1 Ocak 2009 Perşembe

GERÇEMEK 7.6.VE 5. SAYI

GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Ankara, Reproton Ltd Şti
(0312) 384 78 51

Baskı Tarihi: Ocak 2008

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 2
Sayı: 7

Sürdürüm Koşulları:
Yıllık 25 YTL

Posta çeki
Hesap sahibi : Mustafa Yalçıner
Numarası: 5323892

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN

Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.


MURT

Yöremizde murt, sazak ve mersin olarak bilinen bu bitkinin Latince adı myrtus communis’tir. Kışın yapraklarını dökmeyen, 1 ile 3 metreye kadar boylanabilen maki görünümünde bir ağaççıktır. Yaprakları bir dal üzerinde karşılıklı dizilmiş olup kısa saplı, koyu yeşil, 2 ile 3 cm uzunlukta, oval, kenarları düz, ucu sivri, sert, tüysüz ve oldukça hoş kokuludur. Yaz ortasından sonbahara kadar beyaz, 5 parçalı, 2 cm çapında çiçek açar. Murt, kasım ayından itibaren yarım ile bir santim çapında, beyaz üzerinde morumsu siyah lekeler bulunan, bol çekirdekli kekremsi meyve verir. Siyah murt da vardır. Murtları yedikçe, insanın canı su içmek ister. Meyveleri hemen bozulmaz, birkaç gün bekleyebilir.
Murt yaprakları hoşafa hoş koku vermesi için kullanılır. Sıcak suda biraz bekletildikten sonra çay olarak da içilir. Yapraklarından saç boyamada da yararlanılır. Ayrıca murttan elde edilen esans, parfümeri sanayinde kullanılır. Dalları mezar üstlerine konduğu gibi sahne ve kürsü süslemede, sepet örmede kullanılır. Murt nezleye iyi gelir. Ayrıca ishali keser. Mide ağrılarını da giderir.
Murt ağacının mitolojik bir de öyküsü vardır: Kuruluş mitolojisine göre Kelenderis (Aydıncık), Suriye'den Kilikya'ya gelen Fenikeli Sandokos tarafından kurulmuştur. Sandokos’un oğlu Kinyras ise adamlarıyla Kelenderis’ten Kıbrıs’a geçerek orada Baf kentini kurar ve Kıbrıs’a kral olur.
Kral Kinyras'ın, Myrrha adında, güzelliği dillere destan bir de kızı vardır. Kral, kızının Aphrodite'ten daha güzel olduğunu söyler. Aşk ve güzellik tanrıçası, kralın kızını kıskanır ve onu babasına aşık eder. Myrrha da dadısının aracılığı ile fark ettirmeden geceleri babasının yatağına girer. Kral, birkaç kez birlikte olduğu kadının kızı olduğunu fark eder. Myrrha korkudan sarayı terk ederek ormana sığınır. Bilmeyerek girdiği bu ensest ilişkiden utanç duyan kral da, kızını öldürmeye karar verir ve peşine düşer. Myrrha kurtulmak için tanrılara yalvarır. Zeus, kıza acır ve onu bir murt ağacına dönüştürür. Bir süre sonra da bu ağacın kabuğundan Adonis dünyaya gelir.
EDİTÖRDEN


“GERÇEMEK” NEDİR?
Mehmet Yalçın

Mustafa Yalçıner, Y.Ö.K.’ün kurulduğu bunalımlı yıllarda tanıdığım eski bir arkadaşımdır. Gazi Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümü’nde öğretmenken, kendisi gibi daha birçok değerli arkadaşıyla birlikte değişik ortaöğretim kurumlarına gitmeye zorlanmışlardır. Yerlerine akademik tanımına uygun öğretim elemanları atanacağı düşünülmektedir. Nereden bulacaklarsa? Ben de, kadrosuz doçent olarak çalıştığım Hacettepe Üniversitesi’nden, kadro alabilmek için, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’ne geçmiştim. Çünkü Y.Ö.K. “mevzuatı”nda, Anadolu’da yeni kurulmuş üniversiteleri boş bırakmamak için, böyle bir “rotasyon” öngörülmekteydi. Buna güvenerek yerlerinden olanların hemen arkasından kural delindi, birçokları bulundukları üniversite ya da aynı kentin başka üniversitelerinde açık bulunan kadrolara atandılar. Neyse…
“Rotasyon” başka türlü de işlemişti: Eski üniversitelerde hoşa gitmeyen (doğal olarak “solcu”) öğretim üyelerini de Anadolu’da yeni kurulmuş üniversitelere sürmüşlerdi. Amaç, onları yıldırıp, kendiliklerinden ayrılmaya zorlamaktı. İşte bunlardan birisi de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyelerinden, Doç. Dr. Atila Tolun’du. Bir ara Milli Eğitim Bakanlığı da yapmış olan Prof. Dr. Bedrettin Tuncel’in asistanı ve en yakın çalışma arkadaşıydı. Profesörlük için uzun yıllar başvuruda bulunmamıştı. Dünyanın en hoşgörülü, en sevimli, en “tonton” hocadır o (Kendisi şu anda, eşi “Aysel Abla”yla, Kuşadası yakınlarındaki Yoncaköy’de yaşıyor. Arada bir de Gölcük’teki evlerine gittikleri oluyor.) Atila Hoca benim görev yaptığım Cumhuriyet Üniversitesi’ne sürülmüştü. Bana Gazi’den kimi genç öğretim elemanlarından ve bu arada Mustafa Yalçıner’den söz etti. Benimle doktora yapmak istiyorlarmış. Olumlu karşıladım. Kendileriyle Ankara’da tanıştık. Ama olmadı doktora işi. Olmadı ama bir yakınlaşmadır başladı aramızda. Derken yaşam her birimizi bir yerlere savurdu.
Akdeniz Üniversitesi’nde çalışırken, bir dergi çıktı postadan. Adı Gerçemek; yayınlayan Mustafa B. Yalçıner. O gün bugündür de geliyor. Ayrıca ileteç (e-posta) aracılığıyla haberleşiyoruz: gercemek@yahoo.com.tr’yi tıklarsanız, ya da (0324) 841 28 36’yı çevirirseniz, Gerçemek dergisine ulaşabilirsiniz. Oldu olacak, yazışma adresini de belirteyim: Merkez Mahallesi Çakmakoğlu Cad. No. 40/2 33840 Aydıncık/ Mersin.
Gerçemek yalnızca bir dergi adı mı? Elbette ki hayır. Yalçıner’in anlattığına göre :
“Akdeniz Bölgesi'ne özgü endemik bitkilerden biri olan gerçemek, Campanulaceae (çan çiçekleri) ailesindendir. Michauxia campanuloides ve Michauxia tchihatchewii olmak üzere iki ayrı türü vardır. Sıcak ve kuru bölgelerde, taşlık arazide yetişir. Rozet yapraklıdır. Yapraklarının ortasından sürgünü çıkar. Boyları 90 ile 240 cm arasında değişir. Üzeri yaklaşık 12 cm. çapında beyaz veya açık pembe çiçeklerle donanır. Gövdesi kızıl kestaneye kaçan, tüylü, kesik yapraklı otsu bir bitkidir. Genç gövdesi kırılır, tüylü kabuğu soyulur, geriye kalan yeşil parçası yenir. Çok hoş bir aroması vardır.”
Doğanın bütün renklerini karıştırın, ama yeşil – mavi karışımını birazcık öne çakarın, işte size Gerçemek dergisi! Toros doğasını ve Yörük insanını öyle sunuyor size: Onu elinize alınca gerek kapağına konulan çiçeklerle, gerek yazıların içeriğine sinmiş coşumculukla (romantizmle) Toros havasını yaşıyorsunuz sanki
Gerçemek çiçeğinin güzelliğini ne yazık ki burada aktaramıyorum. Anlatmaya da kalkışmayacağım. Çünkü bunu yapamam. Yalçıner’in yukardaki bilimselliğe kaçan betimlemesine de bakmayın. Siz en iyisi bilgisunarda (internet’te), Gerçemek sözcüğünü de tıklayın ve görün! O da yetmezse, gidip Toroslar’da canlısını arayın derim.
Günümüzün kara bulutları arasında birazcık mavilik görmek istiyorsanız, Gerçemek’le tanışın!


HIRSIZIMIZ BİLE TİYATRO OYNAR BİZİM (!)
Mehmet BABACAN

Polis memuru Mehmet Bey, epeydir doğru dürüst bir televizyon almak istiyordu. Eski televizyonu tamire götürüp getirmekten bıkmıştı.
Zaten bir cihaz tamire gitmeye bir başladı mı, ayağı mı alışır ne, beri gelmemeye başlar…
Zar zor da olsa sayılı gün çabuk biter; seçilen hedefe çabuk ulaşılır elbet. Ha bu ay başı ha filan taksitin bitimi derken televizyona da sıra geldi sonunda.
Mehmet Bey, mağazadaki televizyonları markalarından boyutlarına; ederlerinden ödeme yöntemlerine kadar uzun uzun inceledikten sonra birinde karar kıldı. Anlatılan onca özelliğe pek aklı ermediyse de, “kullanma kılavuzu var ya” dedi içinden.
Ayrıca bir de çanak anten almak istiyordu. Çünkü bazı yabancı kanallardan izledikleri egzotik yayınları ballandıra ballandıra anlatan arkadaşlarına gıpta ediyordu. Hiç izlemek kısmet olmadığı halde izlemiş gibi davranırken açık vermekten korkuyordu. Açığını bir yakalarlarsa, makaraya sarılmaktan kurtulamazdı.
Utangaçtı Mehmet Bey. “Bir de çanak anten almak istiyorum” derken bile amacını sezeceklermiş gibi geliyor, utanç dolu bir sıkıntı duyuyordu.
Sonunda televizyonu da çanak anteni de taksiye koyup eve getirdi. Televizyonu yüreğinde tatlı bir heyecanla koydu konsolun üstüne. İhtiyaç bitmiyor ki, yeni bir televizyon sehpası listenin başına oturuverdi hemen. Mehmet Bey, birkaç adım geri çekilip şöyle bir baktı televizyona; ev de bir televizyon görsündü canım…
Eski televizyonu biraz da vefasız bir tavırla kaldırıp koydular hurdaların yanına. Belki bitpazarına yol görünüyordu…
Karanlık basmadan çanak anteni yerleştirmeli ve tarif edildiği gibi ayarlanmalıydı. Şansı yaver gidiyordu; eski anten direğine bağladı çanağı; eşinden gelen “sağa sola, aşağı yukarı” komutuyla da uydu yayınını buldu.
Keyifle kurulup epeyce izledilerse de “yorgunum, erken yatalım” diye diretiyordu Mehmet Bey. Oysa asıl derdi, hanımı bir an önce uyutup Avrupa kanallarından egzotik yayın izlemekti.
Sultan Hanım erken uyudu. Yorgundu. Ev kadınları fazla bir iş yapmıyor gibi görünseler de canı çıkıyordu garibin.
Yavaşça kalktı Mehmet Bey; ışığı yakmadan geçti salona, hırsız gibi sokuldu televizyonun yanına. Önce ses düğmesini sonuna dek kıstıktan sonra açma düğmesine okşar gibi dokundu. Hayret, görüntü yoktu! Dama çıkıp antenle oynamaktan başka çare görünmüyordu. Ama koca gövdeyle bu karanlıkta dama çıkmak kolay değildi. İyi ki ev tek katlı müstakil bir yapıydı. Merdivenin üst basamağına geldiğinde çanak antenin bağlandığı yerde olmadığını gördü. Hayret, rüzgâr bile yoktu, düşmüş olamazdı! Aşağı inerken “Vay anasını, çanak antenin hırsızı bu kadar çok mu yahu” dedi içinden. “Zaten şans mı var” diye söylene söylene sokuldu Sultan Hanımın yanına.
Uzun süre uyku tutmadı. Antenin çalındığını eşine söylemeli mi, söylememeli miydi? Söylerse, yeniden alınmasına karşı çıkar, dırdır kopabilirdi. En iyisi, hiç belli etmeden yenisini alıp yerine koymaktı. Yoksa kavli kursağında kalırdı.
Sabahın yayın kuşaklarını kaçırmazdı Sultan Hanım. Televizyonu açmak için uzanırken lafa girdi Mehmet Bey, “Yahu, gece uyku tutmadı; bir ara televizyon izlemek istedim, aniden yayın bozuldu. Sanırım ayarlarda bir kayma oldu. Tamirci arkadaşlardan birine baktırırım. Daha olmazsa, garantisi var” diyerek içinden hırsızlara söve söve konuyu kapattı.
Erken gitti Mehmet Bey, karakolda işlerin yoğun olduğunu söylüyordu. Sultan Hanım, sabah kahvaltısının bulaşıklarına yeni başlamıştı ki kapı çalındı.
- Kim o?
- Televizyoncuyuz.
Kocasının “Tamirci arkadaşlara baktırırım” dediğini anımsayınca açtı kapıyı Sultan Hanım. Kapıda iki genç, gayet saygılı bir tavırla “Abla, bizi Mehmet Abi gönderdi; bozuk televizyon mu ne varmış, onu almaya geldik” dediler.
Sultan Hanım, yalnızca ilkokul okuyabilmiş; cin fikirlilik dağıtılırken de uyuyakalmış, uysalca bir ev hanımıydı. Elbirliği ile akşamki kutusuna yeniden yerleştirdiler televizyonu, “Aman Mehmet Abi’nin televizyonuna bir şey olmasın” diye diye alıp götürdü gençler.

***
İş üstüne iş çıkmıştı karakolda. Teftişler, ziyaretler, asayiş olayları birbirine sıra vermemiş, neredeyse ayakta duracak hali kalmamıştı Mehmet Bey’in.
Yaz sıcakları da iyiden iyiye bastırıyordu artık. Oflaya puflaya soyundu, şortunu giydi. Tam balkona çıkarken fark etti televizyonun yokluğunu. “Hanım, hayırdır televizyonu nereye koydun” sorusu, önce buz gibi bir hava estirdi evin içinde; sonra köz gibi bir alev yürüdü yüzlerine. Bir süre sanki dilleri tutuldu, bakakaldılar birbirlerine…
Korka korka, kekeleye kekeleye “Bey, sabah sen götürttün ya” diyebildi Sultan Hanım. “Kız, ne götürtmesi, sen manyak mısın” derken hırsını alamadı Mehmet Bey, hırsızların yerine, hanımını iyice bir hırpaladı…
Sabaha kadar “Of puf” edip durdu Mehmet Bey. Pişmanlık gittikçe oturuyordu yüreğine. Haksızlık etmişti eşine. Kadının ne suçu vardı? Kendisinin “Tamirci arkadaşlara baktırırım” demesi yüzünden hataya düşmüş olmalıydı…
Hanımın gönlünü almayı aklına koydu iyiden iyiye. Huzursuzluk çocuğu bile etkiliyordu.
Sonraki gün tatildi. “Balkonda bir mangal partisi havayı yumuşatabilir” diye düşündü Mehmet Bey. En azından olumlu bir başlangıç olurdu. Hazırlıkları tamamladı. Çubuklu pijamasını giyip geçti mangalın başına.
Televizyon hırsızlığını duyan komşular da yan balkondan “Geçmiş olsun” dileklerini sunuyorlardı.
Birdenbire heyecanlanan Sultan Hanım, sokakta tespihini sallayıp giden bir adamı göstererek “Aha, televizyonu götüren bu adamdı” diye bağırmaya başlamıştı.
Polisliği tümden depreşen Mehmet Bey, ağır kilosuna karşın balkondan şimşek gibi atladı hırsızın üstüne. Ne ki genç hırsız da cıva gibi kaydı altından. Kıyasıya bir kovalamaca başladı sokakta. Çubuklu pijama yalbır yalbır ediyordu.
Gözden kayboluşlarının üstünden henüz on beş dakika geçmemişti ki bir genç, koşarak balkonun önüne geldi ve heyecanla, “ Abla, Mehmet Abi o hırsızı yakaladı; karakolda ifadesini alıyorlar. Her şey ortaya çıktı. Mehmet Abi ziyafet çekecek. Onun için pantolonunu ve cüzdanını istiyor” dedi.
Sultan Hanım, pantolonu ve kabarıkça duran cüzdanı poşete koyarken haksız yere dövüldüğünü düşünüyor, yüreğinde sitemler büyütüyordu.

***
Az sonra hış-mış gelen Mehmet Bey, “Pire gibi kaçtı namussuz herif. Ah, bir yakalayabilseydim, insan hakları da vız gelirdi, hayvan hakları da…” derken, Sultan Hanım bir kez daha düştü cehennem ateşinin ortasına. Hıçkırıklar arasında, “ Nasıl olur? Birisi geldi, hırsız yakalandı. Mehmet Abi ziyafet çekecek dedi de pantolonunu ve cüzdanını da verdim” demesiyle kendini balkondan aşağıda buldu.
Kadının kolu kırılmış, duvarlara şuursuzca yumruk atan Mehmet Bey’in ağzı köpükler içinde kalmıştı.
Komşular hızla acile yetiştirdiler de mallarını değilse bile sağlıklarına kavuştular.


YOL-LUK-LAR
M. SEHMUS GÜZEL

… İtalyanca konuşan üç kadının yanlarındaki ikili boş koltuklara yerleşiyorum. Koltuk ikili ama mekân dörtlü: Karşımdaki ikili koltuk da boş. Cumartesi gecesi treni bomboşa yakın. Koşturuyor.
Belki bu “boşluk”, belki tren havası, alıp beni 1960’lı yılların başındaki Ergani-Haydarpaşa trenlerine götürüyor:
Kör Zülo’nun kaval uğurlamasıyla başlayan o tadına doyum olmaz, o sanki asla bitmeyecekmiş gibi uzanan tren yolculukları: Yolluklar. Yol için anamın o mübarek elleriyle, günlerce önceden hazırlıklarına başladığı ve içine kendisinden, kendi anasından, anasının anasından kalanları, gelenleri kattığı yolluklar: Yol-luk-lar: O içli köfteler: Sanki bin yıl kalacak cinsinden. O köfteler: Yanında ekmeğiyle. O dolmalar: Patlıcan, biber, domates dolmaları. O tadına doyum olmaz sarmalar: Bağdan özenle seçilen asma yapraklarına sarılı o anılar: Açıktım ana. Açıktım...
Uyanıp uyanıp uyumalar. Uyumalar uyanmadan. Uyanmalar: Uyuduktan sonra yeterince. Uykum var günler öncesinden kalan. Uykum olmalı uykusuzluktan. Uykum var. Uykum. Uyumalı. Uyu. Uyuyorum...
***
Bulutların arasından görüyorum: Nenem, anam, ablalarım, kardeşlerim ve çocukluğum. Her yaz olduğu gibi Makam Dağı’na çıkmış, Zülküf Peygamberin türbesini ziyaret etmiş, Ergani’ye inerken Çiftpınar’da mola vermişiz. Mola demek lafın gelişi: Başlı başına bir piknik ki değme gitsin: Günlerce önceden hazırlanmış puf börekler, kıymalı börekler, zeytinyağlı dolmalar, peynirin hası ve aklınıza ne gelirse. Nigâr ablam çayı demliyor. Annem yiyecekleri çıkarıp, örtünün üstüne seriyor...
Çiftpınar, kasabanın içme suyunun çıktığı kaynaktır. Suyu buz gibidir: Bir içen bir daha unutamaz tadını. Çiftpınar’ın hemen yamacında Kasaba Mezarlığı bulunur. Babam yıllar sonra buraya dinlenmeye çekildi: Manzarası müthiş çarpıcıdır: Ergani’nin tümü ayağı altında yayılır. Uzaktan, güneşli bir günde, Hilar Çayı’nı bile görebilirsiniz. Biraz daha yakınından Ergani-Maden karayolu geçer. Daha ötelerden ise kara tren. Çiftpınar küçük bir tepeciktedir yani. Babamı gıptayla anıyorum.
Ve Mezarlığın sol dibinde Çiftpınar.
Yemek sonrası akşam serinliği yaklaşırken çocuklar saklambaç gibi bir oyun oynuyoruz: Sık kavak ağaçlarının arkasına saklanıyoruz, sonra birden bire çıkıp küçük bir taşçık sallıyoruz: Karşımızdakine. Kardeşlerimize. Bir çıkıp bir taşçık atayım diyorum, kavak arkasından çıkar çıkmaz küt diye bir taş geliyor sol gözümün üstüne: Gözüm mosmor, anam ve nenem bağrışıyor hemen sesime: “Kadan belanı alammm, kurbanın olammm...” Sesler uzaklaşıyor, çocuk başım dolanıyor, ayaklarım yerden kesiliyor... Ve uçuyorum...
Makam Dağı’na "'yükselişler" başlı başına bir serüvendir: Kasaba çıkışında, evlerin avlularındaki meyve ağaçlarının yerini, önce ceviz ağaçları alır. Makam Dağı’nın ilk tepeleriyle birlikte ise badem ağaçları: Artık gününe ve zamanına göre, cevizi dalından koparıp yemek isterseniz: Önce kabuğunu temizlemelisiniz: Ellerinizle. Ve elleriniz yemyeşil olur ki öyle birkaç yıkamayla çıkaramazsınız. Kokusunu unutamazsınız: Taze cevizin. Taze bademin. Tadına doyum olmaz çünkü...

***
Bir otel odasında uyanıyorum. Otel caddeye bakıyor. Ana caddeye. Gürültünün içindeyim. Gürültü de benim içimde. Otomobil, kamyon, tramvay gürültüsü odamın içinde. Duş. Kahvaltı. Gazeteleri almak için çıkıyorum. Alıp dönüyorum. Okuyorum. 12’de otelden ayrılıyorum. Ben tam çıkarken kar yağmaya başlıyor. Kar yağıyor ve kar altında yarım saat yürüyorum. Dönüyorum. Kafeterya’ya. Yazmak için zamanım var. Yazmak istiyorum. Daktilom yok. Zamanım var.
Ne gam! Defterim cebimde kalem elimde. Defterimi cebimden çıkarıyor ve yazmaya başlıyorum. Tam o sırada yemek saati çalıyor. O zaman dönüşte yazmak üzere kalsın yazacaklarım. Yazılacaklar Paris’e kalsın.
Öğlen yemeğini kuyruğa girerek alıyorum. Öğlen yemeği çocukluk lezzetlerini, tatlarını anımsatan çok güzel, çok iyi, çok lezzetli etli taze fasulye. Bin teşekkür. Anıların akın etmesini sağladığınız için. Çocukluk günlerine yolculuk yapabildiğim için. Şimdi Ergani’de yine karlı bir kış günüdür mutlaka. Ve bir mahallede ki bir evde küçük bir çocuk kavurmalı fasulyeye kaşık çalıyordur, ileride ne olacağına pek bakmadan. Ama yarınlara umutlu, heyecanlı ve meraklı mutlaka...


YÜRÜYÜŞ YOLU
Nihat MUSTUL

Yine Sertavul yaylası…
Aslında benim her sabah yürüyüş yaptığım güzel bir yolum vardı, adını da Özgürlük Yolu koymuştum. Çünkü birçok öykümün, şiirimin, yazımın kurgusunu bu yolda yürürken yapmıştım.
Bu yol, pazaryerinden ormanın içine doğru giden toprak yoldu. Burası çok dingin; gürültüsüz, egzozsuz, tehlikesiz, çamlarla, ardıçlarla, kuşlarla, çalı çırpılarla, börtü böceklerle baş başa, tam da benim istediğim bir yoldu.
Ne yazık ki bugünlerde bu yoldan gidemez oldum. İleriki kayalıktan taş çakıl çeken kamyonların çıkardığı korkunç tozlar yüzünden.
Ben de başka bir yol buldum. Hankoyağı (Sertavul Hanı) tarafına gitmeye başladım.
Bu gidişlerimin birisi işte… Sabahın serin saatleri. Güneş dağların doruklarını yeni yeni ışıtıyor daha. Boğazın serin esintisi tam da istediğim ayarda.
Sakallı takma adlı, eski civan var buralarda; derenin karşısında. 300 ya da 400 yıllık zümrüt çamların içinde çardak evi var. 10 ile15 arası koyununu otlatır çayırlıklarda, domates diker, fasulye, darı eker dere boyundaki tarlalara.
Gittiğim her sabah görürüm onu oralarda. Günaydınlaşır, laklaklaşırız bir iki. İki de köpeği var iri iri. Biri ala, biri ak.
“Dün Terzi Hasan’la atıştık” dedi bugün.
“Hayırdır?”
“O da yürüyüş yapıyor ya buralara doğru, güya benim köpekler ona saldırıyormuş. ‘Yahu Hasan Ağa, benim köpekler kimseye saldırmaz’ diyorum, ‘saldırıyor’ diyor ille de. ‘Öyleyse ya elinde sopa vardır, ya da taş atıyorsundur köpeklere.’ ‘Hayır’ diye diretiyor bu sefer de.”
Bundan ya bir gün sonraydı ya iki gün. Tam yıkık Sertavul Hanının önüne, suyun çıktığı yere yaklaşıyorum. Her yer yarpuz kokusu ve serinlik dolu. Güneş yükseklere günaydın dedi ama buralara daha demedi. Sakallı, hanın önündeki fasulye tarlasının içinde, koyunları yan tarafta, ala köpek oralarda…
İçimden geçenler; yine 15 ya da 20 sefer kol bacak hareketleri yapmak, ayak parmaklarımın ucunda yükselerek derin derin soluk almak, başımı mor/pembe çiçekli yarpuzların içine gömmek, arkasından da buz gibi suyla elimi yüzümü yumak, birkaç avuç su içmek…
“Hav hav hav!”
“Oşt oşt!”
Sakallı’nın beyaz köpeği. Hiç görmemişim! Üç metre kalmış aramızda…
Beni parçalayacak sanki. Ben de kendimi savunuyorum; elimdeki yeleği sallıyorum. Öbür köpek de koşup gelmesin mi?
Oysa Sertavul’da nice köpekler gördüm, hiçbirisi bugüne kadar saldırmadı bana. Isırılanları da duymadım hiç.
Aslında bunlar da tam kararlı değil gibi. Böyle anladım birden. Ya da ben kendimi iyi savunuyorum.
Karşıdan Sakallı’nın sesi de duyuldu hemen. Köpekleri çağırıyordu. Beni korumak kadar, eminim ki, bir iki gün önce söylediklerini de çürütmek istemiyordu.
Büyük oranda onun sesinden, köpekler, havası yavaş yavaş boşalan birer lastik gibi sustular, sustular, geri çekildiler.
Sakallı’nın sesi yine duyuldu:
“Oturuvereceksin hocam, oturuvereceksin. Böyle anlarda yere çöküver birden. Hiçbir şey yapamaz o zaman.”
Benim usumda hâlâ geçen günkü Terzi Hasan için söyledikleri. Belki onun da…
Bir iki gündür kamyonlar Özgürlük Yolumdan geçmiyormuş. Çok sevindim. O yol benim için çok özel. Başka yollarda en çok gözlerim, ama bu yolda en çok beynim ve hayallerim çalışıyor. Eminim ki çamlar da, ardıçlar da, sayısı çok az olan birkaç andız da, kuşlar da, sincaplar da çok sevinmişlerdir buna.
Hani pazaryeri yokuşunu çıkıp da, çamların bitimindeki aşağı doğru dökülen keskin dönemeç arasındaki 500 ya da 600 metrelik düzlük var ya, işte orada dört beş tur atıyorum her yürüyüşte.
Bugün yine tam oradayım. Bura da öyle bir tozlu ki… Yanılmıyorsam üçüncü turumu yapıyorum. Yönüm pazaryeri tarafında, gömleğimin bütün düğmelerini açtım, güneş karşıdaki çamların ucunda, dokunduğu yerleri yukarıdan aşağıya doğru altın bir suya batırır gibi. Çamlarda “gak gak” kuzgun sesleri, ara sıra, tam emin olamadığım, doğan ya da şahin sesleri, aşağıda, çöp dökülen yerde, kartal ve akbabalar; uçakların vızır vızır indiği bir havaalanı gibi…
Düzlükte çok az dönemeçli bir yer var, tam oradayım şu an. Karşımda da en azından 20 tane köpek, Sertavul’un başıboş köpek sürüsünün yarısı. Tam dönemeçte, yolun ortasında, bana doğru geliyorlar. Hiç korkmuyorum. Çünkü alışığım Sertavul’un her yerinde bu köpekleri görmeye. Ama ilk kez böylesine kalabalık bir sürü görüyorum. Hem de aramızda beş altı adım ancak var. Üç dört tanesi de simsiyah.
Aslında köpeklerin dilini biliyorum biraz. Belki de en çok işime bu yarıyor. Kimisi köpeği görünce hemen korkar; girecek delik, çıkacak ağaç arar, ya da taş atar, hızla kaçmaya kalkar… Bense hiç böyle yapmam; hiçbir korku belirtisi göstermem, tam tersine, ıslık çalarım, gel gel derim, el çırparım, el sallarım… Tabi hiç görmediğim, birden saldıran köpeklerin dışında. Saldıracak köpek biraz sinsi sinsi durur, yatıksa yerden hiç kalkmaz; başını iyice yere yatırır, kulaklarını arkaya gerer, ayaktaysa da kararlıca bütün hızıyla gelir.
Bu kadar çok köpeği bir arada görmek büyük bir şans, bulunmaz bir olanak bence. Hemen fotoğraf makinesini çıkardım cebimdin.
Çok yaklaştılar, sanki yanı başımdan geçip gidecekler, hiçbirisi de saldıracak kılıkta değil. Bir de, hiçbir kötülüğüm olmadı ki onlara, niye saldırsınlar ki!
Fotoğraflarını çekeceğim, ama güneş gözlerimde.
Birden yolun üstüne geçtiler. Onlarda da korku var tabi. Çalıların arasından beni izlemeye başladılar. Güneşi arkama almak için birkaç adım gittim, sonra geri dönüp durdum ben de. Fotoğraf makinesini gözlerime doğru kaldırdım. Bu hareketimden huylandılar ki, yukarı doğru kaçıp gittiler. Benim fotoğraf işi de suya düştü.
Bu yol uzun süre bunu anımsatacak gibi artık bana.
Vay efendim, kimisi köpekten çok korkuyormuş da, bu yolda da çok köpek oluyormuş da, ıssızmış da, bu yüzden de burada yürüyüş yapmıyormuş da…
Hah hah hah!.. Vızır vızır araba geçen anayolda yürüyüş yapanların yoldaşları da, gürül gürül araba sesleri, zehir zehir egzoz dumanları, her an kaza tehlikeleri…
Neyse, bir gün yine, o uçtaki keskin dönemeçteyim. Aklımda, bir kamyon gelir de, toz duman içinde kalıveririm korkusu. Aşağı taraftan, elinde uzun, eğri büğrü bir sopayla, alnı terler içinde, emekli astsubay, adını şu anda anımsayamadığım, ortaokuldan bir sınıf arkadaşım çıkıverdi karşıma.
“Günaydın. Ne bu sopa yav?”
“Yahu ne çok köpek var buralarda!”
“Valla ben kamyondan daha çok korkuyorum. Kamyon geçecek diye ödüm patlıyor.”
“Bu köpekler çok korkunç arkadaş be!”
“Sopan da eğri büğrüymüş.”
“Ancak bunu bulabildim.”
“El salla onlara el salla, ıslık çal.”
Ünlü yazarın “Hişt hişt…” öyküsü geldi bir anda aklıma. Sonra geçen yıl, aşağıdaki çöplükten geçerken peşime takılıp, tıpış tıpış ta karakola kadar arkamdan gelen küçücük, sevgi dolu, sevgi isteyen köpek yavrusu…


