut, domut” demesiyle koca köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp, sızlana sızlana bizimkilere doğru koşmuş. Gelenlerin hepsini baştan ayağa bir güzel koklamış. Domut’un bizimkileri nerdeyse bir sarılıp öpmediği kalmış. Koca köpek, çocuklar gibi yerlerde debelenip uzun uzun sevinç gösterisinde bulunmuş.
Bizim evin işte işe yaramaz ağlayan köpeğinden, dört aylıkken ayrıldığı sahiplerini aylar sonra hatırlayabilen, onları görünce de boyunlarına sarılacak kadar sevgi gösterisinde bulunan akıllı bir köpek, Yörük evinin iriyarı muhteşem bekçisi “Domut” türemiş.


CÜCE ŞEYHMUS
Musa DİNÇ

“ Mardin kapı şen olur
Dibi değirmen olur
Buralarda yar seven
Mutlaka verem olur.”
Celâl Güzelses

Keçi Burcu’na çıktınız mı hiç? Keçi Burcu deyip geçmeyelim hemen. Buradan kuş bakışı baktığınızda, yeşilin bütün tonlarını bağrında barındıran, zerzevatın kaynağı Hevsel Bahçeleri’ni, haram suyla çalışan değirmenleri; bulanık ve küskün akan Dicle Nehri ve ta uzaklardan göz kırpan tarihi On Gözlü Köprü’yü görürsünüz.
Diyarbakır’ın güneyi boyunca Dicle Nehri akar. Çevresi verimli topraktan beslenmenin verdiği rehavetle gelişmiş kavak, söğüt, çınar ve yaşlı dut ağaçlarıyla doludur. Bahar gelince ağaçlar güneşten utanıyormuşçasına yeşil giysilerine bürünür. Gazi Köşkü yaz sıcağının yardımıyla yersizlerin, yurtsuzların, sarhoşların evi olur. Tabiat anaları onlara, çimenlerinden bir yatak hazırlar, onlar da bu misafirperver kucakta cömertçe vakit öldürürler.
Cüce Şeyhmus da Sur dibi, Gazi Köşk’ü, Ben-u-Sen üçgeninde barınan yersiz, yurtsuzlardan biriydi. On bir yaşlarında ya vardı, ya yoktu. Ufak tefek, cılız bir çocuktu. Onun yaşındakiler hayatın “H” sini bilmezlerdi. Şeyhmus’unsa bilginceydi.
Küçük yaşta babasını kaybetmişti. Anasıysa, dayanamamış hayatın yıkıcı, yıpratıcı şartlarına, kocaya gitmişti. Üvey evlat olmak, Şeymus’a hayatın “ H” sini öğretmeye yetmişti, artmıştı da. Dövmeler, azarlar, küfürler biteviyeliği içinde Şeyhmus büyüdü, serpildi. Herkesçe tatlı gün damgası vurulan çocukluk günleri, onun için azap oldu.
Nihayet, Şeyhmus dayanamadı ve kaçtı.
Taşı toprağı altın edebiyatıyla, mıknatıs gibi çekiciliğiyle düşlediği İstanbul’daydı artık; ama o İstanbul’da bir zerrecikti. Kendine göre bir iş bulamadı. Sokak çocuklarıyla yatıp kalktı. Şeyhmus, kos koca on milyonluk bir şehirde tanımadığı insanlar arasında yapayalnız buluverdi kendini. İşte bundan sonradır ki, zaman Şeyhmus’a hayatın gerçek alfabesini öğretmeye başladı.
Şeyhmus, Sur dibinde esrar çekenler, şeş- beş atanlar, bally çekenler, tiner koklayanlar, şarap içenlerle tanıştı.
Kırıklara yarenlik etti. Kavgalar, didişmeler, çöplükten topladığı hurdalar v.s…
Şeyhmus’u eli, yüzü kir içinde bir sokak çocuğu olarak görmek mümkündür artık. Düşlediği gibi çıkmamıştı İstanbul; gizliden bir nakliye kamyonunun kasasına binerek, gelmişti Diyarbakır’a.
Eline geçen parayla bally alan Şeyhmus, boş bulduğu arazilerde ballyi körpe akciğerlerine çekerek hûlyalara, özlem çektiği hayallere dalardı.
Bu böyle sürüp gidemezdi. Şeyhmus’un akciğerleri iflas etmişti.
Bir gün Diyarbakır Devlet Hastanesi Dâhiliye Servisi’nde uygulamadaydım. Sedyede cansız bedeniyle yatan bir çocuğun, acilden getirildiğini gördüm. Bu çocuk Şeyhmus’du. Şeyhmus yaşamıyordu artık. Üç gün morgda kalan Şeyhmus’u sahiplenen de yoktu.

“ Solmasın filizler!
Unutmayalım, daha nice
Şeyhmuslar var!”


KAFAMIN İÇİNDEKİLER
M. Demirel BABACANOĞLU

Bir yıldır düşünüyorum; kafamın içindekileri bir çözebilsem...
Nerdeeeee?
Bende o yetenek var mı?
Şu kafa denen varlık herkeste var. Ali'nin kafası, Veli'nin kafası, eşeğin başı, devenin başı, itin başı koyunun başı, bostanın başı, kuşun başı...
