GERÇEMEK SAYI 29

GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ


KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN

Yıl: 5

Sayı: 29


Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni:

Mustafa B.Yalçıner

05327220674

yalciner_mustafa@yahoo.fr


Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Hatice Canan Yalçıner

yalciner_canan@yahoo.com.tr



Yönetim Yeri:

Merkez mahallesi

Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2

33840 Aydıncık/ MERSİN

Telefon: (0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr



Yazı Kurulu:

Mehmet Babacan

F. Saadet Bilir

Güngör Türkeli

Songül Saydam



Basıldığı Yer:

Evren Yay. AŞ

Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.

Oğulbey/ANKARA

(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: 15 Eylül 2011


Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır. Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/ Aydıncık Şubesi

TR930001001020307582605005

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.


ADAÇAYI (Salvia aucheri)


Adaçayı, 1 metreye kadar boylanabilen, çalı görünümlü çok yıllık, zeytin yaprağını andıran, tüysüz beyazımtırak yapraklı, güzel kokulu bir bitkidir ve Akdeniz Bölgesi’nin yüksek kesimlerinde (500 ile 1300 m. rakımda) yetişir. Haziranda çiçek açar. Çiçekleri de beyazımtırak ve morumsudur.

Bitkinin yaprakları, çiçek açmadan önce toplanıp kurutulur sonrada çay olarak içilir. Adaçayı, karaciğerle ilgili tüm rahatsızlıklara iyi gelir. Mideyi ve bağırsakları rahatlatır. Bademcik iltihabı, boğaz hastalıkları, diş iltihaplanmalarına da iyi gelir. Ayrıca adaçayının unutkanlığa karşı etkili olduğu söylenir.

Adaçayının Latince adı “salvia” aynı dilde “kurtarmak, korumak, iyileştirmek” anlamında kullanılan “salvare” fiilinden gelmektedir. Efsaneye göre de Meryem Ana ve oğlu İsa, Kral Herodes'in gazabından adaçayının dalları arasına gizlenerek kurtulmuşlardır. Meryem Ana da bu bitkiyi insanlara yararlı olması için kutsamış.

EDİTÖRDEN

TAŞELİ

Mustafa B. YALÇINER


Orta Toroslar’da yer alan Taşeli, taşın bol olduğu yer anlamındadır. Doğuda Silifke ve Mut, batıda Alanya ve Akseki, kuzeyde Hadim, Taşkent ve Ermenek, güneydeyse Gazipaşa, Anamur, Bozyazı ve Aydıncık ilçelerini kapsar.

Taşeli insanı, tarihin çeşitli dönemlerinde kaleler inşa etmiş, kayaları oyup, sarnıçlar, kaya mezarları yapmış, kayalara adam figürleri çizmiş. Günümüzde de çalışkandır Taşeli insanı. Sağlıklıdır, taşı sıksa suyunu çıkarır. Ekmeğini taştan çıkarır. Arkasından sapan taşı yetişmez alimallah. Buna karşın yoksulluk taş gibi çökmüştür omuzlarına.

Taşeli, Yörük yurdudur. Yerleşik düzene geçenlerin bile yüreğinde hâlâ göçerlik yatar. Sahildeki halkın büyük bir kısmı yazın yaylalara göçer, önü talvarlı taş evlerde oturur.

Yörede ayrı bir renk olarak Sarıkeçili Yörükleri yaşamaktadır, omuzlarına taş gibi çöken sorunlarıyla. Keçileriyle, develeriyle yaya olarak, ilkyazda yaylalara, havaların soğumasıyla da sahile yakın yerlere göçerler. Konargöçer dediğimiz, kıl çadırda, ormanda yaşayan Yörükler de artık bıçak sırtında. Konamıyor, göçemiyor. Taşeli de dar ediliyor onlara…

Taşeli, kekik kokar, sümbül kokar. Bin bir çeşit bitki barındırır bağrında. Her mevsim çiçekleriyle, podyuma çıkar yörenin bitkileri. İlkbaharın gelişiyle, azganlar sarıya boyar yamaçları. Beyaz ve pembe karağanlar çağırır yoldan geçenleri. Emzik otları takar renk renk küpelerini. Dağlaleleri, yabanıl Osmanlı laleleri kızartıverir bir kez daha Taşeli’nin çakıllı topraklarını. Anadolu orkidesi görünür çaltı ve kermes meşesi diplerinde. Bahar ortalarında, beyaz tülbentli mor giysili gerçemek, güzellik saçar çevresine taşların arasından. Çobançıraları, borcaklar giyer sarı gelinliklerini. Çiriş, çavşır bekler durur ziyaretçileri. Güz ortaları, yabanıl siklamenler görünür pembe çiçekleriyle. Boncuk boncuk pürenlerin üzerinde arılar uçuşur durmaksızın. Püren balı, çavşır balı bol olur yörede.

Sadece meşe, dallı servi, katran, ardıç, ladin gibi anıt ağaçlarıyla değil yabanıl hayvan varlığıyla da ünlüdür, Taşeli. Kayadan kayaya uçan şahinler, taşlı tarlalarda seken al kınalı keklikler, kaplumbağayı pençelerine alıp havalanan, sonra da bir kayanın ya da kocaman bir taşın üstüne atıveren, paramparça olmuş zavallıyı yiyen kartallar. Doğanı, baykuşu, güvercini, kumrusu, gövel ördeği, şahanı, bazı, telli turnası, sunası, maralı, cereni, balabanı, üveyiği dolaşır durur. Karacaoğlan’ı duyar gibi duyar gibi olur insan:

Arılar da konmaz oldu pürene

Şükür olsun bu sevdayı verene

Sadece Karacaoğlan da kokmaz Taşeli, aynı zamanda mitoloji de kokar. Murt, meşe, defne, servi, anemon, sümbül olur da uğramaz mı hiç, Olimpos tanrıları! Apollon’u, hyakinthos’u, Afrodit’i, Adonis’i görür gibi olur insan. Murt ve defne de çeker insanı mitolojik öykülerin içine.

Bu bitkilerin mitolojik öyküleri canlanır Taşeli’nde gezenlerin belleklerinde. Tüm bunlar yeter de artar bile mitolojik bir yolculuğa çıkarmak için. İnsanın da inanası gelir her nedense!..

DIŞINDAN FRENLİ ARABA

Mehmet BABACAN

1970’li yıllarda “ Emekçi Köylü Birliği” adında bir örgüt kurmuştuk. Amacımız, kırsal kesime kültürel katkıda bulunmak ve örgütlülüğü yaşamsal hale getirmekti. Üyelerimiz, fırsat buldukça, söyleşi toplantıları düzenleyerek, derneğimizi ve dünya görüşümüzü tanıtmaya çalışırlardı. Anamur, Aydıncık, Gülnar, Mut yörelerine çokça ben giderdim. Çünkü o yöre halklarıyla, Yörüklük damarımdan gelen bir akrabalığım vardı. Dilim dillerine, dileğim dileklerine uygun düşerdi. Hemen ısınıverir, köylü nüktedanlığında buluşuverirdik. Nasıl buluşmazsın ki, o nüktelerde, umulmadık felsefî derinlikler sergilenirdi. Örneğin: Ali Emmi, küçük oğluna kızmış, bar bar bağırıyor;

“ Bu oğlan! Bu oğlan var ya! Enayinin katmerlisi bu!”

Dayanamadım, azarlanma pahasına sordum:

“ Ali Emmi, enayiyi az- çok biliriz da, bunun katmerlisi nasıl oluyor?”

Yüzüme ters ters baktı, ama dayanamadı, yanıtladı:

“ Bu oğlan, enayinin çaycıya çay ısmarlayan cinsinden” dedi.

Bu dereceyi hiç duymamıştım. Onlara “ Çarıklı erkânı harp” denmesi nedensiz değilmiş meğer.

O günlerle ilgili yaşantıları anımsarken, anı anıyı çağrıştırdı ve “ Dışından Frenli Araba” canlanıverdi hayalimde.

Sözünü ettiğim dernekçilik sırasında, Mut/ Çömelek köyünde bir toplantıdan sonra, Silifke/ Kırobası yöresine geçmiştim. Orada da başarılı bir toplantı yaptık ve beni konuk ettiler. Sabahındaysa, mutlaka Silifke’ye gitmem gerekiyordu. Ne var ki, gün Pazar olduğundan, tek minibüs kalkarmış ve yer bulmak sorun olurmuş. O nedenle, erkenden kaktık; ayaküstü, sıkma- börekle kahvaltıdan sonra, uzakça bir yerdeki minibüsün yanına gittik. Ne görelim, arabanın yanında kimse olmasa, çöpe atılmış bir hurda sanılabilirdi. Boyasız, simsiyah bir saç yığınından başka bir şey değildi. Oysa şoför yardımcısı çocuk;

“ Silifke’ye bir kişi, bir kişi!” diye yırtınıp duruyordu.

Çocuk, böylesine bağırıyordu da;

“ Bu kadar yolcu, bu hurdanın neresine sığacak?” diyen de yoktu.