SİGARAMIN TÜTMEZ OLMUŞTU DUMANI
Özler KELECİOĞLU YALÇINER

Babamın “Gilindire” dediği Aydıncık’tayız, seksenli yıllarda, bir yaz tatilinde. Aslında bir yaz tatili değil her yaz tatili giderdik oraya. 8 saatlik yolculuğun sonuna doğru virajlar biterken Toroslar’ın arasından, Sele’den, mavi yüzünü seçtiğimizde Akdeniz’in ve ortasında yüzen Yılanlı adamızı gördüğümüzde bir sevinç kaplardı kabaran gönlümüzü. Bilirdik vardığımızı; annem, ablam ve ben, başlardık hep bir ağızdan yılların eskitemediği o meşhur şarkıya. Babam da pür dikkat direksiyon sallarken eşlik ederdi nakaratına “lay laylara lay laaaa” diye. “Orda bir köy var uzakta. O köy bizim köyümüzdür.”
İşte o köy Gilindire, yıllar içinde gelişti, değişti. Güneyin sıcacık, aydın insanlarının ve elbette babamın memleketine yakışır bir ad aldı: Aydıncık İlçesi. Sadece adı değişmedi bizim köyümüzün, çehresi de değişti. Evlere elektrik geldi, su geldi. Damlarında kak kurutulmaz oldu evlerin, ya da tokaçlanmaz oldu çullar, bez yolluklar Nazilli sularında. Hatta artık neredeyse helası dışarıda olan ev bile kalmadı.
Babamın çocukluğunda, tuvalet bahçenin bir köşesindeymiş, kapısı da yokmuş, iki kalas gerili ve üzerinde bir çul parçası atılıymış. Eline ibriği alan gidermiş oraya. Ortadaki iki tahtaya basarlarmış ihtiyaçlarını gidermek için. Babam, tahtanın kırılmasından ve helaya düşmekten çok korkarmış.
Bizim zamanımızda, rahmetli babaannemin helâsı damının önündeydi. Duvara tutuna tutuna giderdik. Tahta yerine hela taşı vardı. Biz oraya elimizde ibrikle gitmezdik. Saplı bir teneke, içinde de bir kevki vardı. Babaannem Emine Hanım, köy ortamına uzak olan biz torunlarını “Dikkat edin, ha! Böcü börtü olur” diye ikaz etmeden yollamazdı evin aşağısındaki helâya.
Benden birkaç yaş büyük emmioğlum ve ablam ile birlikte tezgâhladığımız ilk sigara ile tanışmama ev sahipliği yapmıştı, tahta kapısı gacırtıyla kapanan o kerpiç helâ. Aslında geniş değildi ama en büyüğü 10 yaşlarında üç çocuğu rahatlıkla sığdırmıştı içine. Kimden aşırmıştık o sigarayı anımsamıyorum bile. Hangimiz almıştı o tek sigarayı, ben miydim, emmioğlum muydu? Tek hatırladığım, o ilk fırttan sonra küçücük aklımda bir an önce büyümeye özendiğimdi. Keşke büyüsem de sigaraya başlasam ben de.
Aradan yıllar geçti. Doksanlı yıllarda önce o helâyı yıktık; sonra da ebem, ebediyen ayrıldı aramızdan. Çok severdim onu. Nasıl sevmeyeyim! Beni o büyütmüştü. Annemden babamdan çok onunlaydım. Herkesten önce onunla paylaşırdım sevincimi, üzüntümü. Üstelik çok da anlayışlıydı. İlk günler evde şortla dolaşmamıza bir şey demezdi ama sonraları yani bizler genç kız olmaya başlayınca, “ Yavrım, bir pantolon giyseniz, yoksa sivrisinek sokar” derdi. Biz hemen anlardık ebenim ne demek istediğini ve değiştirirdik üstümüzü. Sözünün dinlenmesinin verdiği mutluluk gözlerine, yüzüne yansırdı. Birkaç saat sonra dediğini unutmuştur diyerek pantolonlarımızı çıkarıp şortlarımızı giydiğimizde, yüzündeki ifadeyi unutmak olası değildi ama hiçbir şey söylemezdi.
Alışamamıştım bir türlü onun ölümüne. Ankara’da bir akşam yemeğinde farkında olmadan bir tabak da onun için koymuşum. Ayırdına vardığımda çok üzülmüştüm. Gözyaşlarımın da freni boşalıvermişti. Sofranın tadını kaçırmamak için ben kaçtım masadan. Suyla soğuttum, ısınan yanaklarımı. Yemekten sonra evdekilere neden ağladığımı anlatırken yeniden irileşmeye başladı gözümdeki inci taneleri. O sırada babam bir sigara yakmıştı. Çekip aldım elinden. İki nefes çektim. Ağzımdan burnumdan çıkıyordu acı duman. Babamın o anki bakışını ve sözünü çok iyi anımsıyorum: “Kızım, bu ne böyle? Maşallah, kırk yıllık tiryaki gibi içiyorsun!”
Babam bilmiyordu ama ben çoktan başlamıştım sigaraya. Zaten belliydi de içeceğim o heladaki ilk deneyimimden sonra. Derken “Baba bir sigara yakayım da iç”ler başladı. Yasaklamanın çözüm olmadığını bilirdi, zararını anlatır ama kararı yine de bizlere bırakırdı. Sigara içtiğime razı olmadığını da sezdirirdi. Öyle ki çakmağımı gördüğünde “Bu da ne” diye sormuş, ben de baba arkadaşımın dediğimde inanmamış ve hatta kızmıştı yalan söyledim diye. “İçiyorsan, adam gibi söyle, yalana yönelme” demişti ve belki caydırıcı olur diye beni tehdit de etmişti: “Benim paramla sigara içemezsin.”
O diğer babalar gibi değildi; kızmaz olmuştu sigara içen kızına. Bilakis kuytu, izbe kahve köşelerinde sigara içmesin diye teşvik ederdi evde içmemi.
Yıllar geçmeye devam etti. Hem harçlıklarımla hem maaşımla, yani babamın parasıyla da kendi paramla da kocamın parasıyla da sigara içtim.
Ama birkaç yıldır tütmez olmuştu dumanı sigaramın. İçlendikçe, canım sigara çektikçe hep o ilk fırtı çektiğim kerpiç duvarlı tahta kapılı helâya, yedi sekiz yaşlarıma gidiyordum. Oysa büyümeğe özendiğim yıllar artık çoktan geride kalmıştı.
Fakat geçenlerde neredeyse büyük bir tahrike kapılıyordum: Gerçemek’in 6. sayısındaki babamın anısı, alıp beni çocukluğuma götürdü. Az kaldı o kerpiç helaya giriyordum. O sırada kapının önünde babaannem göründü gözüme, kaşlarını çatmış, başparmağını sallayıp duruyordu…
Gerçemek’in sayfaları arasından da babam çıkıp geldi, elinde bir sigarayla. Bana baktı ve sigarayı göstererek, “ Bunu mu yoksa beni mi istiyorsun” dedi. Baba kokusu, her zaman tütün kokusundan daha güzeldir dedim ve sarıldım Gerçemek’e. Ardından bir kez daha söz verdim: Dumanı asla tütmeyecek sigaramın…


DÜNYADA YAPILAN İLK BARIŞ ANTLAŞMASI
GÜNGÖR TÜRKELİ

Aşağıda sunacağım belgenin “Dünyada Yapılan İlk Barış Antlaşması” olduğu konusunda Arkeologlar birleşiyor.
Barış antlaşması ARSİNOE kentinin kurulmasını içeriyor. ARSİNOE, NAGİDOS (BOZYAZI) arazisinin içinde yer alıyor. ARSİNOE, bugün Çubukkoyağı Köyü’nün bulunduğu yer.
Çubukkoyağı’nda yapılan kazıda bir yazıt bulunur. Yazıt, Arsinoe Kenti’nin kurulması konusunda bir barış antlaşmasıdır.
Yazıt, “Thraseas Arsinoe kentini ve archonlarını selamlar” diye başlıyor ve şöyle devam ediyor: “Mektubunuzu aldık ve elçileriniz, Adromenes ve Philotelos’u arazi konusuyla ilgili olarak dinledik.”
Konuyla ilgili oturum düzenleniyor ve oturum başkanlığını Leosthenes adlı kişi yapıyor. Metin şöyle devam ediyor:
“Prostatailerin başvurusu üzerine Aspendoslu Apollonios’un oğlu ve fahri hemşehrimiz Aetos, Kilikya yöneticisi olduktan sonra uygun bir yer bulup orada adını kralın adından alan Arsinoe kentini kurdu ve o zamana kadar bize ait olan araziye orayı kullanan barbarları uzaklaştırdıktan sonra göçmenler yerleştirdi. Şimdi artık onun oğlu Thraseas, kral tarafından Kilikya’da görevlendirilmiş yönetici olarak kente saygın bir konum kazandırmak çabasındadır. Bu nedenle Thraseas, Arsinoe Kenti göçmenleri ve onların daha sonraki nesilleri toprak sahibi olsunlar diye kentimize ait araziyi oradaki göçmenlere terk etmemizi bizden rica etti. Thraseas orada bir kent arşivi kurup kentin kendi kanunlarını çıkarmasını ve araziyi topraksızlara paylaştırmayı arzu ettiğinden Nagidos (Bozyazı) halk ve şehir meclisleri, halen orada bulunan göçmenlere kamu kullanımına açık arazilerden toprak vermeyi ve Thraseas’ın başka göçmenler getirmesi halinde onu övmeyi kararlaştırdılar. Yeni gelen göçmenler, Nagidos’tan gelen göçmenler olarak kabul edilmelidirler. Bu göçmenler bölgemiz çerçevesinde kral’a, Arsinoe’ye ve Berenike’ye vergi ödemelidirler. Onlar kendi şehirleri içinde kendi çıkardıklara yasalara göre hüküm sürmeli ve Nagidos’ta tıptı Nagidoslular gibi aynı vatandaşlık hakkına sahip olmalı ve derhal miras hakları saklı kalmak üzere tüm kutsal törenlere katılma hakkını elde etmelidirler. Onlardan her biri kura çekerek belirledikleri muhtarlığa kayıt olmalı ve gerekli vergileri ödemelidirler. Kentimiz (Nagidos), Homonoia törenleri düzenlediğinde onlar da davet edilmeli ve gerekli olanı ödemelidirler. Bunlara karşılık Nagidoslular da Arsonoeliler de tanrısal kardeşler Mısır kralı II. Ptolemaios ve Mısır kraliçesi Arsonoe’ye kurban sunduklarında hazır bulunmalı ve aynı miktarda vergi ödemelidir. Nagidosluların artık Arsinoelilere bu karar uyarınca verilmiş olan arazi nedeniyle herhangi bir anlaşmazlık yaratmalarına izin verilmeyecektir. Ancak Nagidoslu bir archon, bu yönde bir başvuruyu gündeme alırsa ya da bir konuşmacı böyle bir başvuruda bulunursa, archon 10.000 drahmi, başvuruda bulunan 1.000 drahmi ödemeli ve bu para Arsinoe tapınağına verilmeli, yapılan başvuru geçersiz sayılmalı.
Eğer her iki kentten birine haksızlık yapılacak olursa yani Arsinoe’den biri Nagidos’tan birisine haksızlık yaparsa, haksızlığa uğrayan, Nagidos yasalarına göre bunun giderilmesini istemeli. Bu tür haksızlıklarda yargı yolu bir yıl süreyle açık olup haksızlığın yapıldığı andan itibaren bir yıl geçtiğinde yargıya başvurulmazsa, olay zaman aşımına uğrar. Eğer biri, bu bir yıllık sürenin geçmesinden sonra yazılı ya da sözlü olarak mahkemeye başvurursa, bu başvuru geçersiz sayılmalıdır.”
Bu anlaşma M.Ö.260 yılında yapılmış.
Kuşkusuz dikkatinizi çekmiştir. Anlaşmanın içinde toprak reformu var. Yönetim yasa koyuyor ve bu yasaya göre kentini yönetiyor. Vergiyi belli koşullara bağlıyor. Yani bugün ülkemizde yapılamayanlar, Milattan Önce 260 yılında uygulamaya konuyor.
Taşeli yöresi gerçekten tarihi ile doğası ve kültürüyle önemli bir yurt parçası. Ne ki, bunu gereği gibi değerlendirdiğimizi söylemenin olanaklı olduğunu düşünemiyorum. Yöneticilerimiz, özellikle yerel yöneticilerimiz turizm diyor, kültür diyor ama bu değerlerimizi ortaya çıkarma ve etkinleştirme konusunda çaba harcamıyor. Bazı etkinliklerin adı turizm de olsa kültür de olsa bu kavramları içermiyor.
Bakınız, Anamurium antik kentinde bulunan bir mozaik var. Ortada bir meşe ağacı, bir yanında Leopar ya da Pars, bir yanında kuzu. Yani bir vahşi hayvanla bir kuzu birlikte yaşayabiliri simgeliyor.Yani Barışı. Barış tüm dünyada üzerinde titizlikle durulan önemli bir kavram. Yaşamın tümünü kavrayan bir kavram. Bu mozaikten üç tane olduğunu, birinin parçalandığını, birinin Roma müzesinde, diğerinin de Anamur müzesinde olduğunu söylüyor arkeologlar. Doğru olup almadığını bilmiyorum. Araştırmak da her halde arkeologların işi. Yazıyı okuyup açıklama gönderirlerse, kendi adıma çok sevinirim.
Değerlerimizi gün ışığına çıkarıp halkımızın bilgisine sunmak ve değerlendirmek sanırım öncelikle yöremizde yaşayan aydınlarımızın işi olmalı. Sevgili Mustafa Yalçıner dostumuzun da özveriyle yapmak istediği bu. Kendisine yardımcı olmak da bizlerin görevi diye düşünüyorum.

Not: ARSİNOE ile ilgili yazıt Mersin Müzesi’nde. Metnin fotokopisi de oradan sağlanmıştır.


YÜKSEL BÜTÜN VE DENİZE SEVDALI YÖRÜK
CELAL NECATİ ÜÇYILDIZ

Yüksel Bütün’ü, Irmak Kırtasiye’de tanımıştım. Açığa alındığı zaman açmıştı bu kırtasiye dükkânını. Ben de, oradan Doğan Avcıoğlu, Hasan İzzettin Dinamo, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Erol Toy’un kitaplarını alıyor ve her ay bütçemden ayırabildiğim ölçüde ödeme yapıyordum.
Yüksel Bütün, yargıda aklandı ve görevine döndü. Yıllar sonra da emekli olunca Silifke’ye koştu. Daha ayağının tozu kurumadan Atatürkçü Düşünce Derneği ile Göksu Vakfı’nın içinde buldu kendini. Her gün enerjisini bunlara harcadı. ADD’yi kendi binasına kavuşturdu. Göksu Vakfı’ndan öğrencilere burs verdi; her yıl çocuklar için resim yarışması düzenleyerek onları teşvik etti. Resim sergileri açtı, söyleşilere katıldı, okuma alışkınlığını teşvik etti yıllarca Silifke’de. Tüm bunların yanında, başta Sesimiz Gazetesi’nde olmak üzere sürekli yazılar yazdı. Dokuz kitabı solladı ve onuncu kitabını yayınladı.
İşte yazımızın konusu onun son kitabı Denize Sevdalı Yörük. Kısa öykülerden oluşan bu kitap, Mayıs 2007’de basılmış. Şubat 1996 ile Mayıs 2007 arasında yazdığı 28 öyküde, Yüksel Bütün, Taşeli kültürünü sergilemiş. Sıcacık duygular içinde onları, orasını, burasını adeta gıdıklayarak sunmuş okuyucuya. Seçtiği tipler ise, Silifke yöresinde varlığı ile çevresine katkı sunan, olumlu, güzel işler yapan kişiler. Toplum çıkarlarını ön plana çıkaran tipler. Bir döneme adını yazdıran Cıngarcı, güzelliklerin canı ve yakınlığın simgesi Berduş, Taşucu’nda yoksulluğu tarihe gömen birkaç kişiden biri olan Baba İrfan, sempatik Simitçi Oktay, yıllarını eğitime adamış bir köy öğretmeni Niyazi Belenli çıkıp geliyor öykü kitabının yaprakları arasından. Ben de tanıyorum rahmetli Niyazi Belenli öğretmenimi; onunla bir yıl komşuluk yaptık. Bir gün bahçemizdeki tulumbanın havuzunun nar ve portakal ile doldurulmuş olduğunu görünce şaşırdık ve komşuya sorduk. Gelinleri, “Sizin çocuk, her gün narın dibinde oynuyor, narlar kafasına dokunuyor, birini bile koparmıyor. Bu, kayınbabamın dikkatini çekmiş; bunlar bu çocuğun göz hakkı diye sizden taraftaki nar ve portakalın tümünü topladı ve siz de burada olmadığınız için onları tulumbanın önündeki havuza bıraktı” yanıtını verdi. Evet, güzelliğe bakın. O meyveler boğazından geçmemiş Niyazi Öğretmenin; gidip emek çekerek toplamış ve bırakmış havuza.
Taşeli yöresinin kadınları da yerlerini almış öykülerde, o hep kendine güvenen, Osmanlı denen kadınlar. Halime Hanım, Harbi Kadın, Anadolu Kadını, Hasibe ile Nesibe, Anneciğim Gelemedim Bağışla Beni, Ayşe, Eli Böğründe, Kara Deve öyküleri bu kadınların yaşantılarını seriyor gözler önüne ve onların dünya görüşlerini anlatıyor. Kitaba adını veren Denize Sevdalı Yörük öyküsündeyse, Mümin Kırtıl’ın dopdolu yaşamından kesitler verilmiş.
Yüksel Bütün, Ömer Sami Coşar, Örsen Öymen, Bedri Koraman, Ahmet Taner Kışlalı, Orhan Tokatlı gibi birçoğu aramızdan ayrılan gazeteci ve yazarlar ile dost olmuş, onların hoş sohbetlerine katılmış. Hele Ömer Sami Coşar’ın kitaplarını tek tek okumuş. Hâlâ da okumaya devam ediyor. Kulağı işitmiyor ama gözü görüyor. Eli çalışıyor. Geçimini de balık ağı örerek sağlıyor. Okuduğu her kitaptan ise haz alıyor, mutluluk duyuyor.
Denize Sevdalı Yörük kitabını, Taşeli insanı yakından tanımak, bazı güzellikleri tatmak, biraz heyecanlanmak, biraz dalıp gitmek, kendini buruk duygular içinde bulmak için okumak ama mutlaka okumak gerekir.


CEMALÎ
Doğan ATLAY

Şimdiye kadar Cemalî pek ele alınmadı. İlk defa merhum Sait Uğur İçel Folkloru'nda biraz bilgi verdi sonra sayın Sıtkı Soylu Mut'tan Haber gazetesinde, son olarak ben de İçel Kültürü'nde tanıtmağa çalıştık. Bunları kaç kişi okuyabildi, kimlerin dikkatini çekti bilemiyoruz. Cemalî, şimdi Gülnar'a bağlı (yakınlığı ve ulaşım kolaylığı bakımından Mut'un bir köyü sayılabilecek durumdadır ) Örenpınar köyündendir. Asıl adı Ahmet, halk arasında Cemalî, Aşık Cemalî, Hacı Cemalî diye anılır. Şiirlerinde sadece CEMALÎ mahlasını kullanır. Zembilli Ali Efendi, Şeyh Cemaleddin Efendi'ler de "CEMALÎ" mahlası kullandıklarından ayrım yapmak için "İÇELLİ CEMALÎ" demeyi uygun buldum. İçelli Cemalî'nin ne zaman doğup ne zaman öldüğünün kesin tarihini şimdilik bilemiyoruz. Merhum Sait Uğur, İçel Folkloru (C.111 Sayfa 34'de) hicri 1230 ile 1290 (miladi 1815 ile 1873) tarihlerini kaynak göstermeden veriyorsa da elime geçen şu bulgular:
1- 1877 Osmanlı-Rus muharebesine katıldığını ve Tuna cephesinde bulunduğunu bildiren iki adet destanı;
2- Gülnar'ın Kurbağa köyünden, Cemalî'nin akrabası olan arkadaşım Lütfi Öztürk'ün 1889 doğumlu annesi anlatmıştı: On-on bir yaşlarında iken tarlada ekin biçiyorlarmış, Cemalî yanlarına gelip su istemiş, "Çamın gölgesinde ayran var iç" demişler. Cemalî ayran içmek için tuluğun ağzını çözmesiyle sıcakta kükreyen ayran yüzüne fışkırmış. O anda:

“Ayran tuluğunu açtık
Yed'adım geriye kaçtık
Sakaldan bıyıktan geçtik
Burnumuzu yire yazdı” demesi;

3- Cemalî, Mut'un Beci Köyü’nden Menteş Hoca'yı ziyarete gelir. 1908 meşrutiyetini kastederek:

“Hürriyete aklı eren gülüp oynamaz
Belki de dünyanın son nefesidir”

dediğini Menteş Hocadan naklen 1901 doğumlu Becili Abid Hoca’nın (Abidin Atalay) anlatmış olması;
Tüm bu veriler, Cemalî'nin 19. asrın ikinci yarısı ile 20. asrın başlarında yaşamış olduğunu gösteriyor. Yakınları, torunları, Cemalî'nin zamanın okullarında epeyce okuduğunu, sonradan askerliğe intisap ederek uzunca bir süre askerlik yaptığını, başçavuşluğa kadar da yükseldiğini, bazı muharebelerde bulunduktan sonra Zeyne Köyü’nde bir süre karakol komutanlığı da yaparak askerlikten ayrıldığını, hacca gittiğini ve hac dönüşü Cidde de öldüğünü söylediler. Arıkuyusu Köyü’nden, Cemalî hayranı İbrahim Hoca (İbrahim Devlet 1887-1967) Cemalî'nin ölümünü şöyle anlatmıştı:
"Cemalî, kendi namına hacca gidip geldikten sonra ahbabı olan Mutlu İbrahim Bey'in hanımı Fatma Hanım namına ikinci defa gittiğinde hac farizasını ifa edip dönüşünde Cidde iskelesinde vapur beklerken yönünü Mekke'den tarafa dönüp sırtını hurcuna dayar, Allah'a yalvarır: "Ya Rabbim, beni bu topraklardan ayırma" diye... Biraz sonra vapur gelir, yoldaşları binme hazırlığına başlarlar, Cemalî'de hiç hareket yok... Gelip bakarlar ki Allah dileğini kabul edip Cemalî'yi orada alıkoymuş."

CEMALÎ’DEN DÖKÜNTÜLER:

Burada sizlere sunduğum döküntüler bu kadar değildir; bunların kesinlikle ilerisi ya da gerisi olmalı. Ama bana bu kadarı ulaştı. Elinde bunlara benzeyen veya benzemeyen Cemalî deyişleri olanlara sesleniyorum: Bu kabil yadigârları açığa çıkaralım; “Gerçemek” ortak adresimiz olsun, orada birleştirelim. Hem Cemalî’ye hem de kültürümüze büyük hizmet etmiş oluruz.

Döküntü 1
Bahçesine ektiği sebzesini tavşan yiyip bitirince duygulanan Cemalî şöyle sitem eder:

“Çaltıdan ettim barıyı
İçine ektim karpızı darıyı
Bekçi koydum kızı karıyı
Tavşan gibi zalım böcü görmedim”

Döküntü 2
Arkadaşı Kerim Çavuş, Gelemiç Deresi’nin Yalaklar Semtinde bir değirmen kurar. Günlerce uğraştığı halde değirmeni çalıştıramaz. Olayı duyan Cemalî, şöyle seslenir:

“Derin kazın arkını
Yuka verin narkını
Çevirin çarkını
Bir zaman da kol ile dönsün”

Döküntü 3

Harman zamanı, deli deli esip harmandan samanı götüren poyraza şöyle seslenir:

“Yüksekten esersin görmen dereyi
Cemalî götürmez böyle bereyi
Mülk sahibi isen gel al cereyi
Samandan ne isten hey deli poyraz”

Döküntü 4

Bahşiş ağaları kavga edince, biri ötekinin kulağını ısırmış. Cemalî de bu konuda şöyle demiş:

“Köpüklüoğlu’nun taltıfına bakarsan sancağı kadı
Cılızoğlu’nun kulağını da yedi”

AVCI CEMALÎ

Cemali, Barçın yaylasına yaylamağa çıkan arkadaşı Köselerli muhtarı Mustafa Efendi'ye şöyle bir mektup yazıp tarifi üzere bir palaz (keklik yavrusu) ister:

Gönül müpteladır bilmem nesinden
Misli görülmedik palaz olmalı
Üç dirhem od yiyen sultat sesinden
Aklı ayrılmadık palaz olmalı

Barçın yaylasından olmalı nesli
Çifte hıçkırıklı kabaca sesli
İbrahim Paşa ünlü devlet nefesli
Gönlü yorulmadık palaz olmalı

Bir doğan mıdıklı şahin suratlı
İngiliz marifetli moskof inatlı
Seyrek alalı da sarkak kanatlı
Daha kurulmadık palaz olmalı

Cemali'nin derdi cümleden aşkın
Bir çatal imanlı kaşları düşkün
Gözleri küçücük kendisi coşkun
Akıp durulmadık palaz olmalı

Mustafa Efendi tarife tıpa tıp uyan bir palaz bulup uşağı ile Cemalî'ye gönderir. Uşak yolda bir Yörük çadırında gecelemek mecburiyetinde kalır. Ev sahibi Yörük kocası keklikten iyi anlarmış ki bakar paha biçilmez bir palaz, hemen o anda bulabildiği bir dişi tülekle değiştirir. Hilenin farkına varamayan uşak sabahleyin kafesi aldığı gibi Cemalî'ye iletir. Cemalî şöyle bir bakar hiçbir şey demeden kalemi alıp ikinci mektubu yazar:

Benim böyle tecellimden olmalı
Göndermişler sarı saçlı bir gelin
Kendim gidip bir erkeğin bulmalı
Gene geldi inci dişli bir gelin

Erkek derler hem temeli binası
Yumurtadan kız doğurmuş anası
Bozulmamış ellerinin kınası
Cins yerinden ağır başlı bir gelin

Aslını sorarsan Koşutaşı’ndan
Dişi tülek şüphe etmem yaşından
Üç beş nikah geçmiş bunun başından
Usul boylu kara kaşlı bir gelin

Alem hile etmiş bana yerinden
Cemalî’nin ateş tuttu serinden
Bir dişiyi ayırmışlar erinden
Durmaz ağlar gözü yaşlı bir gelin


Mustafa Efendi hileyi anlar, palazı bulup tekrar geri gönderir.