Bir kuşun başını koparıverip atıyorum. Öyle ki, hiç enerji harcamıyorum; şöyle okşar gibi bir elimle gövdesini tutuyorum, bir elimle başını çekiveriyorum; kopuyor baş. Sonra tüylerini yoluyorum, karnını yarıyorum, taşlığı çıkıyor, bağırsakları çıkıyor, atıyorum; ataşa koyup, cızbız pişiriyorum. Çıtır çıtır yiyorum, bir çıntık kemiğini atmadan yutuyorum. Öyle lezzetli ki…
Siz kuş yediniz mi?
Kuşun lezzetli olduğunu kimse duymasın. Herkes kuş tutmaya, kuş toplamaya başlar. Verirler çocukların eline sapanları, vur babam vur, kuş muş kalmaz dağlarda; mantar gibi un edilir. Avrupalara satılır vallahi. Biri akıl etse de ilgililere söylese, ihraç malı olarak kullansa, vallahi de tillahi de enflasyon diye bir şey kalmaz. Yükselip çıkan, uçup giden enflasyon kuşların sayesinde aşağıya çekilir. Yoksullar varsıllar kdv* vermekten kurtulur.
Siz kdv veriyor musunuz?
Ben veriyorum. Su içerken, yemek yerken, tuvalete giderken, her ne alırsam, her ne yersem veriyorum kdv’yi. Laf aramızda soluk alırken bile kdv veriyorum. Alıyorum fişini. Kdv ver okul yaptır, yol yaptır, fabrika kur... diyorlar. Tövbe ben onu düşünmüyorum. Benim tek kafamın içinde bir nokta var, ay sonunu nasıl getiririm? Fişler alıp fişler bağlıyorum, vergi iade zarfına koyuyorum, üzerini yazıyorum. Ondan üç beş kuruş alır mıyım diye, hep onu düşünüyorum. İşimiz gücümüz muhasebecilik oldu artık.
Diyorum ki şunları bir def edebilsem kafamın içinden, edemem olanağı yok.
Şu benim kafam ne kavuna benzer, ne karpuza; yuvarlak söbü, kıllı bir baş. Hiç sevmiyorum başımı. Ellerin başı derecesiz güzel. Kestane kırmızısı güller açmış irem bahçesi gibi. Dünyanın öbür ucundan kokusunu alıyor; bir radyo ışını gibi dünyanın çevresini saniyede sekiz on kez dolanıp ancak hızını alıyor, ellerin başı üstünde duruyor, güzel miski amber gibi kokuyor, bir anda âşık oluyor, yetmiş huriye, birden beceriyor. Benim baş, baş değil!
Siz yetmiş huriyi görseniz ne yaparsınız?
Ben de dört tane huri alayım diye düşünüyorum. Evdeki huriyle geçinemiyorum. Bir kavga bir dövüş, daha beni bile beceremedin, dört huriyi nasıl becereceksin diyor; o yüzden dört huri alma özgürlüğümü bir türlü kullanamadım.
Şimdi ben ne yapayım?
Bu baştan hiç hoşlanmıyorum. Bu başı kim tebelleş ettiyse etti başıma. Bir türlü alışamadım. İnsan kendi başına alışamaz mı? Başımı koparıp başkalarının başıyla değiştirmek istiyorum. Şimdilik hiç kimse benimle başını değişmek istemiyor. Demek ki başından mutlu olmayan bir benim. Öyleyse bu başta bir olağandışılık var. Duydum ki öğretmenler böyle başları döverlermiş. Başımı alıp elimle götüreceğim öğretmene. Benim başım çok yaramaz, hiç hoşlanmıyorum başımdan, aman öğretmen bey yaman öğretmen bey şu başımı iyice bir döv diyeceğim, eğit. Başkaları nasıl düşünüyorsa öyle düşünsün. Kalıp gibi olsun, tornadan çıkmış gibi. Olmadık, akla gelmedik, ayıp kötü şeyler düşünüyor. Bir huri varken, dört huri daha al diyor... her gördüğü güzelden pay istiyor!
Başımı uzatıyorum öğretmene, kurbanlık kuzu gibi duruyorum önünde. Aman ne biçimsiz, meymenetsiz, şekilsiz, pis kokulu, şer, böyle bir başla uğraşamam diyor, kaçıyor öğretmen. Yuh sana diyorum, bu minnacık, yelpecik başla başa çıkamadın...
Beni sana yanlış anlatmışlar dedi öğretmen. Şimdi öğretmenler baş maş dövmüyor. O eskidenmiş. Fatih'i bile dövmüş öğretmen. Böyle diyerek eskiye de özen duymuyorum.
Yok yahu sen yalan söylüyorsun?
Dayakçı öğretmenler her gün çıkıyor. Çocuklar disipline veriliyor. Savaşa hayır dedi diye içerlere atılıyor. El kadar çocuklar sopa yiyorlar. Dayak atmadan, dayak yemeden zevk alır olmuşuz. 1990 yılında yapılan araştırmaya göre yurttaşların yüzde 64,2'si öğretmenler çocukları dövebilir diyor, yüzde 30,3'ü de düşüncelerini söylemiyorlar
Böyle şey olmaz mı diyorsunuz?