Sonunda, şoförün;

“ Binin, kimse kalmasın” komutuna uyduk ve bindik. Kuru incir sandığını gördünüzse; işte, onun gibi istif olduk. Aramızda, “ Emiş Hala” dedikleri yaşlı, şişman bir kadın vardı ki, tam “ Osmanlı” dedikleri türdendi. Herkes ondan uzak durmaya çalışıyordu. Çok hatırlı olduğundan mı, yoksa hışmından korktukları için mi, belirsizdi?

Şoför “ Ya Allah! Bismillah!” çektikten sonra, yola koyulduk. Herkes birbirini tanıyordu. Yabancı olan bendim sadece. Ama akşamki toplantı nedeniyle, beni tanıyanlar da çıktı. Hatta övgü bile sundular. Sohbet düzeyli, neşe aydınlıktı. Yalnızca, teknik yetersizlikler yüzünden, arabanın sıçramaları, bizi öyle yerleştirmişti ki, çıkabileceğimiz bile kuşkuluydu. Tavanla taban arasında, toptan gidip geliyorduk.

Düzlük bitti. İnişe yöneldik. Kıvrıla kıvrıla inmeye başladık. Ne var ki, araba gittikçe hızlanıyordu. Suskunluk artmıştı. Konuşanların kaçamak bakışmalarında ve ses tonlarında bir tedirginlik seziyordum. Ya da herkesi kendim gibi görüyordum. Bakışların buluşması yoğunlaşıyor; dişler kenetleniyordu. Herkes, birbirinden bir şeyler bekliyor gibiydi. Sonunda, beklenen ses Emiş Hala’dan geldi:

“ Oğlum yavaş git.”

İçimizden bir oh çektikse de, değişen bir şey olmadı. Şoför, gözlerini yola dikmiş, bir büst gibi oturuyordu. Yolun kıyısındaki ağaçları sayamaz olmuştuk. Sanki biz gitmiyoruz da, ilerideki ağaçlar hızla üstümüze geliyordu. Yeniden bağırdı Emiş Hala:

“ Oğlum yavaş gitsene! Kelle mi götürüyon!”

Yalvaran bakışlarla bakıyorduk şoförün ense köküne. Hâlâ kılı kıpırdamıyordu şoförün. Emiş Hala, bir bomba gibi patladı:

“ Yavaş gitsene köpoğlu köpek. Dur! İneceğim ben!”

Hepimiz Emiş Hala olmuştuk O, bizim sesimizdi, soluğumuzdu.

Şoför ilkken konuştu:

“ Gurban olduğum teyzem. Elini ayağını öptüğüm teyzem. Durdurabilsem ben de ineceğim.” Gülelim mi, ağlayalım mı, şaşırmıştık?

Meğer fren patlamış. Şoför, uygun bir yer bulup, arabayı sürtündürerek yavaşlatmayı ve en azından, daha az hasarla kurtarmayı amaçlıyormuş. Öyle de yaptı. Arabayı, bayır bir yere yan yatırarak, burnumuz bile kanamadan kurtardı bizi.

Birkaç dakika önce, hakkında iyi şeyler düşünmediğimiz kaptanın, soğukkanlılığına ve kararlılığına hayran kaldığımız için ve de bizim canımızı yeniden bağışlamış gibi olduğu için; teşekkür sırasına dizildik kuzu kuzu.

Deriz ki, şu yaşanası yaşamın sürprizleri, sayılamayacak kadar çok. Ama aklın yolu bir…


ALEVİLERİN SİYASAL TARİHİ (*)

Celal Necati ÜÇYILDIZ

“Şalvarı şaltak Osmanlı/Eğeri kaltak Osmanlı/ Ekende yok, biçende yok/ Yemede ortak Osmanlı…”

Dadaloğlu Çukurova’da, Toroslar’da, İç Anadolu’da kavgaların içinde yer almış. İşte dörtlükle Osmanlı’yı tanımlamış. İşte bu tanımı görmek, Alevilerin Siyasal Tarihini yaşamak, bir film şeridi gibi.

Araştırmacı Yazar Necdet Saraç 24.4.2011 günü bir emek ürünü hazırladığı ALEVİLERİN SİYASAL TARİHİ adlı çalışmasını Ankara’da bir toplantıda bizlere imzalayıp vermişti. Yapıtı Toroslar’da yaz yaşamı içinde okuma olanağım oldu.

Tarih yazmak öyle kolay değil tabi ki. Tarih yazanların sorumluluğu vardır. Okuyanların da okuyunca onu irdelemesi. Zaman, zaman heyecan duyması. İşte kitabı okurken; heyecanlandım, beğenmediğim bölümler oldu. Ama sonuçta güzel bir çalışma yapılmış.

1300- 1971 dönemi. Uzun bir süreç. Anadolu’da Selçuklusu, Osmanlısı ve günümüz Cumhuriyet döneminde hep saldırılmış. Yok edilmeye çalışılmış bir toplum. Ama ekilmiş tohum, kestikte, budandıkça daha gür çıkmış. Asimile edilmeye çalışılmış. Ama dimdik ayakta kalmaya devam etmiş. Şeyh Safi, Şeyh Haydar ve Şah İsmail ile Sultan Şahatay çıkmış. Yükseliş ve kıyım o döneme rastlıyor. İşte 1536 Osmanlı fetvası, 1826 da onu takip eden Mahmut dönemi fetvaları birer dönüm noktaları. İşte tarihte gördüğümüz, bize ulaşan olaylar.

Cumhuriyet döneminde bütün iyi niyetlere rağmen, egemen Sünni güçlerin, alikirolarının becerileri. 1925 de Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılması bahanesi ile Alevi ve Bektaşilerin yok sayılması. İşte bunları görmek. Yöremizde yaşamış Felteş Dede’ bizlere derdi ki:

“ Cumhuriyet’ e gelinceye kadar ne zaman, nerede öldürüleceğimizi bilmiyorduk. Şimdi çok iyi değilsek de öldürülmeyeceğimizi biliyoruz.” Cumhuriyet olgusu oturmadan Şeriat özlemcileri ayağa kalkıyor. Ve onlar için en büyük düşman Aleviler. Vurun o zaman Alevi’ye.

Ortaca, Çorum, Malatya, Sivas, Kahraman Maraş’ta katliamlara varan olaylar dizisi.

Köyden kente, yurt dışına gidişler. Bir çığır açmıştır. Belki Alevileri ibadetleri durmuştur. Ama dönüp geldiği köyünde, eski bir binada, ama biraz genişçe bir odada meydanlar açılmaya devam etmiş, orada inançlarını yerine getirmeye çalışan yakınlarına uymaya çalışmışlardır.

1960 yıllardan sonra bilinçlenen, okuyan Alevi gençler. Mustafa Timisi, Seyfi Oktay, Ahmet Toksoy, Abidin Özgünay, Doğan Kılıç Şeyhasanlı, Avukat Cemal Özbay, Haydar Özdemirler ve daha niceleri. 1969 yılında köyümüze sık, sık araştırma amacı ile gelen Prof. Mehmet Eröz’ün dürtmeleri sonucu, ülkü ocakları kuruluşlarında yer aldım. Bir gece düzenlendi. Ardından baktılar ki, bir alevi genç var. Yanlışlıkla aralarına girmiş. Hemen öteki oluverdim. İşte o anda Birlik Partisi ilçe örgütü kuruldu. Bir lise öğrencisi o hareketin içinde buluverdi. Timisi, Toksoy, Özgünay, Özbay ve Şemsi Belli ile bir araya gelme.

Bu kitabı okurken, o dönemleri anımsadım. Mersin ilinde Ahmet Toksoy’un 600 oyla seçim kaybetmesi. Onun yerine Celal Kargılı seçilmişti. O dönemde bizlere verilen görev eski İçeldi. Hâlâ o dönemde tanış olduğumuz Alevi dostları ile ilişkilerimiz devam ediyor.

Bu ilişkiler yumağı içinde kendimizi Alevi örgütlüğünün içinde bulmamız. İşte tarihsel gelişimin olguları. İşte güzellik bu olguları tekrar görmek adına. Bu yapıtın eksileri olabilir, artıları olabilir. İçinde bizi duygulandıran olaylar olabilir, ama okunursa, tarihsel gelişimi kavramak. Yeni bulgular ışığında, yeni yolları aşmak. Alevilik bilinci, insan olmanın gerekleri. Bu gün Avrupa’da Alevi örgütlenmesinin önünü açan unsurun, insan odaklı bir felsefeye sahip olması. Ülkemizde ise, zorlukların başında felsefenin kaldırılması, insana odaklı olmayan, çıkarcıların egemen olması. Var olan Vahabi Sülalesi düşüncesi. Çağımızda 1535, 1826 gibi fetvaların hâlâ yürürlükte olması.

İşte Alevilerin işi zor. Onu kolay kılmanın yolu da, ortak paydanın bulunması. Tarihsel süreçten ders alınarak, daha bilinçli yola devam edilmesi. İşte bu ve benzeri yapıtların irdelenerek; akıl, mantık yolunun bulunması. Bu yolu bulursak; örgütlerin adlarının başında;

Hacı Bektaş mı, Alevi mi, Pir Sultan mı olsun diye takılıp kalmayız.
(*) ALEVİLERİN SİYASAL TARİHİ, Necdet Saraç, Cem Yayınevi.