ÖYKÜ BİR KIŞ GECESİ
Mustafa B. Yalçıner

İki gözlüydü, evimiz. İkisinde de musandıra vardı. Onları ince uzun bir giriş ayırıyordu. Kışın soğuk olan doğudaki odanın tam ortasında, teneke bir soba kuruluydu ve ancak yatılı misafir geldiği zaman yakılırdı. Ocaklık ise batıdakindeydi. Duvarları çamurla sıvalı bu odayı, pırnal kökü ile azgan odunu ısıtır; duvara çakılı tahta lambalıktaki, şişesi yer yer islenmiş ve haznesi boşalmak üzere olan bir gaz lambası da aydınlatırdı. Yerde üç yatak seriliydi.
Dışarıda, deli poyraz ulumaya devam ediyor; çam, harnup ve hurma ağaçları ıslık çalıyordu. Soğuk soğuk esen rüzgâr, kapıyı, pencereleri zorluyordu içeri girmek için.
Denize bakan pencere tarafında yatıyordu babam, yalnızca başı yorganın dışındaydı. Esmer yüzünde kesilmeyi bekleyen sakalı, burun delikleriyle üst dudağı arasında, başparmak kalınlığında bıyığı vardı. Yakasız, göğsünde üç düğme, diz altına kadar inen fistanımı giymeye çalışan beni, son oğlunu, seyrediyordu tatlı bir tebessümle.
— Baba! Bu gece, sizinle yatabilir miyim?
— Okuyacağına söz verirsen, olur.
— Vallahi billahi okuyacağım.
Yorganı açtı, babam. Gömleği ve örme kazağı üzerindeydi.
— Gel bakalım, Tekne kazıntısı.
Büyük bir sevinçle zıpladım babamın üstüne.
— Dur, len! Yavaş ol. Kıracaksın bir tarafımı.
Dördüncü çocuktum; ince uzun bacaklı ve kara kuru. Okula başlayalı altı ay olmuştu. Heceyi sökmüş, büyük harfle yazılanları okuyabiliyordum. Ağabeylerimin ikisi ilkokulu bitirmiş, diğeri son sınıftaydı. “Okulu bitirince, ben de başka okula gitmeyeceğim,” diyen ağabeyim, musandıranın önündeki yatakta derin uykuya çoktan dalmıştı.
Odunlar yanıp tükenmiş, kedi gözü kadar iki kömür de gömülmek üzereydi küllere. Annem, lambayı kısmadan önce babama ve yanında yatan bana baktı. Zayıf uzun bacağımı yorgandan dışarı çıkarmış, babamın üzerine atmıştım. Annem, lambayı kıstı; yarı karanlıkta, bacağımı yorganın içine soktu. Bana sarılarak yattı. Balığa giden diğer iki ağabeyimi de düşünmeden edemiyordu. “ Gecikti, yavrularım. Bu poyrazda başlarına bir iş gelmese bari” diyordu.

***
Ağabeyim, elindeki siyah boynuz saplı çakısını göstererek “Ceviz oymaya gidelim mi” dedi bana. Başımı salladım. Koşmaya başladık bağların arasında, aşağıdaki dereye doğru. “ Yetişemezsin ki! ” diyordu, koşmuyor adeta uçuyordu. Ayağım bir çubuğa takılınca, tökezleyip düştüm bağın içine. Dizkapağım ile avucum sıyrıldı. Kalktım yerden, üstüm başım toz içinde. Elime baktım, küçük bir deri kalkmıştı, dişlerimin arasına aldım onu ve ısırıp kopardım, tükürdüm yere. Elimin tersiyle üstümü silktim. Bağdan çıktım. Kenarı yarpuzla dolu bir arkı izleyerek, yavaş adımlarla iniyordum artık.
Ağabeyim, dere kenarındaki ceviz ağacının dibine çoktan varmıştı. Bazen odun bazen de ot sarmak için belinde sürekli dolalı olan yassı ve iki parmak enindeki kıl dokuma kolanı çözdü. Bir ucunu attı, dalın gövdeden ayrıldığı yere. Çekip aldı onu ve ayağının yetişebileceği yere bir de düğüm attı. Sol ayağını bastı, iki eliyle tutundu ipe, çekti kendini yukarıya. Ayakta, salıncakta sallandı bir süre. Ardından tutundu dala, çıktı ve eşeğe biner gibi oturdu.
Ben, gömleğimin ucu şalvarımın dışında, çamura gömülmüş, siyah lastik pabuçlarımla, söylenerek vardım cevizin dibine. Ağabeyime bakıyordum. “Haydi, gel” dedi.
Yalınayak tırmanmaya başladım ağaca. Kollarımla sarıyordum, kabukları çatlamış ağacı. Ayaklarımın desteğiyle, vücudumu yukarı çekmeye çalışıyor ama çıkamıyordum bir türlü. Yeniden denedim; yarıya kadar varmışken, kaymaya başladım. Ağabeyim “ Çıkamadı ya, çıkamadı ya,” diyerek alay ediyordu, benimle. “Sen zaten beceriksizin tekisin. Derste de böylesindir mutlaka. Ama nedense, öğretmen sana kıyak geçiyor,” diyordu üstüne üstlük.
Koştum bağa doğru, bir tezek aldım ve fırlattım ağabeyime, bir tane daha. Dallar arasında küçük toz bulutları oluştu. Alamadım hırsımı, yüzükoyun yattım, hıçkıra hıçkıra ağlıyor, yumruklarımı da yere vuruyordum. “Şakadan anlamaz mısın sen? Haydi, gel“ sözü üzerine kalktım yerden. Koşmaya başladım ağaca doğru. Ağabeyim, kolanın uçlarını cevizin dalından geçirerek bağladı ve sarkıttı. Gözyaşlarımı sildim, ayağımı ipe bastım, ellerimle de tutununca, ağabeyim beni çekip çıkardı dala. Sarılıp öptü sonra da.
Önce cevizleri topladım, koynuma doldurdum sonra gelip ağabeyimin yanına oturdum. Cevizi o oyuyordu. Sap kısmını yuvarlayarak keserken, gözünü yaktı görülmeyen sıvı. Bileğiyle ovaladı gözünü. Sarımtırak odunsu kabuğu arkadan öne doğru çeviren çizgiye batırdı çakısının ucunu, sağa sola yavaşça oynatarak ilerletti bıçağını. Bir yönüne kuvvetlice bastırınca da, ikiye ayrıldı ceviz. İçindeki beyaz kısmın kenarından başlayarak döndürdü çakısının ucunu. Kalp şeklindeki parçayı bütün olarak çıkardı. İkiye böldü, ortasındaki eşeği çekip çıkardı. Bembeyaz taze cevizin zarını soydu. Yarısını bana verdi, kalanını da ağzına attı. Daha sonra o oyuyor, ben de temizliyordum. Birini kendi ağzıma atıyor, diğerini ağabeyime veriyordum. Tetir olmuştu ağabeyimin eli. “Abi, ben de oyayım mı” diye sordum. “Olmaz. Sen daha küçüksün. Avucuna batırırsın bıçağı,” deyince kaşlarım çatıldı. Başımı çevirdim ağabeyimden. Aşağı baktım. Üzerine söğüt gölgesi düşmüş dere, almış başını gidiyordu. İri taşlara çarpınca da köpük saçıyordu çevresine. Kenarındaki yarpuzlar eğilip eğilip kalkıyordu ikide bir. Dere kıyısındaki eğimli araziyi atkuyrukları bürümüştü. Az ileride içi çürüyüp boşalmış yaşlı bir çınarı ise sarmaşık ve böğürtlenler sarmıştı.
“Abi, çişim geldi benim; haydi, gidelim” dedim. “Benimki de geldi,” diye yanıtladı ve ekledi: ”Var mısın sidik yarıştırmaya? Hem de on cevizine. Kim daha ileri çöğdürürse, o kazanacak.”
İkimiz de ayağa kalktık; Ben bir elimle dala tutunuyor, diğerinin başparmağıyla don ve şalvarımın lastiğini aşağıya doğru bastırıyordum. İdrarım, yay çizerek, ileriye doğru fışkırıyordu.
Yatağından fırlayan ve elinin tersiyle örme yün kazağını silkelemeye çalışan babamın “Vay, eşşoğlu, eşşek! Islattı üstümü, başımı. Nasıl gideceğim şimdi ben camiye,” sözleri yankılandı loş odada.
Ezan kesik kesik duyulmaya başlamıştı bile. Sele yokuşundan dökülen ve önüne kattığını sürükleyip götüren poyraz da dışarıda ulumaya devam ediyordu...

GERÇEMEK İÇİN NE DEDİLER

Sevgili Mustafa B. Yalçıner,
Gerçemek’i aldım. Okudum. Ben o İstanbul’un, o profesyonel dergi sayfalarında kimlerin ne yazacağını bilirim. Ama Anadolu dergilerinde o sayfalarda neler yazılır, bilmem. Çünkü o sayfalar çiçeklerle, sürprizlerle, edebiyatın hasıyla doludur. Gerçemek de bunlardan biri.
Yürekten kutlar, uzun ömürler dilerim Gerçemek’e. Sevgiyle… MUZAFFER İZGÜ

Mustafa Bey,
Gerçemek, bana Toroslar’ın ve Karacaoğlan’ın kokusunu, güzelliklerini getirdi. Yolu açık, ömrü uzun olsun. Derginize emek veren herkesi kutluyorum. MAHMUT MAKAL

Günlük Evrensel Gazetesi 15.09.2007
İç Orta Toroslar’da 4 yazın dergisi Müslim Çelik
Toroslar’ın iç bölgesinde yayınlanan edebiyat dergilerini Şair Müslim Çelik tanıtıyor...

Gerçemek
Taşeli yöresine özgü bir bitki adından geliyor. (Doğuda peryavşan çiçeği) Demek ki, emeğe olan saygı ve sevgiden içerikleniyor. Sahibi Mustafa B. Yalçıner yayın yönetmenliğini yapıyor. Eğitim emekçisi bir arkadaşımız. Zamanını boşa harcamak istemiyor. Aydıncık’ta çıkıyor dergi, Mersin’e bağlı. Yazı kurulunda Mehmet Babacan, Gülnar ilçesi ekin ve halkbilimi çalışmalarıyla F. Saadet Bilir, Songül Saydam, Güngör Türkeli, birlikte ilerletiyorlar. Şiir, öykü, kısa araştırmalar dergisi. Beşinci sayısı çıkacak. Ali F. Bilir bu dergide yazıyor. Ben de ara ara ürün gönderiyorum. Gerçemek oranın simgesi olabilir. MÜSLİM ÇELİK


Sayın Mustafa Yalçıner, Merhaba;

Göndermek inceliğini gösterdiğiniz Gerçemek'in 5. sayısını aldım. Derginiz çok şirin. Emeği geçen herkesi kutlamak isterim. Kapak fotoğrafları bir içim su. Gerçekten son derece iyi çekilmiş ve yörenizin zenginliklerinden birkaçını çok iyi görme olanağı veriyor. Çekenin adını ve soyadını aradım ama bulamadım. Herhalde kapak fotoğraflarını çekinin ismine ve soyadına da yer vermek iyi olacak.
Derginizin yerel olması tanımına uygun. Ve yerinde. Ancak bu kadarı bence fazla. Bu açıdan bakınca artık bir "pencere" açmanız gerekiyor sanıyorum. Beş sayının tüm yazıları yörenize ait olduktan sonra biraz da başka taraflara açılmalı diyorum. Derginizin biraz daha "açılabilmesi" için başka taraflardan gelen güneş, rüzgâr, kuş sesi ve benzeri "dalgalara" da birazcık bile olsa yer vermeniz kanımca çok iyi olacak."Bize gönderilenler" başlığı altında size gelen dergi ve kitapları koymanız bile yeterli olabilir. Veya kimi bölgedeki kimi kültürel faaliyetlerden iki satırla söz etmek yetecektir, kanısındayım.
Haberlerinizi ve derginizin yeni sayılarını almak umuduyla en içten başarı dileklerim ve selamlarımla. Gerçemek'e emeği geçen herkese bravo. Sağlıcakla kalın. Prof.Dr.M.ŞEHMUS GÜZEL


TARİHİN DERİNLİKLERİNDE KALAN BAZI OYUNLARIMIZ
DERLEYEN: GERÇEMEK

ARA KESTİ

Ortada bir “ebe taş” bulunur. İki gruptan biri kaçar, diğeri kovalar. Kaçanların amacı hem yakalanmamak hem de ebe taşa dokunmak. Kovalayanların amacı ise yakalamak ve rakibinin ebe taşa dokunmasını engellemek. Kaçan oyuncu ebe taşa dokunursa, kovalayan oyundan çıkar. Kovalama sırasında kaçan oyuncu, ebe taş ile yakalamaya çalışanın arasından geçerse, bir başka deyişle ikisinin arasını keserse, kovalayan yine kaybetmiş sayılır ve oyundan çıkar.
Oyunun en zevkli zamanı, bir kaçan bir de kovalayan kalınca olur. Biri kaçar biri kovalar. Saatlerce sürer bu kovalamaca.

KİM VURDU?

Oyuncular, köyodasında daire şeklinde oturur. Yere bir de minder serilir. Ebe oraya yüzükoyun uzanır. Oturanlardan biri, odunla ya da eliyle, ebeye vurup hemen yerine geçer.
Ebe, kimin vurduğunu tahmin etmeye çalışır. Bilirse, ebe yer değiştirir; bilemezse, tekrar yumruk ya da sopa yemeye devam eder.
Oyuna katılanlar sağlam bir grupsa, ebe bilse bile “Bilemedin” der. Ebe de dayak yemeye devam eder.
MUCUK

Ebe, yedi say taşı üst üste dizerek bir kale oluşturur. Diğer oyuncular, sırayla yaklaşık 20 metre uzaktan taş atarak kaleyi yıkmaya çalışır.
Taşı atan her oyuncu, taşını gidip almak zorunda. Bu sırada ebe bu kişiye dokunursa, ebe yer değiştirir.
Kale yıkılırsa, ebe önce kaleyi yeniden yapmak sonra da rakibini yakalamak zorundadır.

BİRDİRBİR

İlk yatan kişi, avuçlarını dizkapaklarına dayayarak eğilir. Kafasını da karnına doğru büker. İlk oyuncu koşarak gelir, ayaklarını iyice açar, ellerini ebenin sırtına vurarak atlar. Bu sırada da birdirbir diye bağırır ve gidip çömelir. İkinci oyuncu, ikidir iki diyerek atlar ve gidip o da eğilir. Atlayamayan olursa hemen ebe olur, daha önceki ebe doğrulup ya da kalkıp atlayıcı olarak devam eder. Atlama sırasında ezberlenmiş bazen de ayıp tekerlemeler söylenir. Oyunda herkes ebe de olur atlayıcı da. Oyuncuların canı sıkılana dek oyun devam eder.

BEZİRGÂNBAŞI

Oyuncular arasından iki kişi seçilir. Bunlardan biri “Yağlı çörek” diğeriyse “Ballı çörek” adını alır. Bu iki kişi, yüz yüze ve el ele gelerek, yolu kapatır. Sıradaki çocuklardan ilki gelir. “ Bezirgânbaşı, aç kapıyı” der. Bezirgân, “Kapı hakkı ne verirsin” diye sorar. “Arkamdaki senin olsun” yanıtı üzerine, ellerini havaya kaldırırlar, yolcu da geçer. En sondakinin verecek cevabı olmayınca onu salmazlar ve ona bir soru sorarlar: “Yağlı çörek” mi istersin yoksa “Ballı çörek” mi? Oyuncunun vereceği cevaba göre bezirgânların birinin ardına geçer. Oyun böylece devam eder. Son yolcu da bir gruba dâhil olunca oyuncuların tümü, “Ballı çörek” ve “Yağlı çörek” olmak üzere iki gruba ayrılmış olur.
Ortaya bir çizgi çizilir. Her iki gruptaki çocuklar birbirinin belinden tutarak sıraya girer. Gruplar arasında güç gösterisi başlar o zaman. Bezirgânlardan biri çizgiyi tamamen geçinceye kadar çekişme sürer. Çizgiyi geçen başkanın grubu, oyunu kaybeder. Çocuklar bıkıncaya dek oyun böyle sürüp gider.

******************************************************************************************************************************************************

GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Songül Saydam
Güngör Türkeli

Basıldığı Yer:
Ankara, Reproton Ltd Şti

Baskı Tarihi: Kasım 2007

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Sayı: 6

Sürdürüm Koşulları:
Yıllık 20 YTL

Posta çeki
Hesap sahibi : Mustafa Yalçıner
Numarası: 5323892

Yönetim Yeri:

Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN

Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

DANGALAK

Yöremizde dangalak diye bilinen bu bitkinin bilimsel adı, meyveleri tespih yapımında kullanıldığı için tespihağacıdır. Latince ismi ise melia azedarach olan ve kendiliğinden yetişen bu ağaç, 8 ile10 m yüksekliğe ulaşabilir. Tepesi yuvarlak olup çevresine genişler. Gövdesinde açık kahverengi ya da gri çatlak kabukları vardır. 5 cm uzunluğunda oval, kenarları tırtıklı yapraklarını kışın döker. Sarı salkım, nohut büyüklüğünde, soruşmuş meyveleri, ağaca kış boyunca ayrı bir güzellik verir. Bu meyveler kırıldığı zaman içerisinde çörek otunu andıran iki adet tohum görülür. Bu tohumların zehirli olduğu, mide bulantısı, ishal ve baş dönmesine yol açtığı söylenir.
İlkbaharda, gövdeden çıkan bir sap üzerinde mor kapsül şeklinde tomurcuklar kendini gösterir. Daha sonra, nisan ortalarında 1 cm boyunda beş yapraklı beyaz ve hoş kokulu çiçekler açar.
Tespihağacı kurtlanmadığı için mobilya ve müzik aleti yapımında kullanılır. Yapraklarının ise organik tarımda kullanılabileceği bilim adamlarınca kanıtlanmıştır.
Geçen yıllarda tarımsal bir ilaç, insan sağlığına zararlı olduğu için piyasadan kaldırılmış. Bir Madagaskarlı da, tohumları önce güneşe sermiş. Kuruyunca etli kısmın yapışkanlığı gidiyormuş. Sonra soymuş ve kırmış meyveyi. Kabuklarıyla birlikte su dolu bir kazanda bekletmiş. Bir gün sonra tohumluk pirinci atmış kazana. Sabahleyin gidip ekmiş pirinci. Toprakta hiçbir kurt yememiş tohumluğu. Fideler topraktan çıkınca onların üzerine de süpürgeyle serpmiş kalan suyu. İyi ürün almış köylü. O günden sonra bu yöntemle bir süre daha kullanılmış dangalak tohumları.
EDİTÖRDEN


IRMASAN’DA GINCIRDAK
Mustafa B. Yalçıner

Gilindire, Toroslar’ın eteğinde, deniz kıyısında bir bucak idi. Ne elektrik vardı ne de evlerde içme suyu. Sivrisinekler cirit atar dururdu bu küçük yerleşim yerinde. İlkyazda göçülürdü yaklaşık bin metre rakımdaki Irmasan yaylasına. Bir vadide kurulmuştu Irmasan. Koyağın her iki yamacında küçük sekiler, meyve ağaçları ve üzüm bağları vardı. Yakalara serpiştirilmişti evler. Herkesinki kendi bağında. Tek gözlü, toprak damlı, taş evler. Her birinin önünde, üstüne pelit dalları atılmış, yanları yine pelitle örülü talvar denilen bir gölgelik. Orada da elektrik yoktu, su yoktu. Aşağılardaki pınarlardan bakır helkelerle getirilirdi içme ve kullanma suyu.
Yük gemisinin geleceği duyulunca erkekler, hamallık yapmak için, altlarında eşekleri, yayladan gece yarısı yola çıkardı. İşte böyle zamanlarda bir hareketlilik gözlenirdi iskelede. Bunun dışında kasaba, hayalet kente dönerdi. Birkaç memur ve esnaftan başka kimse kalmazdı sahilde. İki haftada bir gelirdi vapur. Getirdiği tekel maddesi, gazyağı ve kalay, kayıklarla taşınırdı kıyıya. Boşaltılan yükün yerine de mevsimine göre üzüm, pekmez ve harnup yüklenirdi. Hamalların, tekne sahiplerinin cebi ancak o zaman para görürdü.
Yayladakiler ise, sahilden geleceklerin yolunu gözlerdi, karpuz ya da incir yiyebilme umuduyla. Yazın Irmasan’da yalnızca elma, erik, armut ve üzüm olurdu. Üzüm dışındakiler, dilimlenip toprak damlara serilir ya da ipliklere dizilip asılırdı talvara ve kışın ya adına “kak” denilen meyve kurusu ya da hoşaf olarak çıkarlardı karşımıza.
Buğday, arpa, nohut ekilen tarlalar daha uzakta, düzlüklerdeydi. Ta oralara gidilirdi, ekin ekmek ya da dermek için. Sığır da oralarda güdülürdü. Belimizde azığımız, elimizde sukabağı sabah erkenden giderdik sığır gütmeye. Akşamın olmasını dört gözle beklerdik, toplanıp oynamak için. Hayvanları yerlerine bağladıktan ve yemeğimizi yedikten sonra koşardık evin arkasındaki bozuk bağa. Düzlüktü burası. Hemen çevreden çalılar toplanır, ateşler yakılırdı. Cayır cayır sesler çıkardı. Kocaman alevler yükselirdi havaya. Bu bir çeşit selamlaşma, haberleşmeydi yayladaki gençler arasında. Biraz sonra onlar da gelirlerdi ateşin başına. Sürekli odun, dal, çalı çırpı atılırdı, ateş harlı olsun diye. Bir kızıllık çökerdi karanlık vadiye. Çevreden, kurt ulumaları, çakal pavkırmaları, köpek havlamaları karışırdı gürültümüze.
Toplanırdık bir metre yükseklikte, baldır kalınlığında, ucu kalem gibi tıraşlanmış ama küt kesilmiş, toprağa sağlamca çakılı bir dikmenin başına. Tepesine, tespih çalısı tohumunun yağını sürer, üzerine de sönmüş meşe kömürü koyardık. Zübedek denilen bu dikmenin yanında, yerde 5 ya da 6 metre uzunluğunda bir sırık yatardı. Bunun da kalın tarafında, başlangıçtan yaklaşık 150 cm ileride, dikmenin ucunun girebileceği kadar, çok derin olmayan, gövdesinin yarısına kadar oyulmuş bir deliği olurdu. Bu kalas birkaç kişi tarafından kaldırılır ve deliği zübedeğe oturtulurdu. Kalın tarafa birisi eşeğe biner gibi, uç tarafınaysa genellikle çocuklardan birkaç kişi yüzükoyun binerdi. Arkadaki kişi, ayağıyla sırığı döndürmeye çalışır ya da uzun tarafını bir başkası döndürürdü. Gıncırdak hızlanınca, dönmesine yardımcı olan kişi, oyun alanından kaçıp uzaklaşırdı. Ağaçların sürtünmesinden çıkan gacur gucur sesler delerdi gecenin sessizliğini. Sırayla biner, dikmenin etrafında, havada döner dururduk, ateşin şavkında. Eğer zübedeğe sürülen yağ ve konan kömür yeterliyse, gıncırdaktan çıkan ses, yüzlerce metre uzaktan duyulurdu.
Bir seferinde uç kısmına yüzükoyun ben binmiştim. Kalın taraftaysa bir arkadaşım vardı. Dönmeye başlamıştık. Gıncırdağın sesi yankılanıyordu, gece karanlığında, Irmasan koyağında. Bir süre sonra arkadaşım, ayaklarıyla fren yaparak durdurdu oyuncağı. Ben havada, askıda kaldım. İki ayağını yere bastı ve başladı kalasın üstüne oturup kalkmaya. Zıplatıyordu beni. Titreyip duruyordum, uçta. Düşmekten korkuyordum. Baktım aşağıya. Yüksekti. İndir, n’olusun, indir diye yalvarıyordum. Düşersem, ya bacağım kırılır ya da kafam yarılırdı. Usturuplu inmeliydim. Yapıştım sırığa ve sarktım. Ardından da bıraktım kendimi boşluğa. Ben ayaklarımın üstüne inince bir ucu havada kalan gıncırdak da zübedeğinden çıkıverdi. Bana bir şey olmadı ama arkadaşım, “Of, anam ayağım” dedi ve ağlaya ağlaya, topallayarak tuttu karanlıkta evlerinin yolunu...