Ben de olmaz diyorum. Bu öğretmende iş yok, bir türlü başımı eğitemedi. Eğitimsiz başı ne yapayım. Bari zaman gerisine bir tünel açıp gideyim, Akşemsettin hocayı bulayım, eğitsin benim başımı. Sonunda buluyorum hocayı. Olmazlanıyor hoca... Ah ah keşke başımı bir eğitseler; kdv filan düşünmem, kötü şeyler gelmez aklıma, savaşa hayır demem, kuzu gibi bir adam olurum. Kuzum kuzum diye severler beni. Sürüden ayrılmam, sürü olurum, kurban ederler beni, etimi yerler... Sen ayrıcalık yaratıyorsun, gir içeri demezler. Padişahımız efendimiz çok yaşa.
Ah bir yaşayabilsek.
Bu başımı hiç sevmiyorum. Sevmediğim bir başı da kafamda taşıyamam. Bir balta bulsam da şu başımı kessem. Bu balta küt, çok acıtır. Başımı sevmesem de kör baltaların altına tutamam. Yülekli keskin bir balta olmalı, başım kesilirse benden şikayetçi olmasın hiç değilse. Baltayı yülekçiye götürüyorum. Yülekçi soruyor: ne keseceksin baltayla? Bilelim ki ona göre yüleyelim baltayı. Ben de baş keseceğim baş diyorum. Hiç beklemediği bir yanıtla karşılaşıyor olmalı, yüzüme pel pel bakıyor. Herhalde soğan başı keseceğim deyince şaşması geçiyor, biraz gülümsüyor. Kendi başımı kesiyorum desem daha çok şaşıracak, belki de baltayı yülemeyecek, bana akıl vermeye kalkacak. Ayıptır canım, olur olmaza kızılır da baş kesilir mi? Alt tarafı bir huri olsun huri mi yok memlekette, alırsın birini daha... yok bilmem neler söyleyecek. Belki de hiçbir şey demeyecek, olur, olur, iyi olur, kes başını biz de kurtulak sen de kurtul. Neyse aldı baltayı bir hafta sonra gel dedi. Gittim, bu hafta olmaz, gelecek hafta gel, o hafta da gittim, bugün git yarın gel dedi. Akıl sıra beni atlatacak. Yılar mıyım, ne zaman demişse o zaman gittim. Gidip gelmelerim de iyi olmuş, hiç olmazsa baltalı günler yaşadık. Ah şu Katarina ah, hep Baltacı Mehmetlere âşık olursun. Bir de bana aşık olsana. Başımı bir görseydin, sende sever miydin? Neyse severdin, sevmezdin önemli değil, kaldım kadım da Baltacı artığı Katarina'ya mı kaldım. Baltamı alır başımı keserim en iyisi. Baltayı aldım, güzel yülemiş mi diye, önce bir soğan kestim, cirp kesiyor. Sonra bir turpa tuttum, cirp kesti, güle karanfile tuttum kesti, ağaçlara vurdum cirp cirp kesiyor. Elim değmişken bütün ağaçları doğradım böyle. Birde baktım ki bizim dağlardaki ormanları ben kesmişim. Şimdi hepsi çıplak, tanga gibi açıkta dağlar. Kel dağlar kel başlara benzer, hiç hoşlanmam... bunca ağaçları kestim ama gel gör ki kendi başımı kesemiyorum. Dedim ki bir cellât çağırayım. Bu çağda, bu zamanda nerede cellât? Cellâtlı ülkelerden cellât getirtsem olmaz, ayıp olacak; cellâtsız yerde yaşadığımı sanacaklar. Yine de el altından cellâtlı ülkeleri gezdim, aman bir cellât verin bana dedim, olmaz dediler, cellât bize gerekli, biz cellâtsız yaşayamayız. Çünkü her gün, her an bir yaramaz hayta çıkıyor, biz onun başını cellâda kestiriyoruz. Şimdi cellâdı sana verirsek, bütün yaramazlar, haytalar duyarlar bayram ederler. Onları durduramayız, tacımız tahtımız gider. Olan millete olur dediler, cellâdı bana vermediler, ben de cellâtsız döndüm geldim. Ne yapsam da bir cellât yaratsam? Nerdeee o güç bende?
Cellât bulamayınca bir ustura almayı kararlaştırdım. Ustura kılı bile kesiyor. Aldım bir ustura, önce tıraş olmak istedim; aman ne biçim ustura, inat ediyor kılı kesmiyor, deriyi kesiyor. Ben deriyi kesen usturayı ne yapayım? Önce başımı kazımalıyım, sonra başımı kesmeliyim. Böyle bir usturayla başımı kesemem. Kör nalet ustura, kılı kesmeyen ustura olur mu? Jilet alsam, kılı keser, başı kesmez, ben başı dipten koparacak, kökten koparacak keski isterim. Öyle kesmeliyim ki o başı kındıra otu gibi bir daha çıkmasın. Giyotin; giyotin olsa çok iyi olur. Bizim yerlerde giyotin yok ki. Fransa'ya ısmarlasam, neyle ısmarlayayım? Kiminle, hangi parayla... Hem sonra sormazlar mı ne için getirtiyorsun giyotini diye. Asmak kalktı da giyotinle mi keseceksiniz bütün yaramaz başları demezler mi? Hepsine he, evet desem, kendimi nasıl kurtarabilirim? Kendi başımla uğraşırken suç üstüne suç işlemiş olmaz mıyım? Bütün bu işleri gizlice yapmalıyım. Aman ha gizli gizli deme, sen vazgeç bu giyotin işinden. En iyisi bir cembiye getirt Arabistan'dan. Hem cembiye inanmış adamların buluşu... Cembiye ile kes başını, günah olmaz, belki sevap olur. Aklıma yattı bu cembiye işi. Birini nerden bulmalı da bir cembiye getirtmeli. Ben gitmem Arabistan'a. Derken araştırmalar yaptım, üç beş adam buldum. Getirmesine getirecekler ama çok para istiyorlar. Kaçak getirebilirlermiş. Çok tehlikeliymiş. Bir mayına çarpıp ölebilirlermiş sınırda. Cembiyeden de vazgeçtim en sonunda.
