6 Haziran 2009 Cumartesi

DEĞİRMENDERE
Mustafa B. YALÇINER

Gençliğimizde didinip durduk. “Bayram gelmiş neyime” dedik ve akan her çeşmenin altına bir testi koymak için koştuk. Hem de nasıl koşmak, arkamızdan sapan taşı yetişmiyordu.
Şimdi o günlerin öcünü almaya, bayram kutlamaya gidiyoruz. Hem de 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı. Emekli iki aile, Göztaşlar ve biz, Aydıncık’tan yola çıkıp Anamur yönünde ilerliyoruz. Doğa çoktan uyanmış, yemyeşil her taraf. Sarı giyinmiş sığırkuyrukları. Kimi kırmızıya, kimi beyaza bürünmüş hatmiler.
Sol yanımız uçurum. Aşağılarda uçsuz bucaksız masmavi Akdeniz uykuya dalmış. Sağımızdaysa sarp dağlar.
Sırtlan Yokuşu’na doğru, Temmuz 2007 yangını bir kez daha dağlıyor yüreğimizi. Yanıp bitmiş, kül olmuş buralar.
Yolun uygun bir yerinde park edip iniyoruz arabamızdan, mor sürgünlü kaparilerden toplamak üzere. Turşu yapacağız taze sürgün uçlarından.
Gözsüzce’nin orta yerinden sağa sapıyoruz. İnce uzun asfalt yolda gidiyoruz kuzeye doğru, muz seralarının arasından. Yer yer limon çiçeği kokusu da geliyor burnumuza.
Sağda kocaman bir eski yapı, tarihin derinliklerinden günümüze ulaşan. Yıllar önce Hüsül Ali’nin işlettiği değirmenine su götüren kanal, bu.
Ay, az kalsın söylemeyi unutuyordum! Değirmen deyince aklıma geldi. Pembecik Köyü Değirmendere Mahallesi’ne gidiyoruz. Dilime de bir türkü takılıyor:
Değirmende döner taşım
Sevda değil bu bir hışım”

Ardından “Değirmenin suyu nereden geliyor?”, “Değirmene gelen nöbet bekler”, “Saçını değirmende ağartmak”, “Hak, değirmende olur”, “Suyu kesilmiş değirmene dönmek” gibi sözler çıkmaya başlıyor birer birer belleğimden.
İlerlerken yolun ortasında ne görsek beğenirsiniz! Ulu bir çam. Bir süre sonra bir ağaç daha. Bu kez yaşlı bir keçiboynuzu. Ne iyi etmişler de kesip atmamışlar bu ağaçları!
Kızılçam ormanın içerisinde bir yol ayrımına varıyoruz. Değirmendere oku yönünde, toprak yolda ilerliyoruz şimdi de. Bir solumuzda bir sağımızda siyah kalın su borusu eşlik ediyor bize.
Yol boyunda çiçek açmaya başlamış erguvan ağaçları, pembecik. Sonunda mahalle görünüyor. Bir çukurun içinde. Üç yanı, başı dumanlı yalçın dağlarla çevrili. Yeşil ile mavi arasında kalmış mahalle. Aşağıda bir bükte, bir tesis göze çarpıyor: Alabalık çiftliği.
Muhtar Mustafa Doğan’ın evinin önünde duruyoruz, bir selam vermek için. Kimse yok evde. O sessizlikten bir anım canlanıp geliyor: Birkaç yıl önce, kış sonu varmıştık Muhtar’ın evine, Ankara’dan gelen dostlarımla. Evinin balkonunda kocaman bir soba vardı, gürül gürül yanan. Bakışıp gülmüştük, bu nasıl iş diye! Sonra da dağlardan dökülüp gelen ayaz yüzümüzü, kulağımızı ısırırken, ellerimizi ısıtmıştık o sobada.
İnmeye devam ediyoruz. Solumuzdaki kayalıklarda bir kekik türü var, güve otu denilen. Kurutulup naftaline yerine kullanılırdı çok eskiden. Ondan da topluyoruz bir demek.
Bahçelerin arasındaki dar toprak yoldan geçerek varıyoruz sığ ve çakıllı dereye. Zorlanmıyor arabamız karşıya geçmek için. Beyaz boyalı binanın yanında duruyoruz. Önünde havuzlar var, alabalıkların oynaştığı.
Muhtarın oğlu, güleç yüzlü, konuksever Ahmet Doğan karşılıyor bizi. Eğitimli birisi olduğu belli oluyor konuşmasından, davranışından. Projelerinden söz ediyor bizi gezdirirken.
Şarıl şarıl su akıyor her taraftan. Kıvrıla kıvrıla çağlayan bir dere kenarındayız. Eski bir de değirmen görüyoruz, toprak damlı. Çörtenleri dökülmüş. Dili olsa da bir konuşsa bu değirmen! Kim bilir neler anlatır! Çağlayandan gelen su zerrecikleri gelip öpüyor, elimizi yüzümüzü, hoş geldiniz dercesine.
Karacaoğlan’ı düşlüyorum bir an suların şırıltısında. Belki de bu değirmende öğütmüştü buğdayını, diyorum kendi kendime.

“Değirmenden geldim beygirim yüklü
Şu kızı görenin del'olur aklı
On beş yaşında da kırk beş bölüklü
Bir kız bana emmi dedi n'eyleyim”

Fotoğraf makinesinin karelerine giriyoruz, çağlayanın dibinde. Sonra kesme merdivenlerden çıkıyoruz havuzların bulunduğu bahçeye. Önden gidiyorum fotoğraf çekmek için. Kenarı yarpuzlu kanala bir kurbağa zıplıyor cup diye. Sarmaşıkların beline dolandığı ağaçların yanından geçiyorum.
Kayaların arasından akıyor dere çağlayarak. Sarı, kocaman bir alabalık kaçmış havuzdan. Özgürlüğüne kavuşmuş. Yaşlı çınarların dibinden akan derenin üzerindeki ince bir köprüden karşı bahçeye geçiyorum. Portakal çiçeği kokusu doluyor ciğerime. Narlar yeni yeni çiçek açıyor, narıyla ünlenmiş Değirmendere’de. Sonra bilye büyüklüğündeki eriklerden koparıyorum birkaç tane. Kütür kütür hepsi de.
“Buyurun, balıklar hazır” diyor Ahmet. Mis gibi kokuyor sulanmış yufkalar. Çoban salatası eşliğinde yiyoruz ızgara alabalıkları. Nefis mi nefis!
Temiz hava, bol oksijen çarptı galiba. Yemekten sonra bir uyku bastırıyor. Gözüm bir talvar ya da bir hamak arıyor, bulamıyorum.
Fotoğraf makinesi elimde gezmeye çıkıyorum. Bir kayanın önünden geçerken teke kokusu geliyor burnuma. O tekenin, üzerine siydiğini tahmin ettiğim bir taşa çıkıyorum. Bakıyorum, cep telefonu çekiyor. O an keşke yanımda olsaydı dediğim bir Yörük kanımı arıyorum. Dilleşiyoruz bir süre Osman Şahin ile.
Ardından Mahmut Makal Hocam aklıma geliyor. Geçen yıl Anamur’a gelecekti, oradan da Değirmendere’ye balık yemeye gidecektik. Ama olmadı, gelemedi. Onu da arıyor, hal hatır soruyorum. Bana Cahit Külebi’yi hatırlatıyor: 'Ankara'da garajda çürüyen bir araba gibiyim!' diyor.
Oturduğum kayanın dibinden su akıyor köpürerek. Üzerine uzanıp öpesim geliyor. İşte tam o sırada Abdülkadir Bulut’u görür gibi oluyorum elinde Toros bitkilerinden bir demetle. Ali F. Bilir’i arıyorum bunun üzerine. Kasabalı Lorca hakkında hazırlamakta oldukları kitabın son düzeltmelerini yapıyormuş o da.
Doğanın kucağında, kendisine şeker verilmiş çocuk gibiyim. Dostlarımın sesini duyunca daha da mutluyum.
Kalkıp yürümeye başlıyorum. Değirmendere’de, emekliye sevk edilmiş o değirmenin yanındayım bir kez daha. İçimden gelen bir ses, “Alphonse Daudet’yi de arasana” diyor. Uyuyorum sözüne ama kapsama alanı dışında kalıyor ünlü Fransız yazar.
Ayrılık vakti gelip çatıyor. Biniyoruz arabaya. Ayrılıyoruz Değirmendere’den ama aklımız, gönlümüz orada kalıyor…