GÜL İLE NAR İLE
Burhan Günel

23 Mart 2005, Gülnar’da gül ile nar ile geçen günlerin ilki.
Osman Şahin ile Aysel Hanım otobüsün sağındaki ön koltuklarında oturuyorlardı; ilk bakışta göz göze geldik. Karşılıklı gülümsemelerle birbirimize el salladık. Otobüs gelip önümde durmuştu. Kapılar henüz açılmamıştı ve gülümsemelerimiz birbirine karışmıştı. Orta kapıya doğru yaklaştım; açıldı. İnenler vardı, bekledim. Kalabalık olduğu için daha da beklemem gerekiyordu; yeniden öne doğru gittim. El kol işaretleriyle bir şeyler anlatmaya kalktım: Az sonra görüşürüz. Çantamı bagaja vereyim. Öyle de yaptım. Bu arada ortalık durulmuştu. Otobüse çıktım. Aysel Hanımla tokalaştık. Osman Şahin’i, kendisine doğru eğilip kucakladım. İstanbul’dan saat on sekizde yola çıkan otobüsle Mersin’e gidiyorlardı. Aynı etkinliklerde birlikte olacaktık. Başka bir otobüsle Mersin’e ulaşacağımı sanırken, aynı otobüste karşılaşmıştık işte. Beklenmedik bir güzellikti benim için. Saat 01.00 olunca yola çıktık. Aksaray’daki molaya kadar uyudum. Molada indik otobüsten, aynı masada oturup konuştuk. Osman Şahin’le en son, 2003 yılındaki TÜYAP Kitap Fuarı günlerinde İstanbul’da karşılaşmıştık. Bir kitabevinin “sand”ında (Yılmaz Yeşildağ’ın Etikus Yayınları’nda) birlikte fotoğraflar çektirmiştik. Aysel Hanım’la gelmişti Osman Ağabey. Öner Yağcı, Yılmaz Yeşildağ, Metin Tükenmez, Fatma Bilkay, Neclâ Maraşlı ve birkaç okurla birlikte, değişik fotoğraflar… (Bilgisayarımın belleğinde uyuyor o görüntüler; ama benim belleğimdekiler capcanlı. Yolculuk boyunca benimle beraber olacaklar. Uyandılar.)
Sabah 07.30’da Mersin’e vardık. Mersin Üniversitesinden görevlendirilmiş olan Ali Bey bizi bekliyordu. Yol çantalarımızı arabanın bagajına yerleştirip yola koyulduk. Gülnar’a gidiyoruz. Önce Silifke’ye uğradık. Bir benzinlikte biraz dinlenip hava aldıktan sonra dağ yoluna vurup Göksu Irmağının soluna geçtik. Baba memleketim olan Ermenek’in kokusunu duyar gibi oldum. Bu yılın güz başlarında Göksü Vadisine yapacağımı sandığım yolculuğun heyecanını yaşamaya başladım bir yandan. Büyülenmiştim, sessizce yolu, dağı, doğayı ve ırmağı izliyordum. Bir süre sonra Göksu iyice geride kaldı. Yılanlaşarak uzanan dar yolda ilerlerken Gülnar’ı düşünmeye başladım, ona yoğunlaştım. Konuşma aralıklarında imgelemdeki Gülnar kesintiye uğrasa da dönüp yeniden ona ulaşıyordum. Gül ve nar sözcükleri bir araya gelip zengin çağrışımlarla güzellikler yaratıyor, yarattıkça genişleyip çoğalıyor, beni de içine alıyordu. İlk kez 1981 Ağustosunda geçmiştim Gülnar’dan. Yaz dinlencesi için Ankara’dan yola çıkmış, Antalya’ya gidiyorduk. Annesi, küçük oğlum Ozan’a gebeydi. Haritadan bakıp Gülnar’dan geçen yolu seçmiştim. Ankara-Konya-Gülnar-Anamur-Alanya-Antalya. Yolun asfaltlanmadığını bilemezdim. Seydişehir’e kadar rahat bir yolculuk olmuştu. Sonrası, engebelerle dolu, tarlalardan geçer gibi; hoplaya zıplaya sürmüştü. Çocuk bekleyen bir annenin asla geçirilmemesi gereken eziyetli bir yoldu. Çok gergindim. Kendime kızıyordum. “En kısa yol, bilinen yoldur” gerçeğini anımsayıp öfkeleniyordum; sıcaktı ve yol bitmek bilmiyordu. Sonunda Gülnar’a ulaşınca bütün yorgunluğumu unutmuştum. Gerçekten, güllerle, narlarla bezenmiş sıra dışı bir görüntü duruyordu belleğimde o günlerden kalma; ikinci kez, dostlarımla birlikte Gülnar’a doğru ilerlerken yol boyunca o günkü görüntü gözlerimin önüne geliyordu. Kaldırım taşlarıyla döşeli bir alana inmiştim yokuştan aşağı; yine oradan geçecek miyiz diye düşünüyordum. Bu kez kiraz ağaçlarının, bademlerin, şeftali ağaçlarının beyaz, pembe, eflatuna çalan çiçekleriyle karşıladı bizi Gülnar yolu. O meydandan geçmedik, belki de öyle bir meydan yoktu ve belleğim uyduruyor ya da başka bir yerin görüntüsüyle karıştırıyordu kim bilir. 1981’de içinden geçtiğim Gülnar’ı anımsatacak en küçük bir ipucuyla karşılaşmadım bu ikinci gelişimde… Burası da değişmiş, yapılar çoğalmış. Olsun. Gül ve nar duruyor ya, bu bile yeter deyip kendimi yatıştırdım, belleğimi susturmaya çalıştım.
F. Saadet Bilir’in yönettiği Gülnar Meslek Yüksekokuluna ulaştığımızda saat on bire geliyordu. Saadet Hanım dersteydi. Odasındaki koltuklara yerleşmemizden az sonra cep telefonum çaldı. Şair-Yazar Ali F. Bilir arıyordu. “Geldiniz mi? Şu an neredesiniz?” Yanıtımın ardından, “Ben de hemen geliyorum” deyip kapadı telefonunu Ali F. Bilir. Sesinin yumuşaklığı şiirlerini çağrıştırdı birden. Damıtılmış, olgunlaştırılmış şiirlerini anımsadım. Güzel, anlamlı, ağırbaşlı, insan sevgisiyle donatılmış, yaşam deneyimleriyle, kültür birikimiyle zenginleştirilip yoğunlaştırılmış, bilgece bir bakışla kotarılmış şiirler vardı son kitabında. Ali F. Bilir aralıklarla karşılaştığımız telaşlı zamanlarımızda en çok ağırbaşlılığını içinde barındıran içtenliği ve yalın coşkusuyla girmişti belleğimin amforalarına. Şimdi, Gülnar’da, doğduğu, uzun ayrılıklardan sonra dönüp geldiği ve bir eczane açıp yönettiği uzun yılların içinden çıkıp gelecekti az sonra. Osman Ağabeye, “Ali F. Bilir aradı” dedim, “az sonra burada olacak.” Geldi. Sanırım kanat takıp ulaştı yanımıza. İçten ve sıcak gülüşünü getirdi, imgelemimdeki gülleri ve narları canlandırdı yumuşak sesiyle, dostluğu, sevgiyi yansıtan göz ışımalarıyla. Kucaklaşıp öpüştük. Bulunduğumuz oda bayramyerine döndü. Konuşmaya başladık. Bu arada, etkinlikler için çağrı alan bazı aydınlar, çevredeki sanat dostları birer ikişer gelip aramıza katıldılar. Gazi Üniversitesinin eski öğretim görevlilerinden Mustafa Yalçıner’le tanıştırıldık. Aydıncık’ta yaşıyordu. Aydıncık sevdalısıydı. Yanında getirdiği “Aydıncık, Günaydın Kelenderis” adlı kitabını imzalayıp verdi birer tane. Teşekkür ettik. Şöyle bir karıştırdım ve heyecanlanır gibi oldum. Göksu Vadisine yolculuğumun temel nedeni olan bir ırmak roman çalışmasında bu kitaptan da yararlanabileceğimi sezmiştim. Yaklaşık otuz yıldır tasarladığım bu roman için çok sayıda kitap edinmiştim. Akdeniz’in geçmişine uzun bir yolculuk tasarlıyordum; Akdeniz’den Anadolu’ya çıkaracaktım roman kahramanlarımı ve günümüze getirecektim. Tarih bilgilerine olduğu kadar, geçmişin yaşam izlerini yansıtan bilgilere de gereksinmem vardı. Mustafa Yalçıner’in kitabı, bu bağlamdaki bazı bilgileri barındırıyor gibi gelmişti. “İçindekiler”e göz atar atmaz bu izlenimi edindim. Mustafa Bey gülecendi. İçtenliğinin doğal yansımalarını görüyordum yüzünde, göz ışıklarında, sesinin güven veren tınısında. Türkçeden Fransızcaya, Fransızcadan Türkçeye çeviriler yapıyor, kimi zaman öyküler, anılar yazıyor. Doğrudan Fransızca yazdıkları da var. Birikimli, olduğunca engin gönüllü. Yaratıcı yazarlığa açık, yaratıcılığın gizemini o dipsiz kuyudan çıkardığı ve çıkaracağı duru sularla çevresine yansıtmaya, başkalarıyla paylaşmaya, sanatın, edebiyatın güzelliklerini çoğaltmaya hazır, istekli, tutkun bir duruş içinde görünüyordu. Kitabını, Ankara’ya döner dönmez okumaya başlayacağımı söyledim. Kalabalık artıyordu. Neredeyse yirmi beş yıldır tanıdığım, uzun aralıklarla karşılaştığım Güngör Türkeli de gelenler arasındaydı; konuştuk biraz. İleri Yayınlarından çıkan yeni kitabını imzalayıp verdi. “Harbiye'den Babıâli'ye” doğru uzanan çileli, engebeli ama ilginç yaşamından izler, anılar taşıyan bir kitaptı; bir döneme tanıklıklarla doluydu. Biraz hırpalanmış, yıpranmış gibi gördüm kendisini. Belki de yorgun ve uykusuzdu benim gibi. Anamur’a yerleşmişti. Bir zamanlar Antalya’da Belediye Kültür Müdürüydü. Bir etkinlik için gittiğimde karşılaşmıştık en son; öyle anımsıyorum. Mersin’den Ali Çağlar katıldı aramıza… Tam bir dostluk ortamı oluşmuştu. Herkes birbiriyle konuşuyor, görüşmedikleri sürelerde neler yaşadıklarını, nelerle karşılaştıklarını anlatıyorlardı. Sesler yükselmişti. Dalgınlığımızın içine bir barış güvercini süzülüşüyle katılan F. Saadet Bilir’i ayırt ettiğimizde sesler kesildi. Bir hanımefendi gelmişti aramıza; toparlandık. F. Saadet Bilir’in ardı sıra odaya güller ve narlar doluştu sandım. Çağrışımlar her zaman olduğu gibi gerçek görüntüyü besleyip daha da güzelleştiriyordu. Güzel bir gün başlıyordu. Tek tek ellerimizi sıktı. “Hoş geldiniz” dedi. Önce Aysel Hanımla, sonra Osman Şahin’le ve benimle konuştu, yolculuğumuzun nasıl geçtiğini sordu: Ardından, bütün konuklarıyla ilgilendi. Yeniden çaylar kahveler içildi. Etkinlik izlencesine göre neler yapılacağını özetledi bir ara. Gözlerindeki sıcak ışıltıya takılıp kalmıştım. Gülecendi, içtenliğini esirgemiyordu, anacandı, okuldaki eğitici ve yönetici kimliğini görür gibi oluyordum, yüzünde, bakışlarında; sezer gibi oluyordum sesinden, vurgularından. Kendine güvenli, yaptığı işin bilincinde, gençlere tutku derecesinde bağlı olduğunu sezdiren, analıkla öğretmenliği birleştirip daha gelişkin bir anlayışa, yaklaşıma dönüştürdüğü sevecenliği ve engin kültürel birikimi onu farklı kılmıştı. Gül ve nardan ışık alan çabalarıyla Gülnar’ın ortasında yoktan var ettiği Meslek Yüksekokulunda gençlik ışığını aydınlatma ışığına, aydınlatma eylemine dönüştürmekte olduğunu işitmiştim, biliyordum buraya gelmeden önce; şimdi o bilginin somut görüntüsünü algılıyor, bu algılanmanın içindeki F. Saadet Bilir gerçeğini anlamaya, kavramaya başlıyordum. “Yorgunsunuzdur, sizi önce odalarınıza yerleştirelim, ardından yemeğe çıkarız, sonra biraz dinlenirsiniz” dedi ve çantalarımızı alıp kalacağımız yerlere doğru adımladık. Yemek sonrasında odalarımıza dönecektik.
Benzeri etkinliklerden anımsadığım gibi, gençler arasında olmanın, aydınlanma sevincini paylaşmanın güzel sezgisini, kıpırtısını, coşkusunu yaşamaya başlamıştım. Ne yol yorgunluğu kalmıştı ne uykusuzluk. Güzel günlerin içindeydim. Güzellikleri birlikte çoğaltacaktık. Önce Gülnar Meslek Yüksekokulunda, ardından Mersin Üniversitesinde gerçekleştireceğimiz etkinlikleri, söyleşileri, konuşacağımız konu başlıklarını düşüne düşüne bana ayrılan odaya ulaştım. Ortaokul ve lise yıllarımda kaldığım okulumu ( o zamanki adıyla Konya Erkek Lisesini) anımsadım. Çağrışımlar sardı yine düşüncemi. Bulunduğum okul, eski okulumu; F. Saadet Bilir, altı yıllık parasız yatılı hayatımda beni yetiştiren kadın öğretmenlerimi anımsatmıştı. Ağlamaklı oldum. Hem sevinç hem de hüzün içindeydim. Koca odada iki karyola vardı. Banyo-tuvalet için ayrılmış bölmenin kapısı açıktı. Soyunup yüzümü yıkadıktan sonra karyolalardan birine uzandım. Pencerenin perdeleri açıktı, kapamadım. Gençler gelip geçiyorlardı geniş pencerenin önünden; dönüp içeri bakmıyorlardı. Burası onlar için boş bir oda anlamındaydı besbelli, kanıksamışlar. İlgilerini çekmemiştim. Varlığımdan habersizdiler ama onlar benim ilgimi çekmişlerdi. Yattığım yerden dışarıyı, gelip geçtikçe gençleri izliyordum. 1960’lı yıllara, kendi ilk gençliğime, öğrencilik dönemime doğru yolculuğa çıktım. Gözlerim kapanır gibi oluyordu ama dikkatim dışarıdaydı. Bir yandan da iki gün sürecek etkinlikleri düşünüyordum. Sonunda uyumuşum. Zamanı geldiğinde, bir görevli tarafından uyandırıldım. Artık kalkmak gerekiyordu. Kapıyı açıp görevliye teşekkür ettim. Hemen hazırlanıp çıkacaktım. Gün şimdi başlıyordu…


FAKİR BAYKURT GÜLNAR’DA
Hüseyin DİVİT

Sekiz yıl kadar köylerde çalışmıştım. Kent merkezine gelmek istiyordum ama öğretmen açığı nedeniyle bir türlü gerçekleşmiyordu bu dileğim. Sonunda 1962 yılında Gülnar Atatürk İlkokuluna atandım. Ortaokulda da öğretmen eksiği vardı; bu açığı da biz ilkokul öğretmenleri kapatıyorduk. Öğretmenler olarak her konuda çok çalışıyorduk ama örgütsüzdü tüm çalışmalarımız.
1960’lı yılların ortalarına doğru başladı, örgütlenme çalışmalarımız. Sendikalaşacaktık da bu konuda bilgimiz yeterli değildi. Ülkemizde bu işin başını çeken Fakir Baykurt idi. “Sendikalaşmak, komünistliktir” propagandaları da o yıllarda başlamıştı. Buna karşın Türkiye genelinde örgütlenmeye devam ediliyordu. Biz de Gülnar’dan Fakir Baykurt ile iletişim kurarak sendikalaşma konusunda bilgiler alıyorduk.
Bir gün Ankara’da çok büyük bir toplantı yapıldı. Ben de davetliydim. Anadolu’dan gelen öğretmenler, bu toplantıda buluşarak ilk kez sendikalaşma konusunda büyük çapta kültürlendik.
Ardından Gülnar’daki arkadaşlarımızla bir araya gelerek ilçemizde Öğretmenler Sendikası’nı kurduk. Artık her il ve ilçede sendikalar kurulmaya başlamıştı. Gülnar’da sendikamız gayet düzenli çalışıyordu. Zamanın ideolojik etkisiyle bizim sendikaya da komünist derneği dediler ama biz aldırmadan etkinliklerimize devam ettik. Türkiye öğretmenlerini böldüler ama biz bölünmedik. Ankara’da TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) toplantılarına katıldık. Aradan üç ya da dört yıl geçti. Ülkemizde siyasî eylemler, ideolojik hareketler artmaya başladı. Böylece “68 Kuşağı” adı verilen döneme gelindi.
TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt’tan bir mektup aldım. Gülnar’a gelmek istiyordu. Biz de zaman ve zemini ayarladık ve kendisini davet ettik.
Yıl 1968. Aylardan temmuz. Genel Başkan, Gülnar’a geldi. Örgüt olarak karşıladık onu. Akşam yemeğini de birlikte yedik. Yemekte örgütümüze çok doyurucu bilgiler verdi. Ertesi günün programını birlikte hazırladık. Gülnarlılar, Belediye toplantı salonuna çağrılacak; Genel Başkanımız da onlara bir konuşma yapacaktı. Her şey iyice düşünülüp planlandı.
O akşam benim konuğum oldu, Fakir Bey. Odadaki tahta sedirin üstünde uyudu. Erkenden kalktı, balkona geçtik ve Gülnar üzerine sohbet ettik. Biraz sonra, benden su isteyerek odasına çekildi. İçeceğini sandığım için bir bardak su verdim ona. Bir de ne göreyim! Çantasından çıkardığı küçük bir havluyu yere serdi. Önünde cep aynası, tıraş kabı, sabun ve fırça. Başladı tıraş olmaya. Neden lavaboda tıraş olmadığını sorduğumda “ Benim tıraş alışkanlığım bu. Kültürümüze göre tıraş olurum. Ayrıca kimseyi de rahatsız etmek istemiyorum” dedi. Tıraştan sonra malzemelerini kendisi toplayıp yıkadı ve çantasına yerleştirdi. Divana geçti, yapacağı konuşmayla ilgili notlar aldı bir kâğıda.
Saat 11.00 civarında sendika şubesine vardık. Üye arkadaşlarımızın tümü orada, bizi bekliyordu. Biraz oturduktan sonra toplantı salonuna gittik. Hiçbir siyasî görüş ayrılığı yapmadan davet ettiğimiz tüm Gülnarlılar toplantıya gelmişti. Solcusu, sağcısı, İslamcısı hepsi oradaydı. Alkışlarla konuşma yapmak üzere kürsüye geçti, Fakir Baykurt. Kalk kültürü de dâhil birçok konuda konuşuyordu. Bu sırada öğle ezanı okunmaya başladı. Genel Başkanımız, “Değerli arkadaşlar, namazdan sonra toplantıya devam edeceğiz” diyerek konuşmasını hemen kesti.
Camiden çıkanlar toplantı salonuna daha da kalabalık geldiler. Konuşma çok bilgilendirici ve doyurucuydu. Konuşmasını bitirince, alkış tufanına yakalandı Fakir Bey. Toplantı çok beğenilmişti. Komünist denilen Genel Başkanımızdan özür diler nitelikte konuşanlar da oldu. Dönemin Adalet Partisi Gülnar İlçe Başkanı, Fakir Baykurt için “ Bu arkadaşa komünist diyorlar. Eğer komünistlik bu arkadaşın anlattığı gibiyse, komünist olmayanı n’eyleyeyim,”dedi.
Tüm Gülnar halkı ve sendika üyelerimiz hep birlikte uğurladık Fakir Baykurt’u. Genel Başkan gittikten sonra, Gülnar Jandarma Komutanı Niyazi Başçavuş beni çağırdı. “ Hüseyin Divit, iyi ki misafiriniz gitti. Biz iki gündür çok yorulduk. Emir yukarıdan gelmişti. Tedirgindik. İki gece senin evi jandarma bekledi. Çok şükür bir şey olmadan misafirinizi uğurladınız” dedi.
Fakir Baykurt’un Gülnar’a gelişi belleğimde çok güzel bir anı olarak kaldı. Onu Gülnar’da ağırlamaktan, tüm hemşerilerim adına mutluluk ve gurur duydum.


Günce, 23 Temmuz 2007, İstanbul
SAİT FAİK’LE…
Ali F. Bilir

Adalar vapurundayız. Burgaz Adası’na gidiyoruz ailece. Günün koşuşturmasının ardından vapuru son anda yakalamanın mutluluğu ile gidiyoruz Sait’e. Sabah telefonla görüşmemizde yayıncı Mehmet Atay, Sait Faik’in “Yaşasın edebiyat!” sözünü anımsattı. Bütün olumsuzluklara karşın, “Yaşasın edebiyat!” diyebilmeli bir yazar, şair…
Kınalı Ada’nın önünden geçiyor vapurumuz. Kıyıda güneşlenen çıplak insanlar seçiliyor. Dik yokuşu tırmanan bir yol… Tepeler boş… Kıyıyı döven dalgaların ak köpüğü, denize geri dönüyor…
Kınalı’yı geçerken Sait Faik’in “Kınalı Ada’da Bir Ev” adlı öyküsünü okuyorum. Öykünün sonlarında, “İşte bu yüzden hikâye yazarım. İşte bu merak yüzünden hikâyeci geçinirim,” diyor Sait. “Merak duygusu”, öykünün bir özelliği mi olmalı?
Öyle heyecanlı ve mutluyum ki. Yıllar sonra ilk öykü kitabım, “Üşüyen Sıcak Düşlerim” yayımlanmış, öykü ustam Sait Faik’e, onun adasına gidiyorum…

Hoş geldin Gezgin

İnerken rıhtıma
arabalı vapurdan
yüzümden öpüyor “Topal Martı”
denizde yıkanmış sesiyle:
hoş geldin gezgin, diyor
kaç yıldır seni bekler
tepedeki evinde Sait…

Merhaba Usta

Merhaba usta,
uzaktan geldim görmeye seni
kapında katmerli
kırmızı zakkum
beyaza boyuyor martılar
ahşap evini

kime sorduysam dolaşırken
adada, kalpazankaya’da
saygıyla anıyorlar adını
okumasalar da
öykülerini


VURGUNUM SANA

İlkyazda cemre düşer ya toprağa
Başlar yayılmaya kımıl kımıl bir sıcaklık
Başlar toprağın kanında
İlkyazda cemre kadar vurgunum sana.

Bilirsin, her mevsim güzeldir Akdeniz
Daha da güzeldir ya portakal bahçeleri
Akdeniz’de portakal çiçekleri kadar vurgunum sana.

Bin bir çeşit parçalanışı vardır suların
Daha da güzeldir ya kayalıklarda
Kayalıklarda parçalanan dalgalar kadar vurgunum sana.

Toroslar’da bölük bölük kar olur
Yörükler doldurur kıl çuvallara
Kıl çuvallarda
Kar özleyen dağ çocukları kadar vurgunum sana.

Dere boylarında ne ağaçlar olur ne ağaçlar
Ama suları öpmesini bir söğütler bilir
Dere boylarında söğütler kadar vurgunum sana.

Okudum sevgiliye yazdıklarını şairlerin bir bir
Bir Baudelaire’inki gitti hoşuma:
“Geceleyin gökyüzü kadar vurgunum sana”

Ama hayır sevgili hayır
Yine de bir şeyler eksik geliyor
Hep eksik kalacağım seni anlatmak için, beni bağışla
Bütündeki parça kadar vurgunum sana.

Güneşsin sen, bilirim yörüngende birçok gezegen var
Ama ben de bilirim ki ben dünyayım
Bir tek bende hayat var
Kozmosta Dünya kadar vurgunum sana.

ABDÜLKADİR PAKSOY
(USULCA; ANADOLU EKİNİ YAYINLARI, SAYFA 44)


BÜYÜDÜM

Ben Karaseki’nin yamaçlarında
Keklik sesi duya duya büyüdüm
Gönlümü bağladım çamın dalına
Ben yalamak soya soya büyüdüm

Ah çektikçe yaram iner derine
Yardım ederlerdi biri birine
Bir yatak sererdik harman yerine
Yıldızları saya saya büyüdüm

Bizim oraların olmaz dumanı
Papatyalar kaplamıştır her yanı
Mart ayı gelip de nohut zamanı
Ben soğalak soya soya büyüdüm

Hasretlik içimde hep düğüm düğüm
Gurbet ellerinde olmaz güldüğüm
Ne kolonya gördüm ne de bir parfüm
Ben develik koka koka büyüdüm

Bu hasretlik yakın eder ırağı
Gurbet ellerinde ettim merağı
Ekmeğime katık fırın çöreği
Bazlamayla doya doya büyüdüm

Deli gönül onların delisi
Karataş çuluydu evin halısı
Altıma atardım borcak çalısı
Aktepe’den kaya kaya büyüdüm

Kimseye kin bilmez garez bilmezdim
Ben kivi görmedim kiraz bilmezdim
Leblebi bilmezdim çerez bilmezdim
Ben kavurga yiye yiye büyüdüm

Çocukluk günlerin geçti orada
Özlemini çekiyorum burada
Sandallı bucakta kumun derede
Orada davar yaya yaya büyüdüm

SEFİL GISMET böyle söyler özünden
Mazisini anlatıyor sazından
Bir şalvarım vardı arapgızından
Kara şalvar giye giye büyüdüm

KISMET ( M.Ali Sapan)


SARIKEÇİLİLER TOROS BELLERİNİ AŞTI MI?
CELAL NECATİ ÜÇYILDIZ

Sarıkeçili aşireti, kış aylarında Akdeniz kıyılarında kiraladıkları yurtlarında, ilkbahar geldiğinde yükünü sarar; keçilerini, koyunlarını koyar önüne, yola çıkarlar. Aydıncık’tan Erdemli’ye kadar sahil bandından hareket başlar. Mayıs başında Mut’ta gruplar birleşir, kış
macerası anlatılır birbirlerine. Bir fıkra dillenir:
İki arkadaş ayrı, ayrı yerlerde kışı geçirmiş, Mut’ta buluşmuşlar.
Biri sorar,
- Kaç kere yıkandın?
Diğeri övünerek,
-Üç
Birincisi gayet sakin,
-Ben, altı kere.
Diğeri,
-Balık mı oldun, Beh!

Bu bir fıkradır ama altında derin izler yatar.
Eksikler tamamlanır. En geç 6 Mayıs’ta Hıdrellezle birlikte Sartavul geçidi aşılır. Karaman’ın altından Göksu vadisinden Bozkır, Hadım, Şeydişehir, Akşehir’e doğru yola çıkarlar.Yaylak yerlerine vardıklarında yaz başlamıştır.
Bir grup Gülnar üstünden gelir, bir diğeriyse Kızkalesi, Uzuncaburç, Mağara üstünden Koca Yayla ve Sartavul geçidinde buluşurlar.
Eskiden uzun süren yolculuk şimdi daha kısa sürmeye başlamış. Nedeni ise, yollar hep ekiliyor. Yayılım sahası azalmış, hayvanların yollarda suni yemlerle takviye edilmesi gerekiyor.
Sarıkeçili aşiretinin bugüne kadar hiç köyü olmamış, Boynuinceli Köyü konargöçerlikten kurtuldu. Narlıkuyu’ya yerleşti. Ama Türkiye’de birkaç konargöçerden birisi sanırım bu aşiret olacak.
2000 yılında TRT’nin Sarıkeçili belgeseli hazırlıkları sırasında, ön araştırma yapma görevi benden istenince Sartavul’da Hileci Bayram ile başladık. Sonra Karaman’da yerleşen birkaç Sarıkeçili aşiretinden bulduklarımızla görüştük. Ekim başında ve Mayıs başında Mut’ta buluşma.
İlkbahar geldi mi, sahilden yola çıkış, Sonbahar geldiğinde yayladan dönüş. Yeri yurdu olmadan yaşama kavgası verme.Yerleşik düzene geçmedikleri içinde saf ve temiz bir Türkmen yaşamı.
İşte bu açıdan belgesel hazırlandı. Hem yaylaya çıkışları, hem de dönüşleri kayda alındı ve yayınlandı. Sonuç bir belgesel olarak kaldı. Hâlâ Sarıkeçililer yola devam ediyorlar. Hâlâ yurtları kiralık. Her yıl belediyelerden veya köy muhtarlıklarından saha kiralıyorlar. Bu bir kış dönemi için oluyor. Bazı yerlerde kalmak için kirada kurtarmıyor, rüşvetler de dönüyor. Sözün kısası, yaşamları diken üstünde. Yolda sürüleri bir yere zarar verecek mi, vermeyecek mi? Verilen cezalar katlamalı oluyor. “Vur Bahşış’a” diyorlar. Zarar bedelini yükseltiyorlar.
Toros Bellerini aşan aile sayısı 250 civarında. Binlerce keçi ve koyundan oluşan sürüler. Cep telefonu çadırın tepesinde, çadır kurulacak yerin mutlaka baz istasyonunu görmesi gerekiyor. Haberleşme biraz daha iyi. Eskiden bir koyaktan, bir koyağa ses yetiştirme savaşı. Şimdi sessiz, sessiz. Ardıçların dibinde mesaj gönderen Sarıkeçili genci.
Toros Bellerini aşıp, aşıp gidiyorlar. Ne zamana kadar? İşte belirsiz. Ama bilinen bir şey, her yıl sayıları tek tük azalıyor. Karaman’da, Mut’ta bir ev alan, tarla alan kalıveriyor. Keçilerin yerini, önce koyun, sonra da inek alıyor. Sartavul’da Kasap olan, Yeni Çıktı Köyü’nde besici. Köselerli Köyü’nde sebzeci.
Ama bir hayalleri var. Bir gün Boynuinceliler gibi bir iskâna sahip olmak. Ama nerede, o bilinmez. Çocukları okul bilmez. Çocukları oyun bilmez. Çocukların sevdası bile değişik. Ne Karacaoğlan’ı bilir ne Yunus’u. Onlar bir şeyi iyi bilir. Keçi gütmeyi, keçi sağmayı, keçiyi kırkmayı ve her yıl Akdeniz kıyılarından Akşehir’e kadar yürümeyi, koşturmayı çok iyi bilir.
Bir gün gelir, köyleri olursa, ya da mahallesi işte o zaman okuyacak, okullu arkadaşları olacak. Ara sıra “Bahşış” diyecekler varsın desinler. Bir gün o da alışacak onlara. Aralarına karışacak. Sonra sevdalanacak bir kentliye, sevdalanacak yaşama. Yeni kültürler edinecek. Saf Türkmen olmayacak belki ama insan olacak. Karacaoğlan’ı bilecek, Yunus’u bilecek. Çünkü onlar, Toroslar’da onlardan çok önceleri yaşamış, o belleri aşmış yıllarca.