ABDÜLKADİR BULUT “Kasabalı Lorca”

Nihat MUSTUL


Sevgili dostlarım F. Saadet Bilir ve Ali F. Bilir çiftinin Abdülkadir Bulut’la ilgili uzun soluklu bir çalışma yaptıklarını biliyordum.

Sonunda bu çalışma, “Abdülkadir Bulut (Kasabalı Lorca)” ve “Abdülkadir’e Sevgi Sözleri” adlarında iki kitaba dönüştü. O günlerde İstanbul’daydım. Baktığım bir iki kitapçıda ilkini bulabildim ancak. Ne yazık ki de bugünlerde okuyabildim.

Kitap E Yayınlarından çıkmış ve 344 sayfa. Ön kapağında Abdülkadir’in kardeşiyle siyah/beyaz bir fotoğrafı, arka kapağında da Abdülkadir’in yaşamöyküsünden ilginç bir anlatı ve o ünlü “Solcu-komünist kurbağa” var. Yıllar öncesinde bu toplumda ne gülünçlükler yaşandığının, aydınlara, yazar ve şairlere ne tür baskılar uygulandığının çok açık bir belgesi bu kapaktakiler.

Öncelikle, ille de bu kurbağadan söz etmek istiyorum. Abdülkadir yolda, “ sağ ön bacağı kopmuş, sol ön bacağı havaya kaldırılmış konumda ezilmiş” ölü bir kurbağa bulur ve okul lojmanındaki panoya asar. İşte bu kurbağa, “solculuk ve komünistlik” soruşturmasına neden olur ve Abdülkadir Bulut’a 777 gün öğretmenlik yatırtılmaz.

Kitap, “Yayıncının Notu” ile başlıyor. E Yayınlarının sahibi Mehmet Atay Abdülkadir’in arkadaşı, dostu… Söyle söylüyor bu kitabı basarken: “Nereden aklıma gelirdi Bulut’un ölümünden 5 yıl sonra yayıncılığa başlayacağım, yitirişimizin 25. yılında onun için kitap basacağım. Ama Ali ve Saadet gibi iki güzel insan, hemşerileri Abdülkadir için incelik ve sorumluluk gösterip bu kitabı hazırlayınca bana da basma onuru kaldı. Onlara teşekkür borçluyum.”

“İlk Söz” Cemal Süreya’ya verilmiş haklı olarak. Çünkü Abdülkadir Bulut’a “Kasabalı Lorca” diyen oydu.

Arkasında İsa Çelik’in çektiği, Abdülkadir’in bir fotoğrafı var ki, işte bu fotoğrafla gözlerimin önünde o hep. Yine kitabın ileriki sayfalarında birçoğunu ilk gördüğüm, çok güzel fotoğraflar var.

“Önsöz” Özdemir İnce’nin. Çünkü ona göre “Abdülkadir Bulut iyi bir arkadaş, gerçek bir dost, çok dürüst bir insan, benzersiz bir eş ve baba”, kız kardeşinin eşi ve yeğenlerinin babasıdır.

Oğlu Ekim Bulut “Sesleniş”te, “Akdeniz’in Sıcak İnsanı Canım Babam” diyerek şöyle sürdürür yazısını: “Esasında ölünecek yaş değil be 42! Hele, yaşım 42’ye yaklaştıkça daha iyi anlıyorum bunu.”

Öbür oğlu Elçin Bulut’sa, “Babam Abdülkadir Bulut” yazısında, “Uyurken yanaklarımdan ve gıdığımdan öptüğünde bıyıkları hiç batmıyordu sanki. Bıyıklar birer pamuk yumuşaklığında, sesi annemin sesi gibi geliyordu” der.

“Sunu” bölümünü Saadet Bilir ve Ali Bilir kendilerine ayırmışlar. Bu kitabın ortaya çıkmasına öncülük eden duygularını açıkladıktan sonra şunları söylüyorlar: “ Şair Abdülkadir Bulut’u her yönüyle tanıtmayı amaçladığımız kitap çalışmasına işte bu duygularla başladık. Kolları sıvayıp hemen yola koyulduk. Belge, bilgi toplamaya yöneldik. Düşüncelerimizi şairin eşi Havva Bulut’la paylaşıp onun onay ve düşüncelerini aldık. Girişimimizi mektup yazarak ve basın yoluyla, Bulut’un yakın dost ve arkadaşlarına duyurduk. Yanılmamışız, beklediğimizin ötesinde bilgi ve yardım gördük, sevenlerinden. Çok sayıda bilgi, belge ulaştı elimize.” Alçakgönüllülükleriyle bu çalışmayı bir imece sayan yazarlar, kitaplarının bir yardımlaşma ürünü” olduğunu belirtiyorlar.

“Yaşamöyküsü” bölümünde şairin çocukluğundan ölünceye kadarki yaşamından kesitler anlatılmaktadır.

Abdülkadir Bulut Anamurlu bir şair/yazardır, 1943 yılında Anamur’un Akine Köyü’nde doğmuştur. “Kıtlıkla yaşı ortaktır.” Benim Öğretmen Okulu öğretmenim Galip Oğuz onun da ilkokul öğretmenidir. Okumaya ilgisi o yıllarda başlar. İlkokuldan sonra Akşehir Öğretmen Okulu’na gider. Şiir yazmaya okulda başlar. Şiirleri çeşitli dergilerde yayımlanır. Anamur’a öğretmendir, Kaşdişlen Köyünde “Atatürk’ü Anma Gecesi” düzenlenecektir. Beş arkadaşıyla bu etkinliğe destek verir. “Sol propagandası” yaptıkları gerekçesiyle arkadaşlarıyla birlikte açığa alınırlar. Belli bir süre sonra diğerleri göreve başlatılır ama o, o kurbağa yüzünden 777 gün sonra başlatılır. Bu arada Havva İnce Bulut’la evlenir. İki çocukları olur.

Şair olacaksa İstanbul’a gitmesini söyler dostları, şair çevreleri. Anamur’dan kopmak zor gelir ona. İstanbul’da daha da yoğunlaştırır çalışmalarını. Kitapları basılır arka arkaya. Ödüller alır.

1985 Ağustos’unda Anamur’dadır. Silifke’ye bir akrabasının duruşmasına gider, köylüleriyle birlikte. Dönerken Boğsak yakınlarında, oturduğu tabureyle birlikte, kapının açılıvermesiyle birlikte dışarı fırlar. Mersin’e götürülür ve orada da ölür. Oraya da gömülür.

Bu kısacık yaşamına yedisi şiir ikisi çocuk romanı, dokuz kitap sığdırmıştır Abdülkadir Bulut.

Kitabın bundan sonraki bölümünde şiirlerinden ve düzyazılarından örnekler sunulmuştur. Abdülkadir’in şiir yazmadaki ustalığı kadar, şiir konusundaki birikimliliği de gözükmektedir burada.

Daha sonraki bölümlerde Bulut’un yaptığı bir söyleşiyle Bulut’la yapılan söyleşiler yer almaktadır. Arkasından da Saadet ve Ali Bilir’in (açıkça belirtilmemişse de, ikisinin ortaklaşa söyleşileridir bunlar) eşi Havva Bulut, ablası, kardeşleri, Öğretmeni Galip Oğuz ve Veli Işık, öğretmen arkadaşları, dostları ve öğrencileriyle yaptıkları söyleşilere yer verilmiştir Bu arada, Ali F: Bilir’le yapılan bir söyleşi de buraya eklenmiştir. Sonra şairin yazdığı mektuplara ve ona yazılan mektuplara yer verilmiştir.

Ölümüyle ilgili basında çıkanlardan sonra, İstanbul’daki ilk anma etkinliğinde yapılan konuşmalar bulunmaktadır.

Abdülkadir Bulut yerel kokulu bir şair/yazardır. Bu yönünü hiç yitirmemiştir. Şiirlerinde ve yazılarında Anamur ve çevresinde kullanılan nice sözcük ve deyim kullanmıştır. Ve bunları evrenselle kaynaştırmıştır. İşte kitabın son bölümlerinde, onun şiir ve yazılarında kullandığı yerel sözcük ve deyimler yer almaktadır.

Abdülkadir Belgeseli niteliğini de taşıyan bu kitap, “Şiir Dizini”, “Yapıtları”, “Adına Düzenlenen Dergi Özel Sayıları” ve “Soyağacı” bölümleriyle sona ermektedir.

Bu kitabı çok hızlı aldım, biraz geç okudum ama çok kolay okudum. Çünkü içinde benim kültürüm, benim dilim vardı, hazırlayanlar benim dostlarımdı. Ve bu kitabı okumakla Abdülkadir Bulut’u çok daha iyi tanıdım. Şairliğinden de öte gerçek bir dosttur o, yürekli bir eylem adamıdır.

Son olarak, yazın dünyamızın ıssız koyaklarında birazcık unutulup kalmış bu usta şair ve yazarı buralardan kurtaranlara selam olsun diyorum ben de, selam olsun!..