Siz hiç başınızı kesmek istemediniz mi?
Bu baştan kurtulmanın bir çaresi olmalı. Zehir içsen, olmaz. Hepten öleceğiz. Ben ölmek istemiyorum, yalnız başım ölsün. Başım ölsün ki herkes kurtulsun bu baştan. Başımın içini de merak ediyorum. İçinde ne var ne yok öğreneceğim. Niye iyi şeyler düşünmüyor da kötü şeyler düşünüyor? Bunca güzellikler varken. Hava güzel, su güzel, dağ güzel... Gökyüzü güzel, bakabildiğin kadar bak. İç rakıyı, patlat şampanyayı, her gün huri değiştir, veren razı alan razı, cebini doldur, cebini doldur gül eğlen... Nene gerek senin elin kdv’si? Seyhan'ın üstünde Taşköprü, altından irin akıyor sana ne?... Adam ol, adam, kafa oğlu kafa. İyi şeyler düşün. Hak güçlünündür. Zayıfın yanında olmak sana mı düştü? Bak işte bir başınla bile geçinemiyorsun…
Bu başı keseceğim artık karar verdim. Kimse beni bu karardan döndüremez. Adli hata olsa bile keseceğim bu başı. İnce ince doğrayacağım. İplik, iplik edeceğim, içinde ne var bakacağım. Neresinde saklıyor bunca aymaz, yaramaz düşünceleri...
Ben yine o beğenmediğim baltayı aldım. Baş en ucuza bu baltayla kesilebiliyor ancak. İş yapıyoruz, ekonomik olsun. Burada enflasyona yenilecek değiliz ya? Elimde balta ıssız dağlara doğru çıktım. İstiyorum kimse olmasın yanımda. Görenler belki korkarlar, belki de korkmayıp benim gibi yapmak isterler. Ben onlara önderlik etmek istemem. Neme gerek, niçin bize önayak oldun diye gövdemi parçalamaya kalkarlar. Gövdem kalsın, gövdem bana gerek, başsız yaşarım da gövdesiz yaşayamam. Balta elimde pırıl pırıl parlıyor, söyle yüzüne baktım, göz göze geldim, bana gülümsüyor. Alay mı ediyor dedim değil. Ömründe hiç baş kesmemiş, baş kesecek olduğu için seviniyor. Soğan başı, turp filan kesmiş ama onları saymıyor, hiç önemsemiyor. Başımı yatırdım taşın üstüne, hiç baş kaldırmıyor, kuzu kuzu baltanın kendini kesmesini bekliyor. Yahu ne akıllı baş. Ne var biraz itiraz et, biraz sonra kesileceksin işte. O da benim gövdemden bıkmış mı ne? Neyse buraya kadar getirdik işi, vazgeçmek olmaz. İki elimle salladım baltayı, vurdum başıma, baş ayrıldı sonbaharda yarılmış nar gibi. Hiç kanım akmıyor, nasıl bir baş, canı çok pekmiş, of bile demedi... İplik iplik ayırdım, diş diş kopardım, inceden inceye baktım... Nereye gitmişti bunca düşünce, bunca akıl, bunca rezalet... Hiçbiri yok. Var da ben mi görmüyorum? Gözüme, trilyon kez büyüten mercekli bir gözlük taktım, baktık. İçinden güzel estetik, gerçek bir(m) çıktı. Yahu dedi beni hiç düşünmüyorsun? Mektup yazıyorsun güzel kızlara "Sevgili " diyorsun. Kimin sevgilisi onlar? Neden beni koymuyorsun "Sevgili" yazdıktan sonra "H" nin yanına?
___________________
*kdv: katma değer vergisi.


KUZUGÖBEKLERİ
Mustafa SAĞLAM


Şu bizim Toroslar, özellikle İsaura bölgesi üretken, verimli ve ayrıca endemik bitkiler yönünden zengin bir bölgedir vesselam. Havanın sıcaklığı, yerin besleyiciliği ve iklimin yağışlılığı bir araya gelince doğayı doğurgan yapıyor burada. Bu topraklarda, fazlasıyla vardır her çeşitten canlıyı besleyecek nimetler. Bu yüzden de, “Kan düşse, can biter,” deyişi en çok İsaura bölgesinde kullanılır.