OSMAN ŞAHİN’İN ÖYKÜLERİNDE FEODALİZM VE KAPİTALİZM
M.ŞEHMUS GÜZEL

Osman Şahin, feodal ilişkiler yumağında yaşayan ve çalışan insanların yaklaşmakta olan kapitalist üretim ilişkilerinden, onun getireceği toplumsal ve ekonomik oluşumlardan etkileneceklerinin ve şimdiden etkilendiklerinin farkındadır.
Beşir Ağa’nın Mardin şehrine ilk inişi, devletle ilk karşılaşışı ve allak bullak oluşu, Apoletli Kardaş’ta öyküleştirilmiştir. Ağanın aklı şehir ve şehir halkını almamaktadır. Şehirde adam vurdu diye kendisini karakola götüren polislere şöyle dillenir: “ Ula, ben Ağayım diyorum sizlere. Bu memlekette hiç adam da mi vurmayak yani. Nedir nolmiş? Hem ben siftah adamı ilk burada vurmamışam. Dağda, bayırda Ağaya-kanuna yamaç çıkanı yeri gelmiş vurmuşam, yeri gelmiş vurdurmuşam. Hesabını şaşırıp da bugüne kadar soranını da görmemişem. Ama şimdik Mardin şehrinizin bir adamını eksiltmişem. Nedir, bunca kıymete bindiriysiniz? İşte aklım burada yana kaçıyor ha!.. Dur apoletli gardaşım. Sen de kolumuzu çekip durma. Geliyem işte…”
Acenta Mırza’da “onca toprağı bir solukta boşama”nın zorluğundan söz eden Mirza’ya kirvesi ve köyünü satıp şehre yerleşmiş Latif Ağa, önce “Her şey makinayla kimyaya dönüşmede. Onun için satak gitsin köyleri de birlikte yurt tutalım şehirde” demiş, dinletememiş. Bir başka yerde, “ Göçsem varsam şehre, acep aşiret görgülerimiz yaşar mı oralıkta? Ağalık nefsim can eziyeti çekmez mi” sorusuna, kirvenin yanıtı çok açıktır: “ Bire babam, sen daha ne ağalığından söz edersin? Ortada ağa, aşiret mi kaldı ki? Besbelli dağ ardında kaldığı, kulağın dünyaya kısılmış senin.” Lâtif Ağa daha sonra ticaretin nimetlerini sıralar ve Mirza’nın hissesine de “ İnşallah Magirus’un güneydoğu acentalığı düşer diye bitirir mektubunu.
Ağalık tükendi, tükenecektir artık Ama arkada bıraktığı karmaşık insan ilişkileri ne olacak?
Gelişen kapitalizm, eski gelenekleri ve inançları da işine gelince umursamamaktadır. Bu nedenle, Makam Taşları, “ Aşağı kentlerden birinde dev bir holding kuruluşunun inşaatının temeline” gerekli taş olarak kullanılmak için dozerlerin hücumuna uğrayacaktır (1983, s.43–44). Gerçi bunun rövanşını Ustaahmet, Toroslar’a düşen Amerikan F-84 uçağını yeniden çeliğe, saban demirine, kesere, orağa, tırpana, tahraya ve çana dönüştürüp alacak ve o uçak, karasabanların ucunda yeniden toprağa dönecektir ama kapitalizm her yönden bindirmektedir. Önü alınacak gibi değildir. Karalâstik’te bu oluşum kaçınılmaz bir gelecek olarak yansımıştır. Fakat Şahin, yine de geçmişin güzelliklerine özlem duymaktadır. Geçmişin güzellikleri mi? Şahin’e göre, demirci Ustahmet, demirci İzmir Bekir’dir; dağlarda ölmektir (Karalâstik); buzhane peynirine karşı obruk peyniridir ( Obruk Bekçisi,1984, s. 18); Yörük ve Türkmen kilimleri, arlarıdır (Yörük Ana); Türkülerdir. “Artık o türküler şimdi yok. O kızgın nal sesleri, o soluklar da yok. Her şey, duygusuz bir hıza, bir dilsize kesti şimdi. Asfalt dilsiz, yol dilsiz, gerili teller, uzayıp giden kilometre taşları bir de…”(Karalâstik, 1983, s. 103).
Sistem olarak, bir üretim ilişkileri demeti olarak feodalizm bitti, bitecektir. Ama Osman Şahin, o dönemin güzelim insanlarını, insan ilişkilerini ve ürettiklerini unutmamaktadır. Bunlara özlem duymak, feodalizmi ve onun değerlerini övmek değildir. O dönemin çok sesli, türkülü ve atlı ortamına, kilimli, göçerli, çadırlı, çok renkli havasına bir ağıttır. Bu bağlamda Osman Şahin, bana (romanı 1956’da yazılan, 1959’da Fransızcaya çevrilen, 1983’te filme çekilip o yıl 36. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülünü alan) Japon yönetmen Shohei İmamura’nın La Ballade de Narayama’sını anımsatıyor. Kapitalizmin karmaşık ve eskiyi darmadağınık eden insan ilişkilerinden kaçmak ve geriye dönmek olanaklı mı?


BİLİYORUM ASLINDA GERÇEMEK NE DEMEK
ÖZLER KELECİOĞLU YALÇINER

“Güneşin ufka değdiği yer, oraya git ama geri gel, git özlet kendini yine gel, döneceksin diye söz ver.”
Yüksek Sadakat adlı grubun bu şarkısı dilimde son günlerde. Bu bir aşk şarkısı. Bir adam, aşkı için yazmış; bir kızın babasına olan özlemini anlatmıyor elbette. Ama benim hislerime tercüman oluyor, bu şarkıyı özelinde özlemimi derinde hissederek söylüyorum ben de. Babam, güneşin ufka değdiği Aydıncık’a gidip yerleşti, kendini özletti. Dönmedi bir daha. Yılda ancak birkaç kez görüşebilir olduk. Dönecek nasıl olsa diye hâlâ bekliyorum onu. Godot’yu beklemediler belki, dönüşünü beklediğim gibi. Kimseyi özlemediler belki de onu özlediğim gibi. Adımı bile onu özleyeceğimi bildiği için Özler koymuş, benim özlememe gibi bir lüksüm olabilir mi, baba?
Kim bu baba, kim bu kız? Baba, Mustafa Yalçıner. Ben de onun özü. Babam, en verimli çağında, “Yöre Sevdası” denilen bir hastalığa tutuldu ve çekti gitti Ankara’dan. İyileşip döneceğini sandım yıllarca ama gittikçe ağırlaştı hastalığı. Neyse ki ölümcül değildi sadece bir sevdaydı, bu. Sevdalıydı babam, yöresine, diline, kültürüne. Bununla da kalmadı, altmışından sonra aşık oldu bir çiçeğe. Zayıf, uzun boylu gerçemeğe.
Sahi, nedir bu gerçemek? Eski günlerdeki gibi birlikte olmayı hayal ettiğim ebeveynlerimi benden ayıran yörenin, Taşeli yöresinin, kültür ve düşün dergisine adını veren bir çiçek, gerçemek. Babamın dönüşü için gönül toprağımda büyüttüğüm umut çiçeklerimin solduğu bir sırada, Aydıncık’ın kıraçlarında inadına açan bir çiçek. Babamın Yörük yurdunda açar gerçemek, sadece o yörede yetişen, özel bir çiçek. Yılda birkaç aylığına yeşerir, çiçek açar gerçek gerçemek. İyi ki dergi Gerçemek öyle değil; her iki ayda bir gösterir kendini, sergiler güzelliğini, getirir oraların ve babamın kokusunu. O babamsız, babam da onsuz edemiyor nedense. Babam, bitki gerçemek gibi sadece o yörede yaşayabiliyor. Orada mutlu oluyor; idealizmini, özünü ve mükemmeliyetçiliğini orada buluyor. Orada gerçekleştiriyor kendini.
Babamı çok iyi tanırım. Biliyorum bu yazı, yazma isteğini bana da aşılayan hoca babamı duygulandıracak ve eminim birkaç inci tanesi dökülecek Göksu ile Akdeniz rengi karışımı gözlerinden.
Aslında biz çok benzemiyoruz birbirimize. Sen gerçemeksin, ben armut. Dalından kopmuşum, düşmüşüm dibine. Sen, sürekli yalnız kalmayı yeğlerdin. Hatırlasana o eski günleri. Yazarken kovardın beni yanından. Oysa ben, gitarımı getirip çalmak isterdim sana, belki ilham kaynağı olur diye. Kabul etmezdin. Üzgün, geçerdim odama; kaçak doldurtup getirdiğin kaseti dinlerdim saatlerce. Ama şimdi dinleyecek müzik de bulamaz oldum. Zaman bizleri değiştirdiği gibi müziklerimizi de değiştirdi baba. Artık “Karlı Kayın Ormanımız” yok geceleyin yürüyebileceğimiz. Ayın şavkı da vurmuyor gitarımızın, sazımızın üstüne. Artık ruhumuzu saran nağmeler, inlemiyor şarkılarda. Şimdiki şarkılar para kokuyor, çıkar kokuyor, saman alevi gibi parlayıp sönüyor. Gençlerin yarı çıplak vücutlarının anlamsızca sallandığı cıstak cıstak ritimlerden ibaret bu şarkılar, baba. Ama senin bize öğrettiğin gibi içlerinden iyi, doğru ve güzellerini cımbızla çekip dinliyorum ve bazen o şarkıları söylerken de şu anda olduğu gibi gözlerim doluyor. Sen olmayınca yanımda, şarkıların da tadı yok, baba.
Senin, gerçemeğin rozet yapraklı halinden tut da bir metre olan sürgünündeki çiçekleri görmek, fotoğraflamak için Taşmasa’ya kaç kez gittiğini çok iyi biliyorum. Onu görünce gözlerinin nasıl parladığını sen söylemesen de ben tahmin edebilirim. Sen, onu nasıl özlüyor ve bekliyorsan, ben de seni özlüyorum ve döneceksin diye yolunu gözlüyorum ama biliyorum artık gelmeyeceksin; gittin güneşin ufka değdiği, gerçemeğin açtığı yere. Gittin, özlettin kendini.
Gelmeyeceksin biliyorum, mutlusun sen orada. Şimdi daha iyi anlıyorum, gerçemek ne demek: Taşeli’nin taşlıklarında çevresine güzellik saçmaya çalışan gerçemek, babam demek. Seni seviyorum gerçemek. Az mı olur acaba ömrün uzun olsun demek?

HELALLEŞME
Mehmet BABACAN

Gerçemek’in 3.sayısında yaşam öyküsünü yayınladığımız Eskiyörüklü Âşık Ahmet Ali Babacan’ın Helalleşme adlı öyküsüne de bu sayıda yer vermek istiyoruz.
Bu anı-öykü, kimilerinin gülüp geçtiği kimilerinin nükte tadının ötesinde felsefî derinlikte dersler bulduğu bir öyküdür.
Zaten Âşık Babacan, doğanın verdiği yeteneği insanî öz değerler içinde kullanmayı iyi bilen bir söyleşi ve taşlama ustasıydı. Bu niteliğinden ötürü bulunduğu çevrede mutlaka bir söyleşi meclisi bulunurdu.
1950’li yılların başında Âşık Babacan, Babadıl’da (Sipahili Köyü) yerfıstığı tarımı yapmaktadır. Köyün ileri gelenlerinden Akça, Abdi Efendi, Türkçe de fıstık ekmekte ve tarlaları da bir aradadır. Adı geçen bu kişiler, sohbet ehli oldukları kadar da tipik özellikleri olan kişilerdir: Akça, bir hayli şişman ve göbekli umulmayacak kadar da şakacı biridir. Abdi Efendi, gözünde tiki olduğu için durmadan göz kırpıyor sanılır. Türkçe, dudakları kısa olduğundan sürekli gülüyor gibi bir görünüşü vardır.
Şakalaşmalar, gırgırlar sürüp giderken nerden çıktığı belirsiz dişi bir kara eşek, fıstıkları talan etmeye başlamıştır. Kimsenin sahip çıkmadığı eşeği Babacan yakalayıp bağlar. Soruşturma sonunda öğrenilir ki eşek, Yanışlı Molla Mehmet’indir.
Yanışlı, Babadıl’a komşu, mezarları sınır bir köydür. Molla Mehmet’se Yanışlı’nın ileri gelenlerinden, nükte ve hazırcevaplılığıyla ünlü, sevilen bir kişi olduğu gibi Babacan’ın da uzaktan dayısıdır. Eşek, gerçekten Molla Mehmet’indir ama yaşlandığı için mezraya salıverilmiş yani yılkı eşeğidir. Yapılacak bir şey yok.

***
Bir zaman sonra, aynı eşeğe Yanışlı Köyünün yaylası Tersyurt’ta rastlar Babacan. Hayvan ölmek üzeredir. Eskiden tanış oldukları için ilgisiz geçemez, hayvana şöyle seslenir:

Çok fıstığımı yedin kuru yaş,
Ben de sana vurmuştum epeyce tezek taş,
Şimdi ölüyorsun yavaş yavaş,
Helalleşelim gayri arkadaş…

Eşek, başını hafifçe sallayarak kabul ettiğini belli eder. Ama onun da bir isteği vardır: Fıstığını yediği diğer kişilerle de helalleşmek istediğini Babacan şöyle anlar:

Nefesini içine çekerek karnını gerdi,
Akça ile helalleşiver dedi,
Gözlerini kırpışı Abdi Efendi,
Dişlerini gösterişi Türkçe’ydi…

Helalleşme bitince eşek şöyle bir gerinir, belli ki son anları; rahat ölebilmek için “Yeğnilik Duası” bekliyor. Babacan, bu isteği de yerine getirir:
Molla Mehmet
benim dayım.
Garip değilsin korkma,
ben yanındayım.
Nasıl geldin sen Tersyurt’a?
Rastlamadın mı yolda
bir boz kurta?
Evvel de böyle ölünürdü
sizin usulda.
Belki biz de böyle ölürüz
bu asırda.
Bari canın çıkarken
bir osur da,
ömrünle beraber
sahibine bağışla.
Amin…


YAŞANMIŞ GÜLNAR FIKRALARI
Derleyen: F. Saadet BİLİR

Yerin Zımmına Gir
Kocasının huysuzluğundan ve her konuda deyintisinden çok dertli olan bir kadın, ona, “Benden bir karış öte gitsen sadaka vereceğim,” demiş. Adam, bir gün iş için Silifke’ye gitmiş. İşi bitince karısına, “Daha gideyim mi?” diye haber salmış. Karısı da ona, “Yerin zımmına gir de bana görünme,” diye haber göndermiş. (Emine Bahar)

Gün Yüzü mü Gördüm?
Karısının, sürekli olarak, “ Seni aldım da parmağım bala mı battı sanki gün yüzü mü gösterdin bana,” diye yakınmasından usanan adam, bir gün eve çok miktarda süzme bal alıp gelmiş. Karısının on parmağını birden bala batırıp hemen dışarı çıkarmış onu ve ellerini güneşe tutarak, “Bak işte sana hem gün yüzü gösterdim; hem de elini bala batırdım,” demiş. (Mustafa Ülkü)

Sen Bir Dur
Tembelce bir kadın, çalışmaya üşenip yapması gerekenleri sayıyormuş, “Ahır var kürünecek, süt var bişecek, aş var gaynatılacak, çocuk var altı alınacak, namaz var gılınacak...” Sonra da hemen, “Aman namaz, sen bir dur ya!” demiş. (Mustafa Ülkü)

Muska
Tahtacının birinin karısı hastalanmış. Adam, ünü çevreye yayılan bir hocaya gidip muska yaptırmak istemiş. Bir iş için başka yere giden hocanın yakın bir arkadaşı, muziplik olsun diye, gelen tahtacıya, kendisini aradığı hoca olarak tanıtmış. Onun, karısının iyileşmesi için muska yaptırmak istediğini öğrenince, tahtacıya muska yazmak istemeyen hocanın arkadaşı, bir Kâğıda, “Muska yazılır mı yakanın kıptisine, cenazesine itler köpekler toplansın, avradının budu ayrılsın, şıhı avradsız kalsın,” diye yazmış, vermiş. Olacak ya, kadın iyileşmiş. Karısı hastalanan bir başka tahtacı, yolu hocanın bulunduğu yöreye düşünce, gidip onu bulmuş, ama bu kez karşısındaki gerçek hoca imiş. Bir zaman önce yazdığı muskanın aynısından karısı için de yazmasını istemiş. Hoca bunda bir iş olduğunu anlamış. Tahtacıya, “Yaşlılığımı bağışla, ne yazdığımı hatırlayamıyorum, muskayı getirirsen, sana da yazarım,” demiş. Getirilen muskayı okuyan hoca bu kez, “Bu muskayı yazan hoca öldü, onun ağzıyla olsaydı şifa verirdi, ben yazamam,” demiş. (Mustafa Ülkü)

İyileşmeyen Yara
Adamın biri bir türlü iyileşmeyen yüzündeki yara için hocaya gitmiş. Hoca, “Bunda ne var, senin elinde bir yara çıkacak, başına çok iş açacak, asıl sen ondan kork,” demiş. Adam endişeyle günlerce beklerken yüzündeki yarayı unutmuş bile. Sonunda aynı hocaya gidip elinde yara çıkmadığını söylemiş. Hoca kendisine “Bak, sen daha büyük, önemli bir yarayı düşünürken yüzündeki yara geçmiş bile,” demiş. (Gürcü İrdem)

Tilki Boğdu
Eskiden, namazı aksatmaması için gençleri sıkı denetleyen bir hocanın baskısına karşı bir genç, “Hocam diğer vakit namazları iyi de, sabah ezanını duymuyorum,” diyerek bahane uydurmuş. Hoca da ona bir horoz almasını önermiş. Genç biraz çakırkeyif olduğu bir gece, ezana yakın zamanda ötüp onu uyandırmasın diye, horozun boynunu burup boğmuş, ertesi gün de ötmeyen horoz için, “Tilki boğdu hocam,” demiş. Hoca buna inanmadığından, bir başka sabah, ezanı bu gencin evine çok yakın bir yerde okuyunca, bizimki yattığı yerden, “Aman hoca, horozun boynunu burduydum ama sana ne yapayım?” demiş. (Gürcü İrdem)


TARİHİN DERİNLİKLERİNDE KALAN BAZI OYUNLARIMIZ
(DERLEYEN: GERÇEMEK)

UZUNEŞEK

Oyuncular, yatacaklar ve atlayacaklar olarak iki gruba ayrılır. Bir kişi de duvara ya da ağaca sırtını verir. Yatacak olanlardan ilki, başını ayakta duranın karnına dayayarak eğilir. Diğer gruptan ilk kişi atlar ve biner. Binen kişi bazı kurallara uymak zorundadır, örneğin ayaklarını eşeğin karnına bağlayamaz, yere değdiremez ayrıca eşeğin üzerinde ileri geri hareket de edemez. Sırası gelen eşek yani yatacak kişi, önündekinin bacakları arasına kafasını sokar, ayaklarından da tutar. İkinci kişi atlayıp biner. Oyun sırasında eşeklerden biri yatıverirse, atlama yeniden başlar. Eğer gruptakilerin tümü başarılı bir şekilde eşeğe binerse, atlayanlar yeniden atlamaya başlar. Oyunculardan biri atlayamazsa, bu kez de yatanlar atlayıcı olur.
Oyunda bolca itişme kakışma yaşanır. Örneğin en baştaki eşek, kafasını ayakta duranın karnı yerine biraz daha aşağıya dayarsa, ilk itişme o zaman başlar. Yatan kişi muziplik yapar başını arkadaşının bacakları arasına soktuğunda onu, sağına soluna değdirerek tedirgin ederse, öndeki kıpırdayıverir ve atar yükünü, bir itişme kakışma daha başlar. O zaman şaka kaldıramayanlar arasında kavga bile çıkar.

SINIR TAŞI

Köyde büyükler arasında, özellikle kışın oynanan bir oyun. Köyodasında toplananlar arasından, muhtar, aza, bekçi, birbirinden şikâyetçi iki tarla sahibi seçilir. İki kişi de “Sınır taşı” olacaktır. Kimse bu rolü üstlenmek istemez. Ya oyunu bilmeyenler ya da köye gelen misafirler “Sınır taşı” yapılır. O da bulunmazsa iki gönüllü rolü kabullenir.
“Sınır taşı” olan kişilerin önce iki eli boynunun arkasından sonra da çömeltilerek iki ayağı bileklerinden bağlanır. Oyunculardan biri adamları yuvarlayıverir. Bu durumda istedikleri kadar uğraşsınlar, ayağa kalkamazlar.
Şikâyetçi taraf, sınır taşının komşusu tarafından kaktırıldığını söyler ve “Taş burada değil şuadaydı” diyerek ayağıyla yerdeki adamları iteler. Diğer taraf, “ Hayır, doğru değil, taş şuradaydı,” diyerek bir de o iteler. Devreye bekçi girer, “ Ben biliyorum, taş şuradaydı” der bir de o yuvarlar taşları. Muhtar soruna çözüm bulma bahanesiyle, “ Susun; taş bundan böyle burada duracak” diyerek yerdeki adamı kaldırdığı gibi ortaya atıverir.
Sınır taşı olmayı kabul eden zavallı, böylece her taraftan tekme sille yer.

MAZAKTAN KAYDIRAK

Bayırda sürünerek belirlenen yere ilk kim varacak? Oyunun tek amacı işte bu. Eğer şalvar ya da pantolonun arkası delinmezse, zevkli bir oyun. Yoksa akşam eve varınca, çocuğun yiyeceği dayak, gündüz aldığı zevki unutturur.
İlle de kayılacaksa, kızak olarak mazak adı verilen iri çam kabukları tercih edilir. Mazağın üstüne oturan çocuklar, başlar kaymaya. Tüm hızıyla inerken kaydırağın önüne bir engel çıkarsa, araç devrilir, sürücüsü de tekerleniverir bayır aşağı. Mazak bir tarafa, çocuk diğer tarafa.
Üstü başı toz içinde kalanlar, kafası yarılanlar, eli ya da dizi parçalananlar, salya sümük ağlayanlar olur kuşkusuz. Kazasız belasız inerse de büyük keyif alır, çocuklar.

ATTIRIK

Azıcık toprak yığılır ve üzerine bir çam kozalağı konur. Oyuncular hedeften uzak bir yerde toplanırlar. Her bir oyuncu, elindeki sopayı atarak kozalağı vurmaya çalışır. Vuran ya da değneğini ona en yakın yere düşüren ebe olur. Oyun alanının ortasına bir çukur açılır ve ebe kozalağı sopasıyla deliğe girdirmeye çalışır. Diğer oyuncuların göreviyse kozalağı deliğe sokturmamaktır. Ebe kozalağı deliğe sokamazsa, yanar. Oyun yeniden başlar.


BİZE GELENLERDEN

1- METİN DEMİRTAŞ VE ERENLER BÖYLE DEDİ; NESES YAYINLARI; SAYFA 47

Nasıl da Acele Edersin

Erenlerin yoksulluk tak etmiş canına
Arada yakarır olmuş Tanrıya:
“Tanrım kurtat beni bu yoksulluktan
Al canı mı da..”

Der demez
Yanından geçmekte olduğu duvar
Büyük bir gürültüyle
Devrilmiş üstüne
Kaçıp zor kurtarmış canını
Neredeyse gidiyormuş gümbürtüye.

Başını kaldırıp göğe söylenmiş:
“Kırk yıldır yakarırım
Metelik vermezsin!
‘Al canımı’ deyince
Nasıl da acele edersin!”
2- MEHMET AYDIN; ŞİİR ÜLKESİNDE YALNIZ DOLAŞMAK;
ÜRÜN YAYINLARI, SAYFA 76

HASRET GİTTİ

Tutup kurşuna dizdiler
Sevgiyi alanlarda
Bağladılar kollarını
Sallandırmak için aşkı
Soğuk darağacında

Mil çekip gözlerine
Yurdunun tek sözcüsü ozanı
Attılar zindanlara
Geçmişin kırımcı
Eli kanlı kralları
Ozansa hasret gitti
Bir avuç gökyüzüne
Ve sevdiklerine


ÖYKÜ DEĞİRMENCİ
Mustafa B. Yalçıner

Buğday seklemi yüklü iki eşek, mor çiçekli yarpuz ile gerdemelerin süslediği dere boyunda ilerliyor, orta yaşlı bir adam da onları izliyordu.
Suyun gözüne varınca, karşıya geçecekleri dar tahta köprüden öndeki merkep ürkünce, arkadaki de durakladı. Adam eşeğin yularından tuttu ve var gücüyle asılmaya başladı. Hayvan, ön iki ayağı birbirine koşut dimdik, arkadakileri yarı bükmüş, gövdesini geriye kaydırmış, başı ileride, diretip duruyordu. Adam hayvanın arkasına geçti, omzuyla onu iteleyince, eşek de vazgeçmek zorunda kaldı inadından. İkinci eşek, sorun çıkarmadan vardı diğerinin yanına. Değirmenin giriş kapısının önünde on kadar nakışlı kıl çuval diziliydi. Adam kaşlarını çattı, sağ yumruğunu vurdu iki kez sol avucuna. “ Kahretsin, bu gidişle sabahlayacağım burada,” diye söylendi. “Poyraz çıkmasa bari, ağ da teknedeydi. Tekne bir boşanırsa, vay halime!” dedi kendi kendine. Çuvalları indirdi ve sıranın en arkasına yerleştirdi. Sonra da hayvanları götürüp değirmenin yanındaki ahıra bağladı.
Değirmende yuvarlak kocaman iri iki taş dönüp duruyordu homurdanarak. Çıkardıkları ses de derenin çağıltısını bastırıyordu. Üzerine un yağmış, siyah uzun saç ve sakallı, iri yarı değirmenci, huni biçimindeki hazneye buğday boşaltmaya çalışıyordu.
- Merhaba, Memiş Ağa. Kolay gelsin.
Duymadı Değirmenci. Çuvalı aşağıya atarken gördü yeni müşterisini.
- Hoş geldin, Ahmet.
- Sağ olasın, Memiş Ağa.
Değirmenci atlayıp indi yere. Elini sıktı Ahmet’in. Aldı çuvalı, gitti un teknesinin yanına. Haznenin altından koca taşın ortasındaki deliğe doğru uzanan tahta oluk düzenli aralıklarla titriyor ve azar azar bırakıyordu sarı buğday tanelerini. Sıcak un teknede birikiyor, değirmenci de onu, ağaçtan düzülmüş, saplı, dikdörtgen düz bir aygıtla çuvala dolduruyordu. Hem işiyle ilgileniyor hem de müşterisiyle konuşmaya çalışıyordu. Yüksek sesle sordu Ahmet’e:
- Bekleyecek misin? Yoksa gidip yarın mı geleceksin?
- Tam bilemiyorum; hele önce bir cıgara içip geleyim.
Dışarıda, elinde sigarasıyla, çuvalın birinin üzerine oturdu. Ahmet, duymuştu Değirmenci Memiş’in hileci olduğunu. Değirmen hakkından başka, çarptığını da kar bilirdi. “ Değirmenine gelen genç dul kadınları ya da kocası askerde olan taze gelinleri taciz edermiş,” diye bir de söylenti dolaşırdı dillerde. “Şu çuvalların sahipleri, bırakıp gitmiş. Ama ben yedirmeyeceğim çorumun çocuğumun hakkını bu namussuza,” diye geçirdi içinden.
“Deh, deh!” sesleri çekip aldı Ahmet’i düşüncelerinden. Köprüden geçmiyordu eşek. Genç bir kadın elindeki sopayı vuruyordu eşeğin sağrısına. Ahmet kalktı yerinden, vardı köprüye. Göz göze geldi kadınla. Beyaz tülbentli, kara kaşlı, badem gözlü, al yanaklıydı. Hiçbir şey söylemeden, Ahmet aldı yuları, çekti merkebi. Değirmenin kapısının önüne geldikleri zaman da çözdü çuvalı saran ipi, kucakladığı gibi seklemi indirdi yere ve diğerlerinin arkasına koydu. Götürüp eşeği de ahıra bağladı.
Ahmet döndüğünde, genç kadın çuvalının üzerinde oturuyordu. Kendini tanıttı kadına:
- Merhaba. Ben Ahmet. İskele’denim. Ya sen?
- Ben de Gökgedik’ten. Adım da Eşşe.
- Köyün bir hayli uzak. Sıra da var. İstersen değirmenciye söyle, seni öne alsın.
- Kabul eder mi ki?
- Şansını bir dene. Ne kaybedeceksin!
Eşşe kalktı oturduğu çuvaldan ve değirmene girdi. Ahmet beğeniyle izledi salına salına yürüyen genç kadını.
“ Böyle güzel kadını görünce, yapacağı varsa da yapmaz, şu değirmenci namussuzu,” diye mırıldandı kafasını sağa sola sallayarak. Şapkasını çıkardı, dizine geçirdi. Seyrekleşmiş saçını düzeltirken, “ Bakalım beni nasıl savacak başından? Beni yollamaya kalkarsa, inadım inat ben de gitmeyeceğim,” dedi usulca. Bir yandan da değirmencinin yalan dolanlarıyla nasıl baş edeceğini düşünüyordu.
- Ahmet! Sıranı Eşşe’ye ver, geceye kalmadan yollayalım onu. İstersen ardından da seni yollarım. Ne dersin?
- Tamam Ağam! Neden olmasın!
Değirmenci, Eşşe’nin çuvalını omuzlarken, Ahmet de, hayret içinde, ona yardım etti ve taşıdılar içeriye. Birlikte boşalttılar buğday çuvalını hazneye. Memiş büyük bir çeviklikle atladı yere ve koydu çuvalı un teknesinin önüne. Ahmet çuvalın ağzını açıyor, değirmenci de unu dolduruyordu. Genç kadın, kendisi için uğraş veren iki adama bakıyordu şaşkınlıkla.
- Hakkını almadan döktün buğdayı Memiş Ağa. Undan mı alacaksın yoksa?
- Yok be, Bacım. Demedin mi ki sen asker karısısın. Onun için senden hak almadım.
Ahmet’i daha da şaşırtmıştı bu sözler. Fal taşı gibi açılmıştı gözleri. Bir kadına bir de değirmenciye baktı, hiçbir şey söylemeden. Çuvalı kaldırıp silkeledi. Memiş baktı, oluktan gelen buğday taneleri azalıyordu.
- Ahmet, koş! Sen de getir seklemlerini. Seni de bekletmeyelim.
Ahmet gidip getirdi çuvalları. Bu arada değirmenci de Eşşe’nin çuvalının ağzını dikmişti. İkisi birden çıkardılar çuvalı dışarıya. Memiş değirmene dönerken, Ahmet eşeği çözüp geldi. Yükledi un çuvalını hayvana. Eşşe, Ahmet’e teşekkür ettikten sonra, kapıdan değirmenciye seslendi:
- Sağ olasın, Memiş Ağa. Allah kısmeti bol versin. Değirmenin de susuz kalmasın!
Ahmet, uzaklaşan kadının ardından bir süre baktıktan sonra içeri girdi.
Memiş, şimdi de unu Ahmet’in çuvalına dolduruyordu. Az ileride duran tenekeyi göstererek “Şu yarım tenekeyi senden aldım.”
Ahmet şapkasını çıkardı, sağ elinde sıkarak, sordu değirmenciye:
- Hayu Memiş Ağa! Müsadenle bir şey soracağım.
- Sor bakalım.
- Senin hakkında çıkan laflar başka, yaptıkların başka. Doğrusu şaşırıp kaldım, vallahi. Nedir bu iş?
Memiş doğruldu, iki eli belinde, gülümseyerek baktı Ahmet’in yüzüne.
- Biliyorum, Ahmet biliyorum hakkında ne dendiğini. Ama milletin ağzı kese değil ki büzesin. Kimlerin söylediğine hiç dikkat ettin mi? Bu dedikoduları çıkaranların tümü, Yusuf Başkan’a ters düşenler, değil mi?
- Haklısın vallahi. Evet. Hepsi de eski başkanın adamı.
- Değirmeni buraya kurmama Yusuf Başkan yardımcı olmuştu. Belediye seçimlerinde, ben de onun için çalışmıştım. Şimdi anladın değil mi, tüm bu lafların nereden çıktığını? Bu söylentiler üzerine müşteri gelmeyecek, ben de bu işi bırakıp gidecektim akılları sıra…
Çıkardılar çuvalları, koydular kapının ağzına. Ahmet çözüp getirdi merkepleri. Karşı dağın gölgesi çoktan aşmıştı değirmeni. Yükledi eşekleri, düştü yola.
Dere boyunda ilerlerken, söyleniyordu Ahmet: “Ulan sahtekârlar, yalancı, iftiracı deyyuslar. Anlatacağım, köye varınca, tüm bu olup biteni. Göreceksiniz, keliniz nasıl ortaya çıkacak...”