AĞLAYAN KÖPEK

Mehmet Ali KILINÇ

İlkokul son sınıftaydım galiba, sırtı alalı bir ya da iki yaşında karabaş bir köpeğimiz vardı. Her akşam fıstık beklemeye giderken, yanımda onu da götürürdüm. Talvarda yatıyordum yanımda da horoz çakmaklı çakaralmaz bir dolma tüfeğim vardı ama doğrusu geceleri biraz korkuyordum. En küçük bir tıkırtıdan ya da çalı kıpırtısından ürperiyordum. Talvarın altında bekleyen köpeğimiz, bir ses duyunca kalkıp, sağa sola koşsa, havlasa, biraz rahatlayacaktım ama hayır. Hareketlerine bakılırsa, o benden daha çok korkuyordu. En küçük bir çalı kıpırtısında kaçıp gelip, bekçi talvarının altına kıvrılıp yatıyor, direklerinin dibine siniyor, başlıyordu ağlama, sızlama sesleri çıkarmaya.

Allah Allah, bu nasıl iştir diyor, köpeğin bu davranışına bir anlam veremiyorduk. Ağlayan köpeğimizin bu durumunu doğal olarak sağda solda anlatıyorduk. Sonraları öğrendik, bize gelmeden önce bir gece annesiyle fıstık beklerken, domuzlar tarlayı basmış, annesi domuzları kovalamaya çalışırken, domuzlar eniğin üstüne basıp geçmişler. Anlaşılan bütün sıkıntısı, ağlayıp sızlaması ondanmış.

Ne yazık ki köy yerinde bir köpeğin ömrü fazla olmaz. Ya beş yıl yaşar ya da altı; on yıl yaşayanı pek yoktur. Ya hastalanıp ölür ya yanlışlıkla zehirlenir. Olmadı birisinin kurduğu tilki kapanı sonları olur. İş vicdansızlığa kalacak olursa, kimse hesap soramayacağına göre doğrultur namluyu köpeğe, basar tetiğe, olur biter. Ama biz hiçbir zaman bu ağlayan köpeğimizin işe yaramadığını bahane edip, kapımızdan kovmayı, aç bırakmayı, ona vicdansızca bir son hazırlamayı asla düşünmedik. Onun da canı var; onu da Allah yaratı dedik ve ölünceye kadar besledik. O yaşadığı sürece evimizin köpeği olarak kaldı.

Ben köyden 15 yaşımda yatılı okula gitmek için ayrıldım. Köye ve fıstık tarlamıza ancak yaz aylarında bir süreliğine uğrayabiliyordum. Ben yokken, ağlayan köpeğimiz yavrulamış. Yavruları genellikle bir aylık falan olduktan sonra, konu komşudan “eniğin birini bize verin diyene” verilmiş. Alan da eniği ya eşeğinin heybesinin bir gözüne kafası dışarıda kalacak şekilde koyup götürmüş. Eğer götürülecek yer yakınsa, eniğin boynuna bir kestel bağlanıp götürülmüş. Birkaç gün bir yere bağlı kalan yavrunun önüne yalı verildiğinde, enik de yeni yerine alışır zaten.

Kardeşlerimden benim küçüğüm, eniklerden biri ille benim olsun diye tutturmuş. En güzeli alıkoymuşlar, evde annesinin yanında kalmış. Kardeşim ona bir isim bile koymuş. Adı “Domut” olsun demiş.

Köyümüz deniz seviyesinden 300 metre kadar yüksektedir. Bizim köyden on kilometre uzakta, 800 metre rakımlı bir dağda kurulmuş komşu köyde bir teyzem vardı. Şimdi rahmetli oldu. Onun köyü çarşıya pazara, yaylaya sahile giderken yol üzeri olmadığı için, özel olarak gidilmediği sürece teyzemi yılda bir kez falan görebiliyorduk. Bir gün rahmetli teyzem bizi ziyarete gelmiş. Köyüne dönerken de Domut’u kastederek, “Bize bir köpek lazım, bunu bize verin” demiş. Kardeşim de hevesini almış olacak ki Domut’u teyzeme vermeye itiraz etmemiş.

Aradan bir yıl mı geçmiş yoksa bir buçuk yıl mı, rahmetli annem ve kardeşim eşeğimize binip, bir yaz başı teyzemlerin köyüne ziyarete gitmişler. Teyzemlerin davar evi, pelit ağacının gölgesindeymiş. Kardeşimle annem eve yaklaşırken, iri, gür sesli, sırım gibi bir köpek yattığı yerden doğrulup, gelenlere bir bakmış sonra da onlara doğru yürümeye başlamış. Bir yandan havlıyor, bir yandan da ayak sürüyormuş. Birkaç adım attıktan sonra durmuş, kulaklarını dikmiş, aralıklarla kesik kesik havlıyormuş. Kardeşimin “Domut, domut” demesiyle koca köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp, sızlana sızlana bizimkilere doğru koşmuş. Gelenlerin hepsini baştan ayağa bir güzel koklamış. Domut’un bizimkileri nerdeyse bir sarılıp öpmediği kalmış. Koca köpek, çocuklar gibi yerlerde debelenip uzun uzun sevinç gösterisinde bulunmuş.

Bizim evin işte işe yaramaz ağlayan köpeğinden, dört aylıkken ayrıldığı sahiplerini aylar sonra hatırlayabilen, onları görünce de boyunlarına sarılacak kadar sevgi gösterisinde bulunan akıllı bir köpek, Yörük evinin iriyarı muhteşem bekçisi “Domut” türemiş.


CÜCE ŞEYHMUS

Musa DİNÇ

“ Mardin kapı şen olur


Dibi değirmen olur


Buralarda yar seven


Mutlaka verem olur.”


Celâl Güzelses


Keçi Burcu’na çıktınız mı hiç? Keçi Burcu deyip geçmeyelim hemen. Buradan kuş bakışı baktığınızda, yeşilin bütün tonlarını bağrında barındıran, zerzevatın kaynağı Hevsel Bahçeleri’ni, haram suyla çalışan değirmenleri; bulanık ve küskün akan Dicle Nehri ve ta uzaklardan göz kırpan tarihi On Gözlü Köprü’yü görürsünüz.

Diyarbakır’ın güneyi boyunca Dicle Nehri akar. Çevresi verimli topraktan beslenmenin verdiği rehavetle gelişmiş kavak, söğüt, çınar ve yaşlı dut ağaçlarıyla doludur. Bahar gelince ağaçlar güneşten utanıyormuşçasına yeşil giysilerine bürünür. Gazi Köşkü yaz sıcağının yardımıyla yersizlerin, yurtsuzların, sarhoşların evi olur. Tabiat anaları onlara, çimenlerinden bir yatak hazırlar, onlar da bu misafirperver kucakta cömertçe vakit öldürürler.

Cüce Şeyhmus da Sur dibi, Gazi Köşk’ü, Ben-u-Sen üçgeninde barınan yersiz, yurtsuzlardan biriydi. On bir yaşlarında ya vardı, ya yoktu. Ufak tefek, cılız bir çocuktu. Onun yaşındakiler hayatın “H” sini bilmezlerdi. Şeyhmus’unsa bilginceydi.

Küçük yaşta babasını kaybetmişti. Anasıysa, dayanamamış hayatın yıkıcı, yıpratıcı şartlarına, kocaya gitmişti. Üvey evlat olmak, Şeymus’a hayatın “ H” sini öğretmeye yetmişti, artmıştı da. Dövmeler, azarlar, küfürler biteviyeliği içinde Şeyhmus büyüdü, serpildi. Herkesçe tatlı gün damgası vurulan çocukluk günleri, onun için azap oldu.

Nihayet, Şeyhmus dayanamadı ve kaçtı.

Taşı toprağı altın edebiyatıyla, mıknatıs gibi çekiciliğiyle düşlediği İstanbul’daydı artık; ama o İstanbul’da bir zerrecikti. Kendine göre bir iş bulamadı. Sokak çocuklarıyla yatıp kalktı. Şeyhmus, kos koca on milyonluk bir şehirde tanımadığı insanlar arasında yapayalnız buluverdi kendini. İşte bundan sonradır ki, zaman Şeyhmus’a hayatın gerçek alfabesini öğretmeye başladı.

Şeyhmus, Sur dibinde esrar çekenler, şeş- beş atanlar, bally çekenler, tiner koklayanlar, şarap içenlerle tanıştı.

Kırıklara yarenlik etti. Kavgalar, didişmeler, çöplükten topladığı hurdalar v.s…

Şeyhmus’u eli, yüzü kir içinde bir sokak çocuğu olarak görmek mümkündür artık. Düşlediği gibi çıkmamıştı İstanbul; gizliden bir nakliye kamyonunun kasasına binerek, gelmişti Diyarbakır’a.

Eline geçen parayla bally alan Şeyhmus, boş bulduğu arazilerde ballyi körpe akciğerlerine çekerek hûlyalara, özlem çektiği hayallere dalardı.

Bu böyle sürüp gidemezdi. Şeyhmus’un akciğerleri iflas etmişti.

Bir gün Diyarbakır Devlet Hastanesi Dâhiliye Servisi’nde uygulamadaydım. Sedyede cansız bedeniyle yatan bir çocuğun, acilden getirildiğini gördüm. Bu çocuk Şeyhmus’du. Şeyhmus yaşamıyordu artık. Üç gün morgda kalan Şeyhmus’u sahiplenen de yoktu.

“ Solmasın filizler!


Unutmayalım, daha nice


Şeyhmuslar var!”



KAFAMIN İÇİNDEKİLER

M. Demirel BABACANOĞLU


Bir yıldır düşünüyorum; kafamın içindekileri bir çözebilsem...

Nerdeeeee?

Bende o yetenek var mı?

Şu kafa denen varlık herkeste var. Ali'nin kafası, Veli'nin kafası, eşeğin başı, devenin başı, itin başı koyunun başı, bostanın başı, kuşun başı...

Bir kuşun başını koparıverip atıyorum. Öyle ki, hiç enerji harcamıyorum; şöyle okşar gibi bir elimle gövdesini tutuyorum, bir elimle başını çekiveriyorum; kopuyor baş. Sonra tüylerini yoluyorum, karnını yarıyorum, taşlığı çıkıyor, bağırsakları çıkıyor, atıyorum; ataşa koyup, cızbız pişiriyorum. Çıtır çıtır yiyorum, bir çıntık kemiğini atmadan yutuyorum. Öyle lezzetli ki…

Siz kuş yediniz mi?

Kuşun lezzetli olduğunu kimse duymasın. Herkes kuş tutmaya, kuş toplamaya başlar. Verirler çocukların eline sapanları, vur babam vur, kuş muş kalmaz dağlarda; mantar gibi un edilir. Avrupalara satılır vallahi. Biri akıl etse de ilgililere söylese, ihraç malı olarak kullansa, vallahi de tillahi de enflasyon diye bir şey kalmaz. Yükselip çıkan, uçup giden enflasyon kuşların sayesinde aşağıya çekilir. Yoksullar varsıllar kdv* vermekten kurtulur.

Siz kdv veriyor musunuz?

Ben veriyorum. Su içerken, yemek yerken, tuvalete giderken, her ne alırsam, her ne yersem veriyorum kdv’yi. Laf aramızda soluk alırken bile kdv veriyorum. Alıyorum fişini. Kdv ver okul yaptır, yol yaptır, fabrika kur... diyorlar. Tövbe ben onu düşünmüyorum. Benim tek kafamın içinde bir nokta var, ay sonunu nasıl getiririm? Fişler alıp fişler bağlıyorum, vergi iade zarfına koyuyorum, üzerini yazıyorum. Ondan üç beş kuruş alır mıyım diye, hep onu düşünüyorum. İşimiz gücümüz muhasebecilik oldu artık.

Diyorum ki şunları bir def edebilsem kafamın içinden, edemem olanağı yok.

Şu benim kafam ne kavuna benzer, ne karpuza; yuvarlak söbü, kıllı bir baş. Hiç sevmiyorum başımı. Ellerin başı derecesiz güzel. Kestane kırmızısı güller açmış irem bahçesi gibi. Dünyanın öbür ucundan kokusunu alıyor; bir radyo ışını gibi dünyanın çevresini saniyede sekiz on kez dolanıp ancak hızını alıyor, ellerin başı üstünde duruyor, güzel miski amber gibi kokuyor, bir anda âşık oluyor, yetmiş huriye, birden beceriyor. Benim baş, baş değil!

Siz yetmiş huriyi görseniz ne yaparsınız?

Ben de dört tane huri alayım diye düşünüyorum. Evdeki huriyle geçinemiyorum. Bir kavga bir dövüş, daha beni bile beceremedin, dört huriyi nasıl becereceksin diyor; o yüzden dört huri alma özgürlüğümü bir türlü kullanamadım.

Şimdi ben ne yapayım?

Bu baştan hiç hoşlanmıyorum. Bu başı kim tebelleş ettiyse etti başıma. Bir türlü alışamadım. İnsan kendi başına alışamaz mı? Başımı koparıp başkalarının başıyla değiştirmek istiyorum. Şimdilik hiç kimse benimle başını değişmek istemiyor. Demek ki başından mutlu olmayan bir benim. Öyleyse bu başta bir olağandışılık var. Duydum ki öğretmenler böyle başları döverlermiş. Başımı alıp elimle götüreceğim öğretmene. Benim başım çok yaramaz, hiç hoşlanmıyorum başımdan, aman öğretmen bey yaman öğretmen bey şu başımı iyice bir döv diyeceğim, eğit. Başkaları nasıl düşünüyorsa öyle düşünsün. Kalıp gibi olsun, tornadan çıkmış gibi. Olmadık, akla gelmedik, ayıp kötü şeyler düşünüyor. Bir huri varken, dört huri daha al diyor... her gördüğü güzelden pay istiyor!

Başımı uzatıyorum öğretmene, kurbanlık kuzu gibi duruyorum önünde. Aman ne biçimsiz, meymenetsiz, şekilsiz, pis kokulu, şer, böyle bir başla uğraşamam diyor, kaçıyor öğretmen. Yuh sana diyorum, bu minnacık, yelpecik başla başa çıkamadın...

Beni sana yanlış anlatmışlar dedi öğretmen. Şimdi öğretmenler baş maş dövmüyor. O eskidenmiş. Fatih'i bile dövmüş öğretmen. Böyle diyerek eskiye de özen duymuyorum.

Yok yahu sen yalan söylüyorsun?

Dayakçı öğretmenler her gün çıkıyor. Çocuklar disipline veriliyor. Savaşa hayır dedi diye içerlere atılıyor. El kadar çocuklar sopa yiyorlar. Dayak atmadan, dayak yemeden zevk alır olmuşuz. 1990 yılında yapılan araştırmaya göre yurttaşların yüzde 64,2'si öğretmenler çocukları dövebilir diyor, yüzde 30,3'ü de düşüncelerini söylemiyorlar

Böyle şey olmaz mı diyorsunuz?

Ben de olmaz diyorum. Bu öğretmende iş yok, bir türlü başımı eğitemedi. Eğitimsiz başı ne yapayım. Bari zaman gerisine bir tünel açıp gideyim, Akşemsettin hocayı bulayım, eğitsin benim başımı. Sonunda buluyorum hocayı. Olmazlanıyor hoca... Ah ah keşke başımı bir eğitseler; kdv filan düşünmem, kötü şeyler gelmez aklıma, savaşa hayır demem, kuzu gibi bir adam olurum. Kuzum kuzum diye severler beni. Sürüden ayrılmam, sürü olurum, kurban ederler beni, etimi yerler... Sen ayrıcalık yaratıyorsun, gir içeri demezler. Padişahımız efendimiz çok yaşa.

Ah bir yaşayabilsek.

Bu başımı hiç sevmiyorum. Sevmediğim bir başı da kafamda taşıyamam. Bir balta bulsam da şu başımı kessem. Bu balta küt, çok acıtır. Başımı sevmesem de kör baltaların altına tutamam. Yülekli keskin bir balta olmalı, başım kesilirse benden şikayetçi olmasın hiç değilse. Baltayı yülekçiye götürüyorum. Yülekçi soruyor: ne keseceksin baltayla? Bilelim ki ona göre yüleyelim baltayı. Ben de baş keseceğim baş diyorum. Hiç beklemediği bir yanıtla karşılaşıyor olmalı, yüzüme pel pel bakıyor. Herhalde soğan başı keseceğim deyince şaşması geçiyor, biraz gülümsüyor. Kendi başımı kesiyorum desem daha çok şaşıracak, belki de baltayı yülemeyecek, bana akıl vermeye kalkacak. Ayıptır canım, olur olmaza kızılır da baş kesilir mi? Alt tarafı bir huri olsun huri mi yok memlekette, alırsın birini daha... yok bilmem neler söyleyecek. Belki de hiçbir şey demeyecek, olur, olur, iyi olur, kes başını biz de kurtulak sen de kurtul. Neyse aldı baltayı bir hafta sonra gel dedi. Gittim, bu hafta olmaz, gelecek hafta gel, o hafta da gittim, bugün git yarın gel dedi. Akıl sıra beni atlatacak. Yılar mıyım, ne zaman demişse o zaman gittim. Gidip gelmelerim de iyi olmuş, hiç olmazsa baltalı günler yaşadık. Ah şu Katarina ah, hep Baltacı Mehmetlere âşık olursun. Bir de bana aşık olsana. Başımı bir görseydin, sende sever miydin? Neyse severdin, sevmezdin önemli değil, kaldım kadım da Baltacı artığı Katarina'ya mı kaldım. Baltamı alır başımı keserim en iyisi. Baltayı aldım, güzel yülemiş mi diye, önce bir soğan kestim, cirp kesiyor. Sonra bir turpa tuttum, cirp kesti, güle karanfile tuttum kesti, ağaçlara vurdum cirp cirp kesiyor. Elim değmişken bütün ağaçları doğradım böyle. Birde baktım ki bizim dağlardaki ormanları ben kesmişim. Şimdi hepsi çıplak, tanga gibi açıkta dağlar. Kel dağlar kel başlara benzer, hiç hoşlanmam... bunca ağaçları kestim ama gel gör ki kendi başımı kesemiyorum. Dedim ki bir cellât çağırayım. Bu çağda, bu zamanda nerede cellât? Cellâtlı ülkelerden cellât getirtsem olmaz, ayıp olacak; cellâtsız yerde yaşadığımı sanacaklar. Yine de el altından cellâtlı ülkeleri gezdim, aman bir cellât verin bana dedim, olmaz dediler, cellât bize gerekli, biz cellâtsız yaşayamayız. Çünkü her gün, her an bir yaramaz hayta çıkıyor, biz onun başını cellâda kestiriyoruz. Şimdi cellâdı sana verirsek, bütün yaramazlar, haytalar duyarlar bayram ederler. Onları durduramayız, tacımız tahtımız gider. Olan millete olur dediler, cellâdı bana vermediler, ben de cellâtsız döndüm geldim. Ne yapsam da bir cellât yaratsam? Nerdeee o güç bende?

Cellât bulamayınca bir ustura almayı kararlaştırdım. Ustura kılı bile kesiyor. Aldım bir ustura, önce tıraş olmak istedim; aman ne biçim ustura, inat ediyor kılı kesmiyor, deriyi kesiyor. Ben deriyi kesen usturayı ne yapayım? Önce başımı kazımalıyım, sonra başımı kesmeliyim. Böyle bir usturayla başımı kesemem. Kör nalet ustura, kılı kesmeyen ustura olur mu? Jilet alsam, kılı keser, başı kesmez, ben başı dipten koparacak, kökten koparacak keski isterim. Öyle kesmeliyim ki o başı kındıra otu gibi bir daha çıkmasın. Giyotin; giyotin olsa çok iyi olur. Bizim yerlerde giyotin yok ki. Fransa'ya ısmarlasam, neyle ısmarlayayım? Kiminle, hangi parayla... Hem sonra sormazlar mı ne için getirtiyorsun giyotini diye. Asmak kalktı da giyotinle mi keseceksiniz bütün yaramaz başları demezler mi? Hepsine he, evet desem, kendimi nasıl kurtarabilirim? Kendi başımla uğraşırken suç üstüne suç işlemiş olmaz mıyım? Bütün bu işleri gizlice yapmalıyım. Aman ha gizli gizli deme, sen vazgeç bu giyotin işinden. En iyisi bir cembiye getirt Arabistan'dan. Hem cembiye inanmış adamların buluşu... Cembiye ile kes başını, günah olmaz, belki sevap olur. Aklıma yattı bu cembiye işi. Birini nerden bulmalı da bir cembiye getirtmeli. Ben gitmem Arabistan'a. Derken araştırmalar yaptım, üç beş adam buldum. Getirmesine getirecekler ama çok para istiyorlar. Kaçak getirebilirlermiş. Çok tehlikeliymiş. Bir mayına çarpıp ölebilirlermiş sınırda. Cembiyeden de vazgeçtim en sonunda.

Siz hiç başınızı kesmek istemediniz mi?

Bu baştan kurtulmanın bir çaresi olmalı. Zehir içsen, olmaz. Hepten öleceğiz. Ben ölmek istemiyorum, yalnız başım ölsün. Başım ölsün ki herkes kurtulsun bu baştan. Başımın içini de merak ediyorum. İçinde ne var ne yok öğreneceğim. Niye iyi şeyler düşünmüyor da kötü şeyler düşünüyor? Bunca güzellikler varken. Hava güzel, su güzel, dağ güzel... Gökyüzü güzel, bakabildiğin kadar bak. İç rakıyı, patlat şampanyayı, her gün huri değiştir, veren razı alan razı, cebini doldur, cebini doldur gül eğlen... Nene gerek senin elin kdv’si? Seyhan'ın üstünde Taşköprü, altından irin akıyor sana ne?... Adam ol, adam, kafa oğlu kafa. İyi şeyler düşün. Hak güçlünündür. Zayıfın yanında olmak sana mı düştü? Bak işte bir başınla bile geçinemiyorsun…

Bu başı keseceğim artık karar verdim. Kimse beni bu karardan döndüremez. Adli hata olsa bile keseceğim bu başı. İnce ince doğrayacağım. İplik, iplik edeceğim, içinde ne var bakacağım. Neresinde saklıyor bunca aymaz, yaramaz düşünceleri...

Ben yine o beğenmediğim baltayı aldım. Baş en ucuza bu baltayla kesilebiliyor ancak. İş yapıyoruz, ekonomik olsun. Burada enflasyona yenilecek değiliz ya? Elimde balta ıssız dağlara doğru çıktım. İstiyorum kimse olmasın yanımda. Görenler belki korkarlar, belki de korkmayıp benim gibi yapmak isterler. Ben onlara önderlik etmek istemem. Neme gerek, niçin bize önayak oldun diye gövdemi parçalamaya kalkarlar. Gövdem kalsın, gövdem bana gerek, başsız yaşarım da gövdesiz yaşayamam. Balta elimde pırıl pırıl parlıyor, söyle yüzüne baktım, göz göze geldim, bana gülümsüyor. Alay mı ediyor dedim değil. Ömründe hiç baş kesmemiş, baş kesecek olduğu için seviniyor. Soğan başı, turp filan kesmiş ama onları saymıyor, hiç önemsemiyor. Başımı yatırdım taşın üstüne, hiç baş kaldırmıyor, kuzu kuzu baltanın kendini kesmesini bekliyor. Yahu ne akıllı baş. Ne var biraz itiraz et, biraz sonra kesileceksin işte. O da benim gövdemden bıkmış mı ne? Neyse buraya kadar getirdik işi, vazgeçmek olmaz. İki elimle salladım baltayı, vurdum başıma, baş ayrıldı sonbaharda yarılmış nar gibi. Hiç kanım akmıyor, nasıl bir baş, canı çok pekmiş, of bile demedi... İplik iplik ayırdım, diş diş kopardım, inceden inceye baktım... Nereye gitmişti bunca düşünce, bunca akıl, bunca rezalet... Hiçbiri yok. Var da ben mi görmüyorum? Gözüme, trilyon kez büyüten mercekli bir gözlük taktım, baktık. İçinden güzel estetik, gerçek bir(m) çıktı. Yahu dedi beni hiç düşünmüyorsun? Mektup yazıyorsun güzel kızlara "Sevgili " diyorsun. Kimin sevgilisi onlar? Neden beni koymuyorsun "Sevgili" yazdıktan sonra "H" nin yanına?

*kdv: katma değer vergisi.



KUZUGÖBEKLERİ

Mustafa SAĞLAM

Şu bizim Toroslar, özellikle İsaura bölgesi üretken, verimli ve ayrıca endemik bitkiler yönünden zengin bir bölgedir vesselam. Havanın sıcaklığı, yerin besleyiciliği ve iklimin yağışlılığı bir araya gelince doğayı doğurgan yapıyor burada. Bu topraklarda, fazlasıyla vardır her çeşitten canlıyı besleyecek nimetler. Bu yüzden de, “Kan düşse, can biter,” deyişi en çok İsaura bölgesinde kullanılır.

Doğanın güçlülüğüdür ki, çiçeklerin kokusunu, meyvelerin tadını, güllerin kırmızısını, yaprakların yeşilini bir kat daha artırıyor; acıyı daha acı, tatlıyı daha tatlı, ekşiyi daha ekşi yapıp, ayrı bir koku, bir lezzet katıyor hepsine. Öyle bir yapıya sahip bu memleket.

Uzun yıllardır ilk kez, Nisan ayında, doğup büyüdüğüm köye gittim bu yıl. Yanlış anlaşılmasın; her yıl birkaç kez gider gelirim ama bu aya rast getirebildiğim pek olmadı. Yol, yüksek dağların zirvesini aşıp, kışları çoğunlukla karlı, buzlu olduğu için karşılaşılabilecek rezilliklerden çekinir, yolculukları yaza bırakırdık ekseriya. Tufana, tipiye tutulup, birkaç kez yollarda mahsur kaldığımız oldu çünkü.

Her yer için söylenir durur ama ben kesin inanıyorum; bizim o taraflarda da her mevsimin kendine göre bir güzelliği vardır. Yazın olsun, ilkbaharın olsun, sonbaharın olsun sizi oraya bağlayacak bir cazibesi bulunur hep; hatta kışın bile. Yol kenarındaki ağaçların dallarının üstüne yığılan kar, o dalların arasında konacak bir yer arayan serçeler, yukardan aşağı akan suyun oluşturduğu buzdan sütunlar... Soğuk moğuk ama yine de kışın bile ayrı bir güzelliği vardır orda.

Orta yaşın üstüne çıkmış her kişinin yaptığı gibi, ben de yollarında, sokaklarında yürürken çocukluğumu yaşadım tekrar tekrar. Acısıyla tatlısıyla bir sürü anılarım var elbet orda geçen. Eski okulun önünden yürürken, kutladığımız 23 Nisan Bayramları gözümün önün geldi. Okuduğum şiirleri bile anımsadım mısra mısra. Şimdi büyük bir çoğunluğu uzaklarda yaşayan, bir kısmı da ne yazık ki artık aramızda olmayan sınıf arkadaşlarımın yüzlerini anımsadım, az solmuş, siyah-beyaz resimler gibi. Zamanın geri döndürülemeyeceğinin acısını içimde duydum bir kez daha.

Sabah yürüyüşlerinden birini biraz uzatıp, köyümün dağlarına, yaylalarına çıkmaya karar verdim bir gün. Ladin, çam, andız, ardıç ağaçlarının arasında yürüdüm; doya doya kokularını çektim burnuma. Gördüm ki, her şey değiştiği halde onların kokusu değişmemiş hiç; bir tazelik, bir özüne bağlılık var hepsinde. Burnuna çektikçe içine bir ferahlık doğuyor insanın. Boşuna değildir ki, bir kısım hastaları doğada dolaştırarak tedavi ederlermiş eskiden.

Ve yıllardır görmediğim kuzugöbeklerini gördüm bu sene. Hem de canlı canlı, topraktan yeni çıkmış, tazecik, çiçeği burnunda dedikleri gibi; ya da buğlu buğlu. Çam pürlerinin arasından başlarını gösterivermeleri öylesine ilginç, öylesine mucizevî, öylesine güzel... O simsiyah topraktan çıktığı halde sanki ona hiç dokunmamış, tertemiz. Hele on beş- yirmi kadarı siyahlı sarılı bir arada oldu mu öylesine gizemli bir manzara meydana getiriyorlar, bambaşka bir dünyada hissediyor insan kendini. Küçüklü büyüklü ve bin bir şekilde hem de. Birbirleriyle konuştuklarını hayal edip, seslerini duyar gibi oluyorsun bir an. Yanı başlarında açmış salep çiçekleriyle güzellik yarışına girmişler izlenimi de veriyor birlikteliklerine bakınca. Kuzugöbekleri, salep çiçeklerinden güzel; salep çiçekleri, kuzugöbeklerinden güzel. Doğa, bu dağların süsü olsun diye var etmiş onları besbelli.

Ama onların bu cazibelerine karşın ömürleri öyle kısa ki! Güzel olan şeylerin yaşam süreleri neden hep böyledir bilmem! Gerçi uzun olsaydı da varlıklarını daha fazla koruyamazlardı kuzugöbekleri; birçok hayvan onun ne kadar lezzetli olduğunu biliyorlar anlaşılan, buldular mı hemen yeyiyeyiveriyorlar. Sonra insanlar tarafından arayanı çok; kırsal bölgelerde yaşayanların çoğu ne zaman, nerde kuzugöbeği çıkacağını tahmin ediyor ve çıkar çıkmaz da topluyor. Bütün bunlardan kurtulsalar bile, çıktıktan kısa bir süre sonra solmaya başlıyorlar. Çıktıklarının ertesi günü bile bayağı yaşlanmış oluyorlar artık. Anlaşılan insanlar gibi doğarken ölmeye başlıyorlar onlar da.

Köyümüzün üst tarafında “Çavşak” adında, sarp mı sarp bir yer var; o çevrenin en ünlü yokuşu. Dibinden başına çıkıncaya epey bir oflatır küfletir, nefesini keser insanın. Orda belli olur yaşlısı genci, hamı idmanlısı. Çocukluğumda çok gittim geldim, çok buğday, saman taşıdım o yoldan. O zamanlar öyleydi; traktör mıraktör yoktu köyde; ürün eşekle, atla, katırla taşınırdı hep. Gece gündüz karınca yolu gibi çalışırdı orası. Biri inerken öteki çıkardı yoldan.

Çavşak’ın başına çıktıktan sonra, yukarı doğru gidenlerin bazılarının zorunlu, bazılarının da sırf alışkanlık olarak dinlek verdiği yaşlıca bir çam vardı, orada taşın başına oturup, aşağıları, uzaklardaki Ermenek Baraj Gölü’nü seyrettim bir süre. Küçük bir deniz gibi görünüyordu. Hele suyu da temiz ve mavi olunca çok daha fazla benziyordu denize. Barajı dolduran nehrin adı da “Göksu”ydu zaten. “Mavi”ye, “gök” de denir bizim oralarda; gökyüzü rengi yani.

Çavşak’ın yokuşunu her çıkan, fırsat bulursa o çamın dibinde biraz da uzanır, kısa bir şekerleme yapardı. O kadar da tatlı olurdu ki o beş-on dakikalık uyku... Başının altındaki çam kökü, sırtına sivreren yumruk gibi taş filan hiç dokunmaz, hatta pamuk kadar yumuşak gelirdi; kalkıp yürümeyi hiç canı istemezdi insanın.

O, “bir zamanlar”dı tabi.

Bugün ise, yol öyle tenhaydı ki... Hele sabahın erken saatleri de olunca, kuş ve sincap seslerinden başka bir şey duyulmuyor çevrede. Hâlbuki özellikle bu Çavşak’ın başı filan yirmi dört saat cıvıl cıvıl insan olurdu. İnenlerle çıkanlar, az da olsa bir laflamadan edemezlerdi burada. Sonra, yol boyunca türkü söyleyen mi dersin, kaval öttüren mi dersin, ıslık çalan mı dersin! Kendilerine güvenenler, seslerinin kayadaki yankılarını da duyunca kaldırırlar koyuverirlerdi avazlarını.

Doğu tarafa giden yola saptım oradan. Aşağı yan uçurum, ötelere doğru derin ve geniş Göksu vadisi; üst yan sarp yaka ve çamlık, hem de epey yukarılara kadar. Ağaçların tepelerinden başka bir şey göründüğü yok. Bu yeşilliği görünce keyfe gelmemek elde değil; bu Tropikal orman görüntüsünü seyretmek insana haz veriyor. Dalıyorum çamlığın içine; tarak marak filan da aramıyorum. Yavaş yavaş tırmanıp gideceğim öyle. Yolumu kaybedip, kaybolacak değilim, küçükken çok sığır güttüm bu ağaçların arasında. Eğrisiyle doğrusuyla, çatalıyla düzüyle bütün çamlar belleğimde tek tek.

Nisan ayının ikinci yarısı; bütün bitkilerin çiçek açtığı zaman tam; her birinin ayrı bir kokusu var. Nefes aldıkça, insanın burnu bayram ediyor adeta.

Bir ara başımı çevirip bakıyorum, her yan sarı sarı kuzugöbeği. Öylesine çok ki, gözüme inanamıyorum! Bir kuzugöbeği tarlasında hissediyorum kendimi. Eskiden de çokluğuna rastladığım yıllar oldu, ama bu kadarını görmedim hiç. Nereye baksam, hangi tarafa yönümü çevirsem kuzugöbeği; kafalarını gösterip gösterip duruyorlar pürün altından.

Sırtımdaki çantayı çıkarıp, bir taşın üstüne sekileniyorum ve onları seyretmeye başlıyorum hayran hayran. Bundan büyük de bir haz alıyorum. Bir tablo seyreder gibiyim. Yüzümü bir tebessüm kaplıyor farkında olmadan. “Her şeyin azalmakta ve bitmekte olduğu bir dünyada, bunların çoğalması ne güzel!” diye düşünüyorum o an. Sahi, bir şeylerin artması ne kadar sevindirici, umutlandırıcı.

Sesler duyulmaya başladı o sırada. Bir anda bozuluverdi o büyü. Kuzugöbekleri, çam pürleri ve salep çiçeklerinin yarattığı armoni kayboluverdi hemen.

Çok geçmedi, çamların arasına yayılmış, kadınlı erkekli bir insan grubu görüktü. Yere eğilip kalkıp, ellerindeki sepetlere bir şeyler dolduruyorlardı. Önce anlayamadım; tahmin etmeliydim aslında; sonradan farkına varabildim, kuzugöbeklerini topluyorlardı, hem de yarışırcasına. Kısa zamanda yanıma kadar gelip, çevremdekileri toplamaya başladılar.

Hiç sesimi çıkarmayıp, yalnızca onların toplayışlarını seyrettim. Bir de selam alıp, selam verdim tabi. Bu sene çok kuzugöbeği bulmuşlar. Sebebi de sık sık yağmur yağıp, arkasından güneş açmasıymış. Böyle havaları severmiş kuzugöbeği.

Düşündüm de gökyüzü doyasıya yağmur indirir, Toprak Ana’yı döllerse, doğa nasıl doğurgan olmaz ki! Nasıl böylesine gürleşmezdi ki bitkiler; bol olmazdı ki ürünleri! Nasıl şıpır şıpır lezzet damlamazdı ki meyvelerin uçlarından!

Gelenler, kısa zamanda bitirmişlerdi hasadı. Bir an önce yeni kuzugöbeği sahalarına ulaşabilmek için acele ediyorlardı. Aralarındaki kısmen deneyimli kişiler, geçen yıllardan bilinen ürünlü yerleri herkesten evvel ele geçirme çabasındaydılar. Bu yüzden de bir yarış halindeydi hepsi.

Ben de kapıldım bu hevese. Oradaki kadar boluna rastlamıyordum artık; yine tek tük görünüyordu çalıların arasında ama öncekilerin yanında çok az sayılırdı. Gördüklerimin hiçbirini kıyıp da koparamıyordum zaten. Onları oldukları yerde seyretmek yetip de artıyordu bile bana. Hele hele taze çıkmışların bambaşka bir görünümleri vardı. Ama insanın asıl haz aldığı zaman ilk bulduğu, gözle kuzugöbeğinin ilk buluştuğu sıraydı tam. O saniye hazzın zirvesini yaşardı kişi. Nedense sebebini bilmediğim bir sevinç duyuyordum onlarla karşılaştıkça.

Velhasıl öteki kuzugöbeği toplayıcıları gibi ben de o çamın dibinden öteki çamın dibine, o ladinin dibinden öteki ladinin dibine, o sedirin dibinden öteki sedirin dibine koşturdum durdum bir hayli.

Zaman çabuk geçiyordu; güneş ne vakit yükselmiş, saat ne zaman on iki olmuş şaşırmıştım.

“Hayrat” adını verdikleri; teknesi, çam gövdesi oyularak yapılmış bir çeşme vardı; oraya varıp azığımı açtım ve sürekli akıp duran çeşmenin buz gibi suyundan içerek karnımı doyurdum. Sonra iniş aşağı yolu ele aldım artık.


ÖYKÜ                                      
PÜREN

Mustafa B. YALÇINER

Girmedi pastaneye. Terastaki masaya geçip oturdu. Pardösüsünün cebinden çıkardığı kitabı koydu önüne. Koşup gelen garsondan sade, bol köpüklü bir kahve istedi. Sigarasını taktı ağızlığına; yaktı, derin bir nefes çekti. Üflediği duman, kendini bile zor ısıtan güneşi yer yer peçeleyen kara bulutlara ulaşmak istercesine dağılıp yükseliyordu. Delikanlı imrendi onlara. Ardından büzüldü dudakları.

Kitabın içinden çekip aldı fotoğrafı. Dirseğini masaya koydu, yanağını da dayadı avucuna. Baktı fotoğrafa.

“Aza koysam almıyor, çoğa koysam dolmuyor. Ah, be Şaban! Şu yaptığına bak. Ben sana bir püren fotoğrafı çek de gönder demiştim. Şimdi bunu nasıl göstereceğim, ya bu kız da kim derse, ne diyeceğim?”

Utandı sözlerinden. Kanadı yüreği. Garson, “Afiyet olsun” deyince, fark etti masadaki kahve fincanı ile bir küçük şişe suyu. Kahvesinden bir yudum aldı, “Aynen bana benziyor,” dedi “bunun da tadı yok.”

“Vay Emine, vay! Pürenlerin rengi de vurmuş yüzüne, Üstüne başına da kokusu sinmiştir mutlaka. Kömür karası gözlerin de ışıl ışıl! Oysa benimkiler kara bulutlar gibi yüklü…”

Elindeki fotoğraf uçurdu delikanlıyı dağlarına, ormandaki kıl çadırlarına. Baktı rengârenk elbiseli, buğday tenli, çekik gözlü, püren dallarıyla çadırın önünü süpüren mayaya.

“Ceylan bakışlı Eminem, sana bir şey anlatmak istiyorum. Bizim okulda bir bayan öğretmen var. Benim gibi o da matematikçi. Evlenmemiş hiç. Dedesi ya da babasına benzer birini bekleyip durmuş…

Dedesi, Çanakkale gazisiymiş. Memleketine ya dönememiş ya da dönmek istememiş. Neden seçtiyse, Allah’ın bozkırındaki bir köye gidip yerleşmiş. Tahta Bacak Şahan derlemiş adına da. Derken orada evlenmiş. Eşini hiç öz adıyla çağırmaz, ona hep “Püren Hatun” dermiş. Zamanla iki de çocuğu olmuş. Oğlana Balaban, kıza da Turaç adını vermiş. “Benim doğup büyüdüğüm yerlerde, ağaç vardı, kuş vardı” diyerek, satın aldığı arazileri hep ağaçlandırmış. Kimse bilmiyormuş nereli olduğunu. Karısına bile söylememiş. Hiç götürmemiş de onu memleketine. Karısı, “Neden götürüp göstermiyorsun” deyince de, “Döneceğin yere asla gitmeyeceksin” yanıtını verirmiş. Konuşkan biri de değilmiş, Tahta Bacak Şahan. Hep uzaklara bakar dururmuş. Ama konuşunca da kısa ve özlü konuşurmuş. Bizim oraların laflarını bolca kullanırmış. Çok da genç ölmüş, gariban. Karısı, “Benim adam derin düşünceden öldü,” dermiş eşine dostuna. O bayan öğretmen doğunca da, babası adını Püren koymuş.

Püren öğretmen de dedesi gibi konuşurken hep bizim laflardan kullanır. Bak bir gün ne oldu: Okulumuzda sıkmabaş bir öğretmen vardı; nasıl olduysa, müdür yardımcısı oldu. Püren öğretmen kulağıma, “Sürü ters dönerse, topal keçi başa geçer” dedi. Bir hoşuma gitti ki sorma. Yine bir seferinde dökülüverdi ağzından, “Aksi giderse Yörük’ün işi, kaymak yerken kırılır dişi” sözü. Ne yalan söyleyeyim, kanım kaynayıverdi kıza.

Ha, bir özelliği daha var Püren öğretmenin: Sana da çok benziyor. Senin gibi giyinse ve onu davar güderken birisi görse, inan seni sanır. Isınıverdim ve yakın davrandım kıza. Fazlaca yaklaşmış olmalıyım ki …”

-Merhaba, Balaban. Umarım çok bekletmedim.

Eli ayağına dolaştı delikanlının. Gizleyiverdi fotoğrafı kitap sayfalarının arasına.

-Hayır, hayır. Yeni gelmiştim zaten. Ne ikram edeyim sana?

Genç kız, ayakta bekleyen garsona, “Bana şekerli bir kahve” dedi. Balaban da “Bana da bol köpüklü sade bir kahve daha.”

Hoşbeşten sonra, Balaban, iki dirseğini masaya dayadı, çenesini avuçlarına aldı ve baktı arkadaşının çekik, ela gözlerinin içine.

-Sana bir şey anlatmak istiyorum, Püren.

-Büyük bir zevkle, hem de ömür boyu dinlerim seni ama önce izin ver, unutmadan söyleyeyim: Yarın babamın ölüm yıldönümü. Seni eve bekliyoruz. Balaban, bir bilsen nasıl da çok özledim babamı. Ama iyi ki sen varsın! Tanıştırıldığımız gün adının babamınkiyle aynı olduğunu duyunca, yüreğim nasıl da çarpmıştı öyle. Kanatlanıp, yuvasından uçuverecek sanmıştım! Yalnızca adın değil, fizik olarak da çok benziyorsun babama. O da orta boylu, etine dolgun, geniş omuzluydu. Onun gözleri de seninkiler gibi çekikti…”

Balaban duyamıyordu Püren’i, içinde yuvarlanıp gittiği ırmağın sesinden. Bir kütük gibi bir o kıyıya çarpıyordu bir bu kıyıya. Bazen bir yardan aşağıya düşüyordu köpüklü sularla birlikte, bazen de kuru bir yaprak gibi dönüp duruyordu burgaçlarda.

-Balaban, dalma öyle derinlere. Ben yüzme bilmem. Kurtaramam sonra seni.

-Kusuruma bakma, Püren. Şu son günlerde, hep böyle oluyorum. Elimde değil. Bir bakmışsın, sökmüşüm çadırımı, göçmüşüm başka yerlere.

Pardösüsünün cebinden çıkardığı ağızlığına bir sigara takacağı sırada, Püren, “Ay, ne güzelmiş! Bakabilir miyim” dedi, “ne zaman aldın?”

Söyleyemedi ağabeyinin onu püren kökünden yapıp gönderdiğini. Söyleyeceklerini de unutuvermişti, nutku tutulmuştu bir kere.

Püren, ağızlığı incelerken, Balaban yine uçup gitmişti dağlarına, konmuştu ormandaki kara kıl çadırın üstüne. Uzaktan bakıyordu, sürüyü ağıla sokmak için oradan oraya keklik gibi seken Emine’ye.

-Atalım mı bunu, Balaban? Teke siyeği gibi kokuyor.

-Atamam. Püren…

Sürdüremedi sözlerini, Balaban. Boğazına dizildi sözcükler. Kitaba dikti gözlerini, içindeki fotoğrafı alıp uzattı.

Fotoğrafa bakar bakmaz, irileşiverdi gözleri Püren öğretmenin.

Yıldırımla vurulmuşa döndü Balaban.

-Hani sen, bir zamanlar hiç püren görmedim demiştin ya! Ben de kardeşimden bir püren fotoğrafı rica ettim. O bunu göndermiş.

-Bu kız var ya, bu püren koklayan kız… Yahu Balaban, sen beni…

Yutkundu delikanlı. Bir de ter boşandı.

- Hava da bozacak gibi. Kalkalım istersen.

-Otur lütfen. Ve söyle Balaban…

-Hayır, hayır! Henüz bilmiyorum…

-Yahu Balaban, neyi bilmiyorsun? Halamın şu gençlik fotoğrafını nereden bulduğunu söyleyiver, olsun bitsin.

Dilini yuttu Balaban. Çevirdi başını. Bakışları takılıp kaldı, el ele tutuşmuş, pastaneye doğru gelen öğrenci çifte. Yüreğinde gittikçe büyüyen bir sızıyla, kapıdan içeri girene dek de izledi onları…
































Ali F. Bilir gibi, aynı yörenin, aynı kültürün çocukları olsak da, yüz yüze hiç karşılaşmadım ben de, Abdülkadir Bulut’la. Ama onun bir ya da iki kitabını okuduğumu anımsıyorum. Yanılmıyorsam İstanbul’daydı o yıllarda. Karayağız yüzüyle, gür ve kalın bıyıklarıyla, filinta gibi bir delikanlı olarak canlandırıyorum gözlerimin önünde onu hep.