Doğanın güçlülüğüdür ki, çiçeklerin kokusunu, meyvelerin tadını, güllerin kırmızısını, yaprakların yeşilini bir kat daha artırıyor; acıyı daha acı, tatlıyı daha tatlı, ekşiyi daha ekşi yapıp, ayrı bir koku, bir lezzet katıyor hepsine. Öyle bir yapıya sahip bu memleket.
Uzun yıllardır ilk kez, Nisan ayında, doğup büyüdüğüm köye gittim bu yıl. Yanlış anlaşılmasın; her yıl birkaç kez gider gelirim ama bu aya rast getirebildiğim pek olmadı. Yol, yüksek dağların zirvesini aşıp, kışları çoğunlukla karlı, buzlu olduğu için karşılaşılabilecek rezilliklerden çekinir, yolculukları yaza bırakırdık ekseriya. Tufana, tipiye tutulup, birkaç kez yollarda mahsur kaldığımız oldu çünkü.
Her yer için söylenir durur ama ben kesin inanıyorum; bizim o taraflarda da her mevsimin kendine göre bir güzelliği vardır. Yazın olsun, ilkbaharın olsun, sonbaharın olsun sizi oraya bağlayacak bir cazibesi bulunur hep; hatta kışın bile. Yol kenarındaki ağaçların dallarının üstüne yığılan kar, o dalların arasında konacak bir yer arayan serçeler, yukardan aşağı akan suyun oluşturduğu buzdan sütunlar... Soğuk moğuk ama yine de kışın bile ayrı bir güzelliği vardır orda.
Orta yaşın üstüne çıkmış her kişinin yaptığı gibi, ben de yollarında, sokaklarında yürürken çocukluğumu yaşadım tekrar tekrar. Acısıyla tatlısıyla bir sürü anılarım var elbet orda geçen. Eski okulun önünden yürürken, kutladığımız 23 Nisan Bayramları gözümün önün geldi. Okuduğum şiirleri bile anımsadım mısra mısra. Şimdi büyük bir çoğunluğu uzaklarda yaşayan, bir kısmı da ne yazık ki artık aramızda olmayan sınıf arkadaşlarımın yüzlerini anımsadım, az solmuş, siyah-beyaz resimler gibi. Zamanın geri döndürülemeyeceğinin acısını içimde duydum bir kez daha.
Sabah yürüyüşlerinden birini biraz uzatıp, köyümün dağlarına, yaylalarına çıkmaya karar verdim bir gün. Ladin, çam, andız, ardıç ağaçlarının arasında yürüdüm; doya doya kokularını çektim burnuma. Gördüm ki, her şey değiştiği halde onların kokusu değişmemiş hiç; bir tazelik, bir özüne bağlılık var hepsinde. Burnuna çektikçe içine bir ferahlık doğuyor insanın. Boşuna değildir ki, bir kısım hastaları doğada dolaştırarak tedavi ederlermiş eskiden.
Ve yıllardır görmediğim kuzugöbeklerini gördüm bu sene. Hem de canlı canlı, topraktan yeni çıkmış, tazecik, çiçeği burnunda dedikleri gibi; ya da buğlu buğlu. Çam pürlerinin arasından başlarını gösterivermeleri öylesine ilginç, öylesine mucizevî, öylesine güzel... O simsiyah topraktan çıktığı halde sanki ona hiç dokunmamış, tertemiz. Hele on beş- yirmi kadarı siyahlı sarılı bir arada oldu mu öylesine gizemli bir manzara meydana getiriyorlar, bambaşka bir dünyada hissediyor insan kendini. Küçüklü büyüklü ve bin bir şekilde hem de. Birbirleriyle konuştuklarını hayal edip, seslerini duyar gibi oluyorsun bir an. Yanı başlarında açmış salep çiçekleriyle güzellik yarışına girmişler izlenimi de veriyor birlikteliklerine bakınca. Kuzugöbekleri, salep çiçeklerinden güzel; salep çiçekleri, kuzugöbeklerinden güzel. Doğa, bu dağların süsü olsun diye var etmiş onları besbelli.
Ama onların bu cazibelerine karşın ömürleri öyle kısa ki! Güzel olan şeylerin yaşam süreleri neden hep böyledir bilmem! Gerçi uzun olsaydı da varlıklarını daha fazla koruyamazlardı kuzugöbekleri; birçok hayvan onun ne kadar lezzetli olduğunu biliyorlar anlaşılan, buldular mı hemen yeyiyeyiveriyorlar. Sonra insanlar tarafından arayanı çok; kırsal bölgelerde yaşayanların çoğu ne zaman, nerde kuzugöbeği çıkacağını tahmin ediyor ve çıkar çıkmaz da topluyor. Bütün bunlardan kurtulsalar bile, çıktıktan kısa bir süre sonra solmaya başlıyorlar. Çıktıklarının ertesi günü bile bayağı yaşlanmış oluyorlar artık. Anlaşılan insanlar gibi doğarken ölmeye başlıyorlar onlar da.