*******************************************************************************************************************************************************************

GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Songül Saydam
Güngör Türkeli

Basıldığı Yer:
Ankara, Reproton Ltd Şti

Baskı Tarihi: Ekim 2007

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Sayı: 5

Sürdürüm Koşulları:
Yıllık 20 YTL

Posta çeki hesabı numarası:
5323892

Yönetim Yeri:

Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN

Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

MENGİLİK

Yöremizde mengilik olarak bilinen bitkinin bilimsel adı daturadır. Boş arazilerde, verimsiz topraklarda, dere ya da kanal boylarında, sahilde olduğu gibi yaylada da kendiliğinden yetişen, 50 ile 100 cm boyunda, çalı görünümlü bir bitkidir. Parmak kalınlığındaki gri yeşil ince gövdesinden çok sayıda dal çıkar. Oval yapraklarının uzunluğu 15 cm civarında olup uzunca bir sapla dala bağlanır. Kenarları düzensiz aralıklarla girintili çıkıntılı, uçları ise sivridir. En ufak bir temasta ağır bir koku salıverir.
Tomurcukları iri bamyayı andırır. Temmuzdan eylüle kadar beyaz, klarnet şeklinde çiçek açar. Yeşil bir borudan katmerli olarak çıkan çiçeğin en ucunda, tomurcuktan gelen damarları doğrultusunda, 5 adet püskülü var.
Yeşil ceviz büyüklüğünde, üzeri dikenlerle kaplı, yaklaşık 7 cm çapında meyvesi olur. Olgunlaşan meyve, uç kısmından ikisi aynı yönde diğer ikisi ise aksi istikamette olmak üzere yarıya kadar dört parçaya ayrılır. İçerisinde domates çekirdeğini andıran kahverengi yüzlerce tohum bulunur.
Tohumları çay gibi demlenip bir iki çay kaşığı, bir içeceğin içerisine karıştırılarak birisine içirilirse, içen kişi sarhoş oluyor ve tuhaf davranışlar sergiliyormuş: Kendini kartal sanıp uçmaya, ördek sanıp azıcık su birikintisinde yüzmeye kalkışanlar olmuş. Hatta “Benim evinde senin ne işin var” diyerek kümese girip horozla kavga edenler de varmış.
Ayrıca tohumları ezilerek, pişmekte olan etin üzerine serpiştirilip birisine ikram edilirse, yiyen kişi az sonra hayal âleminde yaşamaya başlıyor, gördüğü hayvana “ Canın, benim” diyerek sarılanlar bile görülmüş.
Tohumunu yiyen ya da çayını içenlerin kalp atışları hızlanıyor, göz kapakları kısılıyor ve idrar yapmada zorlanıyorlarmış. Konuşma bozukluğu oluyormuş. Gözlerine garip varlıklar görünüyor, kulaklarına ise tuhaf sesler geliyormuş. Evine gitmek isteyenler, dengesini kaybediyor, bir yere yığılıp kalıyormuş.
Mengiliğin bu etkisini gören bazı şaka severler, önceleri kendi aralarında veya köylerine gelenlere biraz muziplik etmişler ama sonra anlamışlar bunun hoş bir şaka olmadığını ve vazgeçmişler bu tip takılmalardan.
Mengilik, atropine, hyoscyamine, scopolamine ihtiva ediyor. Çayı ya da tohumu merkezi sinir sistemi üzerinde etkili oluyor. Görme bozuklukları, halüsinasyon ve denge kaybına neden oluyor. Aşırı dozda, komaya girme hatta kalbin durması bile söz konusu. Mengilik tohumunun 4 ile 5 gramı bir çocuğu, 10 ya da 12 gramı ise bir yetişkini öldürebiliyor.
EDİTÖRDEN


SON YÖRÜKLER
Mustafa B. Yalçıner

Taçlı, taçsız rengârenk dağ laleleri bürümüş çamların dibini. Adamotları mor mor çiçeklerini açar da emzikler takmaz mı beyaz, kırmızı, mor küpelerini. Yörük Tepe’ye varıyoruz. Çan sesleri, köpek havlamaları, karışıyor arabamızın motor hırıltısına.
Aracımızı yolun kenarına bırakıp dalıyoruz ormana. Az aşağıda, kocaman kara bir kıl çadır; önünde telle çevrili bir kuzluk, içerisinde siyah, beyaz, kahverengi oğlaklar. Sağda solda plastik leğenler, bidonlar. Bir delikanlı, elinde kara kalın hortumla su boşaltıyor metal teknelere. Genç bir kadının sürüp getirdiği keçiler koşuyor su içmeye. Delikanlı açıyor kuzluğun ağaç kapısını. Minnacık oğlaklar boşalıyor, toz bulutları içinde, anaları bulabilmek için. Melemeler yankılanıyor uzun süre ormanda. Anasını bulan emmeye başlıyor. Oğlak sesi azalıyor gitgide.
Konargöçer yaşam tarzını sürdüren son Yörük Sarkeçililere konuk oluyoruz. Develeri, atları, eşekleri ve keçileriyle sahilden yaylaya, yayladan sahile göçen, çekik gözlü, yağız Sarıkeçililer, yılın üç ayını yolda, üç ayını yazın yaylada ve altı ayını da kışın sahilde geçirirler.
Yurtları, Orta Toroslar. Aydıncık ile Karaman-Konya yaylaları arasında tüketirler ömürlerini. Göç sırasında eşyalarını taşımak için kimi deve, kimi traktör kullanır. Sadece üç beş aile kalmış, deveyle göçen. Oğlakları traktör römorkunda, sürüleri önlerinde, sıcaklar iyice bastırmadan yaylaya doğru yollara düşerler yeni yerlerde eski çileli yaşamları sürdürmek için. Yaşlılık, hastalık, hamilelik engel olamaz göçe. Göç sırasında aralarından biri hastalanırsa, hastaneye yetiştirebilirlerse, ne iyi. Yoksa kader, der geçerler. Ölülerini en yakın mezarlığa götürüp gömer sonra yola devam ederler. Göçün gereği bu. “Develer, keçiler bizim cenazemizle ilgilenmez” diyorlar.
Gülnar, Mut, Kırkkavak Köprüsü, Mağras Dağı, Kıravga, Güneysınır, Akisse yoluyla Kisecik’e kadar giderler, koşullar el verdiği sürece. Meşakkatlidir yolculukları: Tarım sahaları genişlediği ve ormanlık alanlarda gençleştirme çalışmaları yapıldığı için, yaşam alanları ve geçiş yolları daralmış. Baskı altında kalmışlar. Hemen hemen konuştuğumuz her Sarıkeçili, köy muhtarlarına “otlakiye” parası ödediklerini iddia ediyor. “Yeri geliyor, ormancıları da memnun ediyoruz” diyor, Yörük kardeşler. Eskiden kene ve zehirli ot yüzünden aynı yerde konaklamazlarken, şimdi zorunlu olarak geçen kışı geçirdikleri yere kuruyorlar kara kıl çadırlarını.
Sadece yolculukları değil, yaşantıları da çok çetindir Sarıkeçililerin: Kışın yağmur altında, çamur içinde. Yazınsa güneşte, sarı sıcak yakıp kavuruyor onları. Suyu tanklarla getiriyorlar. Plastik bidonlar, leğenler de girmiş yaşamlarına. Banyoları çalı arkaları, helâları çalı dipleri. Çocuklarının eğitimi ise ayrı bir sorun. “Çocuklarımızın cahil kalmasını istemiyoruz. Çocuklarımızın okumasını, bir meslek sahibi olmasını istiyoruz. Bir mesleği olursa, belki onlar bırakabilir bu göçerliği,” diyenlerin sayısı oldukça fazla.
“Hoş geldiniz” diyor Yörük delikanlısı ve bizleri çadıra davet ediyor. Girişteyiz. Ateş yanıyor çadırın içinde. Dumanlar yükseliyor, gözeneklerden dışarı çıkmaya çalışıyor. Sacayağının üstünde kapkara bir çaydanlık. Yerde beyaz bir keçe serili. Yanlardaki çuvalların üzerinde, kilimle örtülmüş yorgan ve minderler. Ayakkabılarımızı çıkarıp giriyoruz. Bir genç kız, yer minderi seriyor nakışlı çuvalların önüne. Birkaç da yastık dayıyor.
Kendileriyle barışık insanlardır Yörükler. İçleri temiz. Art niyetsiz, yüreğinden geçeni çekinmeden dille getirir.
“Okumuş insanlarsınız. Üçünüze bir sorum olacak, bakalım bilebilecek misiniz,” diyerek başlıyor, Musa Gök sözüne: “Bizde iki hayvan var; birinin ödü, diğerinin götü yok. Bilin bakalım, bu nedir?”
Diğer delikanlı, yineletiyor soruyu. “ İki hayvan var bizim Yörüklerde; birinin ödü, ötekinin götü yok.” Beklemedikleri bir sözcüğü duyan kızlar, başlıyor kıkır kıkır gülmeye. Biz üç konuk, birbirimize bakıyor; yanıt arıyoruz soruya. Yörüklerde ödsüz hayvan? Buldum, diyorum. Deve, Musa. Yörük oğlu gülerek yanıtlıyor: “ Ayıp olmuyor mu, Hocam?”
Çocukluğumda sıkça kullanılırdık, deve yürekli ya da deve gibi ödlek sözlerini. Birinci soruyu bilmiştim. Yörüklük sınavında, on üzerinden beş alarak başarılı olabilirdim. Denizde yaşayan bir hayvan olur mu, dedim Musa’ya. “ Olmaz. Yörüklerde yaşayan bir hayvan olacak.”
Deniz canlısını kabul etseydi, kayaya tutunarak yaşayan, çok sayıda uzun dokunaçlı, suya düşmüş kırmızı domatesi andıran denizşakayığını söyleyecektim. Bu canlı, uyuşturucu dokunaçları sayesinde yakaladığını indirir midesine. İşine yarayanları alır, yaramayanları yine ağız yoluyla dışarı atar. Onun ağzı da anüsü de aynı yer. Böyle bir hayvan bulmak gerekir ama bulamıyorum.
“Haydi, Davulcu Tepesi senin olsun” deyince yanıtını veriyor, Musa. Keneymiş meğer söz konusu yaratık.
Çaylarımızı yudumlarken, Sarıkeçililer üzerine konuşuyoruz. Eskilerden, yenilerden, umutlardan, umutsuzluklardan. Yörükler, son yıllarda yerleşik düzene geçmeye zorlanıyormuş. Devlet, Karaman’da Sarıkeçililer için iki katlı, dört ailenin oturabileceği türden ev yaptırmış. Evli olanlara dağıtılmış, bu konutlar. Malını satan oraya yerleşmiş. Meslekleri olmayınca, onlara iş veren de olmamış. İşsiz ne yapsınlar? Bir süre sonra orayı da terk edip tekrar malcılığa başlayanları olmuş. Şehir hayatı kolay değil ki! Yepyeni bir yaşam biçimi bu; dağların özgür çocuklarına bu hayat tarzı, dar biçilmiş bir elbise gibi gelir kuşkusuz.
Kasım 2004’te, Sarıkeçililer Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Pervin Çoban, “Bize kış ve yaz aylarında yaşayacağımız yerler gösterilsin, bedeli neyse devlete ödeyelim. Kimse bize dokunmasın. Biz para, gıda, giyecek yardımı, saray ya da köşk istemiyoruz. Çadır kuracak yer arıyoruz. Yerleşik düzene geçmemiz yolunda baskılar artar, bize çıkış yolu bulunmazsa, develerimizle Çankaya’ya yürüyeceğiz” diye beyanat vermişti. Sorunlarını dile getirmek, seslerini duyurmak amacıyla, Sarıkeçililer 18 Aralık 2004 Cumartesi günü Aydıncık Ay-Tur tesislerinde bir de şölen düzenlemişti. Aradan üç yıl geçti. Sarıkeçili yaşamında değişen hiçbir şey olmadı.
“Bu işin tadı iyice kaçtı. Davar sattığımız kişilerden de zamanında paramızı alamıyoruz. Peşin veren olsa, davarların tümünü satıp kendimize yeni bir yol çizeceğiz” diyen çok. “Göçerliği bıraksak, ne yapacağız? Biz sadece hayvancılıktan anlarız. Başka ne yapabiliriz? Bugüne kadar bir tek soğan bile dikmedik” diyenlerin sayısı da az değil. Bu çağda, bu zor koşullarda yaşayan insanlar bizim insanlarımız. Sıcak bir evi, evinde suyu, elektriği kim istemez?
Dışarıya çıkıyoruz bir süre sonra. Notlar alınıyor, çekimler ve röportajlar yapılıyor. Herkesin elinde ya bir kamera ya da bir fotoğraf makinesi. Kimi develeri çekiyor, kimi oğlakları, kimi de Yörük eşyalarını.
Telle çevrili yerde, birkaç damperlik davar gübresi var. “Develer içine gidiverip de dağıtmasın diye telledik” diyor Yörük delikanlısı.
Gübre yığınına bakarken çocukluk yıllarıma gidiyorum. Babam gübre alırdı. Cumaya gelen köylüler, heybenin iki gözünü doldurup atardı eşeğine, üstüne de bir çuval dolusu gübre. Evimizin yakınlarında küçük bir alan vardı, ben orada beklerdim. Tüm sorumluluk bendeydi. Gelen gübreleri teneke teneke ölçer ve imzalı bir yazı tutuşturuverirdim satıcının eline. O da gidip parasını alırdı babamdan. Büyük keyif alırdım bu işten.
“Hayrola, Hoca! Bakacak başka bir şey bulamadın mı” diyor arkadaşım. Bir zamanlar gübre ticareti yaptığımızdan söz ediyorum. Bu arada Musa geliyor yanımıza ve “Mal para etmedi bu sene. Masrafımız çok. Sattığımızın parasını da tam alamıyoruz. İşimiz çok zor bizim. İyi ki gübre var! Yoksa büsbütün harçlıksız kalacaktı, millet” diyor.
Yıllardır tanırım Sarıkeçilileri. Yaşamlarında değişen tek şey, cep telefonu oldu. Onun sayesinde haberleşme sorunlarını çözüyorlar. Bunun dışında Yörük kardeşlerin geçim şartları daha da zorlaşmış. Girdiler artmış, davar fiyatı aynı kalmış. Kazandıkları paraların da hayvanlarına yem parası olarak gitmesinden yakınıyorlar.
Musa’ya yanıt veriyorum: Gübre para eder etmesine de alıcılar yanlış saymasa bari. Bir de fıkra anlatıyorum yanımdakilere.
Bir gün Yörük çadırına doğru bir traktör yaklaşır römorkuyla. Aracı gören köpekler başlar koşmaya, havlamaya. Bu köpeklere de n’oldu, neden havlar bunlar, diyerek yaşlı bir Yörük anası çıkar çadırından.
-Teyze! Gübre varsa, almaya geldik.
-Var, yavrım var.
-Geçen seneki fiyattan olursa, alırız. Ne dersin?
-Tamam da geçen seneki gibi olmasın?
-N’olmuştu ki, geçen sene?
-N’olacağıdı, ben sayı saymasını bilmiyom diye kaç teneke bokumu yemiştiniz. Adam gibi sayacaksanız, haydi başlayın.
Kahkahalarla gülüyoruz.
Dönme zamanı yaklaşıyor. Sarıkeçili dostlarımızı çileli yaşamlarıyla baş başa bırakarak ayrılıyoruz oradan. Gördüklerimiz, yaşadıklarımız ve onların anlattıklarıyla dağlanıyor yüreğimiz. Konuşacak durumda değiliz. Başımız eğik, geliyoruz arabanın yanına. Biniyoruz aracımıza ve ancak motorun çalışmasıyla bozuluyor sessizliğimiz…


MEHMET ÇINARLI (1925–1999)

Mehmet Çınarlı, 1925 yılında Ermenek’te doğdu. İlkokulu Ermenek’te, ortaokulu Konya’da, liseyi de Antalya’da okudu.1948 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirerek Maliye Bakanlığı bünyesinde çeşitli görevlerde bulundu, Sayıştay üyeliğine oradan Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildi. Bu görevinden emekli oldu. 18 Ağustos 1999’da depremden bir gün sonra vefat etti.
Arkadaşlarıyla Hisar dergisini kurdu. Şiir, deneme ve eleştirileri Hisar’da yayınlandı. Ürünlerini genellikle aruz ölçüsünde veren Çınarlı, bir duygu şairi olarak önemsendi.
Gazeteci, Araştırmacı, Yazar Mustafa Ertaş, Mehmet Çınarlı’nın bir yazısını bize ulaştırdı. Şair ve yazar hemşerimiz Çınarlı’yı ölümünün 8. yıldönümünde bir kez daha saygı ve sevgiyle anıyoruz. Mustafa Ertaş’a da bu vesileyle şükranlarımızı sunuyoruz.

ERMENEK-MUT ÜZERİNE
Mehmet Çınarlı

Geçenlerde, bir gazetenin sanat sayfası için benimle konuşma yapan bir yazar arkadaşımın sorusu üzerine, “hayat hikâyemi” anlatmaya şöyle başlamıştım:
Orta Anadolu’nun güneyinde, Mut ve Ermenek adlarında iki komşu kasaba vardır. Bu iki kasabanın halkı birbirleriyle çok kaynaşmışlar. Ermeneklilerin bir kısmı göç edip Mut’a yerleşmiş. Şimdi oradaki hemşerilerime, son zamanlarda çok yaygınlaşan bir Türkçe kelimeyi kullanarak “Mutlu musun?” diye sorulduğunda, “Hayır, Ermenekliyim” cevabı alınır. İşte ben de onlar gibi, Mutlu değil Ermenekliyim. Ama ( küçük harflerle) mutlu olmaya da çalışıyorum.
Mut kasabasında doğanlar için böyle bir gayrete lüzum yok. “Mutluyuz, çünkü Mutluyuz” diye bir türkü tutturmuş gidiyorlar. Gerçekten de onlar, Ermeneklilerden daha mutlu ve neşeli görünüyorlar. Öteden beri de öyle görünmüşler. Belki bunda topraklarının daha bol ve bereketli olması rol oynuyor belki de sıcağın başlarına vurması. Şimdi de öyle mi bilmiyorum, Ermenek’te ne zaman dört başı mamur bir eğlence tertiplense, Mut’tan çalgıcılar, oyuncular getirtilirdi.
Nedense bizim hemşerilerimiz, daha ağırbaşlı ve daha ciddi. Çalgıcılığı, oyunculuğu ayıp sayarlar. Bir hayli hacı, hoca, vaiz, dersiam, kadı, kaymakam çıkardık da oyuncu, çalgıcı çıkaramadık. Çıkanlar da Ermenek dışında doğup büyüdükleri için, kendilerini pek bizden saymıyorlar. Rahmetli bestekâr ve ses sanatçısı Ekrem Güyer’e sorulduğunda, “İzmirliyim” derdi. Kardeşi Nevzat Güyer de şüphesiz öyle söyler. Hâlbuki onlar bizim bağ komşusu rahmetli Hafız Ahmet’in öz be öz yeğenleridir. Bir tarihte ikisi birden Hafız Ahmet emmime misafir gelmişler. Ben de klasik Türk musikisine meraklıyım. Topladığım plakları, bağ evinin kaldırımında arka arkaya çalıp duruyorum.
Bir gün Güyerlerin halası Sedye teyzem, Münir Nureddin’in bir plağını dinledikten sonra “ İşte benim yeğenlerim de ta böyle çalıp söylüyor,” demişti. Ben, içimden “ amma da atıyor” demiş ve Güyerlerle tanışmak teşebbüsünde bile bulunmamıştım. Sonradan onlar radyoda program yapmaya başlayınca Sedye teyzemin haklı olduğunu anladım ve o zamanki ilgisizliğime çok üzüldüm.
Son aylarda televizyonda oynanan hikâye filmleriyle adından çok söz edilen Metin Erksan’ın da Ermenekli bir aileden geldiği söylenir. Ama ne biz onu benimsemişiz ne de o bizi.
Mut bir “kaysı bayramı” icat etti ya biz de tuttuk “ceviz bayramı” düzenlemeye başladık. Yalnız kaysı yazın olgunlaşır, cevizse son baharda kemale erer. Tatiller bitip okullar açılıp havalar serinledikten sonra yapılan “ceviz bayramı”na dışarıdan katılabilmek çok güç.
Asıl önemlisi, Mutlular “kaysı bayramı”nın arkasına bir de “Karacaoğlan Şenliği” eklediler ve zamanla programın bu ikinci kısmına daha çok ağırlık verdiler.
Şimdi bizim ateşli ve iyi niyetli hemşerilerimizden bazıları (başta öğretmen Mustafa Ertaş olmak üzere) Karacaoğlan’ın Ermenekli olduğunu ispata çalışıyorlar. Bir hayli de delil toplamışlar. Bunlardan biri şu: “Öyle dümdüz, sıcaktan kavrulan bir ovada Karacaoğlan gibi bir şair barınamaz. Boz bulanık akan dereler, geçit vermeyen karlı dağlar Mut’un neresinde var? Karacaoğlan gibi bir şahin olsa olsa Ermenek’in dağlarında, yaylalarında yuva yapar.” Birkaç yıl önce bana gelip kendilerini desteklememi istemişlerdi. Ben de geç kaldınız atı alan Üsküdar’ı geçti, demiştim. Mutlular doğru veya yanlış Karacaoğlan’ın mezarını buldular, paraya kıyıp bir de heykelini diktiler. Yıllardır -gelsin veya gelmesin- yerli, yabancı bir sürü ilim ve sanat adamının isimlerini vererek törenler düzenliyorlar. Hem de bu işin elebaşısı Ermenekli bir hemşerimiz.
Yunus Emre’nin mezarını Karaman ile Eskişehir yıllardır paylaşamazken şimdi bir şair dostum (Abdullah Satoğlu) ikisinin de elinden kapıp Kayseri’ye götürmeye uğraşıyor. Tabii Kayserili açıkgözlüğü ile bağdaşmayan bu geç kalış yüzünden, kimsenin kendisine kulak verdiği yok.
Aslında bir şair için mezarın ne önemi var? Sahip çıkılması gereken şairin ruhu, kafası, şiirleridir. Mezarı ha orda olmuş ha burada. Ermenekli hemşerilerimiz herhangi bir şairi benimser ve onun adına şenlikler düzenlemek isterlerse, kendilerine elimden gelen yardımı yapmaya hazırım.
Bu şair pekâlâ Karacaoğlan da olabilir. Mezarının Mut’ta bulunuşu –yüzde yüz doğru bile olsa- Ermeneklilerin Karacaoğlan’ı benimsemelerine engel değil.
Zaten Mustafa Ertaş’ın da Mut’la bir mezar çekişmesine girmek niyetinde olmadığı Ermenek Postası’nda çıkan son yazısından açıkça anlaşılıyor. Yazının başlığı “Karacaoğlan Ermenek’te Doğmuştur”. Eğer bir şairi benimsemek için ille onun kan hısımlığını aramak gerekirse, o şairin doğduğu yer öldüğü yerden daha önemlidir.
Onun için şimdiki iddialara göre Ermenek’te doğup büyüyen ve bir hayli yer gezip gördükten sonra Mut’ta toprağa verilen Karacaoğlan için her iki kasabamız da dilediğince şenlik yapabilir.
Hatta bu şenlikleri ortaklaşa düzenlemelerine de bence bir engel yok. Kaysı bayramı dolayısıyla yaz aylarında Mut’a gelip sıcaktan bunalan konuklar, oradan Ermenek’e götürülüp soğuk su başlarında püfür püfür rüzgâr esen yaylalarımızda serinletilebilir.
Bu gibi teşebbüsler, turistik ve ticarî gayelerle yapılmış olsa bile sonunda bölgeye kültürel bir gelişmede sağlayabilir. Halk, değerlerine sahip çıkmayı, onlardan faydalanmayı öğrenir. Birlik beraberlik duygusu artar, kısır siyasî çekişmelerden azıcık uzaklaşır.
Karacaoğlan’ın Ermenekli olduğunun ispatı, edebiyat tarihimiz için şüphesiz önemlidir. Ama böyle bir ispatlama yapılmadan da, asırlar geçmesine rağmen eserleri canlılığından hiçbir şey kaybetmeyen bu büyük halk şairini anıp onun adına şenlikler düzenlememiz imkânsız değildir.