Köyümüzün üst tarafında “Çavşak” adında, sarp mı sarp bir yer var; o çevrenin en ünlü yokuşu. Dibinden başına çıkıncaya epey bir oflatır küfletir, nefesini keser insanın. Orda belli olur yaşlısı genci, hamı idmanlısı. Çocukluğumda çok gittim geldim, çok buğday, saman taşıdım o yoldan. O zamanlar öyleydi; traktör mıraktör yoktu köyde; ürün eşekle, atla, katırla taşınırdı hep. Gece gündüz karınca yolu gibi çalışırdı orası. Biri inerken öteki çıkardı yoldan.
Çavşak’ın başına çıktıktan sonra, yukarı doğru gidenlerin bazılarının zorunlu, bazılarının da sırf alışkanlık olarak dinlek verdiği yaşlıca bir çam vardı, orada taşın başına oturup, aşağıları, uzaklardaki Ermenek Baraj Gölü’nü seyrettim bir süre. Küçük bir deniz gibi görünüyordu. Hele suyu da temiz ve mavi olunca çok daha fazla benziyordu denize. Barajı dolduran nehrin adı da “Göksu”ydu zaten. “Mavi”ye, “gök” de denir bizim oralarda; gökyüzü rengi yani.
Çavşak’ın yokuşunu her çıkan, fırsat bulursa o çamın dibinde biraz da uzanır, kısa bir şekerleme yapardı. O kadar da tatlı olurdu ki o beş-on dakikalık uyku... Başının altındaki çam kökü, sırtına sivreren yumruk gibi taş filan hiç dokunmaz, hatta pamuk kadar yumuşak gelirdi; kalkıp yürümeyi hiç canı istemezdi insanın.
O, “bir zamanlar”dı tabi.
Bugün ise, yol öyle tenhaydı ki... Hele sabahın erken saatleri de olunca, kuş ve sincap seslerinden başka bir şey duyulmuyor çevrede. Hâlbuki özellikle bu Çavşak’ın başı filan yirmi dört saat cıvıl cıvıl insan olurdu. İnenlerle çıkanlar, az da olsa bir laflamadan edemezlerdi burada. Sonra, yol boyunca türkü söyleyen mi dersin, kaval öttüren mi dersin, ıslık çalan mı dersin! Kendilerine güvenenler, seslerinin kayadaki yankılarını da duyunca kaldırırlar koyuverirlerdi avazlarını.
Doğu tarafa giden yola saptım oradan. Aşağı yan uçurum, ötelere doğru derin ve geniş Göksu vadisi; üst yan sarp yaka ve çamlık, hem de epey yukarılara kadar. Ağaçların tepelerinden başka bir şey göründüğü yok. Bu yeşilliği görünce keyfe gelmemek elde değil; bu Tropikal orman görüntüsünü seyretmek insana haz veriyor. Dalıyorum çamlığın içine; tarak marak filan da aramıyorum. Yavaş yavaş tırmanıp gideceğim öyle. Yolumu kaybedip, kaybolacak değilim, küçükken çok sığır güttüm bu ağaçların arasında. Eğrisiyle doğrusuyla, çatalıyla düzüyle bütün çamlar belleğimde tek tek.
Nisan ayının ikinci yarısı; bütün bitkilerin çiçek açtığı zaman tam; her birinin ayrı bir kokusu var. Nefes aldıkça, insanın burnu bayram ediyor adeta.
Bir ara başımı çevirip bakıyorum, her yan sarı sarı kuzugöbeği. Öylesine çok ki, gözüme inanamıyorum! Bir kuzugöbeği tarlasında hissediyorum kendimi. Eskiden de çokluğuna rastladığım yıllar oldu, ama bu kadarını görmedim hiç. Nereye baksam, hangi tarafa yönümü çevirsem kuzugöbeği; kafalarını gösterip gösterip duruyorlar pürün altından.
Sırtımdaki çantayı çıkarıp, bir taşın üstüne sekileniyorum ve onları seyretmeye başlıyorum hayran hayran. Bundan büyük de bir haz alıyorum. Bir tablo seyreder gibiyim. Yüzümü bir tebessüm kaplıyor farkında olmadan. “Her şeyin azalmakta ve bitmekte olduğu bir dünyada, bunların çoğalması ne güzel!” diye düşünüyorum o an. Sahi, bir şeylerin artması ne kadar sevindirici, umutlandırıcı.
Sesler duyulmaya başladı o sırada. Bir anda bozuluverdi o büyü. Kuzugöbekleri, çam pürleri ve salep çiçeklerinin yarattığı armoni kayboluverdi hemen.
Çok geçmedi, çamların arasına yayılmış, kadınlı erkekli bir insan grubu görüktü. Yere eğilip kalkıp, ellerindeki sepetlere bir şeyler dolduruyorlardı. Önce anlayamadım; tahmin etmeliydim aslında; sonradan farkına varabildim, kuzugöbeklerini topluyorlardı, hem de yarışırcasına. Kısa zamanda yanıma kadar gelip, çevremdekileri toplamaya başladılar.
Hiç sesimi çıkarmayıp, yalnızca onların toplayışlarını seyrettim. Bir de selam alıp, selam verdim tabi. Bu sene çok kuzugöbeği bulmuşlar. Sebebi de sık sık yağmur yağıp, arkasından güneş açmasıymış. Böyle havaları severmiş kuzugöbeği.
Düşündüm de gökyüzü doyasıya yağmur indirir, Toprak Ana’yı döllerse, doğa nasıl doğurgan olmaz ki! Nasıl böylesine gürleşmezdi ki bitkiler; bol olmazdı ki ürünleri! Nasıl şıpır şıpır lezzet damlamazdı ki meyvelerin uçlarından!
Gelenler, kısa zamanda bitirmişlerdi hasadı. Bir an önce yeni kuzugöbeği sahalarına ulaşabilmek için acele ediyorlardı. Aralarındaki kısmen deneyimli kişiler, geçen yıllardan bilinen ürünlü yerleri herkesten evvel ele geçirme çabasındaydılar. Bu yüzden de bir yarış halindeydi hepsi.
Ben de kapıldım bu hevese. Oradaki kadar boluna rastlamıyordum artık; yine tek tük görünüyordu çalıların arasında ama öncekilerin yanında çok az sayılırdı. Gördüklerimin hiçbirini kıyıp da koparamıyordum zaten. Onları oldukları yerde seyretmek yetip de artıyordu bile bana. Hele hele taze çıkmışların bambaşka bir görünümleri vardı. Ama insanın asıl haz aldığı zaman ilk bulduğu, gözle kuzugöbeğinin ilk buluştuğu sıraydı tam. O saniye hazzın zirvesini yaşardı kişi. Nedense sebebini bilmediğim bir sevinç duyuyordum onlarla karşılaştıkça.
Velhasıl öteki kuzugöbeği toplayıcıları gibi ben de o çamın dibinden öteki çamın dibine, o ladinin dibinden öteki ladinin dibine, o sedirin dibinden öteki sedirin dibine koşturdum durdum bir hayli.
Zaman çabuk geçiyordu; güneş ne vakit yükselmiş, saat ne zaman on iki olmuş şaşırmıştım.
“Hayrat” adını verdikleri; teknesi, çam gövdesi oyularak yapılmış bir çeşme vardı; oraya varıp azığımı açtım ve sürekli akıp duran çeşmenin buz gibi suyundan içerek karnımı doyurdum. Sonra iniş aşağı yolu ele aldım artık.


ÖYKÜ

PÜREN
Mustafa B. YALÇINER

Girmedi pastaneye. Terastaki masaya geçip oturdu. Pardösüsünün cebinden çıkardığı kitabı koydu önüne. Koşup gelen garsondan sade, bol köpüklü bir kahve istedi. Sigarasını taktı ağızlığına; yaktı, derin bir nefes çekti. Üflediği duman, kendini bile zor ısıtan güneşi yer yer peçeleyen kara bulutlara ulaşmak istercesine dağılıp yükseliyordu. Delikanlı imrendi onlara. Ardından büzüldü dudakları.
Kitabın içinden çekip aldı fotoğrafı. Dirseğini masaya koydu, yanağını da dayadı avucuna. Baktı fotoğrafa.
“Aza koysam almıyor, çoğa koysam dolmuyor. Ah, be Şaban! Şu yaptığına bak. Ben sana bir püren fotoğrafı çek de gönder demiştim. Şimdi bunu nasıl göstereceğim, ya bu kız da kim derse, ne diyeceğim?”
Utandı sözlerinden. Kanadı yüreği. Garson, “Afiyet olsun” deyince, fark etti masadaki kahve fincanı ile bir küçük şişe suyu. Kahvesinden bir yudum aldı, “Aynen bana benziyor,” dedi “bunun da tadı yok.”
“Vay Emine, vay! Pürenlerin rengi de vurmuş yüzüne, Üstüne başına da kokusu sinmiştir mutlaka. Kömür karası gözlerin de ışıl ışıl! Oysa benimkiler kara bulutlar gibi yüklü…”
Elindeki fotoğraf uçurdu delikanlıyı dağlarına, ormandaki kıl çadırlarına. Baktı rengârenk elbiseli, buğday tenli, çekik gözlü, püren dallarıyla çadırın önünü süpüren mayaya.
“Ceylan bakışlı Eminem, sana bir şey anlatmak istiyorum. Bizim okulda bir bayan öğretmen var. Benim gibi o da matematikçi. Evlenmemiş hiç. Dedesi ya da babasına benzer birini bekleyip durmuş…
Dedesi, Çanakkale gazisiymiş. Memleketine ya dönememiş ya da dönmek istememiş. Neden seçtiyse, Allah’ın bozkırındaki bir köye gidip yerleşmiş. Tahta Bacak Şahan derlemiş adına da. Derken orada evlenmiş. Eşini hiç öz adıyla çağırmaz, ona hep “Püren Hatun” dermiş. Zamanla iki de çocuğu olmuş. Oğlana Balaban, kıza da Turaç adını vermiş. “Benim doğup büyüdüğüm yerlerde, ağaç vardı, kuş vardı” diyerek, satın aldığı arazileri hep ağaçlandırmış. Kimse bilmiyormuş nereli olduğunu. Karısına bile söylememiş. Hiç götürmemiş de onu memleketine. Karısı, “Neden götürüp göstermiyorsun” deyince de, “Döneceğin yere asla gitmeyeceksin” yanıtını verirmiş. Konuşkan biri de değilmiş, Tahta Bacak Şahan. Hep uzaklara bakar dururmuş. Ama konuşunca da kısa ve özlü konuşurmuş. Bizim oraların laflarını bolca kullanırmış. Çok da genç ölmüş, gariban. Karısı, “Benim adam derin düşünceden öldü,” dermiş eşine dostuna. O bayan öğretmen doğunca da, babası adını Püren koymuş.
Püren öğretmen de dedesi gibi konuşurken hep bizim laflardan kullanır. Bak bir gün ne oldu: Okulumuzda sıkmabaş bir öğretmen vardı; nasıl olduysa, müdür yardımcısı oldu. Püren öğretmen kulağıma, “Sürü ters dönerse, topal keçi başa geçer” dedi. Bir hoşuma gitti ki sorma. Yine bir seferinde dökülüverdi ağzından, “Aksi giderse Yörük’ün işi, kaymak yerken kırılır dişi” sözü. Ne yalan söyleyeyim, kanım kaynayıverdi kıza.
Ha, bir özelliği daha var Püren öğretmenin: Sana da çok benziyor. Senin gibi giyinse ve onu davar güderken birisi görse, inan seni sanır. Isınıverdim ve yakın davrandım kıza. Fazlaca yaklaşmış olmalıyım ki …”
-Merhaba, Balaban. Umarım çok bekletmedim.
Eli ayağına dolaştı delikanlının. Gizleyiverdi fotoğrafı kitap sayfalarının arasına.
-Hayır, hayır. Yeni gelmiştim zaten. Ne ikram edeyim sana?
Genç kız, ayakta bekleyen garsona, “Bana şekerli bir kahve” dedi. Balaban da “Bana da bol köpüklü sade bir kahve daha.”
Hoşbeşten sonra, Balaban, iki dirseğini masaya dayadı, çenesini avuçlarına aldı ve baktı arkadaşının çekik, ela gözlerinin içine.
-Sana bir şey anlatmak istiyorum, Püren.
-Büyük bir zevkle, hem de ömür boyu dinlerim seni ama önce izin ver, unutmadan söyleyeyim: Yarın babamın ölüm yıldönümü. Seni eve bekliyoruz. Balaban, bir bilsen nasıl da çok özledim babamı. Ama iyi ki sen varsın! Tanıştırıldığımız gün adının babamınkiyle aynı olduğunu duyunca, yüreğim nasıl da çarpmıştı öyle. Kanatlanıp, yuvasından uçuverecek sanmıştım! Yalnızca adın değil, fizik olarak da çok benziyorsun babama. O da orta boylu, etine dolgun, geniş omuzluydu. Onun gözleri de seninkiler gibi çekikti…”
Balaban duyamıyordu Püren’i, içinde yuvarlanıp gittiği ırmağın sesinden. Bir kütük gibi bir o kıyıya çarpıyordu bir bu kıyıya. Bazen bir yardan aşağıya düşüyordu köpüklü sularla birlikte, bazen de kuru bir yaprak gibi dönüp duruyordu burgaçlarda.
-Balaban, dalma öyle derinlere. Ben yüzme bilmem. Kurtaramam sonra seni.
-Kusuruma bakma, Püren. Şu son günlerde, hep böyle oluyorum. Elimde değil. Bir bakmışsın, sökmüşüm çadırımı, göçmüşüm başka yerlere.
Pardösüsünün cebinden çıkardığı ağızlığına bir sigara takacağı sırada, Püren, “Ay, ne güzelmiş! Bakabilir miyim” dedi, “ne zaman aldın?”
Söyleyemedi ağabeyinin onu püren kökünden yapıp gönderdiğini. Söyleyeceklerini de unutuvermişti, nutku tutulmuştu bir kere.
Püren, ağızlığı incelerken, Balaban yine uçup gitmişti dağlarına, konmuştu ormandaki kara kıl çadırın üstüne. Uzaktan bakıyordu, sürüyü ağıla sokmak için oradan oraya keklik gibi seken Emine’ye.
-Atalım mı bunu, Balaban? Teke siyeği gibi kokuyor.
-Atamam. Püren…
Sürdüremedi sözlerini, Balaban. Boğazına dizildi sözcükler. Kitaba dikti gözlerini, içindeki fotoğrafı alıp uzattı.
Fotoğrafa bakar bakmaz, irileşiverdi gözleri Püren öğretmenin.
Yıldırımla vurulmuşa döndü Balaban.
-Hani sen, bir zamanlar hiç püren görmedim demiştin ya! Ben de kardeşimden bir püren fotoğrafı rica ettim. O bunu göndermiş.
-Bu kız var ya, bu püren koklayan kız… Yahu Balaban, sen beni…
Yutkundu delikanlı. Bir de ter boşandı.
- Hava da bozacak gibi. Kalkalım istersen.
-Otur lütfen. Ve söyle Balaban…
-Hayır, hayır! Henüz bilmiyorum…
-Yahu Balaban, neyi bilmiyorsun? Halamın şu gençlik fotoğrafını nereden bulduğunu söyleyiver, olsun bitsin.
Dilini yuttu Balaban. Çevirdi başını. Bakışları takılıp kaldı, el ele tutuşmuş, pastaneye doğru gelen öğrenci çifte. Yüreğinde gittikçe büyüyen bir sızıyla, kapıdan içeri girene dek de izledi onları…