TOROSLAR’IN KOKUSU
Mustafa SAĞLAM

Çeşitli sebeplerle, ülkemizin büyük kısmını gezebildiğim kadarıyla gezdim. Bir Trakya bölgesine yolum düşmedi; orayı da bir gezip görmek istiyorum fırsat bulabilirsem. Duyarım ve hep hayalimde canlanır durur ufka kadar uzanıp giden sapsarı ayçiçeği tarlaları filan.
Kendi araba kullandığım seyahatlerde elden geldiğince yavaş gitmeye çalışırım. Bunu bir prensip edindim kendime. Doyasıya seyretmek isterim yol kenarındaki her dağı, her dereyi, her tepeyi. Ayrıntıları gözden kaçırmamaya çalışırım mümkün olduğunca. Canım istemese de her pınardan, her çeşmeden birer avuç içmeye çalışırım. Gördüğüm her farklı ağaca durup bakmak gelir içimden; hatta resimlerini çekip biriktirmek.
Demek istediğim rüzgâr gibi geçilerek yapılan yolculuklardan bir tat alamam. Bir gezi olarak saymam da onları. Urfa’da lahmacun yemeliyim, Konya’da etli ekmek. Yozgat’ta testi kebabı yemeliyim, Akdeniz sahillerinden geçerken lagos. Bence asıl böyle olmalı gezi.
Ve camı açıp kokusunu burnumda duymalıyım her şehrin, her köyün, her kasabanın. Bütünleşmeliyim oranın havasıyla, suyuyla, doğasıyla, insanlarıyla. “O da ne, her yerin ayrı bir kokusu mu olur” diyenler çıkabilir. Bilmem, belki de bana öyledir ya; benim için oluyor. Antep’ten geçerken baklava, Diyarbakır’dan geçerken kavun, Malatya’dan geçerken kayısı kokusu gelir burnuma. Diğer bölgelerde yolculuk yaparken de o bölgeye göre farklı farklı kokular duyarım hep. Her geziye çıkışımda yolculuk boyunca bu kokuları alırım. Buna iyice inandım artık.
Biri çıkıp “En güzel kokuyu nerde duydun” diye soracak olsa, “Toroslar’da” derim hiç tereddüt etmeden. Evet, Toroslar’ın kokusunun üstüne koku yoktur bence. Memleketin hiçbir yerinde buradaki kokunun bir benzerini daha aramayın, bulamazsınız. Her mevsimin ayrı, ama hep kendine has bir kokusu vardır Toroslar’ın engininin de, yükseğinin de. Toprağının bile öyle. Onun diğer yörelere olan bir üstünlüğüdür bu. “Toroslar’ın bu özelliği nerden kaynaklanıyor? Nasıl bir şey ise doğa kokusu denen o şey, her mevsim de olur muymuş canım” diyenler çıkabilir. Olur. Olur; çünkü her mevsim açılmış bir çiçeğe, bir güle rastlayabilirsiniz özellikle Toroslar’ın sahil taraflarında. Bu da başka bir ayrıcalığıdır bölgenin.
İlle de çiçeklerden mi olur koku, çiçeklerden başkasının olmaz mı? Evet, o da olur. Yaz kış sedirler, çamlar, ladinler, andızlar, ardıçlar, hep mis gibi kokular saçarlar çevreye. Hem de hepsi birbirinden güzel ve hepsi de hiçbir laboratuarda bir benzeri daha üretilemeyecek kokulardır onlar.
Dünyanın en fazla bitki türlerinin barındığı nadir memleketlerinden biridir şu bizim Kilikya Bölgesi. Çünkü yerkürenin hiçbir tarafında böyle, üç kıtanın ortası olup her üçünün de etkisinin görüldüğü ve aynı zamanda bir geçiş noktası olan, güneşi bu kadar parlak başka bir yer daha yoktur. Nasıl, yeryüzünün yaşama en elverişli iklimine ve bir o kadar da bitek topraklarına sahipse, o derece de bol canlı çeşidine sahiptir şu bizim Toroslar. Bu yüzdendir ki tarih boyunca ele geçirebilmek için uğruna ne savaşlar olmuş, nice insanlar ölmüş, nice ocaklar sönmüştür.
Ve yine bu yüzdendir ki burunlar, dünyanın en güzel kokularını duyar burada. Kardelenlerinden tut, kekiğinin bin bir türüne; yavşan otundan, lalesinden, sümbülünden, nergisinden, çiğdeminden tut, orkidenin bin bir çeşidine kadar... Adını bildiğimiz, bilmediğimiz veya adı henüz konmamış daha niceleri... Hiçbiri ötekine benzemeyen, ama hepsi birbirinden daha güzel kokular saçarlar çevreye hep. Renkler dersen yine öyle. Arılar, kelebekler bile şaşar hangisine konacağına.
Sanır mısınız ki sadece çeşme başında su dolduran Elifler, Emineler, Ayşeler, Züleyhalardır Karacaoğlan’ı bir âşık, Türk halkının en ünlü bir ozanı haline getiren? O, kaşları yay, kirpikleri ok gibi kızların yanında Toroslar’ın çiçeklerinin saçtığı kokulardı da aynı zamanda. Türkmen güzellerinden çok, o yayla çiçekleriydi Karacaoğlan’a aşk esinleyen. Koyu koyu akan o soğuk pınarlarıydı. Sabah yelleriydi tepelerden düzlere, düzlerden vadilere, vadilerden sahillere eserek kekik kokularını ta oralara kadar getirip, insanların içini, sebebini bilmedikleri bir mutlulukla dolduran.
Bir Karacaoğlan’ın değil, o yörenin bütün ozanlarının yazdığı şiirler, söylediği türküler, kızlar, gelinler üzerine olduğu kadar, Toroslar’ın doğası üzerinedir de. Kuşları, kurtları, keklikleri üzerinedir örneğin.
Demek istediğim, boşuna o dağlardan çıkmamıştır Karacaoğlan ve adı sanı bilinmeyen nice âşıklar. Kim ne derse desin, bir yerden sanatçı ve yaratıcı kişiler çıkaran o yerin doğasıdır asıl. O toprağın bereketi ve verimi gibi bir şeydir bu.
Ve biz, bu dağlardaki sayısız çiçek türünü ve ağaç çeşidini koruyabilmeliyiz ki dünya durdukça etrafa kokular saçılsın; arılar, kelebekler uçuşsun; çocuklarımız, torunlarımız şiirler yazsınlar, türküler söylesinler, âşık olsunlar. Özgür bir şekilde, doya doya yaşasınlar şu Toroslar’ı.

YAYLA GÜNLÜĞÜ
Celal Necati ÜÇYILDIZ

Yaşar Nabi’nin “ EDEBİYAT DÜNYASI”ndan üç makale okudum. Gözlerime bir ağırlık çöktü. Uyumuşum olduğum yerde. Bir köpek havlaması ile uyandım. Evin önündeki talvarın gözenekleri açılmış, ormana meşe dalı kesmeye gittim. Kavak yolu, dolana dolana gidiyor yukarılara doğru. Yarı yoldan, yarı patikadan yukarı kayalıkları aştım. Mut’un dağları görülüyor; Magaras, Kurbağı Dağı ve isimsiz birçok Toros uzantıları.
Dişbudak diplerinde yonca, gür ve alımlı. Daha keçiler geçmemiş buradan. Birkaç dal kesip aşağılara doğru kayarcasına iniyorum. Talvarın açık yerlerine getirdiğim kaba pelit dalını yerleştiriyorum.
Bu gün yayla pazarı. Yaylanın dört bir yanından köylüler geliyorlar. Senir, Nuru, Kürt (Pelitpınarı) Kayrak, Dedeler, Uşakpınarı, Işıklı, Yokuşbaşı, Geçirim, Çaltı, Bokluca, Cılbayır, Oğlan Sini, Kavak vb yerlerden eşeğine, katırına heybesini asan, sepetlere doldurduğu patlıcan, biber ve domateslerini getiriyorlar. Koştura koştura meydana geliyorlar. İyi yer kapacaklar. Ürünlerini indiren, eşeğini bağlamaya gidiyor. Sonra gelip getirdiği bezlerin üstüne tek tek diziyorlar. Üzümler takkara cinsinden. Ağızda yerken pat pat ediyor.
“150 kuruş, 100 kuruş, hadi gelin, gelin. Batakçının malları gidiyor. Patates, elma, domates, dere fasulyesi, Zeyne biberi, patlıcanı getirmişler. Çuvallarda mercimek, nohut var. Tası 2,5 lira. Az ilerde taze peynir var. 22 liraya satıyorlar. Arada yaylacılar geziniyor. Alışveriş yapıyorlar. Filesini dolduran evinin yolunu tutuyor. Saat 13.00 doğru cuma salası okunuyor; komşusuna, çocuğuna, eşine malını bırakıp camiye doğru gidiyorlar.
Ürün satışını bitiren, namazdan gelenler, kasaplara doğru yöneliyorlar. Keçi etleri ateşin üstünde kızarmaya başlamış. Yanına soğan, biber, domates alan oturuyor. Bir yandan yeniyor, bir yandan yenileri kesilip tahtada ezilmiş olarak ızgaralara yerleşiyor.
Bu pazar her hafta cuma günleri devam eder, eylül ortalarına kadar pazar kurulur. Üreticiler getirirler. Bir köyde olan, diğerinde olmaz. Onlar satarlar, kendi ihtiyaçlarını da alırlar akşam olunca evlerinin yolunu tutarlar. Domates satar, mercimek alır. Fasulye satar, üzüm alır, nohut alır. Bir kısmı basmacıya uğrar. Bir kısmı bakkala uğrar, şeker, çay, sigara alırlar. Bir kısmı ise malını satınca kahveye koşar. İki el domino oynar. Özellikle Işıklı, Akdereliler bir iki el kılıç çekerler. Bütün kahveleri Cılbayır köylüleri işletir. Onların ekip biçeceği fazla yerleri olmadığından bu işi kendilerine meslek edinmişlerdir.
Akşam olurken meydan boşalır. Köyün meydancısı önce sular, sonra süpürür arta kalanları. Bir hafta boyunca buralar yaylacılara kalır. Manavlar, bakkallar hem pazarcılara hem de bu yaylacılara hizmet ederler. Hem üretici köylülerden hem de yaylacılardan para kazanırlar. Yaylacılar, Taşucu, Silifke, ova köylerinden, emekliler, öğretmenler, üç ay boyunca serin yerlerde kalırlar.
Mustul Usta ( Topal Mustul) var. Yemeni dikiyor. Halk oyunları oyuncuları için kırmızı edik, erkeklere yemeni dikiyor. Bir de derinin tersinden yapılan beyaz yemeniler var. Onları köylerden gelip alıyorlar. Birkaç tane de körüklü çizme yapılmış. Atı olan birkaç kişi sipariş vermişler. Yemeniler 75 lira, çizmeler 150–200 lira arasında. Körüklü çizmeler ise 250 lira.
Yedi kahve kurulmuş. Bir ikisi memurların, diğerleri meydanın kenarlarında dağılmış durumda. Bir tanesi de kulüp olarak yapılmış. Oranın müşterileri daha değişik. Burada yemek, kumar vb eğlenceler var. Diğer kahvelerde çay, kahve. Birkaç masa da kâğıt oyunları, tavla, domino taşları var. Birinde nargile keyfi yapanlar bulunuyor. Yaşlılar bu kahveye takılıyorlar.
Berberlerin dört dükkânı var. Genellikle üç gün müşterileri yoğun. Cuma günü köylüler, cumartesi, pazar günleri yaylacılar geliyorlar. Diğer günler kahvelerde oturup pinaki oynuyorlar.
Birkaç tane de terzi var. Tüccar terzilerde kumaşlar var. Beğendiklerini kesip biçip dikiyorlar. Bir kaçı ise başka yerden aldığın kumaşları dikiyor. Semerciler var, üç tane. Hayvanlara semer, kolan, yular yapıyorlar. Arka kısımda kalaycılar var. Bakır kaplar var. Getirilen bakır kapları kalaylıyorlar. Dükkânlarının bir ucunda ise alüminyum, çinkodan yapılmış mutfak eşyaları satıyorlar.
İki tane de fırın var. 1000–1500 arasında ekmek satıyorlar. Esmer ekmek, beyaz ekmek, tava ekmekler.
Altı adet kasap dükkânı var. Sabah erken kalkıp keçileri, koyunları kesip temizleyip küçülterek askıya asıyorlar. Sabah kalkıp gelip pirzola yiyenler, evlerine çiğ et alanlar. Öğleden sonra tavalar hazırlanır, fırınlarda pişirilerek yenir. Fırıncılar pişirme parası almazlar. “Ekmek alandan bir de fırın parası mı alınır” diyorlar.
Gün ikindi olduğunda yayla üzerine gölgeler gelmeye başlar. İşte o zaman kadınlar, kızlar yol boyuna gezmeye çıkarlar. Yorulanlar kaya başlarında mola verip aşağıları seyrederler. Kimileri dereye doğru giderler. Dere boyunca böğürtlenler yiyip dereden akan suların şırıltısını dinlerler. Kavaklar rüzgâr estikçe sesler çıkarır, kayalara çarpıp gelince bir senfoni olur. Bir şarkı olur. İşte böyle bir yayla günlüğü çıkar ortaya.


KIZGIN TAŞ
Yahya BULUT

Gülnar’a giderdik ortaokul için. O yıl üç kişiydik ilçeye giden. Karneler dağıtılmış, yaz tatili başlamıştı. Kitaplarımız tahta bavulda, yatağımız sırtımızda dönmüştük köyümüz Taşoluk’a. Kent yaşamı bir süreliğine geride kalmıştı. Köy çocuğu olmuştuk yeniden. Davar güdecek, ekin derecek, deste taşıyacak, düven sürecektik. Bizden sonrakileri özendirmek için, sürekli kent yaşamının güzelliklerinden, sinemadan, kızlardan söz ederdik. Okulda öğrendiklerimizi anlatırdık bilgiççe onlara, bazen de hava atardık köyde kalan arkadaşlarımıza. Bu yüzden ortaokul çağına gelenler, peşimizi bırakmaz, bize devamlı sorular sorarlardı.
Bir akşam yemeğinden sonra, zifiri karanlıkta, elimizde yanan çıralarla toplandık köyodasının yanında. “ Kızgın Taş” oynayalım, dedik ve odanın hemen üst kısmındaki taşlı badem tarlasına koştuk. Ağıllardan, duvarlardan bulup getirdiğimiz çalıları ateşe verdik. Çatırtılar arasında kızıl alevler, yükseliyordu göğe doğru.
Biz üç ortaokullu bir grup oluşturduk, diğer üç kişi de bir başka grup. Bir iki de seyircimiz vardı. Onlar kontrol edecekti bulup getirdiğimiz sıcak taşı. Beşi bulan kazanacak, beraberlik olursa, bir el daha oynanacaktı. Ceza olarak da oyunu kaybeden grup, Kazım Ağa’nın Cevizarası’ndaki tarlasından karpuz çalıp gelecek, beraber yiyecektik. Yumruk büyüklüğünde üç taş alıp attık ateşe. Ebe olan kişinin, ocaktan sopayla çıkaracağı kızgın taşı atarken eli yanmasın diye ben hemen gidip evimizin önündeki kıl çul parçasını alıp geldim. Taş atmaya onlar başlayacaktı. Tarlada yerimizi aldık. Diğer gruptan bir kişi de aramızdaydı. Her kızgın taş bir kişiden tarafa atılacak. Oyuncu da bu kızgın taş bulacak. Bu arada karşı gruptaki kişi, kızgın taşı bulursa, onların grubu bir sayı almış olacak.
Taşlar atıldı. Başladık aramaya. Elimizle yerdeki taşları yoklayacağız ve kızgın taşı bulacağız. Taşlı badem tarlasında neler yoktu ki! Tavuk pisliğinden tutun da çocuk pisliğine kadar her şey vardı. Karanlıkta, hayvan pisliğine dokunmaktan başka, yılan çıyan da olabilirdi. Hiçbir şey olmazsa, ele diken batardı. Ben, elimle değil de çıplak ayakla aramaya başladım taşı. Arkadaşım, “Buldum” diyerek taşı ateşin yanına bıraktı. Kontrol yapıldı. Sıra şimdi diğer iki taşı bulmaktaydı. Ayağımla yoklayıp duruyordum, ben de buldum. Götürüp bıraktım taşı. “Tamam” dedi kontrolcü. Diğer arkadaşımız aramaya devam ediyordu. Bir süre sonra o da buldu. Biz öne geçtik. Gururluyduk ve diğerlerine de hava atıyorduk.
Sıra bize geçti. Taşları attık ocağa. Diğer gruptakiler yerlerini aldı. Bizden bir kişi de ortalarında. Fırlattım teker teker kızgın taşları. Bizim arkadaş bulsa diye dua edip duruyordum. Ama olmadı onlar topladı taşları. Şimdi durum berabere.
“Dikkatli olmazsak ve bir şeyler yapmazsak, şu mekteplilere yenileceğiz,” diyordu diğer grubun en büyüğü. Aralarında alçak sesle konuştular ardından bir fıkırdaşma oldu
Taşlar yeniden atıldı ocağa. Bizler yerimizi aldık. Onlardan bir kişi ortada. Ben yine ayağımla taşlara basıp duruyorum. Bir sağ bir sol derken pisliğe bastım, hem de kocaman bir sığır bokuna. Ayağımı temizlemek için bir taş ararken kızgın taş elime geçti. Buldum, dedim öfke ve sevinç karışımı bir ses tonuyla. Gidip ateşin başına taşı bıraktım ve ocağın aydınlığında ayağımı temizlemeye başladım. Elimde bir kazık, parmaklarımın arasındaki gübreyi çıkarırken, diğerleri benimle alay ediyordu. Çok geçmedi, onların adamı buldu taşı.
Yerlerini aldılar. Ben ayağımı temizlemeye devam ediyordum. Bizden biri attı taşları. Heyecanlıydık. Yıkılmamamız gerekirdi. Ne de olsa şehirli sayılırdık, okumuştuk ve diğerlerinden daha bilgiliydik. Okumuş adam yıkılır mıydı hiç? Hâl böyleyken buldular taşları.
Bazen seyirciler bazen diğer gruptakiler çalı, ağaç dalı, komşudan aşırdıkları odunlarla ölçeriyorlardı ateşi. Bir an geliyor bir cayırtı koparıyordu ateş. Badem ağacının dalları da karışıyordu yerdeki yanan dallara.
Aldık yerlerimizi. Fırlatıldı taşlar. Aramaya koyulduk. “Buldum,” dedi bizlerden biri ve koştu ocak başına. Elime diken de batsa, ayağıma pislik de bulaşsa bulmalıydım üçüncü taşı. Bir yandan ayağımla diğer yandan elimle ararken, karşı taraftaki çocuk, “Buldum” dedi. Fena bozulmuştum ama yapacak bir şey yoktu.
Ayın şavkı vurmaya başladı ağaçların üstüne. Ateşi de ölçerdiler. Ocaktan kızgın taşı aldım ve fırlattım var gücümle. Taşla birlikte çul parçası da uçtu havada. Ben diğer taşı sopayla ocaktan çıkarırken, birisi getiriverdi parçak çulu. İkincisini de uzağa attım. Üçüncüsünü de aynı şekilde. Uzun bir aramadan sonra buldular taşın ikisini. Son taşı bizimki buldu.
Yüreklenmeye başlamıştık ve kararlıydık bu eli kazanmaya. Geçtik yerlerimize. Taşlar atıldı. Biri hemen benim önüme düştü. Buldum ve götürüp bıraktım ateşin yanına. Ha gayret, diyerek yüreklendiriyordum arkadaşlarımı. “Buldum,” dedi onların adamı. Taşı getirdi, kontrol edildi; taş sıcaktı. Gülüyorlar, bizimle dalga geçiyorlardı. Taş fırlatma sırası onlarda olunca, her seferinde nasıl oluyordu da taşı hep onların adamı buluyordu? Bu soru kafamı iyice kurcalamıştı ama çözüm üretemiyordum.
Yıkılmıştık; şimdi karpuz çalmaya gidecektik. Diğer grubun lideri havasında olanı, “Vakit çok geçti. Siz karpuzu getirinceye kadar horoz öter. En iyisi yarın akşam erkenden alıp gelin karpuzları” dedi. Diğerleri de onayladı onun sözünü. “ Ha!” dedi reisleri “Sakın yakalanmayın. Sonra köyün okumuşları karpuz çalarken yakalanmış derler ve köye rezil olursunuz.” Ardından da bastı kahkahayı.
Onlar bizimle dalga geçerken biz de için için eriyorduk hırsımızdan. Bu arada reis konumundaki çocuk, demez mi bir de “ Şu okumuşlar çakmadılar bile yaptığımız numarayı. Kızgın taşlardan birini hep bizim adamın sağına attık, üçüncü taş ise kızgın değildi!” diye. Gülüşmeler yankılandı badem ağaçlarının dalları arasında.
Hilebazlar, sizi! Biz de yarın karpuza gitmiyoruz, öyleyse, dedim. “Cıllıma, cıllıma” dediler ve hep birden başladılar bağırmaya:

Cıllıdı, cıllıdı cıvara,
Götünü de vurdu duvara.
Cıllıdı, cıllıdı cıvara,
Götünü de vurdu duvara…


KÖYÜN NAMUSU
Mehmet Babacan

Mahallenin, öykülere konu namusu gibi, köyün de namusu vardır. Onu da kurtarmaya kalkanlar olur bazen. Hem köyün namusu daha da netamelidir. Mahalledeki gibi yaygara edilmez; fısıltı halinde, kaşla göz arasında temizleniverir. Çevre uygun, inat kavidir.
D. Köyünün namusu, Eşşe kadının evine odaklanmıştı. Orada kirlendiğine inanıldığı için, temizliğin de orada yapılması gerekiyordu.
Eşşe kadın çoktan beri duldu. Yaşam sorunlarıyla mücadeleyi bir başına sürdürmüştü hep. Belki de o yüzdendi, böyle kavgacı, küfürbaz, geçimsiz biri oluşu.
Gerçi komşuları, “Kocası, çenesi yüzünden katı gitti” dediklerine göre, marazın kökü derinlerde olmalıydı.
Kim ne derse desin, muhtaç değildi Eşşe kadın. Bileğinin hakkıyla yapmıştı yerini. Bir süt ineği, at gibi bir erkek eşeği ve geçimine yetecek kadar verimli bağı, bahçesi vardı.
Kızı Tenzile ise bataklıkta açan nilüfer çiçeği gibi serpiliyordu. Gün oldu; talep geldi, evlendirdi kızını. Kız çok güzel olduğu halde “Anasına bak kızı al” özdeyişinden midir nedir, kendi köyünden çıkmadı kısmeti. Damat, ayrı köyden bir kamyon şoförüydü. Hakkında fazla bilgi yoktu. Uyandırdığı ilk izlenim de iç açıcı değildi. Nitekim bir yıl geçmeden kucağında bir bebekle döndü geldi, Tenzile gelin… “Kader” dedi komşular. “İnsanın bahtı güzel olmalı” dedi, kimileri içini çekerek.
Ama Tenzile gelin, komşular kadar üzülmüyor gibiydi. Gözleri, radar projektörü gibi tarıyordu çevreyi. “Allahım günah yazma” derken “İster yaz, ister yazma” diyecek gibi bir hali vardı.
Köyün orta yerinde ama yol üstündeydi evleri. Tek katlı, küçücük evin bitişiğinde ineğin ve eşeğin ahırı vardı.
Eşşe kadın, hayvanlarla, bağ-bahçeyle uğraşırken, Tenzile gelin evden pek çıkmazdı. Bir yandan bebeğine bakıyor diğer yandan gittikçe sıklaşan misafirleriyle ilgileniyordu. Nerden geldiği, kim olduğu bilinmeyen şoförler mantar gibi bitiyordu. Bazen birkaç kamyonun çakıştığı, park yerinde sıkıştığı görülebiliyordu.
Köyün namusu, hızla karıncalanıyor gibiydi. Bazı gençlerin solukları, burunlarını zorlamaya başlamıştı. Bir yerde fazla oturamayışları, anlamlı anlamlı bakışmaları, sinirli sinirli fısıldaşmaları bir şeylere gebe gibiydi.
Bu durum, öğretmenin gözünden kaçmıyordu ama farkında değilmişçesine davranıyordu. Oysa gençlerle ilişkisi iyiydi. Onu severlerdi. Bir sorunları olduğunda paylaşmaktan çekinmezlerdi. O yüzden aile sorunlarının arasına bile girer gençleri anlamanın önemini, tol ve yöntemlerini bıkmadan anlatırdı. Yarı şaka yarı ciddi “Arabuluculuk da bir tür eğitim hizmetidir” derdi.
Ama bu kez bir şeyler gizleniyor gibiydi. Resul niye gözlerini kaçırıyordu? Kara Mehmet’in laf değiştirme çabası acemiceydi… Hüseyin ile Ahmet’in dudakları niye çatladı?
Öğretmenin beynine bıçak gibi bir kuşku saplanmıştı. Bu davranışlar, şu kadının yüzünden miydi acaba? Kadını dövmeyi ya da eskilerden duyduklarına özenip dağa kaldırmayı filan düşünüyor olmasınlar?
Ne yaparlarsa yapsınlar, başlarının belaya gireceği kesindi. Ama çocuk değildi ki bunlar. Evli barklı, çoluk çocuk sahibi insanlardı. Üstelik köyde saygınlıkları da vardı. Kendilerini namus bekçisi saymaları o yüzdendi belki.
Kafalar tokuşurcasına fısışdaşırken yakaladı, öğretmen. “Halt etmeyin, söyleyin aklınızdakini. Elimden kurtulamazsınız” diye dayattı. Ne kadar “ık”, “cık” ettilerse de kurtulamadılar, ağızlarından baklayı çıkardık. Eşşe kadının evine, hem de misafir varken, dinamit atacaklarmış.
Dili damağı kuruma sırası öğretmene gelmişti. Nerden başlamalı, bu korkunç niyeti nasıl önlemeliydi? “Gelin sizinle bir çay içelim” diyerek eve götürdü. “Yerin kulağı vardır” derler ya. Bir başkası yapar, bunların üstüne kalabilirdi. Öyle tehlikeli bir durumdu ki öğretmen de suç ortağı durumuna düşebilirdi. Sorunu tereyağından kıl çeker gibi çözmek gerekiyordu.
İştahsızca çaylar yudumlanırken ağır ağır söze girdi öğretmen. “Arkadaşlar bu kadına köyümüzün onurunu lekeledi diye mi kızıyorsunuz?” Başlar, evet anlamında sallandı. Söz söylemek isteyene fırsat vermedi. “Kızmakta yerden göğe kadar haklısınız Ama kime kızacaksınız? Kimi cezalandıracaksınız?” Konuşmak isteyeni yine susturdu. Tartışma ortamı yaratmadan beyinlerini etkilemeliydi. “Bir inekle danası var, onları mı? Yoksa eşeği mi? Tavuklar da var. Sizinle dalga geçmiyorum, çok ciddi soruyorum.” Çehreler, renkten renge geçerken devam etti: “ Anladık. Tenzile gelin suçlu. Engel olamadığı için anası da suçlu. Peki henüz bir yaşını bile doldurmamış bebeği de mi cezalandıracaksınız? Sizin de çocuklarınız var. Onların yanı başında bir dinamitin patlayışını hayal etmenizi istiyorum.”
“Ne yapalım öyleyse?” diye dördü birden bağırdı…
“Düşündüğünüz şeyin korkunçluğunu kavrayabildiyseniz, başka yöntemler bulabiliriz; sizi de amaca ulaştırır.”
Koyu bir suskunluk yaşandı. Bu, yeni bir duruma hazır olduklarının işaretiydi.
“Arkadaşlar” dedi öğretmen “Sizin başınızı belaya sokmadan bu kadın göçüp giderse, bu sıkıntıdan kurtulmaz mısınız?”
“Kurtuluruz. Cehennemin dibine gitsin. Yeter ki gözümüz görmesin.”
Öğretmenin kafasında bir plan vardı aslında. Planın özü protestoya dayanıyordu. Öyle bir eylem konmalıydı ki kimsenin burnu kanamasın, kadın da göçüp gitmek zorunda kaslındı. İkna edici bir ses tonuyla bir bir planı anlattı. Sessizlik ve yüzlerdeki gülümseme, ikna olduklarını gösteriyordu.
Son uyarıyı da yaptı öğretmen: “ Şimdi dağılın. Kimse duymasın. Normal şekilde işinize gücünüze bakın. Gece herkes yattıktan sonra Gök Hıdır’ın evinin önünde toplanın.”
Sessizce dağıldılar.
Saat 24.00 civarında tek tek geldiler kavil yerine. Eşşe kadınların uyuyup uyumadıklarını bir kez daha kontrol edip geldi Ahmet.
Yapacakları iş belliydi. En küçük ayrıntısına kadar konuşulmuştu. Eşşe kadının eşeği getirilip Hıdır’ın damına çıkarılıverecekti. Gök Hıdır kasabada oturduğu için ev boştu. Üstelik iki katlı yüksek bina, köyün her yerinden görülebilecek bir noktadaydı. Köye bir heykel dikmek istense, orası seçilirdi mutlaka. Toprak damdaki otlar, rüzgârla savrulup duruyordu. Eşeğe ziyafet diye gülüştüler.
Eşeğin dama çıkarılması, sanılandan daha kolay olmuştu.. Karnının ön ve arkasından geçirilen iplerle bir çırpıda çıkarmışlardı dama. Hayvan hiç de yadırgamadı, hemen otları yemeye başladı. Otlar da iştah açıcıydı doğrusu…
Ellerini üst üste koyarak birbirlerine söz verdiler. Ne pahasına olursa olsun, kıyamet de kopsa, sır vermeyeceklerdi. Ayaklarının ucuna basarak dağıldılar. Belli ki uyku tutmayacaktı ama ortalıkta görünmemek gerekiyordu.

***
Köylü erken uyanır. Umursamazlar bile, Eşşe kadının narası uyandırırdı zaten.
İneği sağmaya gidince fark etmiş eşeğin yokluğunu. Önce boşanmış sanıp çevreye bakınmış. Göremeyince komşulara sormuş. Nafile… O arada bir çocuk, “ Eşek dama çıkmış, eşek dama çıkmış” diye bağırınca gözler Gök Hıdır’ın damına çevrilmiş. Eşek keyfince yayılıyor… İşte o zaman atmış sigortası Eşşe kadının… Aman Allahım, o nasıl ses, o nasıl küfür, o ne ayıp sözler… Tüm köylü, eli belinde seyirci. İş güç de ne? Kim kaçırır bu manzarayı… Koşa koşa gitti Eşşe kadın; hışımla çıktı dama ve iteleyiverdi eşeği aşağıya. Zemin toprak ve otlu olduğu için mi ne bir şey olmadı. Bindi üstüne, meydan okurcasına savuruyor küfürleri. Bunu yapanların yedi sülalesine, icat edilmiş tüm küfürleri paylaştırırken yeni buluşlarını da sıralıyordu bir bir.
Tenzile gelinden hiç ses çıkmıyor. Çıksa ne olacak ki, anasının yaldızlı üretimi yanında hiç kalır. Öğleye kadar sürdü küfür konseri.
Eğer küfür ozon tabakasını etkiliyorsa, kesinlikle o gün delinmiştir.
Köy halkından hiç kimse yanıt vermedi, tartışmaya girmedi. Yapılan protesto eylemine topyekûn katılımdı bu. Hani bazı direnişlerde elebaşını vermemek için, herkes “Ben yaptım” der ya.
Öğle sonu bir otobüse bindi gitti Eşşe kadın. Gidişi hakkında tahminler yürütüldü. Bazı hasımlarını şikâyete gitmiş olabileceği söylendi çokça.
Merak bitmiyordu. Acaba sonuç ne olacaktı? İlginç bir eylemdi çünkü. Belki de bugün doğmuş çocuğa ileride “Eşeğin dama çıktığı yıl doğdu” diyeceklerdi. Farkında olmadan gözler yola doğru kayıyordu. Dinlenme bahanesiyle elini beline koyan, ta uzaklara bir göz atıyordu.
Akşamüstü göründü Eşşe kadın. Bir kamyonla gelmişti… Damatlardan biriydi belki. Kısa sürede evi yüklediler. Köylü de yardımcı oldu. Çünkü bir an önce gitsin istiyorlardı.
Eşşe kadınsa, onca pervasızlığa karşın bir gece daha kalmayı göze alamamıştı belki…



ÖYKÜ BEKTAŞ AĞA
Mustafa B. Yalçıner

Çam ormanında, kara bir yılan gibi kıvrılan ve yer yer kavlamış dar asfalt yolda ilerleyen araba, düzlüğe varınca, toprak yola saptı. Büyük bir toz bulutu yükseldi aniden. Karşıda göz alabildiğine uzanan vadide, bozulan bahçelerde yığılan otlar yakılıyor ve havaya koyu dumanlar savruluyordu.
“İyi ki bu yoldan geldim. Dudu Halam ve Bektaş Eniştem ne kadar sevinecek beni görünce,” dedi sürücü. Eniştesinin ünlü sorusunu anımsayınca da kıs kıs güldü.
Bektaş, yazı genellikle yaylada geçir, sahilde kalanlara “Yay çakalı,” derdi. Rakıyı da çok severdi ama yaylada onu her zaman bulamazdı. Yanına gelenlerden en çok beklediği, bir şişe içkiydi. Gelenin rakı getirip getirmediğini öğrenmek için de hep şu soruyu sorardı: “Duydum ki içkiyi bırakmışsın. De bakalım doğru mu?” Ardından gözlerini açar, sabırsızlıkla beklerdi yanıtı. Rakı gelmişse, o gür sesiyle eşine ” Dudu, misafirimiz gelmiş, ben bir horoz keseyim,” derdi ve hemen koşardı kümese. Her misafire horoz kesmezdi Bektaş ama kesince de mutlaka rakı içilirdi. Dudu da bunu bildiği için başlardı söylenmeye: “ Anlamadım sanma, sakın. Zıkkımın kökünü iç, emi.”
Araba dereye varınca yavaşladı. “Pırrr!” diyerek bir keklik sürüsü havalandı çalıların arasından. Saçları kırarmış sürücü, suyu geçince arabayı yol kenarında park etti, camları açtı ve indi. Gerindi, tertemiz yayla havasını doldurdu içine. Ardından gidip elini yüzünü yıkadı, kenarı yarpuzlu derede. Bir söğüdün gölgesine oturdu; bir de sigara yaktı. “ İyi ettim bu yoldan geçmekle. Enişteyle bir tek atar, akşama da inerim sahile. Bir bekleyenim mi var sanki? Uzun zamandır pekmez tavasına ayva da atıp yemedim. O cevizli akideyi de sıcak bazlamaya sürüp yemeyeli yıllar oldu. En son yediğimde de, tahta kaşığın sapı elimde kalmıştı,” dedi. Mutluluktan uçuyordu adeta. Sonsuz bir özgürlüğün içine düşmüş gibi hisseti kendini. Güneş gittikçe yükseliyordu. Kalktı, sigarasını ayakkabısının ucuyla ezerek söndürdü ve bindi arabasına. Camları kapadı, klimayı çalıştırdı. Tozlu yolda ilerledi bir süre, Önü talvarlı, toprak damlı bir taş evin arkasında durdu. Yaşlıca bir kadın, eli alnında, bakıyordu gelene. Birden bir sevinç çığlığı attı:
- Celilim benim! Hoş gelmişsin. Halan sana kurban olsun, kuzucuğum!
Sarıldılar. Celil elini öptü halasının.
- Hala, sizlere bir şey alamadım. Kusura bakmayın olur mu? Son anda fikir değiştirip de saptım bu yola.
- Sen geldin ya o bize yeter, ağamın biricik hediyesi.
- Sana söz veriyorum, Hala. Önümüzdeki sefer elim boş gelmeyeceğim.
- Boş ver. Git işine, koca adam.
- Eniştem nerde?
- Komşuların yanında. Aşağıda pekmez kaynatıyorlar; Bizimki az önce bitti. Onlara yardım ediyor şimdi de.
Celil, bahçedeki ayva ağacına baktı. Sararmaya başlamıştı meyveleri. Gidip birini kopardı ve gömleğine sile sile vardı eniştesinin yanına.
- Kolay gelsin, Ağalar!
- Vay benim aslanım, Celilim! Hoş geldin.
Sarılıp öpüştüler. Eniştesi, orta boylu, tıknaz, çekik gözlüydü. Kareli bir oduncu gömleği ile dökümlü bir şalvarı vardı üzerinde. Elini Celil’in omzuna attı ve sordu:
- Nasılsın, koçum?
- Sağ ol, Enişte. İyim, sen nasılsın?
- İyi diyelim de iyi olsun.
Koca ağızlı tavadan pekmez kokusu saçılıyordu etrafa. Pekmezi savuran adam başını çevirdi. “ Hoş gelmişsin, Celil,” dedikten sonra devam etti işine.
- Sağ ol, Bekir Ağa. Şu ayvayı atar mısın tavaya?
Bekir Ağa aldı ayvayı, bırakıverdi kaynamakta olan pekmezin içine. Ayva bir döndü, bir daha döndü ve kayboldu. Az sonra yüzmeye başladı yeniden siyah tatlı sıvıda.
Celil sigara sundu oradakilere. Eniştesi, “ Şehirli sigarası öksürtür mü acaba,” diyerek aldı. Sigarayı yaktı ve derin bir nefes aldıktan sonra Celil’e döndü:
- Celil, duydum ki rakıyı bırakmışsın. De bakalım doğru mu?
-Yok, be Enişte. Ben, bırakacağım da o beni bırakmıyor.
Eniştesi, sigarası dişleri arasında, tebessüm ederken, ellerini ovuşturuyordu, neşe içinde. Celil de eniştesini izliyordu parıldayan gözlerle.
- Bekir, misafirim geldi. Biz gidelim. Zaten yapacak bir iş de kalmadı. Gerekirse seslenirsin.
Bekir Ağa haşlanmış ayvayı bir tasa koydu ve uzattı Celil’e.
- Tamam. Haydi, siz işinize bakın.
Celil ile eniştesi tırmanışa geçtiler eve doğru. Yaklaşırken, Bektaş seslendi karısına:
- Dudu, biricik yeğenimiz gelmiş. Şu horozu kesivereyim ben.
- Rakının kokusunu aldın değil mi? Zıkkımın kökünü içesice. Doymadın yıllardır şu lanete!
Bir yandan Celil öbür yandan eniştesi, kovalıyorlardı horozu. En sonunda yakaladılar ama kan ter içinde kalmışlardı.
Dudu yazmasını çözdü ve saçını içine iyice topladıktan sonra yeniden bağladı. Talvarda, çulun üzerine iteğiyi serdi ve başladı hamur yoğurmaya. İşini bitirince, ocaklığa, bir üçgen oluşturacak şekilde, üç taş koydu ve ortasına odunları yerleştirerek ateş yaktı, üzerine de sacı oturttu. Başladı ekmek atmaya. On ya da on beş kadar yufka ekmekten sonra da bazlama yaptı birkaç tane. Sacı indirdi ocaktan. Yerine içinde kocasının temizleyip getirdiği horozu koyduğu tencereyi yerleştirdi. Ona, horozu kaplayacak kadar, su döktü ve kapattı kapağını.
Celil, arabadaki buzluktan bir şişe rakı çıkarıp getirdi. Eniştesi de bardakları çalkaladı ve şişeyi eline almıştı ki karısı bağırdı:
- Patlama! Daha yemek hazır değil. Hemen çökme sofraya. Git, bahçeden nane, maydanoz, domates ve salatalık al gel. Gelirken de asmadan birkaç salkım üzüm koparmayı unutma.
Celil de gitti eniştesiyle. Bektaş bahçeye girerken, Celil dere kenarındaki ceviz ağacına yöneldi. Meyvesinin ağırlığından yerde sürünüyordu dalları. Bir avuç kadar ceviz topladı, doldurdu ceplerine. Dudu, kocasının getirdiklerini yıkayıp salata yaparken, yeğeni geldi. Celil cevizin birini oyup temizledi ve ağzına attı. Yemek de hazırdı. Yer sofrasına oturdular. Bardaklara rakı koydu Bektaş, Celil de su ekledi.
Bu sırada, Celil’in cep telefonu çaldı. “ Hayır. Henüz varmadım. Şimdi yaylada, halamın yanındayım. Akşama inerim İskele’ye. Tamam! Varınca ararım seni. Olur. Selamını söylerim. Hoşça kal.”
“ Şu işe bak, be!” dedi Bektaş ve ekledi “ Biz, daha telefon direklerini bile diktiremedik. İskele’de önemli bir olay olsa, haber vermek için bir araba yollarlar. Onun için ne zaman bir araba sapsa bu tarafa, hayırdır, inşallah, deriz!”
- Anlat bakalım, Koçum. Çor çocuk nasıl, ne yapıyorlar? Gelin neden gelmedi?
- İyiler, be Hala. Ne yapsınlar? Oğlan okulu bitirdi, işe bile girdi. Kız üniversite sonda. Hanım da onlara bakıyor. Bense, emekli oldum. Evvelki yıl, Çökelekçilerden bir yer almıştım. Şimdi oraya bir ev yaptırmaya gidiyorum. Seneye kız okulu bitirirse, hanım da emekli olacak, inşallah. Bundan sonra biz de burada yaşayacağız. İşte böyle, be, Hala.
- Hayırlısı olsun! İyi olur inşallah, yavrucuğum.
Rakı bardakları boşalmak üzereyken, bir araba saptı tozlu yola. Bektaş telaşlanmaya başladı ve “ Hayırdır, inşallah,” dedi yanındakilere.
Çok sürmedi arabanın gelmesi. Sarı bir Murat arabaydı gelen. Evin arkasında durdu. Şoförü seslendi:
- Bektaş Emmi! Az gelir misin?
“ Kötü bir şey yoktur, inşallah,” diyerek, telaşla kalktı sofradan. Varıp elini sıktı gelenin. Onlar konuşurken, Dudu ağzı beyaz bezle örtülü büyük bir tas koydu sofraya. Bezi çözdü. Simsiyah akideydi tasta duran. Kadın gidip tabak ve birkaç ceviz getirdi. Celil cevizi oyarken, eniştesi geldi. Dolu doluydu gözleri. Yaşlar irileşmiş, yuvarlanmak üzereydi. “ Kardeşim Yaşar var ya? Ölmüş bugün. İkindi namazından sonra defnedilecekmiş, taksi de beni almaya gelmiş,” diyebildi. Celil dışarı çıktı ve sürücüye “ Sağ ol, kardeşim. Sen dön. Biz hemen yola çıkarız,” dedi.
- Nasıl olmuş, Bektaş? Anlatsana.
- Bilmiyorum, be Dudu. Şoför de pek bir şey bilmiyor.
Celil, akideye doladığı parmağını yaladı. Ayvasını da alarak yürüdü arabaya doğru. Bektaş, sofradaki nane ve maydanozları avuçlayıp cebine koydu. Geçirdi yemenisini ayağına ve bindi arabaya. Celil çalıştırdı motoru. Az ilerideki geniş yerden döndü. Toz bulutu içinde kayboldu araba, halanın gözünden. Yarım saat sonra inmişlerdi sahile. Mezarlık kalabalıktı. Arabayı bir çamın dibine bıraktı Celil. Eniştesi köprünün altına yöneldi. Celil de onu izledi. Aptes almaya başladı Bektaş. Celil tedirgindi.
- Enişte! Biz rakı içtik. Bu şekilde namaz kılmak, günah olmaz mı?
- Aptesini al. Sonra da at ağzına nane ile maydanozu. Ne kadar şey ki içtiğimiz? Beni iyi dinle koca adam, bu durumda namaz kılarsak, sadece yukarıdakini, kılmazsak da koca bir cemaati kızdırırız. Haydi, al aptesini.
Celil ile eniştesi, ağızlarında nane ile maydanoz, hızlı adımlarla ilerlediler cemaate katılmak için...

TEK RENK, TEK BİÇİM = KİMLİK YİTİMİ
(GERÇEMEK DERGİSİ ÜZERİNE)
OSMAN BOLULU

Bir dergi çıktı posta kutumdan, kapağı çiçekli, içinizi bahar kokusuyla esenliyor: GERÇEMEK. ‘Gerçek emek’ demek mi istiyorlar? Soluk almadan, baştan sona okudum yazılarını. Aydıncık dolaylarının çiçeği imiş GERÇEMEK. Kız oğlan kız. Gelinin duvağı sanki, damatlık düşletiyor, içinizi açıyor. Üstelik sözlüğüme, bir sözcük ekledi. Oralıymışımcasına, Aydıncık’ın güzelim coğrafyasına konuk etti beni. Ankara bozkırında, Akdeniz’e sokulmuş adacığın hoş havasını yaşamak, ne güzel!
Yalnız adını çevresinden almasından mı bu derginin sevimliliği, güzelliği? Hayır. Toprağının türküsünü söylüyor, rengini koruyor. Ölçünlü dili ıskalamadan, yerel dilin içtenliği, sıcaklığıyla çevresinin kültürüne odaklanmış. Ulusal bütün içindeki yerel varlığı üstünden ulusal bütüne eklemlenen anlatım, biçem var bütün yazılarında. Kimliğine sahip çıkma bilincinde, yerel değer, birikim ve güzellikle; atlasımızın çözülen ilmiklerini onarıyor. Tekten bütüne dokumuzu korumaya çağırıyor bizi.
Gerçemek’in 4. sayısını dün ( 09. 08. 2007) dün okudum. Yunus’ça tutumunu sürdürüyor. Yunus’un çıplak, doğal anlatımının duruluğunda. “Yunus’ça” sözcüğüyle demek istediğim ne? Yunus’un dili, ana sütümüz gibidir, doğaldır. Doğalın, süse, abartıya ihtiyacı yoktur: Anadan üryan sevişmeler gibidir, doğal anlatımla, birebir kendisini söylemek, bireyin üstünden insanlık bütününe doğru yola çıkmaktır.
GERÇEMEK’in güzelliğiyle kanatlanır, umutlarım tazelenirken, içimde bir acı depreşti: Geçende köyüme gittim (17.05.2007). Bizim Belediye, anayolunu, Amasya Belediyesi’nin atıntılarıyla ikiye bölmüş, yan sokak ağızları kapanmış, dün karşı karşıya olan komşular, birbirine geçemiyor. Amasya’da kayalardan atlayan yapay bir şelale var. Köyün üstündeki kayalıklara pompalamalarla su taşıyarak, bunlar da yapay bir şelale kondurmuşlar. Sözüm ona, il merkezine benzemiş bizim köy. Yığınla sorunu çözüm bekleyen Akınoğlu’nda bu yapay girişim, boş bir özentiden başka nedir?
Avrupa ülkelerindeki anayolların, yapıların benzerleri Afrika ülkelerinde de var: Özdeksel donanımla Afrikalı, Avrupalı mı oluyor?
Bize Tanzimat Kafasına benzer bir anlayış egemen: Dışalımlı düşüncenin mikrobu, ulusların kültürlerin kanına girdi. İnsanlığın bir kesimi özdeksele, günlük yaşamın kolaylığında (konforunda) sürüklenip gidiyor, kendisiz: tinseli yok, ulusal kültürü ıskalanmış; anamalın ve para imparatorluğunun kurgulamaya çalıştığı tek muhtarlı, tek renkli köye dönüşme, umut kapısı olmuş. Kapitalizm, sömürgen dişlerini ‘globalleşme, küreselleşme’ yutturmacıyla yaldızlamış. Sömürgenin, altın kaplama dişiyle sırıtışını, gülümseme; barışa, ulusal ve evrensel birleşim ve bölüşme çağrısı sanıyoruz.
Ulusların düşünüş dizgesi, sözlü yazılı dil ürünlerine yansır. Yaşamı da kültürüne, diline, düşünüşüne göre biçimlenir. Dilin, düşünüşün tek biçimi takıldığı yerde, yönetim ve siyasa diktaya dönüşür: Özgürlüğü yaşamamışsanız, yeni düşünceler oluşturamaz, gelişemez ilerleyemezsiniz. Çağınızın değerlerini yakalayamaz, başka kültürlerin baskınına açık kalırsınız. Ulusal yapınız kağşamaya başlar; uydu toplum, uydu ulus olursunuz. Oysa her ulusun kendine özgü bir kültür iklimi vardır. Kültür iklimi de doğal mevsimlere benzer: Mevsimlerin engeli, engini, deresi, tepesi vardır. Nasıl doğal iklimler bizi tekdüze yaşamaktan kurtarıyor, renklendiriyorsa; dil, kültür, edebiyat ikliminin çeşitliliği, değişikliği; değişik görüş ve düşünceleri dokuyarak; toplumu, dili, düşünceyi değişime, gelişime açık tutar. Dilimizi, düşüncemizi tek boyutluluktan kurtarır, devingen kılar, üretimli kılar. Özgür düşünebiliriz, tartışabilir, demokrasinin ortak ve çoğulcu değerlerini paylaşabiliriz.
Ulusların kültürel, dilsel, düşüncel iklimini oluşturan; o ulusun tarihsel serüven ve birikimlerinden alır öz suyunu. Coğrafyasına göre biçimlenir. Dünsel, dilsel coğrafyasının ayrı ayrı noktalarındaki dil, düşünüş, yaşamı algılayış, hayata bakış, hayatı değerlendirişinin örgüsüdür, o ülkenin kültür, dil iklimi. Kültür ikliminin noktalarından birisini önemsememek; kültür, dil, düşünüş yapısının halkaların birini koparmak, genel dil, düşünüş ikliminde gedikler açmaktır.
GERÇEMEK Dergisi, Aydıncık’taki, bir çiçekle kültür bahçemize çiçekli katkısından çok daha öteye bir işleve öncülük ediyor: Salt koca kentlerdeki kültür, dil odaklarına yaslanarak yazar, düşünür olunacağın sanısına kapılanların gözüne cam tozu atıyor, uyarıyor; kendisine çağırıyor onları. Birkaç kenttekilere de; kültür, dil, düşünüş iklimimizin, dip tabanını unutmayın, ulusal kültür bütünlüğünü ıskalamayın imlemesi yapıyor.
Her yerde bir yer vardır. O bir yerlerin birbirine ulanmasıyla oluşmuştur yurtlar. O ayrı yerlerinin birbirine eklemleşmesiyle ulusal bütünlüğümüzü diri tutabiliriz. Ayrı ayrı bir yerdeki bireylerin kendisini söylemesi, uzak benleri / bireyleri söylemesidir: Ulusal bütünlüğümüz öylece oluşur.
Ayaklarımız kendi toprağımızda, gözümüz evreselde olsun ki, dünyayla ortak paydalı yaşam birlikteliği oluşturup dirlik düzenlik içinde yaşayalım, barışın bölüşmenin tadı damağımızdan eksilmesin.
16 sayfalık GERÇEMEK dergisini, yerelden ulusala / evrensele koşulduğu için sevdim, imrendim ona. Taşra dergilerine örnek olsun istedim. Her yer bir yere benzerse, tek renge boyanır dünya.
Tek renkli dünya hapishaneden daha kötüdür: Hapishanenin, daracık da olsa bir gökyüzü, mahkûmun çıkış umudu vardır.
Yüz bir yıllarca bir düşünüşü, dili, kültürü, tarihin karanlığından, nice emek ve zorluklarla çekip çıkaran insanlığa yakışır mı, tek renkli dünya?


DÜŞÜNCE İKİLİLERİ
Nihat MUSTUL

Gerçemek kültür kadar düşün dergisi de
Öyleyse biraz düşünelim biz de.

Ama girerken daha eylemine düşünme
Korkudan kırmızı bir ışık: Düşünme!

Belki de bu yüzden işte
Yüreğimi gere gere konuşamadım çok işte.

Denilir ki; ‘insanı Allah yarattı’, tamam
Ya aklı? ‘E onu da Allah yarattı’, o da tamam.

Peki, akıl ne işe yarar? ‘Düşünmeye’
Ben de başlıyorum düşünmeye.

Akıl bu, Allah da düşün diye vermiş ya
Gidiyorum sonsuzca derine, dike, Allah’a, insana, doğaya…

Bu sefer adam ‘hoooop!’ diyor
Beni cehenneme gönderiyor.

Gülerim işte ben böyle akılsıza
‘Her şeyi görme’ derken aklı sıza.

Bir de denilir ki, yönetenlerce her gün
‘İnsansın sen özgürsün.’

Hem insansam, hem özgürsem derim ki ben de
Kılıç akıldan keskindir bu düzende.

Bu sefer de yerüstü bir ‘duuuur!’
‘İstediğini düşün ama içeride otur!’

Ey düşündükçe çiçek çiçek açtığım aklım
Değil çuvala, dünyaya sığmayan aklım.

Sana cehennem, seni içeri sokma
Çiçeğe ‘açma’ demektir, güle ‘kokma!’


GERÇEMEK İÇİN NE DEDİLER?

Mustafa Yalçıner’i yakından tanımanızı ne kadar isterdim!.. Sanki, İlkçağ Aydınlanmasının günümüzdeki temsilcisi bir bilge. “Gerçemek” ile ülkemizin asıl sorununun bir kültür ve aydınlanma sorunu olduğunu gözler önüne seriyor. Yabancılaştığımız öz kültürümüzün gün yüzüne çıkarılması için çabalıyor. Umudunu yitirmeyen bir yüreğin serüveni. Gerçemek, bu gözle okunup değerlendirilmeli…
ALİ F.BİLİR

Burcu burcu kokuyor Gerçemek. Kutluyorum sizleri. Yolunuz açık olsun.
OSMAN ŞAHİN

Yöresine, toprağına sahip çıkmak işte budur. Derginiz mis gibi yöre kokuyor. Ayrıca sözcük dağarcığıma, bir kelime daha eklendi: Gerçemek. Kutlarım sizleri. Yolunuz açık olsun.
OSMAN BOLULU

Yörenizde böyle bir girişimde bulunmanız çok güzel ve anlamlı. Hepinizi kutluyorum.
BURHAN GÜNEL

Büyük keyif alarak okuyorum yolladığınız dergiyi. Devamını diliyorum. Elinize, yüreğinize sağlık. Kutluyorum sizleri. Arkadaşlarınıza da selamlar.
CUMALİ KARATAŞ

"Gerçemek" çıkageldi, Güneyin tüm güzelliklerini, yaşam sevincini, umudunu, üretkenliğini, direnişini, sevdasını bohçalayıp üniversitedeki odamı dolduruverdi ansızın. Mutluluğumun çoğaldığını bildirmek, emeği geçen herkese teşekkür etmek ve başarılar dilemek istiyorum.
PROF. DR. ALİ DEMİR

Dergi elime geçti, okudum, güzel emek vermişsiniz. Emeğinize sağlık. Sizleri, bu dergiyi çıkardığınız için kutluyorum. İnanın İbrahim Taşkıran sağ olsaydı, sizlere, o gür şakacı sesi ile "Oldu, işte bu kadar " derdi.
CELAL NECATİ ÜÇYILDIZ

Gerçemek’e uzun ömürler… Başarılar…
METİN DEMİRTAŞ

Sıcacık, insanı kavrayıveren, bir dergi Gerçemek.Emeği geçenlerin sadece emeklerini değil yüreklerini de koymuş olduklarını her sayfasında belli eden bir dergi olmuş. Bahtı açık, yelkenleri rüzgarlar dolu olsun...
NİHAT ATEŞ

Beni yöremize götürdünüz; ne büyük bir hizmet. Elinize, kaleminize sağlık. Başarılar dilerim.
DR. MEHMET NUR

Gerçemek çok hoş olmuş. Elinize sağlık. Kutluyorum sizleri.
PROF. DR. DOĞAN GÜNAY

Ömrün uzun, ürünün bol olsun Gerçemek.
RUŞEN HAKKI (Özgür Kocaeli Gazetesi)

Derginizi aldım teşekkür ederim. Derginizin başarılı, uzun ömürlü olması dileğiyle.
DOĞAN ATLAY


YÖREMİZDEN FIKRALAR

Molla Memet’in hanımı yaşlanınca unutkan olmuş. Komşudan gelen bir tabağı nereye koyduğunu unutmuş, habire onu arıyormuş. Molla Memet, hanımına “Karı boş ver tabağı, eskilerden konuşalım. Ben seni istetmeden önce başkaları da istedi miydi” diye sormuş. Hanımı bir solukta, isteyenleri saymaya başlamış ve on ikincisine geldiğinde Molla Memet, “ Be karı, onlar seni isteyeli elli sene olduğu halde hepsini hatırlıyorsun da, beş dakika evvel koyduğun tabağın yerini neden unutuyorsun” demiş.
***
Bir gün, Muhtar Molla Memet’in köyüne kaymakam gelir. Köyün çocukları çevresinde toplanırlar. Kaymakam, muzipçe, Molla Memet’e, “ Bunlar da nerden çıktı, bok böcüsü gibi,” dediğinde, Molla Memet altta kalır mı, “ Kokuyu almışlar da öyle toplanmışlar, kaymakam bey,” yanıtını verir.
***
Gezendeli birisi, iki hanımı da öldüğü için, üçüncü kez evlenmek zorunda kalır; bu evlilikten de on iki çocuğu olur. Üçüncü hanımı da ölür. Köye Ermenekli bir “ taktak helvacı” gelir. Adamın karısının öldüğünü duyunca, “ Emir Allah’ın hemşerim, nasılsın?” der. O da, “ Nasıl olayım arkadaş, bu Allah o kadar kurnaz ki, olduğu yeri bana bildirmez. Üç hanımı bana münasip görmeyip hepsini elimden aldığı için, al bu çocukları, onlara da sen bak diyeceğim, yerini bilmiyorum,” diye yakınır.
***
Silifke’nin Değirmendere Köyü’nden yaşlı biri, Korucuk Köyü’nden genç bir bayanla evlenmiş. Adamcağıza her işi yaptırıyorlarmış. O iş, bu iş derken o kadar yorulmuş ki sonunda, “ Korucukluya enişte olacağıma, Tömüklüye eşek olsaydım bundan daha iyiydi, hiç değilse limon ağacının gölgesine bağlanırdım,” demiş.
***

Hiç saat görmemiş bir Koçaşlılı, saati kulağına dayamış, saatten gelen sesi duyunca, “ Anam avradım olsun, bunun içinde çekirge var,” demiş.
***
Köyden birisi, kız kardeşi ile evlendiği arkadaşına kendi kız kardeşini verir. Bir gün, köye bir satıcı gelir. Bunlar, şakadan hararetli bir tartışmaya tutuşurlar. Biri diğerine, “ Ben senin avradının kucağına yatarım,”der. Öteki hemen, “ Ben de senin avradının kucağına yatarım,” deyince, konuşmalara tanık olan satıcının aklı çıkar. Yanındakilere, “ Ulan, buradan kaçalım, kan damladı oldu,” der.
***
Ermenek’ten gelen “ taktak helva” satıcısı, bir okka helvaya karşılık, bir davar derisi alıyormuş. Köylünün biri, “ Gök deri var, alır mısın?” diye sormuş. Köy odasının da iki kapısı varmış. Bir kapıdan girip davar derisini gösteren, öbür kapıdan çıkıyor, deriyi arka tarafa bırakıyormuş. Helva satıcısı hep gök deri ile karşılaşınca, “ Sizin derilerinizin hepsi gök müydü?” diye sormuş. Bir teneke helva satmış, derileri deveye yüklemek için arka tarafa geçince, bir de ne görsün, bir tek gök deri var, uyanmış ama biraz geç olmuş.
***
Muzu ilk kez gören bir Koçaşlılı arkadaşına, “ Bu nedir” diye sorar. Öteki, “ Bu olsa olsa bamyanın aşısıdır,” diye yanıtlar.

(ORTA ASYA’DAN TOROSLAR’A GÜLNAR; F.SAADET BİLİR, ALİ F. BİLİR;
ETİK YAYINLARI, İSTANBUL, OCAK 2007)

******************************************************************************************************************************************************

Hiç yorum yok: