1 Ocak 2009 Perşembe

GERÇEMEK 10.9.VE 8. SAYILAR

GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Temmuz 2008

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 2
Sayı: 10

Gerçemek,
Kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN

Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.


ÇAVŞIR (Ferula communis)

Yöremizde dedem değneği ya da dedem kamışı olarak bilinen çavşır, otsu bir bitkidir ve genellikle kalkerli arazilerde ve kuru tepelerde yetişir.
Mart başlarında kendiliğinden ortaya çıkar. Çam iğnesini andıran yaprakları, üçgen şeklinde çok parçalı bir dal üzerindedir. Çavşır başlangıçta birkaç daldan oluşur ve bu dallar yerden fazla yükselmez. Zamanla dalların ortasından 100 ile 200 cm yüksekliğe varan ve kargıyı andıran bir sürgün yükselir. Bu sürgünün 15 ile 20 cm aralıklarla oluşturduğu boğumlarından dallar çıkar ve bu dalların ucunda nisan sonunda şemsiye şeklinde toplanmış sarı çiçekler açar. Daha sonra da 1 cm civarında yassı tohumlar oluşur.
Çavşır kamışının içi dolu ve hafiftir. Kesilen yaş kamışın ucu kıvrılarak develik kabuğu ile bağlanır. Kuruyunca da baston olarak kullanılır.
Meyvesi ya da yeşil dallarından fazlaca yiyen keçi ya da ineklerin ikiz doğurduğu rivayet edilir.
İnsanlar içinse, iştah açıcı ayrıca şeker düşürücü özelliğe sahip olduğu ve kısırlık tedavisinde kullanıldığı; kalın kökü kurutulup ezilir daha sonra da balla karıştırılarak yenirse, cinsel gücü arttırdığı söylenir.
EDİTÖRDEN



AVCI’DA MEKÂN VE OSMAN ŞAHİN
Mustafa B.YALÇINER

Öyküdeki olay ve/veya olaylar, yazarın daha önceden yaşadığı, fotoğrafını çekip belleğine yerleştirdiği ya da hayalinde canlandırdığı/kurguladığı yerlerde geçer. Bu mekân, yazarın yarattığı ve ille de her zaman bizim gerçekten gördüğümüz veya gördüğümüzü sandığımız coğrafya ile birebir örtüşmeyen yaratılmış/kurgulanmış bir coğrafyadır. Bilinen coğrafyadan kimi "unsurları" alabilir ama burada bulunmayan "unsurları" da ekleyebilir. Yani yazarın kafasında, düşüncesinde yarattığı "dünya"dır. Bu mekân bir manzara fotoğrafına benzer. Ama aralarındaki en büyük fark, fotoğrafa bakılınca, üzerinde ne varsa hepsi aynı anda görülür oysa öykü mekânı, okuma zamanı içinde oluşur çünkü kelimeler, cümleler, paragraflar hatta sayfalar arasına serpiştirilmiştir; ancak öykü okunup bitirilince, oluşur okuyucunun kafasında. Yazarın yarattığı mekân, okuyucunun algıladığı mekândan farklı da olabilir. Bunun dışında aynı öyküyü iki kişinin okuduğunu varsaysak, onların algıladığı mekânlar da aynı olmayabilir. Okurun dikkati, deneyimi, bilgisi ve anıları mekânın algılanmasında çok önemli bir rol oynar.
Yaratılan ya da algılanan mekâna öykünün coğrafyası diyebiliriz. Bu coğrafya, fizikî olduğu kadar da beşerîdir. Yüzey şekilleri, bitki örtüsü, iklimi, hava durumu, insanları, onların davranışları, yer değiştirmeleri, yaşantıları, gelenek ve görenekleri mekânın anlaşılmasına yardımcı olur. İşte bu mekândır kahramanların davranışlarını, ruh halini etkileyen. Mekânın ruhu insana yansır ve insan da bulunduğu mekânın ruhunu yansıtır. Emile Zola, “Kişi mekânından ayrı düşünülemez; elbisesi, evi, yaşadığı köy ya da kasaba hatta bölgesi etkiler onun davranışını” demiştir.
Osman Şahin’in Avcı adlı öyküsünün mekânına bir göz atalım şimdi de.
Coğrafî mekânı: Ormanlar ve dağlar. “ Bu ormanların içine yüzlerce ölü gömseniz, kimsenin ruhu duymaz”; “Uçurumlar açmış ağzını seni bekler”; “Bu dağlar evvelce geçmek isteyenlerin kemikleriyle dolu” gibi cümlelerden bu mekânın, kahramanlardan biri ya da birkaçının başına bir bela açacağı derhal sezilir. “Orman korku ve kasvet veriyordu”; “Orman bir girdaba döner”; “At huysuzlanmaya başlar”; “Falcı, uğursuz bir şeyler sezmiş, görmüş gibi uzaklaşmaya başlar” cümleleriyle coğrafî mekân, olay yerinin kahramanlar üzerine yaratacağı psikolojik etkiyi göstermekte ve okuru da ruhen hazırlamaktadır. Metin içinde gezinti sürerken sık sık mesajlar gelir okuyucuya. Sorun yaratan Avcı, bu mekânın adamıdır. Davranışını tam anlamıyla yaşadığı ortam belirlemiş. “Dağ başında ağalık, beylik olmaz”; “ Dağın başındaki su kimseye ait değildir” diyor. Anlaşılan o ki buralarda fizik ya da zekâ yönüyle güçlü olan yaşayabiliyor.
Metaforik yapı, kullanılan semboller ve bunların metin içerisindeki dağılımını gösteren bir mekân daha vardır, buna da metinsel mekân diyebiliriz: Kişiler iniyor mu, çıkıyor mu? Bulundukları yer dar mı, geniş mi? Hava açık mı, kapalı mı? Olay zamanda (gece/gündüz; yaz/kış) kullanılan semboller neler? Bir öyküde, kahramanlardan birisi zeytin topluyorsa, bunun konuyla nasıl bir bağlantısı var? Neden zeytin topluyor da örneğin murt (mersin) değil? Bunlarla yazar, okuyucuya neyi sezdirmek istemiş olabilir? İşte yazarın bakış açısı bu mekânda ortaya çıkar. Bir başka deyişle, yazarın ustalığını en iyi gösterebileceği mekân burasıdır. Mekândaki açık/kapalı; alçak/yüksek; yatay/dikey karşıtlıkları nasıl verilmiş, hangi anlama geliyor? Yazınsal sanatlar, cümle yapısı ile kahramanın ruh hali arasındaki ilişkiler, imgeler, kullanılan renklerin konuyla bağdaşıp bağdaşmadığı bu mekânda incelenir. Okur, öykünün tadına burada varır. Metnin derin yapısı ve anlamı bu mekânda çözülür.
Avcı öyküsüne baktığımızda, mekânda sürekli bir daralma söz konusudur. Yoğun bir ormanın ardından derin, dar ve zifiri karanlık bir kuyu, dibi de çamur. İki kahramanın da üstü başı pis oluyor ve bu daracık yerden kurtulmanın yolunu arıyor. Çabaladıkça da fiziksel yönden olduğu kadar ruhsal yönden de batıyor. Daralma burada da kalmıyor ve kahramanın fiziksel ve ruhsal yapısında da, bedensel kayıplar, düşünememe, beyninin durması olarak kendini gösteriyor. “Osman Bey, gözlerini sıkıca yumarak ölmek istedi”; “Dili kurudu, damağı yapıştı”; “Ağır bir kayanın altında kalmış gibi çürür gider” cümleleri bu daralmayı ne güzel anlatıyor. Daralma aynı zamanda “ Zalaaa, vur o alçağı… Vur, dinleme” gibi kısa kısa cümlelerle dilde de gözlemleniyor.
Kapalı mekânın çok değişken bir anlamı vardır. Kimi yazara göre bir sığınma, korunma yeri, kurtuluş; kimilerine göre ise kötü niyet ya da ölüm ifadesidir. Yatay/dikey ilişkisine bakıldığında ise yatay, özgürlük sembolü oluyor. Zala’nın iki erkeği kuyuda bırakıp gitmesi, sözünü dinlemeyen yaşlı kocadan kurtulma, kötü niyetlilerin de cezalandırılması anlamına gelmektedir. İki erkeğin kuyunun dibinden yukarıya doğru bağırmaları, dikey düzlemde olmaktadır. Sözler kapalı mekândan açık mekâna doğru yükselmektedir. Bu öyküde dikey ve kapalı durum ölümü simgelemektedir.
Prof. Dr. M. Şehmus Güzel, bana yolladığı bir mektubunda Osman Şahin ile ilgili olarak şöyle yazmıştı: “Osman Şahin öyküsü, bir senaryodur. Hatta biraz daha fazlası bile vardır yapıtlarında. Görüntü kare kare resimlenmiştir: “Ne, nerede, nasıl” gözümüzün önünde canlanır. Ve öyle kolay kolay da silinmez. İşte Osman Şahin’in en güçlü yönü, "görüntü vermesi”nde. Öyle bir anlatır ve kendi dünyasındaki unsurları (öyküsünün satırlarında, gerçekte değil veya gerçekte öyle olmayabilir) yerli yerine öyle bir oturtur ki verdiği görüntü okuyucunun aklına yerleşir. Benim iyi bir Osman Şahin okuyucusu olarak aklımda kalan birçok Osman Şahin malı görüntü var. Hemen şunu da belirtmek gerek: Bu "işi” daha 1970’lerin hemen başında fark eden iyi bir sinemacımız vardır: Yılmaz Güney. Osman Şahin’in bana aktardığı gibi Yılmaz Güney, ona aynen şöyle diyor:
"Sen hiç farkında değilsin ama tam bir sinemacısın, babam. Farkında olmadan müthiş ayrıntı veriyorsun. Senin her yazdığın kolayca resimlenebilir.” (M .Ş .Güzel: İnsan Yılmaz Güney, Kaynak Yayınları, İstanbul,1994, s.237.)
Bugün, yanılmıyorsam, eserlerinden en çok film çekilen yazarımızın Osman Şahin olması bu denilenleri doğruluyor. Evet Osman Şahin bir görüntü yaratıcısıdır sadece yazar değil.”
Osman Şahin’in yapıtlarında kadının özel ve kimi zaman başat bir konumu vardır, yani kadın yapıtın belirleyicisidir, asıl kahramanıdır. Nitekim kızı Buket Şahin ile yaptığı bir söyleşide Osman Şahin, kadınlarla ilgili olarak, şöyle demiştir: “Kırsal kesim kadınlarımızın sorunlarını öne almamın yetişme koşullarımla ayrılmaz bir ilişkisi vardır. Yarı feodal bir kültürün içinde büyüdüm. Duygularım öyle gelişti. Ailemde, çevremde ve daha sonra Anadolu'da görev yaptığım her yerde, kadınların ikinci sınıf insan olduklarını gördüm. Onlar hem kadın, hem ana, hem sevgili, hem de köledirler. İslam dininin yüzlerce yıllık dayatmasından ileri geliyor bu. Kadın her yerde azarlanır, dövülür. Büyük şair Nazım Hikmet'in dizelerindeki “soframızda öküzümüzden sonra gelendir” onlar. Eksik etektirler. Hatta bu dayatmayı kadınlarımız öyle kabullenmişlerdir ki, birbirlerine “kız eksikli” diye seslenirler. Bu anlayışlar günümüzde yeterince kırılabilmiş değildir. Bir kuşun kanadından biri olmazsa, uçamaz. Toplumlar da öyledir. Çocuklarını, kadınlarını hor gören bir toplum, yüzlerce beş yıldızlı otelin ortamında da olsalar, kalkınmış sayılmazlar. Bu yüzden yazdığım her öykü ve senaryoda, kadınlarımızın bu tarihsel ihmaline parmak basıyor, onları öne almaya çalışıyorum.”
Yazarımızın yukarıdaki sözlerini de dikkate alır ve Avcı öyküsüne dönecek olursak, özgürlüğün simgesi olan yatay düzlemden yararlanarak, Osman Şahin’in kadına bakışını da görmek olasıdır. Bu öykü çerçevesinde, Osman Şahin, sindirilmiş bir kadın yerine aklını mantığını kullanabilen, varoluş nedenini kavrayan kadından yana olduğunu gözler önüne seriyor.


ACİLDE ÜÇ KİŞİ
Nihat MUSTUL

Temmuz ayıydı. Mut çukuru sıcaktan yanıyordu. Boğucu sıcaklar köyü de esir almıştı. Yeşilsiz bomboz köyde, ara sıra birkaç kadın sesi, dört beş çocuk bağırtısı, üç dört tavuk horoz ötüşü, tek tük de eşek anırmasının dışında çıt yoktu. Biraz uzaklardaki boz yeşil çalılıklardan sessiz ve ağır sıcağa inat, kıpırtılı serçe sesleri geliyor, daha uzaklardaki yaz yeşili çam ağaçlarından da cırcır böcekleri kesintisiz şarkı söylüyordu.
Az sonra bir araba sesi duyuldu. Kırmızı, eski bir kamyonetti bu. Hır hır sesiyle, sallana sallana, ağır bir işe gönülsüz gönülsüz giden bir işçi gibi, aşağı köyden tarafa indi gitti.
Mehmet’in saati yoktu. Aslında pek gerek de duymuyordu. Memur değildi, yolcu değildi. Köy yerinin en şaşmaz saati gölgeydi. Bozulmazdı, pil istemezdi.
Gölgelerin en kısa olduğu saatti. Bu tam öğlen demekti. Gölgelerin en uzun olduğu saatler de güneşin yeni doğduğu ve batmak üzere olduğu zamanlardı. Bütün bunları okumadan öğrenmişti o.
Dışarıda yaprak sallayacak esinti yoktu. Dışarının bayıltıcı sıcağı kendisini, karısını ve iki oğlunu da hapsetmişti iki odalı, toprak damlı eve. Kapıdan ve pencereden serinlik değil sıcaklık doluyordu içeriye. Beş yıl önce de olmuştu böyle yaman bir sıcak.
Pencerenin önündeki sedire uzanıp ayak ayaküstüne atmıştı. Başının altındaki yastığın yüzü çoktan solmuş, uzun süredir de su yüzü görmemişti. Sedirin tahtaları gevşemişti ki kıpırdandıkça ‘gıcırrr, gıcırrr’ sesler çıkarıyordu. Karısı evin mutfağı olan öbür odadaydı. Çocuklar şakalaşıyordu.
Kapkara bir teni vardı Mehmet’in. Sanki bu köyün, bu çevrenin insanı değildi. Ama çocukları kendisine çekmemişti.
Oturduğu yerden dışarıdaki zeytin ağacı görünüyordu. Gölgesi yeni yeni uzamaya başlamıştı. Gözlerine birden, ağacın dibindeki boş çuvallar takıldı. Dün ikindin Mut’tan, Kamyoncu Hüseyin diye tanıdığı bir adam getirmişti. Sıcak kadar onlardan da korkuyordu. Giderken de adam, “Yarın değil, öbür gün sabah yine erkenden buradayım, ona göre bizim oğlan bak” demişti.
Gölge biraz daha uzamıştı. Ama zerre kıpırtı yoktu daha. Üzerinde hardal sarısı bir pantolon vardı. Onun da sağ dizi erimişti. Gömleği biraz daha yeniydi; kısa kolluydu, yeşil çizgili ketendendi, yakası bir karış kirdi onun da.
52 yaşındaydı. Geç evlenmişti. Kapkara diye kimse beğenmemişti, (Tosun’un kızı Sümüklü Fadime bile) kimse kız vermemişti. Sonunda biraz saf, biraz çirkin, kendisi gibi biraz da evde kalmış bir kızla evlenmişti.
Üç keçiden, bir de kediden başka hayvanları yoktu. Ömrü başkasının işlerinde çalışmakla geçiyordu. Ya hiç gülmemiş ya da gülmeyi çoktan unutmuş bir anlatım vardı yüzünde. Gözleri derin bir çukur gibiydi, kısacık kıvırcık saçlarında hiç ak yoktu daha; sarkık dudağı, sivri yüzünü biraz daha uzatıyordu.
“Daha gitmeyelim mi bee?”
Karısının sesiydi bu. Öbür odadan geliyordu.
Gözleri yeniden zeytin ağacının gölgesine kaydı.
“Güneş az daha dökülsün gız.”
Konuşurken mağara gibi görünüyordu ağzının içi. Dişleri yer yer sökülmüş, yer yer kovuklaşmış, ama tümüyle sararmış, kararmış, kirlenmiş bozuk bir kaya sırası gibiydi.
“Bitiremeyiz bak. İki harman bu.”
Aslında haklıydı karısı. Sıcak mıcak başlamak gerekirdi bir an önce. Şu an başlasalar bile gecenin yarısını bulurdu.
Kamyoncu Hüseyin iki tane saman yığını almıştı köyden. İşte bu samanlar doldurulacaktı bu harar çuvallara. 45 ya da 50 çuval hesaplamışlardı. 40 liraya anlaşmışlardı. Kolay mıydı bu sıcakta 50 dev çuvalı doldurmak. Alimallah anasını ağlatırdı adamın. Sırtına, boğazına, burnuna, gözüne, kulağına, saçına/başına dolan toz/saman da cabasıydı. 40 lira neydi ki. Bir kuruş fazla vermemişti adam.
Güneş batarken birinci yığını bitirdiler. Büyük olan yığındı bu, tam yirmi sekiz harar saman çıkmıştı. Ama ikisi de ikişer kilo ter akıtmıştı. Samanlar terli terli tenlerine, hatta ta sırtlarına, karınlarına yapışmış, gıcık gıcık kaşıntı içindeydiler. Tozdan burunları tıkanmış, iki de bir hapşırmaktaydılar. Ağızlarıysa yorgun köpeklerin ağızları gibi açık ve hırıl hırıldı. Sarı boz tozlar yüzlerinde, hele de kaşlarında hamursu bir toz tabakası oluşturmuştu. Tepelerindeki güneş değildi de ateş topuydu sanki. Zırnık yel çıkmamıştı daha. Sıcakta saman basmak kadar gıcık, bunaltıcı, kaşındırıcı, çekilmez, yakıcı başka bir iş yoktu sanki.
Ama artık güneş batmış, hava da biraz soluklanıp serinlemişti. Zaten işin yarısından çoğu da bitmişti. Öbür yığın daha küçüktü. Akşam yemeğinden sonra ay da doğacaktı…
Son çuvalın da ağzını dikince, derin bir huh çekerek bomboz olmuş başını kaldırdı Mehmet. Güneşin battığı tarafa baktı. Tam Adras Dağı’nın üstünden batmıştı güneş. Giderek kurşunileşen tatlı bir kızıllık vardı daha orada. Ve bununla birlikte bütün dağlar da morarmıştı. Tam bu sırada da köyden bir eşek sesi duyuluyordu. Bu sefer de karısına döndü, Mehmet. Gözleri bile yorgun yorgundu. “ Haydi gız sen git, vardan yoktan bir yemek yap. Ben öbür harmana geçiyorum, birkaç çuval doldurup ben de gelirim. Yemekten sonra gelir hepsini bitiririz. Yarıyı devirdik nahıl olsa. Az sonra ay da çıkacak…”
Karısı daha da bitkindi. Yüzü, bütün başı, başının en tepesi, sırtı, elleri, göğsü alev alevdi. Şeytan çarpmış gibiydi. Terin ıslatması sıcağın ısıtmasından daha yoğundu ki, onun giysileri de yamyaştı. Zaten az konuşan birisiydi, ağzından çok gözleriyle konuşurdu. Gözleri kocasının elindeki çuvaldızdaydı. Sesi de yorgundu. Boğazı yanıyordu.
“Tamam.”
Kendisinden daha zayıftı karısı. Ama çalışkan kadındı bak. Bu konuda hakkı yenmezdi. Erkek gibi çalışırdı. Her işe de koşardı. Doğruyu söylemek gerekirse biraz pasaklıydı o kadar, biraz da dağınıktı. Haa, bu pasaklılığıyla dağınıklılığına yüzünün çirkinliği de eklenebilirdi. Hatta saflığı da. Aslında onun o saflığını terazinin öbür kefesine koymak gerekirdi belki de. Doğru olan buydu. Çünkü o saflık ona eksiklik değil, bambaşka bir değer katıyordu. Ya kendisi?.. Zift Mehmet değil miydi öte başı!
Büyük oğlunun “Babaaa” sesiyle bıraktı çalışmayı. İyi ki eve çok uzak değildi harman. “Geliyorum, geliyorum” diye seslendi o da.
Eve vardığında, karşıdaki çamların ucundan kocaman bir portakal gibi göründü ay. Bu görüntü içini aydınlattı birden. Ağır ağır gümüşle kalaylanıyordu bütün köy, bütün çevre.
“Neci bişirdin gıı?”
Çok acıkmıştı. Ama susuzluğu daha beterdi. Ağzı kurumuştu, vücudundaki bütün su ter olup akmıştı sanki. Benzini biten bir arabaya benzetti bir anda kendisini.
“Baba annemin elleri titriyor.”
“Benim de her yerim titriyor, eşşeğlu eşek!”
Üstünün tozunu silkeledi, sağ eliyle bir iki kez tozlu saçlarının üstünden gelip gitti, arkasından da evin dış duvarındaki musluğa yöneldi.
“Babaaa!” “Baba, annem düştü!”
Yüzünün yaşıyla koştu:
“N’oldu bee?”
Karısı mutfağın ortasında kımıltısız yatıyordu. Çocukların elleri ayakları tutuşmuştu, çaresizce, şaşkınca bakışıyorlardı.
“Annem öldü!”
“Nasıl oldu anlatın bir?”
“Elleri titremeye başladı önce, sonra her yeri faldır faldır etti, arkasından da düştü.”
Korku, şaşkınlık, çaresizlik şimdi de ondaydı. Ne yapacağını bile kestiremedi bir anda. Oysa soğukkanlı birisi olarak bilirdi kendisini. Bereket çabuk toplandı. Hemen karısının yüzüne götürdü ellerini. Alev gibi yanıyordu yanakları. Parmaklarıyla kapalı gözlerini araladı. Hiçbir anlam yoktu gözlerde. Ama ölmüş bir göz de değil gibiydi. Arkasından başını doğrultmak istedi ama başarılı olamadı. Daha sonra da eğilip sağ kulağını sol göğsünün üstüne koydu. Sanki her yeri kulak kesildi o anda. Küt, küt, küt!.. Duymak istediği ses buydu işte. Bir avuç karnının da inip kalktığını gördü bir anda.
“Yaşıyor!”
Yaşamının en derin soluğunu aldı sanki. “Sen biraz su getir oğlum, sen de koş Ali dayıngile. Dayın hemen arabasını getirsin. Hızlı git, durma haydi!”
Bir saat sonra hastanenin acil servisine vardılar. “Yorgunluk ve güneş çarpması” dedi doktor. Hemen serum bağladılar, iğne yaptılar. “En az bir gün yatacak” diye de ekledi doktor.
Oracığa çöktü. O gece bitmedi.
Peki yaşam hangisiydi? Ölesiye çalışmak mıydı, ölesiye çalışırken ölüvermek miydi, tam öldü derken geriye dönüvermek miydi?..Ya da hepsi miydi? O ölmedi miydi sanki, ölüm tek miydi?.. Kalbinin atışını duyunca dünyalar onun olmadı mıydı, sabaha kadar ilaç kokulu, iniltili ve çığlıklı odada, onun başucunda, çok zaman da ayakta, o da beklemedi miydi, bütün gücüyle yalvarmadı mıydı, harmandaki sıkıntıdan onlarca kez fazla sıkıntı çekmedi miydi, hem de bütün yorgunluğuyla?..
Karısı kurtulmuştu; gözlerini açmış gülüyordu ya… Belki de yaşamanın en anlamlı yeri burasıydı.
Kuşluk olmuştu. Odada sıkılmış salona çıkmıştı. O anda para geldi aklına. Eli pantolonunun cebine gitti. Tam on lira vardı cebinde. Birden cep telefonu çaldı:
“Alooo!”
“Mehmet, ben Kamyoncu Hüseyin.”
“Yahu Hüseyin Ağa, gusura bakma, başımıza bir gış geldi.”
“Ben şimdi senin oğlanı getiriyorum Mut’a, sen hastaneden ayrılma.”
“N’oldu Hüseyin Ağa?”
“Senin oğlan davar güderken kayadan düşmüş, onu getiriyorum.”
Telefon elinden düşüverdi.
Bir saat sonra, acilde yan yana üç kişi yatıyordu. Üçünün de gözleri kapalıydı, üçünde de serum bağlıydı.


KÖY ENSTİTÜLERİNİN KARARTILAMAYAN IŞIKLARINDAN BİRİ: DOĞAN ATLAY
Mümtaz BOYACIOĞLU

Mersin’in Mut adında bir ilçesi var. Onun için “Beş çınar, üç pınar; bunlar da olmasa Mut yanar” derler. Mut sıcak da olsa, ben bir pınarın yanındayım: Doğan Altay. Yazılarıyla yüreklere su serpen Doğan Atlay’ı 17 Nisan 2006 tarihinde Düziçi Köy Enstitüsü’nü gezisinde tanıdım. Elinde sünnetçi çantası vardı. Bu adam burada ne geziyor, diye sordum kendime ve bir ara yaklaşıp kendimi tanıttım, kendisiyle tanışmak istediğimi söyledim.
“Adım Doğan Altay” dedi “ben burada üç yıl okudum. Daha sonra sağlık bölümüne ayrılarak Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne gittim. İki yılın sonunda Sağlık Bölümü’nü bitirip Köy sağlık memuru olarak göreve başladım.”
Ben de ona Köy Enstitüleri hakkında bir araştırma yapmakta olduğumu söyledim. Sizinle de bir söyleşi yapmak isterim eğer kabul ederseniz, dedim. İncelik gösterdi, “Mutlu olurum” dedi.
Bir süre sonra Mut’ta parkta buluştuk. Kısa bir çay sohbetinden ardından Mut Kalesini gezdik. Daha sonra uygun bir yere oturup söyleşimize başladık.
-Hocam, Nasıl başladı Köy Enstitüsü yılları?
-Mut’a bağlı, eski adı Navdalı, yeni adı Elmapınar köyünde doğmuşum. O zamanın zor koşullarında hayvanlara bakar, bağ bahçe işleriyle uğraşırdım. Ardından terzi çıraklığı geldi. 1944 yılından itibaren başladı Köy Enstitülü yıllarım: Ağabeyim Düziçi Köy Enstitüsü’nde okuyordu. İzinli geldiğinde ben de onunla gitmek istedim. Götüreyim falan diyerek son güne kadar eğledi beni. Babam da Aksu Köy Enstitüsü’nde gezici Başöğretmenlik kursundaydı. Babamdan izin almadan götürmek istemedi ağabeyim. Bense, illa gideceğim diye ısrar ediyordum. Sonunda babamdan bir mektup geldi. “Azmi, Doğan’ı götürsün,” diye yazmış. Yaylaya anamın yanına gittik. O da buldu, buluşturdu, harçlığımızı verdi. Ağabeyim ile Karaman’a gittik. Karaman’dan trene binerek Bahçe İstasyonu’na vardık. İki eşek kiralayıp bavulları yükledik. 6 saat yayan gittik. Ertesi gün 30 Ağustos idi, nasıl kayıt yaptırdık bilmiyorum. Üzerimde ağabeylerimin eskilerinden bozularak elde yapılan giysiler, ayağımda Ermenek yemenisi.
- Öğrenci oldunuz artık.
- Evet, çalışmalarla başladık işe. Yaz günü bu kadar öğrenci ne yapacak? Tarımda inşaatta, her dalda herkes çalışıyor. O kadar kişi çalışmasa, bir şeyler üretmese, bu kadar enerji nereye gidecek? Herkesin işi planlı programlı.
- Uyum sorunu yaşadınız mı? Ne de olsa ilk kez ayrılıyorsunuz baba ocağından.
- Gitmediğimiz, görmediğimiz bir çevre, ayrı bir yaşantı. Tanımadığımız kimseler, hepsi bir araya gelince olumsuz bir tablo meydana geliyor. Şehir ortamı gibi değil, köy ortamı gibi ama herkese yabancı. Maraşlıların türküleri ayrı. Anteplilerin türküleri bir ayrı. Adanalılarınki ayrı, Antakyalıların türküleri ve oyunları ayrı. İdarecilerin, öğretmenlerin içten davranışları bizleri çabukça birbirimize kaynaştırdı. Farklılıklardan çabuk kurtulduk. Kısa zamanda bu ayrılıklar birleşti ve bir bütün oldu.
- Dilinize sağlık Hocam. Birleşme ve kaynaşmayı ne güzel ifade ettiniz. Farklı da olsa kültürler, bağlandınız birbirinize. Bu birleşme ve dayanışmaya cahil halkın sömürücüleri tahammül edemedi. Neydi bu tahammül edemedikleri?
- Tahammül edemedikleri şey şuydu: Eğer gençler bu başarılarını yurt düzeyinde de sürdürürlerse, sömürücülerin çabasız kazançları ortadan kalkacak veya küçülecekti. Böyle olunca da “Şimdiden bunlarla mücadeleye başlayalım” dediler. Zaten bu mücadele önceden beri vardı. Genç Osman, 3. Selim neden öldürüldü? Milleti aydınlığa taşıdılar da ondan. Aydınlığa götüren gitti. Köy Enstitüleri de onlar gibi oldu. En kötü iftirayı, en çirkin iftirayı attılar.
- Birleşip kendinizi savunamadınız mı?
- Savunduk. Ve savuna savuna işte bu günlere kadar geldik. Fakat devletin gücü de onlarlaydı. Refik Koraltan da şu çınarların altında aynı iftirayı attı.
-Yıldırdı mı bu sizi?
- Hayır yıldıramadı. Ben, Köy Enstitüsü mezunuyum demekten hiçbir zaman çekinmedim.
- Ama dümen suyuna ayak uyduranlar oldu elbette.
- Makam ve unvanlarını kayıp etmekten korkanlar, karşı partilerden olanlar, fazla kitap okumayanlar, azınlıkta olsalar da düzene ayak uydurdular. Köylü çocuğu olarak bu okula gidip başka hayallerle mezun olup köylülüğünü unutanlar da oldu.
- Düziçi’nde üç yıl okuduktan sonra sağlık bölümüne ayrılarak Hasanoğlan’a gittiniz. Orada neler okudunuz? Biraz da ondan söz eder misiniz?
-Hasanoğlan’da, küçük sağlık memurluğu okulunda okunan hijyen, anatomi, patoloji, bulaşıcı hastalıklar dersleri ile birlikte ana kültür derslerini de gördük. Üç yılın derslerini gördük ama iki yılda. Aynı program uygulandı. Okulda teorik dersler bitti, etraf köylerde ve Ankara hastanelerinde staja başlayacaktık. Bu stajı yurt genelinde yapmak istediğimizi idareye bildirdik. Bakanlık bu teklifimizi kabul etti. Bizi Diyarbakır’a gönderdiler. Stajımızı Diyarbakır devlet hastanesinde, askeri hastanede ve hükümet tabipliklerinde, üç ayda tamamladık. Sağlık memuru nerede çalışıyorsa, oralarda çalıştık. Bulaşıcı hastalık taraması, aşıların yapılması gibi görevleri yaptık.
- Sıra geldi köylerde çalışmaya.
- Evet. Şu karşıdaki sivri tepenin eteğinde Hocantı Köyü var, o köye geldim. Anadolu’nun her tarafında olduğu gibi bu çevrede de salgın uyuz hastalığı vardı. Bir idealle yetiştik. Faydalı olabilme çabası vardı. Kendim bir uyuz ilacı yaptım. Okulda okumuştuk bu konuları. Oradan aldığım bilgilerin ışığında ilacı yaparak köylülere verdim. Bu ilaç ile köylüleri uyuzdan kurtardım.
Köylülerle oturup sohbet ediyoruz. Bir bakıyorum, yakasında, döşünde bit geziyor. Hükümet tabipliğinden getirdiğim DDT ilacı ile bit mücadelesi yapalım dedim köylülere. Bit mücadelesi deyince adam kaçıyor. Başka bir köyde bit mücadelesi demeden birkaç kişinin temiz çamaşırlarını zorla da olsa alarak ilaçladım. Adam ilaçlı çamaşırlarını giyince rahatlık hissediyor. Eskisi gibi kaşınma falan yok. 15 gün sonra tekrar vardığımda, nesi varsa evin içine getirip ilaçla dediler.
- Faydasını gördüler yani.
Evet gördüler. artık eskisi gibi kaşıntı yok. İşlerimin çokluğu nedeni ile o köye bir, iki ay gidemedim. Daha sonra gittiğimde, bir kadın gördüm. Kirden, pislikten giysisinin üzerindeki desenleri kaybolmuş. “Teyze neden çamaşırını yıkamadın. Suyun mu yok, sabunun mu ”dedim. “Bit yok ki yıkayayım evladım,” dedi. İlaçlama ile bit kaybolunca kiri için çamaşır yıkanmaz sanıyormuş. Gerekli uyarıları yaptım.. Bu mücadeleden de başarılı sonuç aldım.
- Meslekle ilgili başka hangi çalışmaları yaptınız?
- Mut’un bir köyünde tifo aşısı yapacağım. Hazırlığımı yaptım, bekliyorum. Fakat kimse gelmiyor. Ertesi gün oldu yine kimse yok. O gün cuma idi. Hoca yanıma geldi. Durumu hocaya anlattım. Burada tifo vakası var; bunları kurtarmamız için aşı yapmamız gerekir ama kimse gelmiyor. Vaazınızda halka aşının faydasını anlatın, dedim. Tamam deyip gitti. Cemaate söylemiş, namaz sonrası gelip ilk aşıyı kendisi yaptırdı. Köylü peşinden gelerek aşısını yaptırdı. İki gün beklediğim aşıyı iki saatte bitirdim. Hocaya teşekkür ederek ayrıldım o köyden. İki buçuk yıl çalıştıktan sonra başka köyde çalıştım. Oradan askere gidip geldim. Askerlik dönüşü Gülnar’da çalıştım. Daha sonra Karaman’dayken emekli oldum 1977 de. Toplam 29 yıl çalıştım.
- Mut tarihi ile ilgili çalışmalarınız var. Bu çalışmalar ne zaman, nasıl başladı?
- Babam rahmetlik sağ iken haftalık halk eğitim bülteni çıkarırdı. Daha sonraki yıllarda Halk Eğitim Müdürü çıkardığı dergiye babamın resmini kapak yapmış. Babam hakkında bir de yazı yazmış. Bu dergiyi başkasında gördüm. Müdürün yanına vardım. “Ben bu adamın oğluyum. Babamı kapak resmi yapmışınız. Teşekkür ederim. Herkese nasip olmaz. Bu yazıyı yazarken bana sormanız lazım değil miydi” diye sitem ettim. O da sitemimi kabul etti. Bu olaydan sonra çok değerli ve çalışkan halk eğitim Müdürü ile arkadaş olduk. İzmirli Hilmi Dulkadir Bey, “Sende bir birikim var, bu birikimini yazıya geçir,” diye beni sürekli teşvik etti. Araştırmacı bir yanım varmış ki, yazmaya başladım. Bendeki birikim 1982’ den sonra dışa vurdu. Bu zamana kadar bilgi birikimini o günden bu güne kadar kullanıyorum. Yurt içi ve yurt dışı sempozyumlara katıldım. Uluslararası sempozyumlarda bildiriler sundum Yazdıkça da hoşuma gitti. Mut gazetelerinde, İçel Sanat Kulübü’nde, çeşitli gazete ve dergilerde yüzlerce makalem yayınlandı. Belki de iki yüzün üzerinde.
- Kitap olarak neler var?
- “DESTANLARIMIZ ve İÇELLİ HALK OZANLARIMIZ," diye iki kitabım var. Son günlerde, bir arkadaşla hazırladığımız “MUT” isimli bir kitabımızı da belediyemiz bastırdı.
- Kitap okuma konusunda neler söyleyeceksiniz?
- Kitap okumaya terzi çıraklığımda başladım. Müşterilerin verdiği bahşişleri biriktirirdim. Müderris Mustafa Efendi özel kitaplık açmıştı. Onun kitaplığından geceliği 5 kuruşa kiraya kitap alır okurdum. Aldığım bahşişleri de kitapçıya verirdim. Kitap okumaktan hiç vazgeçemedim. Okul yaşantımda da ben kendimi kıyı ve köşelere atarak okurdum.
- Sizi yordum ve çalışmalarınızdan alıkoydum.
- Hayır, hiç de yorulmadım Bilhassa memnun oldum. Kafamızdaki bilgileri alarak gelecek nesillere aktarmakla siz büyük iş yapıyorsunuz. Yardımcı oldumsa, sevinirim
- Sevgili Hocam, çok teşekkür ederim. Yüreğinize sağlık. Nice mutlu yıllara, daha nice kitaplara.


AH O ÇOCUKLUK AŞKLARI
Mustafa SAĞLAM

Günlükler şöyle bir gözden geçirilip zamanın ötesinden bakınca, nasıl da farklı görünüyor geçmişte olanlar, bundan otuz kırk yıl önce yaşadıklarımız. Sanki bambaşka bir dünyada başlamış, bitmiş onların hepsi. Şimdi düşünüyorum da o yılları anınca, zamana yüksekten bakar gibi oluyor insan. Bir bir ortaya çıkıyor ayrıntılar. Doğruyu, yanlışı daha iyi seçilebiliyor o vakit.
Şu an adını anımsayamadığım bir düşünür, “Zaman, her şeyin ilacıdır,” diyordu okuduğum bir felsefe yazısında. Dediği gibi de pek çok şeyi değiştiriyor zaman; pek çok acıyı dindiriyor, pek çok derdi unutturup pek çok yarayı iyileştiriyor. Bu arada günler, gelirken kişiye pek çok fırsatlar getiriyor; giderken de beraberinde pek çok fırsatları götürüyor tabi. Ne yazık ki büyük bir çoğunluğunu değerlendiremediğimiz, elimizin içinden kayıveren, bir kuş gibi uçuveren fırsatlar onlar. Sonra da arkalarından yetişme imkanımızın olmadığı fırsatlar. Yalnızca, “Keşke...” deyip peşlerinden bakakaldığımız, kaybolan fırsatlar.
Kim ne derse desin, en çok fırsat kaçırılan yıllarımız çocukluk ve gençlik yıllarımızdır hayatımızda. Erteleme seçeneğine en fazla başvurduğumuz yıllar yani. “Gelecek sefere...” dediğimiz ve o “gelecek seferler”in sonsuz olduğu yanılgısına takılıp kaldığımız yıllar hep. Ânı boşa geçirmemeyi bir türlü düşünemediğimiz yıllar.
O yaşlarımız, karar vermenin zor, evetle hayırın adeta bıçak sırtında olduğu yaşlarımızdır ayrıca. Çocukluktan delikanlılığa geçiş yaşlarımızdır. Kararlar, çoğunlukla “olma” ya da “olmama” yönünde verilecek kararlardır. Bir yandan da vakitle yarışılan bir sınav gibidirler kişi için ya da bir koşu.
Ama bir şey var ki gerçekten insanın ayağının yer görmediği yıllardır o yıllar aynı zamanda. O uçuşlar, o güzelim kanat çırpışları!.. Acaba diyorum bazen, Eros’un bu yüzden mi kanatları vardır bütün rölyeflerinde olsun, yontularında olsun? Bilirsinizdir, Yunan Mitolojisi’ndeki Eros, güzellik tanrıçası Afrodit’in oğlu ve Aşk Tanrısı, kanatlı bir oğlan çocuğu olarak betimlenir hep. Bir kelebek gibi gönülden gönüle kanat çırpar durur o da.
Kişinin düşler aleminde gezdiği o yaşlarında her şey bir başkadır. Örneğin bir başka göz alıcıdır renkler. Ve de kendine göre bir cazibesi vardır her bir rengin. Hele güller filan, bir daha o pembeliklerini, o allıklarını tutturamadılar benim gençlik yıllarımdan bu yana. Hiçbir çiçek, ilk aşık olduğum günlerdeki kadar albenili değil. Onlar gibi görünmüyorlar gözüme. Günümüzde de öyle mi bilmem, o yıllarda her gül, her çiçek, her renk, bir şey ifade eder, gençlere göre bir anlam taşırdı. Bir ileti bulunurdu yapısında.
Bağlık, bahçelik ve dolayısıyla yeşillik bir yerdir ortaokulu okuduğum bizim Ermenek. Bin bir çeşit güllerle süslüdür evlerin bahçeleri. Hatta baştan sona çiçek saksılarıyla doludur balkonlar. Bir renk cümbüşüdür ortalık. Sokaklardan geçerken bir gül veya çiçek serasındaymışsınız gibi hissedersiniz kendinizi. O kadar gezdim, Ermenek’in bu özelliğini başka hiçbir yerde görmedim.
O zamanki güller, sırf bir görüntüden de ibaret değillerdi şimdikiler gibi. Bahçelerin arasından geçerken kokuları, burunlara dolardı; insanı mest ederdi has bildiğin. O güllerden sık sık okula getirirlerdi Ermenek’in içinden olan arkadaşlarımız. Çoğu da, kızlara veya oğlanlara verilmek için getirilirdi tabi. Özellikle de nisan, mayıs aylarında, doğanın uyandığı, kanın ısınıp damardaki akışının hızlandığı mevsimlerde.
İyi hatırlıyorum, okulun en güzel kızlarından biri olan bir arkadaşım, kocaman, kıpkırmızı bir gül getirmişti bana ve alırken o da, ben de, nerdeyse gül kadar kızarmıştık. Halbuki ne vardı bunda kızaracak, öte başı bir gül. Ama gel bir de bana sor onu; benim için o bir gül değil, koskoca bir dünyaydı sanki . Uzun zaman kitabımın arasında sakladım o kadife yapılı haliyle. Arada bir çıkarır, kokusunu ta ciğerlerimde duyasıya kadar koklardım onu. Öyle de etkileyici bir kokusu vardı ki kokladıkça beni alıp bambaşka bir dünyaya götürürdü. Gerçek cennet belki de o dünyaydı asıl.
Kanın deliliği ve başta kavak yellerinin esmesi işte; bırak güllerinkini, toprağın, taşın bile hoşa giden bir rengi vardı o zamanlar. Gün olur, onlardan bile etkilenirdik. Nice taş parçaları biriktirmişimdir bu yüzden.
Bir de, bilmiyorum biz mi çok saftık yoksa herkes mi öyleydi, çok kolay inanırdık o yıllarda. Şüphe etmeyi henüz öğrenememiştik. Hele inanmaya hazır olduğumuz şeyler de olursa, tam bizim için söylenmiş veya yazılmış demekti o. Gazetedeki fallar, tam bizim beklentilerimizden haber verirdi örneğin. Yanlışsız bizim içimizdekileri okurdu fala bakan kişi. Seyrettiğimiz filmleri, okuduğumuz romanları hep gerçek sanırdık. O başkahramanlara özenirdik çoğunlukla. Pek çok genç kız, Yeşilçam aktrislerini kendine örnek almıştır o yıllarda.
Bir şey daha vardı ki o, büyük bir engeldi bizim için işte; elimizi kolumuzu bağlayan bir kelepçeydi adeta. Dilimizin ucuna geldiği halde bir türlü söyleyememek. Çok istememize rağmen karşı tarafa açılıveremememiz. O bir iki cümlenin ağzımızdan çıkıverememesi.
Aklımızdan geçenleri cesaret edip de ona bir söyleyebilsek, kim bilir, arkasından neler yaşanırdı neler. Görüşeceğimiz günü iple çektiğimiz, geleceği sokağı sabırsızlıkla gözlediğimiz halde nice aşklar, nice sevgiler, karşımızdaki hiç bilmeden içimizde kaldı gitti. Gerçekleşemedi özenle kurulan onca hayaller.
Halbuki o sevgilinin her duruşundan, her oturuşundan, her konuşmasından bir anlam çıkarmaya, uyuyamadığımız geceleri onu yorumlamaya çalışmakla geçirirdik hep.
Şimdi, yine kim olduğunu hatırlayamadığım çağdaş yazarlardan birinin, “Onu ne kadar sevdiğimizi açıkça söyleyemediğimiz için birbirimizi sevmiyoruz,” sözünü, bu yaşlarda çok daha iyi anlayabiliyorum.
O yıllara dönüp baktığımda diyorum ki nasıl da bilememişiz o günlerin geçici, o fırsatların sayılı olduğunu! Ama yine de onları yaşamış olmak bile büyük bir şans.


GELİN ARDICI
Celal Necati ÜÇYILDIZ

Toroslar dendi mi ardıç akla gelir, hele meşeler. Birbirleri ile kardeş kardeş yaşarlar. Bunun ikisi de çam ile geçinemezler. Çam bencildir. Çevresinde başka bir bitkiye yaşam tanımaz. Ama meşe, pırnal, ardıç diğer canlılarla iç içedir. Korurlar birbirlerini.
Uzun zamandır planladığım Bayamlı mezarlığına gittik. Pelitpınarından Bayamlı yoluna girdiğimizde taşlı yollar, çamların arasından önce Gelin Ardıcı’na sonra da Bayamlı Tahtacı Mezarlığına ulaştırdı.
Özellikle 19. yüzyıl içinde Hacı Paşalar, ormanın tekellerinde olması nedeniyle, İskele limanından (Taşucu) Beyrut’a orman emvali ticareti yapmışlar. Karaman ile Taşucu arasına kadar tüm dağlardan kesilen ağaçlar, işlendikten sonra katır sırtlarında Zeyne, Pelitpınarı, Gökbelen, Balandız, İmamuşağı, Kocapınarı- Tahtacı Belen üzerinden İskele’ye, oradan da gemilerle Beyrut, Süveyş’e ulaştırılırmış.
Hacıpaşalar bu yol üzerinde aynı zamanda çeşmeler de yaptırmışlar. Taşıyıcılar burada dinlenmişler. İşte Gelin Ardıcı böyle bir mola yeri. Sabahleyin Mut Köprübaşı’ndan çıkan bir kafile burada mola verir. Yatar, dinlenir. Sabah erken yola çıkan kafile, akşam olmadan İskele’yi bulur. Yüklerini gemiye teslim eden, o akşam yatar. Sabah erken yola çıkar. Yine Gelin Ardıcı’nda mola verirler.
Burada konaklama esnasında, hakka yürüyenler hep burada mezara konur. Özellikle Tahtacıların Gelin Ardıcı ve Bayamlı mezarlığında çok mezarları bulunmakta. İncelediğimiz hece taşlarında çam ağaçlı, kaz ayaklı mezar taşlarını bulmak olası.
Kulaktan, kulağa aktarılan varyantlara göre Hacı Paşalar adına kesim yaptırıp onları taşıtan, onlara lider olandan biri Halit Gocadır. Halit Goca bir grup Tahtacı Obasını alarak Mut Köprübaşı Köyü’nü kurar. Bölgedeki orman işçiliğini onlara yaptırır. Zaman içinde Kıbrıs’a obanın bir kısmını göçürür, halen Kıbrıs’ta yaşayan grupların olduğunu araştırmacılar belirtmektedir.(İlker Veziroğlu-Araştırmacı Yazar)
Grubun biri İmamuşağı Korucuk’u (Bahçe Obası) satın alır. Buraya yerleşirler. Buranın kurucusu da Halit Goca’nın kardeşi Abidin’dir (Şıh Goca). Diğer kardeş de Goca Keya (Süleyman Keya) Koca Pınar Köyü’nde yaşamını Yörük olarak devam ettirmiştir.
Pelitpınarı Köyü’nde görüştüğümüz kişiler, Bayamlı’da ermiş olduğunu, orayı ziyaret yeri olarak tanıdıklarını, yağmur duasına gidildiğini, Zeyne’ye gidenlerin mutlaka burayı da ziyaret ettiğini, Zeynel Abidin’in kardeşi veya yakını olduğunu ama ismini bilmediklerini belirtmişlerdir. 19. yüzyılda yaşayan bir ermiş olduğunu belirttiler.
Onlara Halit Goca adında bir Tahtacı Obası liderini, dedesinin olduğunu burada mola sırasında hakka yürüdüğü ve mezarının burada olduğunu söylediğimizde “ Belki de odur. Buna kafa yoracaklarını, bir duyum, bulgu bulurlarsa, kültüre hizmet için kamu oyuna sunacaklarını” belirttiler.
Bilinen bir şey var ki Pelitpınarı Köyü de geçmiş dönem içinde Türkmen bir obanın buraya yerleşmesi sonucunda kurulmuştur. Bu orman kesim yolu üzerinde özellikle Tahtacılarla iyi ilişki içinde bulunmuşlar. Onları hep konuk etmişler. Karşılıklı güven duymuşlar. Onların mezarlarını korumuşlar. Başka köyler gibi onları dışlamamışlar.
İşte Gelin Ardıcı da burada konaklayan bir gelinin hakka yürümesi, mezarının da buraya konması üzerine bu adı almış. Dinlence olmuş, öykü olmuş dillerde.


BABAMIN SEVGİLİSİYLE TANIŞTIM

Özler KELECİOĞLU YALÇINER

Toroslar’daydık mayıs ortalarına doğru. Beş günlüğüne gitmiştik eşimle Antalya’ya. Uyuyup dinleneceğim yerde erkenden kalkıyordum. Babam söylemişti, “Toroslar’da yaşam erken başlar” diye.
Babamla aramızdaki mesafe fazla da değildi, ortalama 300 km. Babamın kitabında betimlediği Akdeniz’i, yörenin bitki ve çekik gözlü insanlarını görünce, ona olan özlemim bir kat daha arttı. Arabayla gelmiştik Antalya’ya, dönüş yolumuzu biraz uzatıp onu görmeyi çok istiyordum.
Telefon açtım babama. Aydıncık’a uğrayıp seni de göreceğiz, dedim. Çok sevindiğini anladım telefondaki sesinden hatta daha ileri giderek gördüm de diyebilirim babamın yüzündeki mutluluğu. Sesindeki hasret Aydıncık’ın orfozu idi sanki, defne yaprağı umut, mercimekle pirinç ise mutluluktu. Hepsi güzelce karışıp kaynamış ve babamın o leziz balık çorbası oluvermişti adeta! Enfes kokusunu duyuyordum, babam konuşurken.
Bekliyordu dört gözle hafta sonunu. Ben de çok sevinçliydim onu göreceğim için. Günübirlik uğrayacaktık ve Aydıncık üzerinden dönecektik Ankara’ya. Bir günlüğüne de olsa, bizi ağırlamak için elinden gelen çabayı sarf edeceğini biliyor ve bizlere balık yedirmeden, gerçemeği göstermeden bizi evimize göndereceğini sanmıyordum. Balık sipariş ettiğinden ayrıca kafasında da bir gezi planladığından emindim.
Bir aksilik oldu. Ne yazık ki gidemeyecektik Aydıncık’a. Beklemesin diye haber vermem gerekiyordu. En zor görüşmelerimden biri olacaktı bu. İlk olarak babacığım, dedim telefonda alo diyen sesini duyar duymaz. Ne yapıyorsun, oldu ikincisi. “Canlar gelecek. Onları bekliyorum dört gözle” dedi. Önce yutkundum. Söyleyeceklerim öyle bir düğümlendi ki boğazımda, sözcükler dökülmeden gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Balık siparişinden vazgeç, diyebildim yalnızca. Anladı gelemeyeceğimizi. Program değişti, cumartesi de buradayız dedim. Bir sessizlik sonrası şu kelimeler döküldü ağzından. “Sağlık olsun, yavrum.”
Sağlık olsundu. Elbette söylenebilecek tek söz, buydu. Gel gör ki deli gönlüm kabarmış, gözlerimde oluşan tuzlu su taşmak üzereydi.
Eşim gördü. “Ne oldu” dedi “çok mu üzüldün gidemeyeceğimize?” Evet dedim, en çok da babamın üzüldüğüne üzüldüm. Kim bilir neler hayal etmişti, ne planlar kurmuştu! Sarılıp koklayacaktı kızını, hasret giderecekti. Ne de olsa eylülden beri görmemişti beni, Özüm dediği kızını. Onun düş kırıklığını düşündükçe kabarıyordu yüreğim günbatısıyla çalkalanıp köpüren koca mavi gibi.
“Sen merak etme” dedi bana gözümdeki düşmemek için direnen tanecikleri eliyle kurularken. Bir iki yere telefon etti. Ne yapıp etti ayarladı Ankaralı enişte ve Yaşamın Erken Başladığı Toroslar’da baba ile kızını birbirine kavuşturacaktı. Sonra da bana, “Ara babamı da balık siparişini iptal etmesin” dedi. Tanrı, sevdiği kulunu önce eşeğini kaybettirip üzer sonra da buldurup sevindirirmiş.
Cumartesi kahvaltıdan sonra düştük yola. O dönemeçli yollar bitmiyordu bir türlü. Ama Gazipaşa’dan sonra yüreğim efil efil ediyordu, çobançıralarını, abdestbozanotlarını, azganları ve hayıtları gördükçe. Ne de olsa babamdan öğrenmiştim bu bitkilerin ne olduklarını. Bana babamı anımsatmış, baba kokusunu duyumsatmışlardı.
Melleç tarafında yediğimiz nefis öğle yemeğinden sonra yola koyulduk yeniden. İkindiüzeri vardık, babamın yanına. Üçümüz de uçuyorduk neşeden, martılar da katılmıştı sevincimize. Biraz dinlendikten, yorgunluk kahvemizi içtikten sonra “Haydi, geç olmadan size ikinci sevgilimi göstereyim” dedi. Direksiyonda bu kez babam vardı. Sürdü arabayı Taşmasa’ya doğru. Bu ilk veya son gidişimiz değildi Aydıncık’a ama babamın tutulduğu yöre sevdasının ayyuka çıkmasından sonra ilk kez gidiyorduk gerçemek diyarına.
Gerçemek sevdalısı babamın ona bakışını, fotoğraf çekerkenki coşkusunu birebir yaşama olanağı buldum ilk kez. Bunu görebilmek, yaşayabilmek, içimde duyumsayabilmek uğruna düştüğüm dağ yollarında tırmanırken ayağıma dikenler battı. Ama değermiş yorgunluğa da diken acısına da. Babamın “İşte benim aşkım. Adı da Toros Güzeli” diyerek gösterdiği gerçemeği, inanın, kıskanmadım üstelik sevdim bile. Ben, onu kendime çok yakın hissettim, öptüm ve kokladım. Ama annem ne der bilemem.
Babam, ben ve sevgilisi sığdık fotoğraf makinesinin karesine. Canımın gönlünü fetheden ve onu mutlu eden o güzel çiçek, benim sevgi bahçemde de açmaya hep devam edecek…


KEDİ YAVRUSU
Mehmet BABACAN

Ta sokaktan duymuştu eniştesinin sesini:
“Allahtan kork be kadın! Bir kedi yavrusu için bu kadar para harcanır mı? Para sokaktan mı toplanıyor?”
Edâ, kısa bir süre etrafı dinledikten sonra; “Ablam kesinlikle salonda değildir” diyerek, sessizce girdi avlu kapısından. Bahçe tüm güzelliğiyle şahlanıyordu. Çiçek kokuları karşılıyordu insanı. Bir köşeye yerleşmiş olan tek katlı ahşap ev; kapısını, penceresini ardına kadar açmış, keyif çatıyor gibiydi.
Edâ, ayak uçlarına basarak mutfağa yöneldi. Ablasının gözlerini kapatacaktı arkadan. Ama Sedâ Hanım mutfakta değildi. Başını, hızla öteki odalara doğru uzattı. Hiçbir yerde yoktu. Arka tarafa açılan mutfak penceresinden bakınca gördü onu; hurda yığınının önünde bir şeyle ilgileniyordu.
Eniştenin sesi hâlâ salonda yankılanıyordu. Onun huyuydu bu. Sedâ Hanımın çarşı Pazar dönüşünün pek çoğunda, benzer kükremelerde bulunurdu. O aşamada Sedâ Hanım hiç sesini çıkarmaz, bir şeylerle meşgul görünür, gözden uzak olmaya özen gösterirdi çünkü tartışma uzamazsa, kızgınlığın inişe geçişi hızlı olurdu.
“Gene bir yığın ıvır zıvır almışsındır” kahırlanmasından sonra da sesini olabildiğince yumuşatarak “Haydi bir kahve yap da bağışlayayım seni” şakasıyla noktalardı.
Oysa ortada alınmış bir şey de görünmüyordu.
“Ne ola ki Sefa Beyin bu celallenmesi” diye düşündü Edâ.
Aslında öyle kızgınlıkları görülse de Sefa Bey iyi yürekli bir insandı. Onun titizlikleri, geleceğe yönelik kaygılardan kaynaklanıyordu. Haksız da sayılmazdı hani.
Edâ salon kapısında görünür görünmez, Sefa Beyin yardım çağrısı geldi: “Gel baldız, sen bari semaverden bir çay alıver de gönlümü al” deyişinde yumuşama vaktinin geldiği belli oluyordu.
İyiden iyiye meraklanmıştı Edâ. En iyisi, bir an önce çayı verip ne olup bittiğini öğrenmekti.
Sefa Bey, çaydan ilk yudumunu höpürdeterek aldıktan sonra anlatmaya başladı:
“Yahu kızım, nasıl kızmazsın? Mahallede girdiği kovuktan çıkamamış bir kedi yavrusunu kurtarmak için yaptığı masrafı bir görsen, sen de fıttırırsın. Taksi tutup duvar sahibini bulup getirmiş, izin almış. Duvarı yıktırıp yeniden ördürmek için bir usta tutmuş. Bu iyilik melekliği, benim bütçemde tam yüz liralık bir gedik açmış… Yahu kardeşim, bu memlekette kedinin köpeğin kıtlığı mı var?”
Olay anlaşılmıştı. Edâ’nın gelişinden henüz habersiz olan Sedâ Hanım, yorgun, yılgın bir tavır içinde girdi içeri. Başını ovalarken moralsiz bir tonda:
“Hoş geldin, bacım” deyince, sitem sırası Edâ’ya gelmişti:
“Hayrola, abla, bana dargın mısın yoksa?”
“Ne dargınlığı, anam? Dargın falan değilim de gülüp oynayacak hal mi bırakıyor insanda? Parasından, pulundan başka değerli bir şey yok dünyada. Sanki mezara götürecek.”
Sefa Bey, bir “lâ havle” çektiyse de gerisini getirmedi, sustu.
Sedâ Hanım destek ararcasına anlatmaya girişti:
“Kurban olduğum, yürek nasıl dayanır? Duvarın deliğine nasıl girmişse girmiş, çıkamamış. O girdikten sonra duvar kaymış, delik daralmış da olabilir; çocuklar tıkamış da olabilir. Zaten çocuklardan kaçarak girmiş deliğe. Nasıl miyavlıyor bir görsen, yüreğin parçalanır. Kurtarın dite yalvarıyor sanki… Enişten gibi taş yürekliler, varsın bağırıp dursunlar… Bin kere görsem, bin kere kurtarırım.”
Pencereden dışarı bakarak:
“ Bak, hurda demirlerin arasında verdiğim yiyecekleri yiyor. Aman Allahım, şunun güzelliğine bakın kız…”
Tüm hayvanlara mı özgüydü bu sevgi yoksa yalnızca kedi miydi? Örneğin bir fare yavrusunun kuyruğu kıstırılmış olsaydı, aynı duyarlılık gösterilir miydi?
Komşuları Reha Beyin sesi duyuldu bu sırada:
“Komşu, hayırdır, derdiniz ne? Aslında biliyorum da öylesine sordum işte. Bir aile sorunu olsaydı, duymazdan gelirdim. Ama bu farklı geldi bana.”
Reha Bey, Edâ’nın Türkçe öğretmeniydi. Onu, sevgi ve iyiliklerin oluşturduğu erişilmez bir abide olarak görürdü. Onun gibi bir insan olabilmek için Edâ’nın feda edemeyeceği bir şey yoktu. Kendi davranışlarında hatta akraba eylemlerinde bile olabilecek yanlışlar, kusurlar onun dünyasını kirletecekmiş gibi gelirdi. O yüzden onun beğeni belirten yargıları, Edâ için üstüne gölge düşürülmemesi gerek değer ölçüleriydi.
Reha Beye karşı duyduğu bu olağanüstü hayranlığı irdelemeye kalkıştığı günler de olurdu. Bu hayranlıkta eğitimcilik başarısının, insanlık erdemlerinin ötesinde bir neden var mıydı? Örneğin aşk gibi cinsel kaynaklı bir dürtü olabilir miydi?
Edâ aklı başında bir genç kızdı. Reha Beyi sevebilecek derecede yakışıklı bulmasına karşın ona olan hayranlığının kaynağı asla bu değildi. Bu sonuca her varışında bir “Oh” çeker ve kendisiyle gurur duyardı. Çünkü onun hayranlığında kişisel çıkar yoktu. İnsanlığın ortak değerlerinde pay sahibi olabilmek başlıca huzur kaynağıydı. Öğretmeninin beğenisini kazanabilmek, onun gözünde değer taşıyan birisi olabilmek, ulaşmayı hayal ettiği özlemlerin başında geliyordu. “Keşke öğretmenin bu tartışmalara hiç tanık olmasaydı” dedi içinden.
Reha Bey, bahçe duvarına dirseklerini dayamış, gülümseyen bir çehreyle konuşuyordu:
“ Komşum, kuşkusuz Sedâ Hanımca gerçekleştirilen ve sonuçları size de yansıyan davranışın elbette bir bedeli olacaktır. Bedelsiz ne var ki yaşamda… Ama bedeller her zaman aynı ağırlıkta mı? Ya da değerde mi” derken, destek bulan Sedâ Hanım, hemen anlatıma girişti:
“Hocam, çaresizliğini bir görseniz, siz de dayanamazdınız…” Reha Bey nazikçe sözünü kesti. “Yorulmayın Sedâ Hanım, ben her şeyi öğrendim. Sefa Bey kusura bakmasın, ben sizden yanayım. Öylesine sizden yanayım ki yerinizde olmayı çok çok isterdim. Hatta kabul edeceğinizi bilsem, tüm harcamalarınızı ödemek isterim.”
Sefa Bey dayanamayıp “Sen de mi komşu” derken, Reha Bey itiraza fırsat vermeden devam etti: “Sedâ Hanımın yaptığı işi şöyle enine boyuna bir düşündünüz mü? Siz tartışırken, ben epeyce düşündüm: O kedi yavrusu, sadece bir araç, bir obje o… Herhangi bir varlık da olabilirdi. İsterseniz, o kurtarma eyleminin içinde insanî duygu ve değerlerin hangisi var bir düşünelim: Sevgi var. Acıma duysusu var. Koruma duygusu var. Aynı konuma düşmeme dileği var. İş başarma, örnek olma ve sosyal değer kazanma özlemi var. Çeşitli doz ve biçimlerde eleştiri var. Bu duygu zinciri daha da uzatılabilir ki insanî erdemlere sahip olma durumuyla doğru orantılı gibi geliyor bana. Ama bu nokta da dikkat çekici bir başka durum daha var: Bu duyguların tümü, bize yarar sağlayan şeyler değil mi? Yani kedinin başına kaktığımız iyilik, kendi çıkarımıza olan şeyler değil mi? Oysa sevaptan, cennetlik olmaktan hiç söz açmadık daha. İnsan olma merdiveninde bir basamak daha yukarı çıkmamızı sağlayan o davranışın bedeli, harcadığımız parayla ya da çektiğimiz yorgunlukla ödendi mi; yoksa daha borçlu muyuz?”
Edâ, Reha Beyin böylesine yücelttiği davranışı gerçekleştiren kişi olmayı çok istese de utanılacak bir duruma düşmedikleri için müthiş bir sevinç duydu.
Sefa Bey, “Komşu, gel bir çay içelim” diyerek havayı değiştirmeyi yeğledi.
En kazançlı çıkansa, Sedâ Hanımdı. O, olağanüstü övgülere hedef olurken, aferin almış çocuk sevinci, kırgın yüreğini dolduruyordu.
Belki de yaptığı iyiliğin ve özverinin karşılığını görmeye başlamıştı…


OSMAN BOLULU
TAŞIN İYİSİ

“Taş Gediğinde ağır.” demişler
Ben Anlamam

Taşın kötüsüne
Basılıp geçilir

Orta hallisi
Duvara yarar

Atınca taşın iyisini
Devireceksin
Herifin birisi

VARI YOĞU
Düşünce, özgürlüğü var da
Kalkınca yok
Görme, özgürlüğü var da
Bakınca yok
Bakmak, sadece göz işi
Bakanı var, göreni yok
Nerde öylesi kişi
Yıkanı var, öreni yok

SENİN GÖZÜNLE
Sen, bana hiç gözüyle bakarsan
Elbet, karşında bir hiç görürsün
Kendini aynalara sokarsan
Resmi çekilmiş bir piç görürsün

AMCASI ŞAŞKIN
Ağaç var
Dalı yok
Petek var
Balı yok
Adam var,
Kalkacak hali yok
Diyecek dili yok

Ortalık
At oynamış
Yonca tarlası
Durum bu
Amcası

TAŞIN İYİSİ (Taşlamalar)
EDEBİYAT VE ELEŞTİRİ KİTAPLIĞI


MEHMET AYDIN
ONULMAZ YALNIZLIK

Çocuksu utangaçlık kuşatmasında
Dağılıp havaya karıştı nice duygular
Kördüğüm oldu ilişkiler yumağı
Yerinde saydı kışkırtıcı ve şaşırtıcı yolculuklar
Paramparça oldu içsel kimlikler
Düş gücüyle gerçek birbirine karıştı
Çağrışımların gücü kesti yolumu
Kaçıp gitmek isteği hep ötelere
Boğuntuları yığdı önüme
Kılık değiştirdi biçimler
Hiç sınır tanımayan
Yaşamın özü bulandı
El salladım göz kamaştıran
Akşam yıldızına
Dursun diye körleşmesi insanlığın
Dost yaptım dolunayı kendime
Kurtulmak için tuzağından
Sürüp giden
Onulmaz yalnızlığın

NİCEDİR

Seni soruyorum nicedir
Yakın dostlarla göçmen kuşlara
Ezgisini anımsıyorum
Şiirli konuşmaların
Cıvıltısını yitiriyor Ankara
Ufukta
Mor dağlara bakıyorum dalgın
Sessizlik içimi kemiriyor
Şaşkınlığa bürünüyor her yer
Gözlerim yollara takılı
Dönüşünü bekliyorum sabırla
Aklım hep ayrıldığımız
Yol ayırdında kaldı


ÖYKÜ SOĞUK VE SICAK
Mustafa B. YALÇINER

Yün atkısıyla başını iyice sarmış, siyah mantolu bir kadın bahçe kapısını açarak girdi. Dış sıvası yer yer kavlayıp dökülmüş iki katlı kâgir eve giden dar yol, karla kaplıydı. Giriş kapısının önünde çizmelerini birkaç kez yere vurdu. Eldivenlerini çıkardı; omuzlarında biriken karları silkti, atkısını çırptı. Zile bastı, bekledi. Tekrar çaldı. Gelen olmayınca, “ Allah, Allah! Ablam duymadı mı acaba” diyerek çantasından anahtarı çıkardı; boyası uçmuş, bazı tahtaları çatlamış kapıyı açtı.
Loş girişte çizmesini çıkarırken “Abla, nerdesin” dedi. Sağ dip köşeden geldi sorusunun cevabı: “ Makbule, sen misin? Gel, buradayım.” Makbule mantosunu ve atkısını portmantoya astı. Eskimeye yüz tutmuş bir terlik giyerek odaya geçti. Tüyleri dökülmüş halının örtemediği yerlerde, kamburlaşmış rabıtalar göze çarpıyordu. Süpürgeliklerinin üst kısımlarında, sıva kusmuş ve beyaz pamukçuklar oluşmuştu. Duvarları yer yer çatlamış, sıvası da kabarmıştı. Küçük tek pencereden giren ışık, karanlığı tümüyle kovmaya yetmiyordu. Ablası yataktaydı. Başına, alnı ve kulaklarının yarısını örten bir takke geçirmişti. Yorganın dışında kalan yüzü kırışık, gözleri siyahtı.
—Hayrola, abla? Hasta mısın yoksa? Evin de soğuk.
Yanına vardı ve yanaklarından öptü.
—Yok, güzelim, iyiyim. Doğalgazım bitti de ondan ev biraz soğuk.
—Keşke telefon etseydin?
Ablası cevap vermedi. Makbule, girişe yöneldi, telefonun ahizesini kaldırdı. Kesikti. Telefonun önünde üç fatura ile bir doğalgaz kartı vardı. Baktı, faturalar yatırılmamış. Onları yerine koydu. Ablasının yanına geri döndü.
—Geçen hafta, çok hastaydım; onun için sana uğrayamadım.
—Şimdi iyisin ya, bu yeter. Yarın üç aylığımı alacağım; o zaman hem telefonu hem de gazı hallettiririm.
—Sana yiyecek bir şeyler hazırlayayım.
—Yok, bacım, yok. Gerek yok.
Makbule mutfağa geçti. Bulaşıklar kurumuştu tezgâhta. Musluk damlatıyordu. Ahşap masanın üstünde, bir naylon poşette el kadar kuru somun ekmek, küçük bir kâsede yağı donmuş iki kaşık kadar siyah zeytin, bir başkasında ise peynir kırıntıları bulunmaktaydı. Buzdolabını açtı. Yarım paket margarin, üç portakal, iki soruşmuş golden elma, kapağında ise ilaçlar, bir tek yumurta ile yarım limon vardı. Derhal kapattı onu. Erzak dolabını açtı. Yarım paket makarna, tasta bir avuç kırmızı mercimek, iki kuru soğan, biri çürümeye başlamış üç patates. Çizmesini giydi; mantosunu, doğalgaz kartını ve çantasını alarak çıktı. Kapanan kapının ardından, ablasının sorusunu duymadı bile.
Nefes nefese bankaya vardı. Yüzü pancar gibi kızarmış, gözünden burnundan sular akıyordu. Doğalgaz kuyruğunda üç kişi vardı. Sırası gelince, kartı veznedara uzattı ve “ elli liralık ” dedi. Daha sonra markete uğradı. “Çok alırsam, yüküm ağır olur. Belki de param yetmez. Acil ihtiyaçlarını alayım şimdilik.” Büyükçe iki poşetle çıktı oradan.
Kar durmuştu. Yolda biraz yürüyor, biraz dinleniyordu. Kapının önüne geldiğinde hâlâ tıslıyordu. Kapıyı açtı ve çizmeleriyle geçti mutfağa. Elindeki poşetleri bırakıp dışarı çıktı. Kapının yanındaki doğalgaz sayacına soktu manyetik kartı. Somuruverdi ne yüklenmişse aç sayaç. Mutfaktaki kombiye biraz su verdikten sonra bastı düğmesine. Çalışmaya başladı tembel tembel duran makine.
Tencereye su doldurdu, ocağa koyduktan sonra altını yaktı. Mantosunu astı, çizmesini çıkarıp terliği giyerek ablasının yanına gitti. Yorganının içerisinde kaybolmuştu yaşlı kadın. Makbule, yorganın ucunu kaldırıp baktığında, yastığın ıslanmış, ablasının gözlerinin hâlâ yaşlı olduğunu gördü. Her iki başparmağıyla onun gözyaşlarını silip yanağına içten bir öpücük kondururken, kendi gözlerinden akan yaşlar ıslattı bu kez ablasının yüzünü.
Duygu yüklü bir ses tonuyla, “Canım, ablam! Az sonra ısınacaksın“ sözleriyle, mutfağa geçti. Hırkasının cebinden çıkardığı kâğıt mendille sildi gözünü ve burnunu. Isınan suyla bulaşığı yıkadı. Ocağa yemek koydu. Bu arada, salatayı da hazırladı. Salona gidip perdeleri açtı. Aydınlanıverdi salon. Koltukların üzerindeki sergileri kaldırıp öbür odaya geçti. Onları dolaba koydu. Çekmeceden naftalin kokan bir masa örtüsü getirip serdi. Hırkasını çıkardı, astı bir sandalyenin arkasına.
Mutfakla salon arasında gitti geldi; masayı hazırladı. Yemekler de pişmişti. Ocağı kapattı. Ablasının odasına girdi. Yatakta oturumuna gelmiş, kalkmaya çalışıyordu.
—Ablacığım, evimiz ısındı. Sıcak suyumuz da var artık. İstersen seni şöyle güzelce bir yıkayayım.
—Ben küçüklerime hiç hayır demedim ki, demem de bundan sonra…
İki bacı banyoya girdiler. Makbule gardıroptan ablasının elbiselerini götürdü. Banyo sonrası, salona geçtiler. Kısa beyaz saçlı, nur yüzlü birisiydi Makbule’nin ablası. Siyah kalın kumaştan bir pantolon ve beyaz boğazlı bir yün kazak giymişti. Koltuğuna oturmuş çoraplarını giyerken, Makbule de yemekleri getirdi. Sonra da televizyonu açtı. Sanat müziği vardı siyah beyaz ekranda.
Makbule ile ablası, bir yandan yemek yiyorlar, bir yandan da eskilerden söz ediyorlardı.
—Ah, be ablam! Sen bu duruma düşecek insan mıydın?
—Sus kız. Ne varmış halimde. Başımı sokacak bir evim ile kocamdan kalan emekli maaşım var. Allah razı olsun, koyup gidenlerden!
—Sana kaç defa demiştim. Verme paranı çocuklarına diye. Rahmetli eniştem bir geri gelse, etmediğini koymazdı sana. “Bu parayı bankaya senin için yatırdım; yarın sana kimse bakmaz, kendine sadece sen bakarsın demez miydi?”
—Ne yapalım? Ben yanarım yavruma, yavrum yanar yavrusuna. Ben küçüldükçe, onlar büyüyecek. Bundan sonra at olup da kuyruk mu sallayacağım? Hem ben yavrularıma hiç hayır demedim.
—Yapma, be ablam! Dünyanın bin bir türlü hali var.
Kapı çalıyordu. Makbule sofradan kalktı. Gidip açtı. Öfke dolu bakışlarını kondurdu gelenlere.
—Kim gelmiş, Makbule?
—Oğlun Can ile kızın Canan.
“ Merhaba, teyze” sözünden sonra koştular annelerinin yanına. Sarılıp öpüştüler. Makbule’nin ağzını bıçak açmıyordu. Masaya geçti ve yemeğine devam etti.
—Ne o, teyze? Selam sabah yok mu bize?
—Analarına hayrı olmayanlara diyecek lafım yok benim.
Canan, teyzesine hüzün dolu gözlerle baktı ve sordu:
—Ne demek şimdi bu, teyze?
Annesi, onun cevabını beklemeden yanıtladı:
—Yok, bir şey, kızım.
—Sabah gelseydiniz de görseydiniz, ananızın halini.
—Makbule, sus. Lütfen.
—Neden susacakmışım. Üç aydır arayıp sormadınız ananızı. Ne biçim evlatsınız, siz? Kadıncağızın üç aylığını almaya geldiniz, değil mi? Utanmazlar. İnşallah, sizler de çocuklarınızdan bulursunuz.
Can teyzesine cevap yetiştirdi:
—Yok, be teyze. Vallahi, annemin üç aylığı için değil evini satmaya geldik.
Makbule’nin elinden kaşık düşüverdi çorbaya. Masanın örtüsüne pirinç ve kıymalar saçıldı. Yaşlı ablası ise başını iki elinin arasına almış, donup kalmıştı. “Eniştem ne kadar da sevinmişti sen doğduğunda,“ dedi ve önündeki su bardağını kaptığı gibi Can’ın suratına hem suyu hem de tükürüğünü fırlattı.
—Ya kız sen? Sana ne demeli? Allah ikinizi de kahretsin.
Öfkeyle kalktı sofradan, portmantoya yöneldi. Ablası sesleniyordu ardından: “ Bacım, Makbule! Bırakma beni bu canavarlara! ”
İki kardeş şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar. Canan annesine, Can teyzesine koştu.
—Dur. Teyze dur. Bir şaka yapalım dedik. Beceremedik, işte.
Koyun cebinden çıkardığı banka cüzdanını uzattı teyzesine.
—Annemden aldığımız borç parayı ödedik. Hem de onu görmeye geldik.
—Kocaman adam oldun ama hâlâ ne zaman şaka yapacağını, ne zaman ciddi olacağını bilemiyorsun; ah, benim hınzır oğlum!
Manto ve çantasını koydu yerine. Sarılıp öptü yeğenini. Doladı kolunu Can’ın beline ve birlikte döndüler salona.
Canan, annesini yanağından öptükten sonra bir sürprizden benden:
—Ağabeyimle birlikte, annem için bizim siteden bir ev aldık. Dayayıp döşedik de üstelik. Deniz kenarında kış pek sert geçmez. Annemizi almaya gelmiştik.
Makbule mutfaktan iki kişilik tabak, kaşık, bardak ve çatal getirip masaya koyduktan sonra, ablasına sarıldı ve öptü onu. “ Özür dilerim, abla.”
—Makbule, güzelim! Haydi, bir de çay koy.
Makbule, “ Tamam, ablacığım “ diyerek neşeyle koştu mutfağa…

**************************************************************************************************************************************************************************************************************************************

GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Ankara, Reproton Ltd. Şti.
(0312) 384 78 51

Baskı Tarihi: Mayıs 2008

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 2
Sayı: 9

Sürdürüm Koşulları:
Yıllık 25 YTL

Posta çeki
Hesap sahibi: Mustafa Yalçıner
Numarası: 5323892

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN

Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.


ANADOLU ORKİDESİ

Zelep olarak da bilinen Anadolu orkidesi, bir salep türüdür. Çok yıllık, iki yumrulu, otsu bir bitki olan Anadolu orkidesi, düşük rakımda yayılış gösterir. Kalkerli topraklarda, pırnal, çobançırası ve çaltı diplerinde ya da aynı yerlerde açık arazide kendiliğinden yetişir. İri, uzun, ucu sivri, üzeri lekeli, dört ya da beş yaprağın arasından, iki yaprağa sarılı mor ya da yeşil bir sürgün çıkar. Mor sürgünün çiçeği mor; yeşil gövdenin çiçekleri ise beyazdır. 20 ya da 25 cm boyundaki bu ince, silindirik gövde, belirli aralıklarla çok küçük, yapraksız sekiz civarında dala ayrılır ve çiçekler bu dalların ucunda açar. Çiçek üç parçadan oluşur: İkisi kulak şeklinde yandadır. Ortadaki parçadan bir dudakçık sarkar. Çiçeğin bu parçası, lekeli olup diğerlerinden büyüktür. Dudakçığın arka kısmından da ters yönde uzayan ve adına mahmuz denilen bir çıkıntı meydana gelir. Çiçeğin tümü, kimine göre kurt başına, kimine göre de tavşan başına benzer. Tavşana benzetenler fazla olmuş ki bitkinin yöresel adı “tavşan topuğu”dur.
Kökünde iki yumrusu vardır. Eski insanlar, bunları koçyumurtasına benzetmişler. Yunancada “orchis”, haya yani erbezi torbası demektir. Arapçada da “tilki testisleri” anlamına gelir.
Yumruları sökülüp yıkanır. Bez torbaya konmuş taze çökelekten sızan, sarı suyla pişirilir ve serilip kurutulur. Salep yumrusundan elde edilen un, kışın sıcak sütle karıştırılarak içilince insanın içini ısıtır; göğsü yumuşatır, öksürük ve bronşitte faydalıdır. Yazın ise dondurmanın hammaddesi olur.
EDİTÖRDEN


GÖRÜ

Bursa’da gölgeli bakışlı
bir kız
erirdik gözlerinin elasında
Bir kolye gibiydi zerdaliler
günde iki kez geçerdi köprüden
salına salına
Sulara düşen el yazması
bir söğüt yaprağı üzerine
şehrin ölgün ışıkları
‘Kara yeller ak yerleri dövende’

Takarak özlemlerimi iki yanına
kanat, zifiri geceyi
diyor, ölürsem götür çöplüğe at!

Ayakların sağlam, yüreğin güçlü, uzak
Bir yerdesin Ferhat.

-Ağlayan ormanım akşam yelinin altında
MÜSLİM ÇELİK


BAŞINI KALBİMİN
ÜSTÜNE KOYUNCA

Başını kalbimin üstüne koyunca
Yeşil bir kuş çıkar büklerin arasından
Kalbim eşlik ederken onun kanat vuruşlarına
Gelir o, yavaş yavaş kapar gözlerimi usulca.

Başını kalbimin üstüne koyunca
Alır götürür beni beyaz bir gemi, çocukluğuma
Kalan son yaprağı da bir kayısı ağacının
Düşer adını inleyerek avuçlarıma.

Başını kalbimin üstüne koyunca
Savrulur bin yılların külü
Barış diye bir çağ başlar
O küçük soluğunla


ABDÜLKADİR PAKSOY



M. ŞEHMUS GÜZEL İLE BİR MEKTUP SOHBET

Paris’te yaşayan, sürekli kitap üreten ve Gerçemek’e de yazı gönderen M. Şehmus Güzel, Gerçemek’in 8. sayısının iç kapağında çıkan fotoğraf ve yazı ile ilgili olarak geçenlerde bana bir mektup gönderdi. “Derginin iç kapağındaki sunumu gördüm. Duygulandım. Abidin de görseydi, çok sevinirdi. ‘Güzel olmuş, Şehmus, ellerine sağlık, Mustafa Yalçıner’e teşekkür etmeyi unutma. Selamımı gönder’ derdi. Evet, ellerinize sağlık kardeşim. Yazar takımını bundan daha fazla, hiçbir şey sevindiremez” diye yazmış. Sunumda Şehmus’un Abidin Dino başlıklı üç ciltlik çalışmasının birinci kitabının kapağı yer alıyordu.
Oral Çalışlar da söz etti bu kitaplardan, 15 Mart 2008 Cumartesi günkü Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde.
Ben de Şehmus’a verdiğim yanıtta, ona Abidin Dino hakkında birkaç soru yönelttim. Şehmus, incelik gösterdi ve soruları yanıtladı. İşte böylece M. Şehmus Güzel ile Kitap Yayınevi tarafından okuyuculara sunulan Abidin Dino başlıklı çalışması konusunda kısa bir “mektup sohbet” gerçekleştirdik. Buyurun sohbetimize:
M. B. YALÇINER- Kimdi Abidin? Nasıl bir kişilikti? Kısaca anlatır mısınız? Onu ne zaman tanıdınız?
ŞEHMUS GÜZEL- Abidin, bir gazeteci, bir yazar, bir şair, bir ressam, bir heykeltıraş kısacası büyük bir sanatçı. Herkesle eşit eşite davranırdı. Özellikle arkadaşlarıyla, dostlarıyla, yoldaşlarıyla, yolcanlarıyla. Sevdiklerinin kendisine sadece adıyla hitap etmelerini isterdi. Abidin’e “Peder” diye hitap eden tek insan Yaşar Kemal’dir. Ve Abidin bu işe bozulmazdı fakat Yaşar Kemal’in Güzin’e “anne” diye hitap etmesine kırmız kart çıkarırdı. Ne de olsa gençliğinde kalecilik yapmış adam. Abidin, ne “sayın”ın ön gelmesine ne de “bey”in son gitmesine tahammül edebilirdi. Eşitlikten yana olmayı bizzat kendi yaşamında da gösterdi.
Abidin'i 1972 yazında tanıdım. Nasıl tanıştığımızı üçüncü ciltte anlatıyorum. 1980'lerin Paris'inde arkadaşlığımız düzenli görüşmelerle perçinlendi. On beş günde bir, bazen daha sık, bir araya gelirdik. Çoğunlukla eşi Güzin'le birlikte oturdukları ev-atölyelerinde. Abidin için resim ve heykel atölyesi olan ev-mekân, Güzin içinse yazım-atölyesi görevini yerine getiriyordu. Güzin'in yazıları/makaleleri, bilimsel çalışmaları, kitapları, çevirileri bunun ispatıdır/tanıklarıdırlar.
M. B. Y.- “Son yirmi yılımın büyük bir parçasını alan” diye nitelendirdiğiniz bu çalışmaya neden ve nasıl karar verdiniz?
ŞEHMUZ GÜZEL- Abidin Dino’nun bizi 7 Aralık 1993’te terk etmesinden sonra hemen hemen bütün gazetelerde, dergi ve benzeri yayın organlarında hemen hemen herkes bir şeyler yazdı. Abidin’i anmak için bunlar çok duygulu, sevimli ve son derece şirin şeylerdi. Ama Abidin’i tanımak için yeterli değildi. Yayınlanan makaleler ve haberler sayesinde şunu da fark ettim: Abidin yeterince tanınmıyor. Ve hatta hayatına ilişkin kimi konularda, kimi noktalarda hatalar bile var. Bunlarda bizzat Abidin’in bile rolü olduğunu belirtmeme lütfen izin veriniz. Çünkü çocukluğundan beri rakamlarla arası iyi olmadığından (Robert Kolej’de ortaöğrenimini terk etmesinin nedenlerinden biri de mutlaka aritmetikti) Abidin, yaşamındaki önemli dönüm noktalarının tarihlerini bile yanlış anımsardı, yanlış yazardı. O zaman bu yanlışların sürmesi bir yerde kaçınılmazlaşıyordu.
Bunun üzerine Abidin Dino’nun 23 Mart 1913’te doğumundan vefatına kadar geçen zaman dilimini kapsayan bir çalışma için kolları sıvadım,1993’ün hemen sonunda. Yalnız şunu da eklemeliyim: Abidin’le Temmuz 1988’den vefatına kadar hayatının değişik dönemlerini söyleşi yöntemiyle kasetlere kaydetmiştim. Bu çalışmamda Abidin’in bizzat anlattıkları işime yaradı elbette. Ama hayatının çeşitli dönemleri hakkında yeterli bilgi yoktu. Abidin de zaten hayatının bazı dönemleri için hiçbir şey yazmamış, hiçbir şey söylememişti. O zaman şöyle bir yöntem uyguladım: Abidin üzerine yazılanların ve bizzat Abidin’in yazdıklarının tümünü okudum. Abidin, iyi bir çiftçi gibi birçok yazısına hayatından kimi sahneleri, kimi ufak tefek anıları tohum serper gibi serpiştirmiştir. Bunlardan hareket ederek Abidin’i hayatının değişik dönemlerinde yakından tanıyan insanlarla söyleşiler yaptım. Elbette en başta eşi, yeri doldurulmaz sevimli insan Güzin Dino ile. Güzin’le aynı konuları kırk kere konuştuğumuz oldu. Her seferinde yeni bir şeyler daha ortaya çıkıyordu. Ve her seferinde bir öncekinde anımsanamayan bir isim, bir olay da kendini ele veriyordu. Güzin ile ayrıca diğer dost ve arkadaşlarla dünya kadar kaset doldurdum. Abidin’in bütün kadim dostları, en olumlu tarzda bana yardımcı oldular. İsimlerini ve görüşme tarihlerini kaynakçada belirtiyorum. Liste epey uzundur. Hepsine teşekkür borçluyum.
M. B. Y. - Abidin Dino gibi birinin bilinmeyen nesi kalıyordu ki? Bu üç ciltlik kitapta “yeni” olarak ne ya da neler var?
ŞEHMUS GÜZEL- Bunu kitabı okuyunca göreceksiniz. A’dan Z’ye yeni bilgiler var diyebilirim. Abidin seksen yıllık hayatına birkaç yüzyıl sığdırmayı başarmış bir sihirbazdır. Yirminci yüzyılın en önemli sanatçılarını tanıdı, onların bir kısmıyla sıkı arkadaşlık yaptı. Ancak zaman cetvelinin kimi dönemlerini hiç bilmiyorduk. Çünkü Abidin öyle özel olarak oturup hayatını anlatan biri değildi. Söyleşi yöntemiyle konuşmalarımı dışında, hayatını kimseye anlatmadı. O nedenle bizzat araştırmak gereğini duydum. Şunu da söylemek lazım: Evet, Abidin Dino çok tanınan biri, ama yeterince tanınmadığı da açıktı. Bunu fark ettiğimden bu boşluğu doldurmak istedim: Çünkü onun yaşamında hepimizin işine yarayacak dünya kadar ders var: İnsanlık dersleri...
M. B. Y. - Abidin Dino, Eylül 1942’de siyasal görüşleri ve muhalif olması nedeniyle İstanbul’da gözaltına alındı ve hemen sonra bu kentten uzaklaştırıldı. Önce Çorum’un sevimli kasabası Mecitözü’ne, sonra Adana’ya “ikamete memur” tayin edildi. Adana’da “Kutu Saray” olarak nitelendirdiği evinde yaşadı. Abidin ne diyordu, Adana ve oradaki yaşamı hakkında. Biraz bilgi verebilir misiniz?
ŞEHMUS GÜZEL- Dedesi Abidin Paşa, Adana’da uzun süre valilik yaptı ve dünya kadar şey gerçekleştirdi. Örneğin Saat Kulesi. İsmi şimdi bir caddede ve birçok mekânda yaşatılan Osmanlı İmparatorluğu’nun ve döneminin önemli bir siyasetçisi ve devlet adamıydı Abidin Paşa. Torununa, yani dostumuz Abidin Dino’ya gelince, o önce 1926 yaz aylarında geldi Adana’ya. At sırtında dolaştı. Tazı yarıştırdı... En güzel günlerini geçirdi o çocuk, Adana’da Babası Rasih Bey’le… Sonra Abidin Dino 1943 başından 1945 ortasına kadar Adana’da “ikamete memur” edildi. Hayatında asla memurluk yapmamış ve bu işten köşe bucak kaçmış Abidin’e en büyük haksızlık işte budur: “ikamete memur” olmak. İkamete memuru filan yok bu işin, yahu basbayağı sürgün adam. O yıllardaki birçok akıllı yazar, şair ve sanatçı gibi... Bilmem anlatabiliyor muyum? Sürgündü Abidin Dino Adana’da, kendi ülkesinde. Abidin’in sürgünlükte bunun dışında başka şikayeti de olmamıştır. “Ne var yani halkımı, Anadolu halkını tanıdım. Çok da iyi oldu” demez mi bir de! Ama dedesi Abidin’in Adana’ya sürüldüğünü duysaydı, öyle bir fesuphanallah çekerdi ki Toroslar titrerdi, doğrusunu isterseniz.
Abidin Adana’da, 22 Eylül 1943’te, Güzin Dino ile evlendi: Abidin aşkı için, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki asistanlık görevini ve baba evinin lüksünü terk edip trahomun kol gezdiği ve her gün birçok can aldığı Adana’ya gelen genç Güzin Dikel: Aşk bu değilse, kardeşim aşk nedir?
Abidin için Adanalılar hep gerçek ve candan birer hemşeri olarak kaldılar. Adana’yı, Çukurova’yı ve insanlarını çok sevdi Abidin. Tanığıyım. Hele o belalı sürgün günlerindeki efendi, yardımcı ve dayanışmacı dostlarını, Naci Bey’i (Naci Kum, Müze Müdürü), Yaşar Kemal’i, Orhan Kemal’i, Güven kardeşleri ve diğerlerini…
Sonuçta, Abidin Dino ismi, bugün Adana’da şirin bir parkta yaşıyor. Bu da az şey değil elbette.
M. B. Y. - Üç ciltlik ve yaklaşık bin iki yüz sayfalık kitapta, Abidin Dino’ya ve hayatına ilişkin her şeyi anlatabildiniz mi?
ŞEHMUS GÜZEL- Maalesef hayır. Bu mümkün değildi. Çünkü Abidin’i tanıyan, onunla birlikte bir süre yürümüş ne kadar insanla konuşursam konuşayım, bilinmeyenler ve asla bilinemeyecekler var. Çünkü Abidin, hiçbir zaman bütün hayatını A’dan Z’ye anlatmak yanlısı olmadı. Abidin, anlatmayınca istediğimiz kadar araştırma yapalım, bulamayacağımız ve ortaya çıkaramayacağız hayat dilimleri, an(ı)ları olacaktır. Bu, istesek de istemesek de maalesef böyledir.
M. B. Y. - Kasetlere kaydettiğiniz, Abidin’le söyleşilerin tümünü kitaba koydunuz mu?
ŞEHMUS GÜZEL- Hayır. Bu çalışma için yirmi yıldan fazla bir zaman içinde bizzat topladığım malzemeyi tümüyle kullan(a)madım. Çünkü bütün malzemeyi kullanmaya kalksaydım, üç ciltten daha fazlasını yayınlamak gerekecekti. Bunun da okuyucuyu yorma olasılığı var. O nedenle Abidin’in hayatı, her açıdan onu tanımaya ve bilhassa bilmeye yönelik en önemli yönleriyle, bu üç ciltte sunuluyor. Üç cilt ama bir çırpıda okunabilecek şekilde, bir bütünlük içinde sunuluyor. Fotoğraflar, desenler, karikatürler (Abidin’in çizgilerine “harikatür” denmesini öneriyorum) ve resimleri ile. Böylesi en iyisi oldu.
M. B. Y. - Türk kültürüne yaptığınız bu büyük katkıdan dolayı sizi kutluyor, size ve emeği geçenlere teşekkür ediyoruz.


KOCA MAVİDE BEYAZ KELEBEK
Özler KELECİOĞLU YALÇINER


Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.
……
Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi...

Orhan Veli’nin sözlerinin Livaneli’nin ezgisiyle birleşmesi sonucu ortaya çıkan bu müthiş şarkıyı mırıldandım bütün gün durduk yere. “Gün olur başıma kadar güneş, gün olur başıma kadar mavi, gün olur deli gibi…” deyince de Aydıncık geldi aklıma. Özlediğimi düşündüm birden, hem denizi hem güneşi hem de geçmişteki güzel günlerimi. Akdeniz’in derin sularında bir sörfün tepesinde, iki mavi arasında, yüzümü yalayan rüzgârla şu ada senin, bu ada benim dolaşırken buluverdim kendimi yıllar öncesinde.
Aydıncık’ta denizin ve güneşin tadını sörfün tepesinde olabildiğince çıkaranlardan biriydim ben. Bizi su sporlarıyla, sörfüyle kayağıyla, ilk kez babamın Fransız dostları tanıştırmıştı. Babamın sipariş ettiği sörfü getirmişlerdi geldikleri yazın birinde. Sörfü nasıl kullanacağımızı öğretmişlerdi, o yaz. Giderlerken de kendi sörflerinden birini bırakmışlardı. Bizlere yalnız yelkeni, tahtayı değil su sporları sevgisini de bırakıp gitmişlerdi, 1980’lerin sonunda. Su kayağının tadına doyamamıştık ama artık sörfün tadını istediğimiz gibi çıkarabilecektik. Çünkü bizim de bir sörfümüz vardı. Akdeniz’in mavisine biz de yelken açabilecektik.
20 yıl öncesine dönünce bir anda sörf ya da su kayağı ile ilgili, birbirinden ilginç binlerce anı geliyor aklıma. Acemilikten yaşadığım ufak tefek kazalar, yara bere içinde kalan vücudum, kollarım ve bacaklarımda oluşan morluklar, hangisi seçip anlatsam diye düşünüyorum. Sırf üzerine düşüp de yelkenini yırttığımda bir daha sörf yapamayacağım diye korktuğumu ve duyduğum derin üzüntüyü anlatsam, Gerçemek’te sayfalar yetmez. O on altı derginin sayfaları yetmediği gibi kırtasiyelerde ne kağıt kalır ne de defter! O sörf tahtanın üzerinde, ıslak saçlarımı dalgalandırıp yüzümü ılık ılık yalayan meltemin yelkeni doldurduğunda beni alıp uzaklara, engin maviliklere götürmesinin keyfini anlatsam, bir roman olur. Hele bir gün coşkuyla ilerlerken birdenbire tersine dönen rüzgârda eve dönmeyi beceremeyip gözden kaybolduğum ve anamla babamı telaşa düşürdüğüm, sörfü de kamyonetle Büyükalan’dan getirdiğimiz günkü mahcubiyetimi bir öykü şeklinde yazsam, ona bir de sörf yaparken beni izleyen, çakılların üstüne oturmuş kara kuru çocukların ruhsal durumlarını katsam, herhalde ödül alırım.
Nazilli’de sıcak denizden çıkıp buz gibi suyla, çoğu zaman getirmeye üşendiğimiz tas yerine dibini kestiğimiz plastik şişeyle, duş alırken kaynak suyunun soğukluğu bir yana, biraz da şımarıklık adına üşüdüm diyerek ısınmak için yeniden tuzlu suya bağrış çağrış atlamamızı yazmak için bile onlarca defter gerek. Bir yokuş çıkmak zorundaydık denizden eve giderken. Yokuşu tırmanmak ne denli zordu ıslak terlikle. “Fırt, fırt” ederdi, yan dönerdi ayağımız. Bu yetmediği gibi bir de toza belenirdi. Batıracağımızdan emin olduğumuz ayaklarımızı yıkamak için taşıdığımız suyu yarı yolda içip tekrar geri dönüşlerimizi mi anlatmazsam acaba?
Hayır, bunlar değil aslında benim anlatmak istediğim. Her şeyi kısa ve özlü anlatan, özlü babam, biliyorum kızacak bana sözü uzattığım için. Varsın kızsın. Bunları yazmazsam, ölürüm ben. Babamın şu an bir sözü çınlıyor kulağımda: “Yazınca boşalır, rahatlar insan. Yoksa delirirsin, kızım.” Armut dibine düşer, ne yapayım!
Evet, sörften söz ediyordum. Babam, bizleri ve başkalarını teşvik ediyordu sürekli. “Öğren ki öğretesin” derdi. Ablam, ben, kuzenim öğrenmiştik sörf yapmasını. Babam, bize yirmi yıl önce almıştı o sörfü, o günün çetin parasal koşullarında. “Ben bu sörfe bir aylığımı yatırdım” diyordu da ben anlamıyordum ne demek istediğini.
Aradan yıllar geçti. Geçen yazların birinde, Aydıncık’ta ilk yelken yarışının düzenlendiği yıl anladım, babamın neden o kadar çok para verip bize sörf aldığını. Aydıncık’ta sörf ve su kayağı yapanları, yelken kullananları görmek istiyormuş meğer.
Yelken yarışlarının yapıldığı günün akşamı, telefon etti bana. Büyük bir coşkuyla anlattı, betimledi durdu koca mavide gördüğü beyaz kelebekleri. Neşesi sesinin tınısına yansımıştı. Mutluluğunu paylaştı bizimle, bizi de mutlu etti.


BENDEN SONRA
Mustafa Sağlam

Düşünüyorum. Ünlü filozof Descartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım,” demiş. Ben ise, var olduğum için düşünmekteyim. Başkaları da düşünüyor elbette. Her insan, kendince az çok düşünür ve çoğunlukla da farklı düşünür muhakkak. İnsanların hayvanlardan farkıdır düşünmek.
Düşünmeye başlayınca öylesine farklı şeyler aklıma geliyor ki sınırlandırılamayacak şeylerin en başında düşünme yer alıyordur herhalde. Sanırım bu yüzden uygar ülkelerde kişilere düşünce özgürlüğü tanınmış. “Kontrol edilemeyecekse yasaklamanın ne anlamı var” demiş olmalılar.
Birçoğu hoş şeylerse de, hoş olmayanlar da çok düşüncelerimin arasında. Hele bazıları var ki tamamıyla saçma sapan, bazıları da bir o kadar utanç verici. Onlar, aklımdan geçtiği zaman beynimin içindekileri sanki birisi görecekmiş gibi etrafıma bakıyorum yakınlarda başkaları var mı diye. Bir an önce kafamdan uzaklaştırmak istiyorum o tür düşünceleri. Suç işlemişim gibi gelir. Ama bazen de öylesine güzel şeyler düşünüyorum ki mutlu ediyorlar beni. Ve onları oyaladıkça oyalayasım gelir. Hatta tekrar tekrar aklıma getirmeye çalışıyorum başımın üstündeki o pembe bulut benzeri şeyleri. “Tatlı hayal” dedikleri belki de bu tür düşüncelerdir.
Başka insanlar da ben gibi midir bilmem, en çok düşündüğüm ölüm oluyor. Gerçi çocukluğumda ve gençliğimde pek bir aklıma gelmezdi Nasrettin’in o “büyük kıyamet” dediği gün, o ömür sonlanışı. Ama otuzuma, kırkıma doğru daha fazla ziyaret eder oldu beynimi insanın içine burukluk salan o soğuk düşünce. Hele ellili yaşlarıma gelince öte gitmez oldu, içime iyice yerleşti kaldı. Nereye baksam, ölümle ilgili bir iz görüyorum. Hangi kitabı okusam, hangi haberi duysam, hangi filmi seyretsem, içinde bir ölüm olayı geçiyor. Belki çevremde o kadar çok ölüm gördükten sonra aklımdan çıkaramaz oldum onu. Halbuki yukarıdaki, ne der bilmem ama ben kendime en az yüz yıllık bir ömür biçtim; ona göre yaptım bütün planlarımı ve projelerimi. Bahçeme onun için geç meyve verecek ağaçlar diktim. Onların beni ileriki yıllara taşıyacaklarına inandım hep.
Ölümüm aklıma gelir gelmez, birbirleriyle çok ilişkilendirmişim ki benden öncesini ve sonrasını düşünüyorum hemen. İçinde bulunmadığım, yerimde yokluğumun olduğu geçmişle geleceği yani. Veya bir anlamda önümle arkamı. Geçmiş, öte başı hiç görünmeyen ve ıradıkça bilinmezliklerle dolu bir tünel gibi geliyor, geri dönüp baktıkça. Gelecek de öyle; onun da sonunu görebilmenin hiçbir olanağı yok; ne kadar dikkatle bakarsam bakayım, tünelin ucunu görebilme çaresi yok, zifiri bir karanlık ötesi.
Geçmişle gelecek, birbirinden ayrılmış iki zaman parçası. Bense, ikisini birbirine tutturan bir ulamayım adeta, ya da bir ek. Ben olmasam birbirlerinden kopacaklar gibi görünüyorlar.
Yakın geçmişte olanları hatırlıyorum, duyuyorum, okuyorum. Görmediklerim de gördüklerim kadar aşinalar bana. Ama onların hepsi geride kaldı tabi ve oraya dönüp onlarda bir değişiklik yapmanın olanağı yok artık. Sanırım onun için demişler: “Son pişmanlık fayda etmez”, “Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer.” Olaylar, nasıl olmuşlarsa öyle kalmak zorundadırlar zamanın derinliklerinde.
Geleceği düşündüğümde o, biraz daha farklı. Odamdaki pencereden karşılara bakar gibiyim önümdeki günlere, aylara, yıllara, yüzyıllara ve çağlara bakarken. Zaman, adeta saydamlaşıp cama benzer bir hal alıyor ilerilerdeki günlerle aramda. Yakın gelecek, daha belirgin ilerilere göre. Gözümü uzaklara çevirdikçe dumanlanıyor ortalık ve ufka yaklaştıkça her şey birbirine karışıp hiçbir şey seçilmez oluyor.
Ve ben olsam da olmasam da dönecek dünya. Güneş, yine her gün doğduğu yerden doğup battığı yerden batacak. Hem de bir an bile artmadan, eksilmeden. Oluşmaktan vazgeçmeyecek mevsimler. Baharlar, yazlar, kışlar dönüp duracak yine. Rüzgârlar esecek doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden. Denizler, dalgalanacak ve durulacak. Yağmurlar, karlar yağacak ve dinecek. Havalar ısınıp topraktaki tohum uyanacak, arkasından yeniden çimlenecek kırlar, bayırlar. Ağaçlar tomurcuklanacak, çiçekler açacak, meyve verecek. Yapraklar yeşerecek, sararacak, dökülecek yollara, parklara, bahçelere.
Demek istediğim, ben yokum diye hiçbiri olağan gidişini sürdürmekten geri kalmayacak bunların. Hiçbir dönüş aksamayacak, şimdiye kadarkilerin ölümünde aksamadığı gibi.
Şüphe yok ki eskiler, denizin, güneşin, rüzgârın, nehirlerin kalıcı olduklarını gördükleri için onların tanrı olduklarına inanmışlardı. Baktılar, kendileri, doğup öldükleri halde onlar hep varlar. Hiç sona erecek gibi değiller de üstelik hiçbir şey etkilemiyor onları. “Bunlar Tanrı,” dediler.
O kişiler, önemli bir şeyi, başlangıcı olan her şeyin kesin bir de bitimi olduğunu öğrenmişlerdi. Kalıcı olanların ise ne başlangıçları, ne de bitimleri vardı. Onlar, ölüme karşı koyabildikleri gizemli bir güce sahiptiler; geçmişte her zaman varlardı ve bundan sonra da hep var olacaklardı güneş, ay, yıldızlar benzeri.
Yalnız bir şeyi sonradan öğrendi insanoğlu: Kendisinin de, bir anlamda kalıcı olduğunu. Hani karşısındakini ikilem içinde bırakmak amacıyla sorulan çok basit ve anlamsız gibi görünen bir soru vardır, “Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan” diye. Mevlana, “Dal mı meyveden, meyve mi daldan meydana gelir” şeklinde söyler bunu. Soruyu insan yaşamı açısından ele alırsak, “İnsan mı topraktan, toprak mı insandan meydana gelir” diye sorabiliriz. Hepsinde, iki şık da doğrudur. Hem tavuk yumurtadan çıkar, hem de yumurta tavuktan. Hem dal meyveden oluşur, hem de meyve daldan. Ve hem insan topraktan oluşur, hem de toprak insandan.
İnsan, ölür, toprağa karışır; topraktan beslenip, yine beden meydana gelir. Bu, böyle sürer dünya üzerinde canlıların yaşama ortamı sürdükçe.. Başka bir anlamıyla, doğum, yaşam ve ölüm arkası arkasına devam eder. Hiç kesintiye uğramayan bir dönüştür bu. Bu oluş, yaşayış ve bozuluşu bir şekille göstermiş eski düşünürler. Hepsi aynı yana doğru eğilmiş, üç kanatlı bir pervanedir o. Pervanelerin başlangıç noktaları ile bitiş noktaları aynı hizadadır her zaman. Çarkıfelek, arkeolojideki adıyla triskeles denir buna. Bir adı da “devran”dır onun.
Evet, bu görüşe göre, insan, hiçbir zaman bu dünyadan başka bir yere gitmez. Yani, nehirler, denizler, rüzgârlar gibi insan da bu yerkürededir ezelden ebede. Öyleyse insanınki ölmek, yok olmak değil, sadece şekil değiştirmektir.
Düşünmeyi sürdürüyorum: Bedenimden oluşacak topraktan açacak çiçekleri, meyveleri, onlarla beslenen kuşları görüyorum adeta. Arkasından da güzel güzel ötüşlerini. Çiçeklerin kokuları burnuma kadar geliyor nerdeyse. Belki de bir kralın, kraliçenin veya prensesin masasını süsleyecek o çiçekler. Ama o kokuların yüzlerce, binlerce, belki de yüz binlerce yıl önce yaşamış bir insanın bedeninden oluştuğunu düşünmeyecekler ne yazık ki. Beni tanımayacaklar, ben akıllarına gelmeyeceğim hiç.
Hayyam, şöyle bir dörtlük yazmış bu konuyla ilgili:

“İnsan bastığı toprağı hor görmemeli:
Kimbilir hangi güzeldir, hangi sevgili.
Duvara koyduğun kerpiç yok mu, kerpiç?
Ya bir Şah kafasıdır, ya bir vezir eli!”
(Sabahattin Eyuboğlu çevirisinden)

Evet, dedim ya, saçma sapan düşüncelerle dolar bazen kafamın içi. “Acaba keçileri kaçırmaya mı başladım” diye sormaktan da kendimi alamam. Gerçi saçma sapanla saçma sapan olmayanı ayırt edecek kesin bir kural da yok. İyi ki de yok; hâlihazırdaki kurallar yetmezmiş gibi bir de o mu olsun?

TANITIM
Güngör TÜRKELİ

Tanıtım önemli bir kavram olmasının yanında önemli bir olgu. Bir mal üretiyorsunuz, satmak için tanıtmak zorundasınız. Tanıtım konusunda ülkelerin, kentlerin yıllardan bu yana ne çabalar sürdürdükleri bilinen bir gerçek.
Tanıtım için çok değişik yöntemler uygulanır. Medya bunun en önemli aracıdır. Festivaller, tartışmalı toplantılar, kültürel etkinlikler tanıtım için vazgeçilemez yol ve yöntemlerin başında gelir. Spor etkinlikleri de önemli bir tanıtım aracı olarak yaygın bir araçtır dünyada. Ancak tanıtım için en geçerli yol kültürel etkinliktir. Bunu ben söylemiyorum. Uzmanlar söylüyor ve işin önemini kavrayan yöneticiler kültürel etkinlikleri ilk sıraya koyuyorlar.
Kültürel etkinliklerin önemi kavranmış durumda. Bu yüzden iller, ilçeler hatta belde ve köyler tanıtım için güya kültürel etkinlik düzenliyorlar. Genellikle de yörelerinde yetişen meyve isimleriyle güya kültürel etkinlik, adı bazen festival oluyor bazen değişik isimler altında yapılıyor ki bu tür etkinliklerin hiçbir yararı da olmuyor.
Çevremizde görülüyor. “Anamur Kültür ve Turizm Festivali”, Silifke bilmem ne festivali...” (Unutmayalım Silifke’de düzenlenen etkinlikler kültür içerikli ve ağırlıklı olduğu için ulusal boyutu aşmış gözüküyor.) Sanıyorum Gülnar’da da bir ürün adı taşıyan etkinlik düzenleniyordu. Kimsenin de haberi olmuyordu. Bozyazı ilçesinde de “Muz Festivali” sürdürülüyor. Bu arada Aydıncık’ta düzenlenen etkinlikler ulusal düzeyde ilgi çekiyor. En son yapılan “Sarıkeçililer” etkinliği gibi.
Sözünü ettiğim ilçelerde düzenlenen etkinlikler yaygınlaşamıyor, etkili olamıyor. Neredeyse kendimiz çalıp kendimiz oynar durumda kalıyoruz. Yani bir festivalin adını “Kültür” koymakla bir Kültür Festivali uygulamış olmuyoruz.
Aslında yöremiz tarih, kültür ve turizm açısından oldukça zengin. Bu zenginliklerin hemen hemen hiç birini sergileyemiyor, öne çıkaramıyoruz.
Örneğin, Mağara Turizmi dünyada tanıtım için önemli bir olgu. Anamur’da dünya literatürüne geçmiş Çukurpınar mağarası var. Sorunuz gelmiş geçmiş yöneticilere kaç kez gidip görmüş, tanıtım için hangi çabayı sarf etmiş? Bir tek yetkili bulamazsınız bu soruyu yanıtlayacak.
BARIŞ dünya kamuoyu için çok önemli bir kavram. Barışı simgeleyen, koyunla Leoparın bir meşe ağacının dibinde yan yana bulunduğu mozaikten bir tanesi Anamur müzesinde, bir tanesi de Roma müzesinde bulunuyor. Dünyada ilk barış antlaşmasının yazılı olduğu yazıt Bozyazı ilçesinde Çubukkoyağı köyünde bulundu ve halen Mersin müzesinde sergileniyor. Yine Anamur müzesinde bir plaket var. O plakette ne var biliyor musunuz? Roma kölesi 40 yaşında bir komutan Suriye’de yapılan bir savaşta Roma adına büyük bir zafer kazanmış. Roma Kralı bunun üzerine komutanı Roma vatandaşlığına kabul etmekle kalmamış emekliye ayırmış ve Dünyanın neresinde yaşamak isterse, ölünceye kadar orada yaşamasına izin vermiş. Komutan nereyi seçmiş? Anamur’u. Ve seçiş nedeni olarak da “Anamur dünyanın en güzel yeri” olduğu için tercih ettiğini söylemiş. Bundan dünkü ve bu günkü yöneticilerden kimin haberi var?
Yukarıda tanıtım için en etkin yollardan birinin de spor olduğunu söylemiştim.1960’lı yılların sonu ve 70’li yılların başlarında Bisiklet Federasyonu Başkanı benim binbaşımdı. Zorlu bir bisiklet parkuru arıyorlardı. Mersin-Antalya arasını önerdim. Bir ekiple geldiler, araştırdılar ve “Akdeniz Bisiklet Turu” adı altında bir tur düzenlediler. Tur bir süre devam etti. Her yıl bu turu gazeteci olarak izledim. Bisiklet turuna yerli yabancı pek çok yarışmacı katılıyordu. Anamur’da tura katılanların kalabileceği bir tek otel vardı. Kaldıkları bir tek gecede otelin sahibi konuklara yapmadığını bırakmadı. Yaptıklarının da tanığıydım. “Böyle davranırsan, bir daha senin otelinde kalmazlar. Senin yaptığın işkence. Vazgeç bu tür davranışlardan. Sonra oteline kemse gelmez” diye uyarmaya çalıştım ama Nuh diyor Peygamber demiyordu. Sırf otelcinin bu davranışından dolayı Akdeniz Bisiklet Turu kaldırıldı. Müşteri kalmadığı için de o otel yok bu gün. Yıllardan bu yana da yapılmıyor. Akdeniz bisiklet turu. Tur için yerli ve yabancı gazeteciler, televizyoncular geliyor, tur haberlerini kendi ülke yazılı basınında ve televizyonlarında yayımlıyorlardı.
Yöremizin türkü ve oyunları da tanıtım için önemli kültürel değerleri arasındadır. Türkülerin yaratıcılarının başında da Gülnar’ın Camili köyünden Âşık Cemali ve Anamur’un Nasrettin köyünden İrfani vardır. Bu iki önemli Âşık konusunda Mersin’de bulunan araştırıcı-yazar öğretmenlerimizin dışında bilgi sahibi kaç kişi sayılabilir, merak konusu doğrusu.
Son bir şey eklemek istiyorum. Özellikle halk türküleri ve oyunları yöremizin zenginliklerinin başında gelir. Türkülere Anamur türküleri, Silifke türküleri, Mut türküleri diye sahiplenmeleri görüyoruz.
Antalya’da yerel kültürlerle ilgili bilimsel bir toplantı izledim. Toplantı sonunda soru sormamız istendi. Ben şu soruyu sordum:
Orta Toroslar’da her ilçe türkü ve halk oyanlarına sahip çıkıyor. Bu yörede araştırmalar yaptım. Ben bu türkü ve oyunları sahiplenmelerini doğru bulmuyorum. Bu yöre kültürünün Orta Toros kültürü olarak adlandırılmasının daha uygun olacağını düşünüyorum. Sizler nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aldığım yanıt benim açımdan sevindiriciydi. Bilim adamları, “Düşünceniz ve tespitiniz çok doğru. Bu kültür, Orta Toros kültürü olarak isimlendirilmelidir” dediler.
Bunu bölgede kime anlatacaksınız?


KÖRCOLUK’TA GEÇMİŞE YOLCULUK
Süleyman KIZILTAN

Korcoluk, Gülnar’ın Mollaömerli köyü hudutları dâhilinde, Gülnar-Aydıncık karayolundan ayrılıp tarihî Meydancık Kalesi’ne giden asfalt yol üzerinde, gariban, kendi halinde bir çeşmenin adı.
Dedem Molla Süleyman’dan intikal eden tarlanın 1941 yılında tapu kaydına bağlanması sırasında hudutları tespit edilirken “Şarken Gerdeme Deresi, garben Gürcü Oluğu kaştan kaşa…” diye kayıtlara geçen, çocukluğumun ve gençliğimin birçok anısını taşıyan, gelene geçene, yolcuya avcıya, düvenciye harmancıya, insana hayvana su veren, önündeki ağaçtan oyma tekneye akarken, asfaltlanma sırasında yükselen yol seviyesinin altında kalan fakat yok olmayan, o yörenin yegâne çeşmesi. Tapu kaydında Gürcü Oluğu diye geçmekle beraber, halk arasında Körcoluk olarak söylenen, isminin nereden geldiğini bilmediğim, merak edip de çocukluğumda yaşlılara sormayı akıl edemediğim bir yer.
Ağustos 2007’de Gülnar’a sıla ziyareti yaptığım günlerde, bir sabah erkenden buraya giderek arabamı çeşmenin yayına park ettim. Hafiften esen meşhur poyrazımızın çam ormanında yarattığı musiki ve kuş sesleri eşliğinde civarda bulunan tarlamızın koyaklarını, harman yerlerini gezdim; bazen odun eylediğimiz ormanda dolaştım, özlediğim çam havasını doyasıya teneffüs ederek. Çocukluk ve gençlik anılarımı yaşadım anbean. Harman kaldırma zamanı bu çeşmeden tuluk veya sukabakları ile sırtta ya da merkeple harmana su taşımayı, günlerce harman süren düvenciye beş kilometre kadar uzaktaki köyümüzden günde birkaç defa yemek taşımayı, harmanın atılacağı zaman bazen günlerce poyrazın durmasını ve “aşağı yel”in yani lodosun çıkmasını beklemeyi, düvenci bulununcaya kadar harmandaki sapı domuzların yememesi için harman beklemeyi, harman atılıp da ortakçıyla bölüştükten sonra payımıza düşen zahire ve samanı merkeplerle günlerce köye taşımayı, domuz avlamak için köylülerin düzenlediği sürek avlarını, nadasa bırakılan tarlalarda bazen oğlak bazen sığır gütmemizi, öğleyin hayvanları bu çeşmede suladıktan sonra arkadaşlarla belimizde sarılı olarak taşıdığımız yufka ekmek yanında bazen çökelek bazen haşlanmış yumurta, soğandan oluşan azıklarımızla karın doyurmamızı, çeşmenin karşısındaki derede yetişen koça çınarların gölgesinde dinlenmemizi…
“Bakarsan bağ, bakmazsan dağ” misali yıllardır ekilmeyen, ekecek kimse bulunamayan tarlanın giderek ormana dönüşmesinin verdiği hüzünle çeşmeden bir veda suyu içip ayrılacağım sırada, Gülnar yönünden Antalya plakalı bir cip geliyordu. Sürücüsü beni görünce durdu, selamlaştık. Bir an bir sessizlik oldu. O bana baktı, ben ona baktım. Aradan geçen 45 yıla rağmen birbirimizi hemen tanıdık. 1954–1957 yılları arasında Gülnar Ortaokulu’nda beraber okuduğumuz, Koçaşlı Köyü’nden 42 Mehmet Nur. Ortaokuldan sonra öğretmen okuluna gidip öğretmen olan, benim lise kitaplarımı alarak lise fark imtihanını verdikten sonra tıp fakültesine bitirip doktor çıkan sonra da bir daha görmediğim ancak Antalya’da doktor olduğunu duyduğum bir arkadaş.
Gülnar’da ortaokul 1950 yılında açılmıştı. Bu okulu bitiren herkes okudu. O yıllarda ortaokuldan sonra üç yıllık öğretmen okulu, sağlık okulu, ziraat okulu, astsubay okulu kısa yoldan hayata atılmak için tercih edilen ve parasız yatılı okullardı. Silifke’de bile bulunmayan liseye gitmek herkesin harcı değildi. Babalar da çocuklarını okutmak için yarış halindeydi, hem çocukları bir ekmek sahibi olsun hem de o yıllardaki 450 liralık maaşından kendilerine de 50 lira tütün parası göndersin diye.
Ben de Akşehir Öğretmen Okulu’nu kazanmışken Mersin Lisesi’nde açılan pansiyona Halil Cin ile beraber parasız yatılı olarak seçilince kaderimiz değişmişti. Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olup Anadolu’nun muhtelif yerlerinde otuz yıl yargıçlık yaptıktan sonra emekli olmuş ve Konya’ya yerleşmiştim ancak bir ayağım, aklım, gönlüm Mersin’de ve Gülnar’daydı.
Mehmet Nur, kadın hastalıkları uzmanı olmuş ve emekli olduktan sonra da Antalya’ya yerleşmiş. Eşim ve baldızım, benden sabah pidesi bekleye dursun, bizim sohbet uzun sürdü. Bir zamanlar çobanlık yaptığımız yerde kameraya çekildik, fotoğraf karelerine girdik. Bir Bozağaç öyküsünde geçtiği gibi “…Şerefe bak şerefe…”
Mehmet Nur’a hayatta iki kişiyi çok takdir ettiğimi, birinin kendisi diğerinin de Rahmi Kerem olduğunu anlattım. Bozağaç Köyü’nden bir ilkokul öğretmeni olan Rahmi Kerem ağabeyimiz, Gazi Eğitim Enstitüsü İngilizce Bölümü’nü hariçten bitirerek İngilizce öğretmeni oldu. Mersin’de ilk dil dersanesini açan ve bu sayede 5–6 çocuğun tahsilini ve istikbalini sağlayan muhterem bir büyüğümüz.
İnsanın azmettikten sonra başaramayacağı hiçbir şeyin olmadığını anlatmaya çalışırken birçok yerde ve konuşmalarımda hep Rahmi Kerem ve Mehmet Nur’u anlatırım. Gülnar uşaklarında bunlar gibi daha nice örnek olduğundan eminim.
Gülnar’da ortaokulun açılması ve Gülnarlıların okumaya heves etmeleri sayesinde bugün Türkiye’nin neresine giderseniz gidin, mutlaka bir Gülnarlıya rast gelirsiniz. Bunun tanıklarından biri de benim. Konya Devlet Güvenlik Mahkemesi üyesi olduğum yıllarda, Konya 7. Ana Jet Üs Komutanı hemşerimiz Kamil Paşa idi. Halil Cin de Selçuk Üniversitesi Rektörüydü. Bunu bilen Konyalılar, “Gülnarlılar neden bu kadar akıllı oluyorlar” diyerek bazen bana takılırdı. Ben de onlara bunun akılla ilgisi olmadığını, işin sırrının Gülnar’da levhaların (trafikteki mecburi işaret gibi) daima ileriyi göstermesinde olduğunu anlatırdım.
Dernek kurarak Gülnar’da ortaokulun yapılmasını ve açılmasını sağlayan eşraftan Kasap Ahmet (Ahmet Yıldız), Ali Aydan, Müftü Yusuf Aydın, yine eşraftan Mustafa Gök (Körsüllü), Hüsnü Gökulu ve TBMM’nin ilk üyelerinden eski Milletvekili Şevki Göklevent ve diğerleri Gülnar’ın kültür tarihine geçtiler. Allah, hepsini nur içinde yatırsın.


ANADOLU AYDINLANMASI VE 17 NİSAN
Mehmet BABACAN

Nisan ayı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde önemli çağrışımlarla yüklü, sevecen bir aydır.
“Ulusal Bağımsızlık” ve “Anadolu Aydınlanması” kavramları, belki bu çağrışımların ön sıralarında yer alır.
***
Evrenin var oluş süreci içinde, insanlığın gelişim evresi çok uzun bir yer kaplamasa da, insanoğlunun ayağa kalkışından günümüze kadar aldığı yol şaşırtıcıdır.
Tarihin bilinen çağları içinde Ortaçağ, insanlık için çok daha sancılı geçmiş gibi gelir… Özellikle kilisenin kurduğu tartışılmaz egemenlik, dünyayı bir “Öbür Dünya” hizmetine sokmuş; dolayısıyla ekonomiyi, politikayı ve uygarlığı bağnazlığın kıskacına almıştı. Kuşkusuz insan aklının ve ruhunun esirliğiydi bu… Belki insanoğlunun ayağa kalkışı, baskılara sonsuza kadar katlanmayacağını gösteren özellikli bir işaretti…
Gerçekten kilisenin insan aklı ve ruhu üzerinde kurduğu dayanılmaz baskı, insanlığın başkaldırmasına neden oldu. Bu süreçte öbür dünya ile bu dünyayı ayırmayı başaran insanoğlu, insanın sosyal yaşamını düzenleyen “İnsan Devleti”ni kurarak kiliseyi “Öteki dünya”sı ile baş başa bırakmayı başardı…
O nedenle, bir tek Avrupa devletinden birçok “halk devleti”nin doğuşu, insanın özgürleşmesi anlamında Ortaçağ’dan Yeniçağ’a geçişin simgesi sayılmıştır.
Fransız Devrimi ile ete kemiğe bürünen akılcılık (Rasyonalizm), deneycilik (Ampirizm) ile birleşerek “Avrupa Aydınlanma Hareketi”ni yaratmıştır. İngiltere’de duyumculuğu Hume ile Fransa’da kuşkuculuğu Montaigne ile öne çıkaran Aydınlanmacı akım, Almanya’da da Kant’ın eleştirileriyle doruk noktasına ulaştı… Yeni kurulan Amerika’da da uygulanma şansı buldu.
***
Fransız Devrimi’nin yarattığı ilgi etrafında, Avrupa’da ve Amerika’da olup biten akılcı girişimleri Fransızca bildiği için izleme şansına sahip olan Atatürk, Avrupa Aydınlanma Hareketi’nin etkisiyle daha Ulusal Kurtuluş Savaşı’na başlarken Anadolu’da izlenecek toplumsal sürecin tasarımlarını kafasında oluşturmuştur.
Bu süreç, zamanı geldikçe, koşullar olgunlaştıkça hayata geçirilecek bir dizi evreden oluşmaktaydı.
Bu evreler iç içe geçmekle birlikte, ağırlıklı özellikleriyle şöyle sıralanabilirdi:
1. Türk ulusunu “Vatanın Kurtulması” ortak paydasında toplamak ve düşmanı “Misakı Milli” sınırları dışına çıkarmak.
2. Okuma yazma oranı %8’lerde olan ümmetçi Anadolu toplumundan “Bağımsızlıkçı” bir “Ulus” yaratmak.
3. Zaferden sonra kesinlikle halkın egemenliğine dayanan bir yönetim kurmak. Böyle bir yönetimin adı da elbette “Cumhuriyet”tir. Egemenlik kesinlikle halkın olacak demek, dinsel düşünce sisteminin dışında kalacak demektir ki bunun adı da “Laiklik”tir. Öyleyse kurulacak yönetim, “Laik ve Demokratik Cumhuriyet” olacaktır.
4. Kurulacak devlet “Ulus Devlet” niteliğinde olacak, olabildiğince kısa sürede halkını “Çağdaş Uygarlık” düzeyine çıkaracaktır. Bunun için laik demokratik cumhuriyet anlayışı içinde ulusal kültürü yaratarak evrensel kültürle buluşturmak biricik çıkar yoldur.
5. Evrensel kültüre giden ulusal kültürü yaratabilmek için dayanılacak temel güç “Akılcılık”, kullanılacak araç ise pozitif bilim ve teknoloji olacaktır.
6. Geçmişten kalan dinsel ve totaliter tortuların tümü temizlenecek, amaçlanan devrimlerin boy atmasına uygun güvenli bir alan yaratılacaktır.
7. Kültürü üretecek, üretilen kültürün halkın yaşam biçimi haline getirecek ve ulusal kültürü evrensel kültürle buluşturup besleyecek olana sistem “Eğitim Sistemi”dir.
Ulusu yukarıdaki hedeflere bir an önce ulaştırabilmek için eğitim sisteminin uygun kurumlaşmayı ve okullaşmayı yaratması gerekmektedir. Sistemin başarısında yazıyı, dili, tarihi ve sanatı bir bütün olarak ele almak temel yaklaşımdır.
O nedenle “Öğretim Birliği”nin ve “Karma Eğitim”in sağlanışı, yeni harflerin kabul edilmesi akılcı yaklaşımlar olmuştur.
Dil, Tarih Kurumları, tiyatro, opera, bale, orkestra gibi kuruluşlarla atılım somutlaştırılmıştır. Ancak hedefe yürürken Anadolu gerçeğini gözetmek bir zorunluluktu. Anadolu, bir uçtan bir uca koskoca bir köy durumundadır, halk bir “köylü ulus”tur. Ne yapılacaksa, bu kırsal alanda yapılacaktır.
Öyleyse kırsal alandan alınacak, çevresine yabancılaştırılmadan, çağdaş pozitif bilgi ve teknolojik becerilerle donanmış; yüreği, yurt, ulus ve insan sevgisiyle dopdolu öncü aydın, gençler yetiştirilip köye gönderilmeli, orada kalkınma ateşini yakmaları sağlanmalıydı.
İşte, Köy Enstitüleri’ni yaratan nedenler ve zorluklar bunlardı.
Yetiştirilen aydınlar, tüm söyleyeceklerini, halkla somut etkinlikler içinde buluşarak söylemeliydiler.
Pozitif bilimi kılavuz edinen akılcılığı; “Yaparak, yaşayarak eğitim öğretim” etkinliğiyle bütünleştiren bu anlayışın kaynağı “Aydınlanma Felsefesi”nden başkası değildi.
Cumhuriyet’in destansal Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel döneminde, dünyanın en seçkin yazarlarından çevrilen 531 eserin dilimize kazandırılması, evrensel kültürle buluşma çabamıza en büyük katkıyı yapmıştır.
Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarından başlayarak 1950’lere değin uzanan bu süreç, Avrupa Aydınlanmasını Anadolu’ya yansıtarak yaratılan “Anadolu Aydınlanma Hareketi” idi.
Elbette kaynağında olduğu gibi:
• Akılcı ve deneyimciydi,
• Pozitif bilim ve teknolojiden başka kılavuz tanımıyordu,
• Ulusal bağımsızlıkçıydı,
• Temel öğesi insan ve sanattı,
O temel öğeyi yetiştirmek üzere, 17 Nisan 1940 tarih ve 3803 sayılı yasa ile kurulan Köy enstitüleri, 7-8 yıl gibi kısacık ömrüne karşın eğitim tarihimize damgasını vurmuş ve 17 Nisan günlerini unutulmaz kılmıştır.
Çünkü Köy Enstitüleri uygulamalarının dayanağı “İş içinde, iş vasıtasıyla, üretim için eğitim” kavramıydı.
Bu kavramın açılımı,
1- İnsanın merkeze alınması,
2- İnsan kişiliğinin çok yönlü geliştirilmesi,
3- Katılımcı ve demokratik ilişki,
4- Koşullara görelik,
5- İlgi ve yeteneklerin dikkate alınması,
6- Kuram ve uygulama bütünlüğü,
7- Üretkenlik,
8- İleri teknolojinin tanıtılması ve kullanılması,
9- Ulusal kültürden evrensel kültüre
10- Değerlendirme/hesaplaşma şeklindeki ilkeler ki eğitim araştırmacılarının 2000’li yılların eşiğinde vardıkları sonuçlarla çakışmaktadır.
1940’lı yıllarda yani 68 yıl önce bugünkü bilimsel yaklaşımları hayata geçirmiş olan Köy Enstitüleri, unutulmamayı kat be kat hak etmişlerdir.
Ne yazık ki Anadolu Aydınlanması’nın bu harika meyvesi, her tür gericiliği ve siyasi iktidarları yedeğine almış olan karşı devrimciliğin amansız saldırısıyla, 1946-48’lerden başlayarak yavaş yavaş, 1954’te de 6234 sayılı yasayla tümden yok edildi.
Bu sonuç, gelecek kuşaklara miras bırakacağımız tarihsel bir ayıbımızdır.


GÜLNAR’DAN FIKRALAR
F. Saadet BİLİR

Bir Çift Lafım Varıdı
Pınardan güğümünü doldurup gelen bir kadın, sığır sürüp gelen bir kadınla yolda karşılaşır, konuşmaya başlarlar. Ayaküstü çok uzun bir süre birbirlerine birçok şey anlatırlar. Tam ayrılacakken biri diğerine, “Bir çift lafım varıdı; ama inek emişir şimdi,” diyerek daha lafının bitmediğini belirtir.

İki Üfle Bir İç Dağı
Adamın biri bir köylüye konuk olmuş. Ev sahibi konuğuna yemek hazırlatmış. Çok acıkan konuk, ev sahibinin sofraya oturmasını beklemeden çorbadan bir kaşık almış. Çorba çok sıcak olduğundan ağzı yanan adam, başını yukarı kaldırıp kafasını sallamaya başlamış. Ev sahibi ne olduğunu sorunca ağzının yandığını belli etmemeye çalışmak için evin damındaki mertekleri göstererek “Bu mertekleri nereden getirmiştin,” diye sormuş. Ev sahibi durumu anlamış bozuntuya vermeden, “İki üfle bir iç, dağından getirdim,” diye yanıtlamış.

Elmanın Kekişi
Gezende Köyü çevresinde tarlada çalışanlar, Yılankırkan’ın elma ağacından kopardığı elmaları yemişler. Yeniden işe koyulacakları sırada karşıdan gelen Yılankırkan’ı görünce Hasan Ulu, “Korkma Yılankırkan senin elmalardan yemedik,” deyince Yılankırkan, yerdeki elma kekişinin birini alıp incelemiş ve “Niye yalan söylüyon, bu benim ağacın elması, kekişinden elli hoyu,” demiş.

Nüfusçunun Deliği
Karlı bir kış günü, köylünün biri nüfus müdürlüğünde işini oradaki memura yaptıramaz. Muhtar Molla Memed’i bulan köylü ondan yardım ister. Molla Memed, köylüye, “Benim selamımı söyle,” der ve yeniden gönderir. Ama memur, o gün işi olduğunu ertesi gün gelmesini söyler. Köylü o soğukta yeniden Molla Memed’i bulur. Bu kez birlikte nüfus müdürlüğüne gelirler. İçeri girdiklerinde gürül gürül yanan sobanın odayı iyice ısıttığını gören Molla Memed, “Nüfusçunun deliği ne kadar sıcağımış,” der.

BAZI İNANIŞLAR
Hırsızlık İle İlgili İnanışlar

Çalındığı düşünülen bir şey için, nohut okutulur. Okumanın etkisiyle nohut şişerse; çalan kişinin de karnının şişeceğine, bundan rahatsızlık duyup çaldığı şeyi geri getireceğine inanılır.
*
Yumurta su konmadan bir kapta pişirilirken ısının etkisiyle patlayınca; hırsızlık yapan kişinin de sıkıntı çekeceğine, çatlayacakmış gibi olacağına, böylece çaldığını geri getireceğine inanılır.
*
Çalan kişinin, sidikliği (idrar torbası) hocaya bağlatılırsa; idrarını yapamayacağına, idrar tutukluğu olacağına ve çaldığını geri getireceğine inanılır.

Ekmek Atma (Yapma) İle İlgili İnanışlar

* Bir bazlamayı ya da ekmeği bölüşerek yiyenlerin kavga edeceğine inanılır.
* Sacda ilk pişen ekmeği yiyenin nişanlısının çirkin olacağına inanılır.
* Ekmeği güzel pişirenin nişanlısının güzel olacağına inanılır.
* Ekmek yanarsa; pişirenin nişanlısının yanık tenli yani esmer olacağına inanılır.
* Ekmek güzel pişerse; pişirenin nişanlısının yanal, güzel olacağına inanılır.
* Ekmek pişerken kabarırsa; pişirenin nişanlısının zengin olacağına inanılır.
* Ekmek atma işi bitip sac yıkıldığında altta beze kalmışsa; evden kız kaçacağına inanılır. Bazı yörelerde de kızın evde kalacağına inanılır.
*Yoğrulan hamura tuz koymak unutulursa; o gün Hızır’ın evin çevresinde dolandığına inanılır.
Gelin attı karga kaptı: Ekmek yapılırken atılan ekmeğin çevredekiler tarafından hemen tüketilmesi demektir.


ÖYKÜ ATLARIN İSYANI
Mustafa B. Yalçıner

Terkedilmiş, yaşlı bir beygir, bir tutam ot için dere tepe dolaştıktan sonra uzaklarda bir yeşillik gördü. Ne olduğunu merak ederek oraya doğru yürümeye başladı. Etrafı duvarla çevrili kocaman bir hasıl tarlasının yanına varınca duvarın kenarından yürüdü. Bir süre sonra iki kanatlı, itilince açılan, ağaç bir kapının önünde durdu. Kafasıyla kapıyı şöyle bir iteledi ama kilitliydi, açılmadı. İçeri bakınca, ayağından uzunca bir iple ekinsiz yere çakılmış demir sikkeye bağlı, genç ve güzel bir at ile göz göze geldi:
—Bir zamanlar ben de senin gibiydim. Kocayınca salıverdiler dağa. Nankördür, bu insanoğlu. Seni de kocaman bir hasıl tarlasına çakmışlar. Gözünü doyururlar sadece ama baksana, karnın ne halde?
—Benim ağam, nankör falan değil. Esas nankör olan sensin. Senin gibilerin işi gücü bu zaten. Ne istersin, insanoğlundan? Ayağını taştan, sırtını soğuktan korumadı mı? Senin arpan eksik galiba. Haydi, haydi git işine.
—Dediklerini benim için olduğu kadar kendisi için de yaptı. Ne mi isterim? Hakkımı. Beni boğaz tokluğuna, hayvan gibi çalıştırdı. İşine yararken ayağıma nal çaktı, ağzıma gem, sırtıma semer vurdu. Dağ taş demedim, sırtımda taşıdım onu. Gidebildiğim kadar hızlı giderken bile topukladı beni. Yaşlanınca da kurda kuşa yem olayım diye dağa salıverdi.
Birkaç at daha geldi kapıya. Konuşmadan olup biteni seyrediyorlardı. İçlerinden biri, dayanamayıp söze karıştı:
—Beygir kardeş haklı. Ben de yıllardır araba çekerim. Neler yüklenmedi ki o arabaya? Arpa çuvalları mı dersin, saman çuvalları mı? Ağzım sulana sulana bazen de kırbaç yiyerek çektim o yüklü arabayı. Akşam olunca ağam boynuma bir saman torbası taktı ama içindeki arpa bir avuç bile değildi. Doğru dürüst ne kaşağılandım ne de okşandım. Bu da yetmiyormuş gibi geçenlerde karısına “Bu at, artık iş göremez oldu; genç birini bulursam, onu at cambazına satacağım, satamazsam da dağa salacağım” dediğini duydum.
Orta yaşlı bir başka at konuşmaya başladı:
—Kafamı karıştırdınız, şimdi. Ben fayton çekerim. Şehirde dolaşırım genellikle. Yollar asfalt, incecik kızlar ile zayıf, uzun boylu oğlanlar biner faytonuma. Onların ağırlığından hiç şikâyetçi olmadım ben. Para verirlerken sahibime “Üstü kalsın” da derler. Görebildiğim kadarıyla kazancı yerinde. Ama akşam olunca arkadaşın dediği gibi yavan bir torba geçiriverir kafama. “Görünen köy, kılavuz istemez” demiş insanoğlu. Yaşlanınca beni de ya satacak ya da dağa salacak.
Nefes nefese kalmış bir at daha katıldı onlara. Kalabalığı gören başka atlar da geldi. Lafa karışmıyor sadece merakla izliyorlardı olup biteni.
Ağanın atı, hırslanıp tepiniyordu. Dönüp duruyor, diğerlerinin üstüne atlamak, onları parçalamak istiyordu adeta.
—Defolun şuradan, nankör atlar. İnsanoğlunun sizi ne denli sevdiğini anlayamayacak kadar hayvansınız siz. İnsanlar törenlere sizinle çıkar; biniciler hünerlerini sizinle gösterir. Size o denli güveniyorlar ki süvari birlikleri bile kurdular. Türkler için, at, avrat ve silah çok önemlidir. Değerinizi bilin, salaklar! Bir de, üst görevden alınıp alt göreve getirilenler için yine Türkler “ Attan inip eşeğe bindi” derler. Halinize şükredin, ulan. Sizden aşağıda demek ki eşekler de var.
Biraz soluklandıktan sonra yeni gelen atlardan biri konuşmaya başladı:
—Hepiniz bana bakın. Ben hipodromdan kaçtım. Bu insan denen yaratıklar, bizi koşturuyor, yarıştırıyor. Biz kazanıyoruz ama parayı kendileri alıyor. Yok, öyle yağma. Birlik olalım ve hakkımızı isteyelim.
Yaşlı beygir, ağanın atına seslendi:
—Bize katılmak istersen, kapıyı da kırarız, kösteğini de. Ne diyorsun?
—Gidin işinize. Dört zibidi at çıkmış ortaya, hak isteyecekmiş. Haydi, yallah!
Susup dinleyen atlardan biri sesini yükseltti:
—Ben dolap beygiriyim. Gözüme bir gözlük taktılar; o dar alanda döndürüp durdular beni. Bu resmen bir işkenceydi. Durmadan su çektim kuyudan ama bana susayıp susamadığımı bile hiç soran olmadı. Bıktım artık. Katılıyorum yaşlı beygire. Arayalım hakkımızı.
Bu sözlerden cesaret bulan yaşlı beygir, kafasını bir sağa bir sola salladı ve başladı kişnemeye sesi çıktığı kadar:
—Gidelim, arkadaşlar. Konuşalım onlarla. İnsanlıklarını bilsinler. Oraya buraya “Hayvanlara iyi muamele edin” diye yazmakla bizi kandıramazlar. Fazla mesai istemiyoruz. Kırbaçlanmak istemiyoruz. Çalışmaya çalışırız ama adam gibi yaşamak için. Bu bizim de hakkımız. Bugüne kadar hep sustuk ama yeter artık. Bizi öküz sandılar. Ama yanıldılar. Biz öküz değiliz. Biz atız, artık gözlüklerimizi de çıkardık. Haydi, dostlarım, gidelim köye. Konuşalım o insanlarla.
Hep bir ağızdan var güçleriyle kişnemeye başladılar: “ Hakkımızı isteriz! Söke söke alırız! Hakkımızı isteriz! Söke söke alırız!” Slogan yayıldıkça, yayıldı. Kayalarda yankılandı.
Atlar köye doğru yürürken, çayırda yayılan bir eşek ve sıpası onlara bakıyordu. Lider, yaşlı beygir onlara doğru çevirdi başını ve yükselttim sesini:
—Susma, susma! Sustukça, sıra sana gelecek! Susma, susma! Sustukça, sıra sana gelecek.
Ana eşek burun kıvırarak atlara şöyle bir baktı ve kuyruğunu bir salladı.
—Biz çok gördük böylelerini. Ağzı olan konuşuyor işte. Güya eylem yapıyorlar ama sert bir kayaya çarpınca da burunları sürtülüyor. Sopayı görünce de çil yavrusu gibi dağılıyorlar. Şunu kabul etmek gerek: Eşeklik bizim kaderimiz, atlık da onların. Boyun eğeceksin kaderine, rıza göstereceksin verdiğine ağanın. Karşı gelecekler düzene ve alacaklar ağızlarının payını. Güçlü haksız bile olsa, haklıdır. Eğeceksin boynunu, razı olacaksın vereceklerine.
Sıpanın kulağı anasında, gözleriyse uzaklaşan atlardaydı.
—Ana, bak. Belki de haklılar. Ağlamayana meme vermiyor insanoğlu.
—Sus, lan, sıpa! Bacak kadar boyunla sen ne bileceksin!
Sıpa, korktu anasından ve yuttu sözlerini. Konuşmadan yayılmaya devam ettiler.
“ Hakkımızı isteriz! Söke söke alırız” diyen atlar köye iyice yaklaşmıştı ki köydekiler de katıldı koroya: “ Hakkımızı isteriz! Söke söke alırız!”
İnsanlar köy meydanında toplanmıştı. Birbirlerine “Ne hakkı? Allah aşkına” diye soruyorlardı ve ekliyorlardı: “Hayvanların hakkı da mı olurmuş?”
Kalabalıktan bir ses yükseldi:
—Dinleyelim, bakalım, ne istiyorlarmış. Belki de haklıdırlar.
—Sus, ülen! Ağa duymasın hende lafı; anandan doğduğuna pişman eder seni, dedi bir başkası.
Ağa balkona çıktı ve kalabalığa seslendi:
—Haydi, dağılın! Yok bir şey. Öte başı canı sıkılan birkaç yağır at. Çıkmış ortaya, kişniyor işte. Hepsi bu. Haydi, dağılın! Herkes işinin başına.
Ağa odasına çekildi. Duvarda asılı duran kırmasını aldı ve çöktü pencerenin önüne. Kalabalık dağılırken Deli Veli bir değneğe binmiş, toprak yolda koşuyor ve bağırıyordu:
—Atlar geliyor, korkaklar kaçıyor; Atlar geliyor, korkaklar kaçıyor…
Deli Veli, ağanın balkonunun altına gelmiş bağırıyordu:
—Ağa, ağa! Geliyor, atlar geliyor! Ben de katılacağım onlara!
Bir el silah sesi duyuldu. Kuşlar uçuştu. Veli atlamış değneğine, tozu dumana katarak koşuyordu atlara doğru…

**************************************************************************************************************************************************************************************************************************************
GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Ankara, Reproton Ltd. Şti.
(0312) 384 78 51

Baskı Tarihi: Mart 2008

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 2
Sayı: 8

Sürdürüm Koşulları:
Yıllık 25 YTL

Posta çeki
Hesap sahibi : Mustafa Yalçıner
Numarası: 5323892

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN

Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.


YOĞURT ÇİÇEĞİ

Dağşakayığı olarak da bilinen yoğurt çiçeği, bir dağlalesi türüdür ve Latince adı “anemone blanda”dır.Yoğurt çiçeği, makilik alanların, kayalıkların doğuya bakan yamaçlarında, meşe ya da meşe kütüğü, çobançırası, develik, melengiç gibi bitki diplerinde, taşlık arazilerde küme halinde olduğu gibi tek olarak da kendiliğinden yetişir. Yaprakları iri maydanozu andırır. Gövdesi seyrek tüylerle kaplıdır. İri üç yaprağın ortasından çıkan 10 cm civarında bir sürgünün ucunda çiçek açar.
Mart başından itibaren kendini gösteren bitkinin tam açılmamış hali, bir çana benzer. Açılmışı ise papatyayı andırır. Çiçeğinin yirmi civarında uzun taç yaprağı bulunur. Ortada bir göbek ve çevresinde sarı üreme organları vardır. Her taç yaprak, üreme organı hizasına kadar beyaz olup üreme organının tacı gibidir. Bu taçtan sonraki kısımlar bitkiye göre beyaz, morumsu mavi ya da pembedir. Soğuğa dayanaklı bir bitkidir.
Ülkemize özgü bu bitkinin yumruları dış ülkelere satılırken neslinin azalmakta olduğu gözlenince ihracatı yasaklanmıştır.
EDİTÖRDEN



BAĞRIMA GÖMDÜM

Yıllar geçti
Tutup unutulmuş köyüme gittim
Sokakları alanları değişmiş
Dağılmış bütün düzeni
Karşıma çıktı
Eski
Kurnası kurumuş çeşme
Çocukluğumun ilk sevgilisini sordum
Kınalı elleriyle su taşıyan

Yanıtladı acıyla
Kara topraklar yutmuş kendini
Yıkılmış evleri bahçeleri
İçin için ağladım darmadağın oldum
Boğazıma tıkanan düğümü
Bağrıma gömdüm
Kimseler yanıma gelip
Avutmadı beni
MEHMET AYDIN; 20 Aralık 2007


Dedim nazlı dilber
Dedi ne dersin
Dedim bir buse ver
Dedi et hicap
Dedim ateşin var
Dedi yandırır
Dedim püryan oldum
Dedi ol kebap
Dedim ne güzelsin
Dedi ne sual
Dedim aşık oldum
Dedi pek muhal
Dedim boyun ince
Dedi servi dal
Dedim sarılsam bir
Dedi ki yap, yap
Dedim bu çektiğim
Dedi derttir
Dedim yaşın kaçtır
Dedi on dörttür
Dedim bedir olmuşsun
Dedi mahitap
Dedim kirpiğin ok
Dedi kaşı keman
Dedim sinem yare
Dedi o nişan
Dedim kulun kimdir
Dedi Natuvan
Dedim gözü yaşlı
Dedi kanlı ab
NATUVANİ

Natuvani,1731–1791 yılları arasında yaşamış Gülnarlı halk ozanıdır.



“EN MAVİ SÖZCÜĞÜ SESLENDİK KULAĞINA
DENİZ DEDİK…”

Mustafa B. Yalçıner

Şubat ortalarıydı. Kahvaltı için geçmiştim balkon odama. Birkaç gündür esen deli poyraz hız kesmiş, deniz de dinginleşmişti. Ta uzaklarda, gökyüzü ile koca mavinin birleştiği yerde de Kıbrıs’ın dağları. Balkon odamda değil de sanki bir seradaydım. Güneş, sıcak elleriyle okşuyordu bağrımı. Kahvaltı masasında keçi peyniri, yeşil zeytin, soyulmuş yumurta ve taze soğandan tutun da ta tereye, marula, su otu gerdemeye değin çeşit çeşit yeşillik vardı. Kahvaltı sonrası Adonis’in kanının damladığı yerlerden çıkan kıpkırmızı dağlalerinin, adamotlarının çiçek açtığı Yörük Tepe’ye Sarıkeçili kardeşleri görmeye gidecektim ve oğlak melemelerini dinleyecektim.
Tavşankanı çayımı yudumlarken kapı çalındı. Postacıydı. Sarı bir zarf tutuyordu. Korkmadan aldım sarı zarfı, ne de olsa yıllardır devlet memuru değildim. Bir kitaptı gelen. Gönderene baktım: Bakanlıkça yurtdışına gönderilmesine karar verildiği için kursa çağrılan ama pasaport verilmeyen, emekli olduğundaysa aldığı yeşil pasaportuyla uçağa binen ama kalkışa on beş dakika kala indirilen, Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde yeşermeye başlayan koca çınar Mehmet Başaran’dı. Tonguç’un “ Rüzgâr ne kadar sert eserse essin, dağ başlarında dimdik durur meşeler” dediği türden dik durmaya çalışmış, eğitimci, şair ve yazar büyüğümüz Mehmet Başaran yollamıştı kitabı. Postacıya teşekkür edip onu uğurladıktan sonra geçtim masama.
Trakya Rüzgârı esiyordu şimdi “Akdeniz güzeli, mor yamaçlı Toroslar’da. Köpüklerinden Afrodit’in doğduğu Akdeniz’e vurgun, dalgın bakışlı Toroslar’da.” Hemen okumaya başladım, 196 sayfalık, İleri yayınlarından çıkan kitabı. Keyifli bir edebiyat gezisine çıkmıştım. Mehmet Hocam, akıcı üslubuyla alıp götürdü beni Trakya’ya. Konuk oldum evlerine, “Acıyı bal eylemeye çalıştıkları” evlerine. Çeşitli bahanelerle basılıp aranan evlerine. Her ikisi de şimdi Ceylanköy gömütlüğünde yatan, ceylan gözlü, devrimci Deniz ile “dağ başındaki meşeler gibi dimdik duran” ama kızının ölümünden sonra “gövdesine balta yemiş gibi olan”, Köy Enstitülerinin yetiştirdiği değerli bir eğitim emekçisi Hatun Hanımı tanıdım. Mehmet Hocam için Aralık 1993’te 40. sanat yılı dolayısıyla yapılan toplantıya katılmış gibi oldum. Sorgulanmalara, kıyımlara, sürgünlere uğrayan Mehmet Başaran’a “Türk Kültür yaşamına katkılarından dolayı” plaket verildiğini gördüm.
Nerelere götürmedi ki beni Hocam! Edremit’i, Kırklareli’ni, Sabahattin Ali Kültür ve Sanat Günlerini yaşattı bana. Öğrencilik yıllarıma gittim bir ara da. 1968 yılında İstanbul Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümü’nde öğrenciydim. Edebiyat dersinde, Kuyucaklı Yusuf’u tanıtmıştım sınıf arkadaşlarıma. Sabahattin Ali’yi hiç kimse tanımıyordu. Buna çok üzülmüştüm. Sabahattin Ali sınıftaydı sanki ve “Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma” diyen yanık türküsünü söylüyordu. Mehmet Hocam, o günlerimi anımsattı bana. Oğlunun ölüsünü kağnıya yükleyip yollara düşen anayı bir kez daha getirdi usuma. “Meşeli yamacın eteğindeki düzlükte Sabahattin Ali Çeşmesi, tüm kıyıcılara inat sessiz sessiz akıyordu, büyük yazarın yapıtlarındaki gibi susuzlukları gideren, yürekleri serinleten bir aydınlıkla…” diye yazan değerli eğitim emekçisi Başaran Öğretmenim, su içirtti bana o çeşmeden. Sadece oradan mı? Hayır. “Kıyısında duman duman söğütler” bulunan Kaynarca Deresi’nden de su içtim.
Öylesine dalmıştım ki kitaba önümdeki çay buz gibi olmuştu. Olsun! Kırklareli’nde Sabahattin Ali’ye sahip çıkıldığını öğrenmiş olmak her şeye değerdi. Trakya tarihinin bazı sayfaları arasında gezinmek, yaşanmışları içimde duyumsamak, Trakya Rüzgarı’ndaki şiirleri okumak her şeye değerdi. Varsın buz olsun çayım! Ertelensin varsın Yörüklere yapacağım gezi!
Elinize, yüreğinize sağlık Sevgili Öğretmenim.


UYARI
Mehmet BABACAN

Yaşlı adam, hızla kaldırdı başını. Karşısındaki gencin kulağını çekercesine, “Oğlum! Yaya gözüyle at, bekâr gözüyle avrat alınmaz” dedi.
Yükselen sesle sözün ilginçliği birleşince çevreyi hem güldürdü hem düşündürdü…
Söz ilginçti gerçekten. Üstünde düşünülmeye değerdi. Aslında söz kadar söyleyen de ilginçti. Yaştaş değildiler. Olsa olsa baba oğul denebilirdi. Hatta bilmem kaçıncı sırada küçük oğlan bile sayılabilirdi genç… Bu açıdan bakıldığında içtikleri biranın köpükleri arasında rüşvet baloncuklarını bile görmek olasıydı.
Konuları ne olursa olsun, bu özdeyişle bir ölçüt getiriyordu yaşlı adam. “Gözüyle” sözcüğüne yüklediği anlam, değer ölçümüyle ilgili bir “görecelik” birimi olmalıydı. Klasik ölçü birimleri listesinde yer almasa da çarıklı erkânıharplerin dilinde, ezelden beri köşe taşı gibi oturmuş bulunuyor.
Alım satım konusunda, alıcı ya da satıcı gözüyle ata değer biçilmesi alışılmış bir iş. Binici gözüyle de yadırganmaz. Hatta at gözüyle yayanın sevimsizliğine bile katlanılır. Çünkü bu yargılarda değer kavramının çıkış noktası beyin olsa gerek… Oysa “yaya gözü”nden gelen ölçümün kaynağı, ayak bacak tarafı gibi geliyor bana.
Nedir ki yaya? Her türlü binitten yoksun, yalnızca bacaklarıyla – varsa baston yardımıyla- yürümeye çalışan kişiyse yaya, yürüme sürecinde ilginç bir formülle karşılaşır. Bir hayli bileşeni olan eşitliğin bir yanında, elbette yorgunluk vardır. Öbür yanında ise yayanın sağlığı+ beslenme durumu+ giysisi+ morali+ güvenliği+ iklim koşulları+ yolun uzunluğu+ yolun düzgünlüğü gibi bir yığın koşul yer alır. Bu öğelerin kimisi ya da tümü ehvenişer de olabilir; beter oğlu beter de olabilir…
Demek ki ata olan muhtaçlık, yorgunlukla doğru orantılı, atı değerlendirme titizliğiyle ters orantılı oluyor. Ayağını yerden kesebilme derdine düşmüş birisi için atın iyisi kötüsü ne fark eder? Kötüsü bile bir şanstır, bir nimettir. Şükür Anonim Ortaklığına üye yapıverir insanı. At, güçsüz de olsa düşe kalka yürümeye çalışır, ayaklar da az çok dinlenir. Kim bilir belki yeni yeni dertler türer de unutturuverir ayakların sızısını. Çünkü atın kötüsü, başa daha çok dert açar.
Ama zaman durmaz, tökezlemez bile. Hatta acımasızca sürükler insanı, sel önünde kütük gibi. Dünya lunaparkında dolapların dönüşü hiç durmaz ve kötü atın atlığıyla, çaresizliğin itliği kovalar durur birbirini…

***
Gelelim özdeyişin öteki yüzüne: Bekâr gözü neyi görür, neyi görmez? Ya da nelerin üstünedir bakarkörlüğü?
Özdeyişin bu bölümü, nedense yalnızca erkeklere söylenmiş. Bekâr olan veya evde kalan sadece erkekler mi yani? Yoksa arenada İspanyol boğası gibi her gördüğümüz kırmızı eteğin peşinden koştuğumuz için mi öyle söylenmiş?
Her ne kadar “Reklamın kötüsü olmaz” denmişse de, bu reklam pek iç açıcı değil.
Günümüzde başarısız evlilikler gittikçe artıyor. Boşanan boşanana… Kafa yordum ve nedenini buldum ben: Bekâr erkekler, kendileri görüp beğeniyorlar da ondan. Eskiden öyle miydi ya? Görücü usulüyle evlenilirdi. Yani evli barklı, yaşlı başlı insanlar seçip beğeniyordu, evlilik de iyi gidiyordu… “Gözü gövermişin aldığı avrat, bu kadar olur işte” diyen kaynana haksız mı?
Yaşam yolunu yapayalnız tırmanan bekârın durumu, yayadan nasıl farklı olsun ki! Bekârlık canına tak etmişse; imanı gevremiş, ateşi başına vurmuşsa, İspanyol boğasının da lafı mı olur?
Gerçekçi ve de titiz bir analizle saptadığımız bu orantı, yaşamın başka alanlarında yok mu? O kadar çok ki! Örneğin gerçek atın ve kadının ötesinde, yaya kalınan ve de avuç yalanan her duruma şıp diye oturuveren öyle bir özdeyiş ki bu diyene de sağlık duyana da.
Zaten yaşam dediğimiz bu kör dövüşünü -kimine doğru, kimine ters diye diye- bir yığın oran zinciriyle, örümcek ağına çevirmemiş mi, o işgüzar Ustamız?



DAKTİLO KIZ VE KAPIMI ÇALDI YALNIZLIK
M. Şehmus GÜZEL

Zırn. Zırn. Zil sesine yöneliyorum. “Daktilo Kız” kapımda. Ev, kapı-duvar. Duvar, kapı, ev. Dön ana-babam dön, kapımı çalan yalnızlıktır. Buyur ediyorum. Ve size Daktilo Kız’ın otuz iki kısım tekmili birden öyküsünü takdim ediyorum: Huzurlarınızda Daktilo Kız Dominique.
Apartmanda aynı katta, bitişiğimdeki tek odalı evde (Paris'te bu tür bir "eve" stüdyo derler) oturuyor. İlk taşındığı gün (ocak ayı mıydı?) kapımı çaldı: “Bugün taşınıyorum. Biraz gürültü yaparsam kusuruma bakmayınız.”
Daktilo Kız, dinamik ve çalışkan: Sabah 7’de uyanıyor. 8’de metroyla bir saat ötedeki işine koşturuyor. Akşam yine bir saatlik metro yolculuğundan sonra evine dönüyor.
Ah! O evler: “Kapalı av alanı:” Özel avlanma sahası. “İmparatorluk.”
Parislilerin koşturması biraz da bundan: Bir an önce imparatorluklara dönüp kendini nihayet “İmparator /İmparatoriçe” gibi duyumsamak. Sonrası mı? Televizyon izlemek. Akşam yemeğini, haberler ve bir film, varsa eğer, onu izleyip yemek. Bu arada çatalı yanlışlıkla kulağa...
Saat 22’de, ertesi sabah altı otuzda uyanmak üzere, yatağa girmek. Fransa, zaten saat 22.20’de uyuyan ülkedir.
Günlük yaşamı metro-iş-uyku (Fransızcası: Metro-Boulot-Dodo) arasındaki mekikte Daktilo Kız’ın.
Cumartesi çamaşır günüdür. Ne yazmıştık: “Çamaşır sanki bir tür kendinden geçmedir."Evet aynen öyle: Sanki özgürleşir Dominique. Çalışarak geçirilen bir haftanın beyindeki tortuları da yıkanır. Çaktırmadan. Artık Saturday Night Fever için hazırlıklar yapılabilir. “Dağıtmak” gerek sanki, yeniden “toparlamak” için.”
Hafta sonu, gelecek haftanın alışverişine, sinemaya ya da tanıdıklara (ana baba veya okul arkadaşlarına) ziyarete ayrılır.
Ve pazartesi, o hep aynı pazartesi: Birbirlerinin aynısının tıpkısı. Evet yeniden pazartesi ve haftalık monoton yaşam, yeniden başlar. Daktilo Kız makineleşmiştir. Artık hiçbir şey yapılabilemez...
Metrodaki grev günlerini biraz da şunun için seviyorum: Grev günleri makineleşmiş eski-insanlar, insanlıklarını yavaş yavaş ama önüne geçilemez bir biçimde yitirmekte olan insanlardan söz ediyorum burada, yürüyerek evlerine dönerler. Böylece “dünyayı”, artık yabancılaştıkları, kenarına düştükleri dünyayı, yaşayan gözlerle seyreyleyebilirler. Dünya ile aralarına gerilen televizyon ekranları/perdeleri/duvarları olmadan. Hem grev günlerinde Daktilo Kızlar/ Daktilo Beyler birbirleriyle konuşurlar. Bir anlık bile olsa yeniden insanlaşırlar.

KIŞ GELDİ BÖYLE OLDU, APARTMANI
Evde şimdi gül kokuları. Kır kokuları. Françoise kır gezisinden döndü demek. Ama o da ne? Avluda oturan Bay Çiçek (inanılmaz, ama ismi gerçekten Monsieur Fleur’dür) “Aaaaahh! Aaaaahh” diye yine bağrışmalarına başladı.
Kışın insanlar da değişiyor sanki. Aslında, yalnızlar, Paris kentte ve semasında birbirleriyle karşılaşmadan, teğet geçmeden, kesişmeden yaşamlarını sırtlıyorlar. Gözün açık olsun yalnızlık!
Bay Çiçek, 81 yaşına bu yılın şubatında girdi. Yirmi yıla yakındır, işçilikten emekli. 30 yıldır bu mahallede oturuyor. İşçiliğini, emekçilik günlerini, işçi mahallemizi yaşatan ünlü otomobil fabrikasında, yani ismini söylemeden olmayacak Renault Otomobil Fabrikası'nda, Seine Nehri üstündeki adacıktaki, CGT (Genel İş Konfederasyonu) üyesi olarak yaşadı.
Bay Çiçek, emekli bile olsa, işçi sınıfının alışkanlığını sürdürüyor: Erken yatıp erken kalkıyor.
Bir ay önce büroma/çalışma odama yeni bir kitaplık daha alınca yerim daralmasın diye dört büyük saksıdaki çiçeklerimi ona emanet ettim. Başka kime emanet edebilirdim ki? Soyadı, Çiçek kaç kişi kaldı? SBF’ deki öğrencilik yıllarımın “Laz” Hikmet Çiçek’ini saymazsak.
Çiçekleri emanet verdikten sonra dostluğumuz biraz daha ilerledi Bay Çiçek’le. Haftada bir çiçek sulamak vesilesiyle avluya indiğimde sözleşiyoruz, söyleşiyoruz. Parisliler konuş(ama)mak hastasıdır. İki oğlu bir kızı olduğunu böylece öğrendim: Ama hiç arayıp sormazlar! Torunlarımı pek göremiyorum” diye dertlenir.
1 Kasım Toussaint (Bütünazizler) günü ölülere ziyaret ihmal edilmez, Bay Çiçek'le çok şık giyinik bir biçimde tam evden çıkarken karşılaştık.
Nereye böyle, dedim. “Eşimin mezarını çiçeklemeye gidiyorum” dedi. Mezarlık birkaç sokak ötemizdeki Rue Thiers’de. (Thiers adını buraya not edelim: O Thiers ki Alsace-Lorraine karşılığında, Bismarck itinin askeri yardımıyla yüz bin komünarı katlettiren “pezevenk”tir. Tarih unutmaz.)
Bay Çiçek her sabah, istisnasız, posta kutusuna bakar. İhmali yoktur. “Mektup yok yine” der ve hayıflanır. Ama olsun, yarın yine aynı heyecan ve umutla kutuya koşacaktır. Çocuklardan biri? Belki bir torun?Bir mektup belki bir kart göndermiş olamaz mı? Kim bilir?
Arayanı soranı yoktur. Ama Bay Çiçek, kendisine küçük sevinçler yaratmayı bilir. Bir kere çok sayıda ve rengârenk çiçek ve gülleri saymalı. Sonra güvercinleri ve serçeleri ekmek kırıntılarıyla beslemek gibi bir uğraşı var: Her öğleden sonra “kuşlarını” besler. Böylece gelip çiçekleri ve yapraklarını hırpalamasınlar istiyor. Aralarında yazılı olmayan bir anlaşma imzalanmıştır. Başka mahallelerin “fırlama” güvercinlerinde görülmeyen kibarlıktadır “bizim güvercinler”. Ama Şırnak’ın ama Siirt’in “taklacı güvercinleri”nin eline su dökemezler. Dökemezler, çünkü tembellikten yürümeyi bile beceremezler.

BEBEK
Sabah panjurları açarken, bir de ne göreyim: Bay Çiçek, çocuk sandalyesinde oturan bir bebeyle konuşuyor: Evladından biri, torunlarını alıp ziyarete geldiler sanıp sevindim. Her sabah olduğu gibi, panjurların gürültüsüne başını kaldırdı ve o zaman ben de gülümseyerek “Bonjour” dedim. Serin hava uyandırdı iyicene. O da bana, “Celle-ci ne parle même pas!” dedi. O da ne? Bay Çiçek’in konuştuğu torunu falan değil bir taş bebek! Evet, “sigortalar” torun sevgisine dayanama(z)dı. “Bu konuşmuyor bile dediği” “bebeğiyle”. Bay Çiçek ondan sonra her sabah, “Bonjour Mimi. Ça va ma cherie’li konuşmalarını sürdürdü...
On yıl kadar önce Paris’in 11. Arrondissement’ında asırlık ve yıkılmamak için sırtını ulu bir duta yaslamış bir evde yaşıyordum. Aynı evde yüz küsur yaşında Madame Noire (Bayan Kara) da oturuyordu. Altmış yıldan bu yana. Bir gece saat 22’de, eve dönüşümde, garip bir gürültü dikkatimi çekti. İkinci kata çıktım, gürültüyü izleyerek. Bayan Kara, duvara tutunarak yürüyordu: Kulaklığı (işitme cihazı) prizinden çıkmış, acayip bir “bızıt-bızıt” yapıyordu. Bayan Kara, bir üst katta oturmasına karşın, kim bilir hangi anının peşinde yolunu yitirmişti. Dolanıp duruyordu. Koluna girip odasına götürdüm. Çok yaşamadı: Üç ay sonra aramızdan ayrıldı. Kimsesizdi. Gençliğini dokuma fabrikalarında bırakmıştı. Birçok aşk yaşamıştı. Birçok eş, çocuk ve torun sahibi olmuştu. Ölüsünü belediye kaldırdı. Anlatılamaz...
Bayan Bernhard, Yahudi kökenli Fransa Cumhuriyeti vatandaşı. İntihar ettiğinde yapayalnızdı. Yıllar önce dört yaşındaki kızının araba altında kaldığını gözleriyle görmesinden beri tek başına yaşıyordu. Tek ve yapayalnız. İntiharından sonra bulunan günlüğünde, o gün için yazdıkları aynen şunlar: “Bugün öğleden sonra, üç saat aralıksız ağladım. Alışveriş yapmaya ihtiyacım yoktu. Ama sokağa çıkıp dolaştım. Konuşacak birilerini boşuna aradım...” Vasiyeti üzerine ölüsü yakıldı. Tozlar bir kutuya kondu. Ve ülkesinde zeytinlikler altına serpildi. Geldiği yere işte böyle döndü...
İletişimsizliği, tek düze yaşamı, kimsesizliği ve yapayalnızlığı başka nasıl anlatabilirsiniz? Fransa’da büyük kentlerde yalnız yaşayanların sayısı akıllara durgunluk verecek orandadır: Paris’te üç kişiden ikisi yalnız. Yalnızların üçte ikisi bayan, Marsilya ve Lyon’da durum benzer. Bireycilik ve yalnızlık artık kanıksanan bir yaşam biçimidir. K büyük harfle, Kap-it-al-izm dayatmasında. Otomobillerdekilere hele bakın bir: İki kişi bulamazsınız. Herkes kendi “deliğinde”, kara kuyular dibinde. Her birey sanki birer ıssız adadadır. Hele ülkelerinden ayrılmak zorunda kalanların yalnızlığı: Sormayın, gözlerimde bir karıncalanma. Pink Floyd, “The Wall”da (Duvar) “Yıkın duvarları” diyor. Boşuna mı? "Kap-it-al-izm"de toplumsal ve günlük yaşamın sorunları arasında/içinde birbirlerine dokunmadan yuvarlanıp giden “taş”lar akıl almaz “ticaret”lerin olası “müşteri”leridir. Onu da başka bir gün konuşalım... Kalın sağlıcakla...


KÖY ENSTİTÜLERİ RÜYASI
CELAL NECATİ ÜÇYILDIZ

Ahmet, korkulu bir rüyadan uyandı. Kalktı bir su içti, gezindi odanın içinde. Hâlâ rüyanın etkisi altındaydı. “Anne, anne kurtarın beni kaçırıyorlar” diye avaz avaz bağırmaya başladı. Annesi gülerek elinden tuttu.
-Ne oldu yavrum, rahatla biraz. Bak senin yanındayım. Kim, nasıl kaçırır seni.
-Anne beni eşkıya kaçırıyordu. Üç kişiler.
-Öyle mi? Kimler onlar?
-Bilmiyorum, maskeli elleri silahlı.
-Geçti, geçti her şey oğlum, rahatla. Radyodaki olaylar seni etkilemiş.
-Oğlunu aldı kucağına, sarıldı ona:
-Oğlum rahatla şimdi. Korkma onlar seni kaçırmaz. Onlar başkalarını kaçırır.
-Sen Amerikalı mısın?
-Hayır.
-O zaman boş ver.
-Öyle mi?
-Öyle işte. Bana inanmıyorsan babana sorarsın akşam.
-Tamam, dedi ve sakinleşti.
Ahmet 9 yaşında bir ilkokul öğrencisi, şirin, hoş, akıllı. Ailede, okulda, çevrede hep sevilir. Çalışkan ve başarılıdır. Bir üst sınıfa geçmiş. Sevinçli ama arkadaşlarından 3 ya da 4 ay ayrı kalmak. İşte bu zor. Ahmet bu düşüncelerle girdi yaz tatiline.
Yaz tatilinde babası ile çiçek dikiyor. Bahçeye de domates, biber, patlıcan, bamya ekiyorlar. Onlara bakmak Ahmet’e zevk veriyor. En güzeli de kitap okumak. Bir kitabı alıyor, okurken notlar düşüyor, kah altını çiziyor, tekrar oralara geri dönüp, irdeliyor.
Akşam olunca babası ile bahçeye oturup yıldızlara bakıyorlar. Her gün bir yıldızı tanımlayıp ona yeni görevler veriyorlar. Kimi Cumhurbaşkanı, kimi başbakan, kimileri de bakan. Onların işlevleri bağımsız. Kimse karışamıyor gökyüzünde. Diğer yıldızlar çalışanlar. Onlar da işlevlerini başarı ile yerine getiriyorlar.
Ahmet’in babası Hüseyin öğretmen, Lisede edebiyat derslerine giriyordu. Her gün okula gider, öğrencileri ile birlikte çalışır, kitaplar taşır onlara. Varlık Dergisi dağıtır. Onları düşünmeye zorlar. Akşam eve yorgun ama mutlu gelir, oğlunu arar, onu sever, okşar, şiirler okur. Ona sorular sorar, yanıtları evirip çevirip ona şekil vermeye çalışır.
İşte o gün Hüseyin Öğretmen eve geldiğinde oğlu Ahmet kapıda onu beklemektedir.
Babasına:
- Baba beni kaçırdılar bu gün.
- Kim kaçırdı? İşte buradasın.
- Şimdi değil, rüyamda kaçırdılar.
- Nasıl kaçırırlar seni?
- Üç genç geldi, parkeli ve elinde silahlı beni götürdüler.
- Ha.. anlaşıldı. Sen olayların içine iyice dalmışsın.
- Baba neler oluyor? Neden kaçırıyorlar adamları.
- Bu, bir eylem biçimi. İyi veya kötü yöntem, ayrı bir şey. Ama amaçlarını gerçekleştirmek, ses duyurmak için bir eylem yapıyorlar.
- Neden yapıyorlar?”
-Kafalarında bir düzen kurmuşlar, onu gerçekleştirmek istiyorlar. Gençlerin, düşünmesi, onları pratiğe dökmesi güzel ama. Silahlanmak, bunu sorgulamak lazım. Ülkemizde doğru gitmeyen şeyler var. Cumhuriyet devrimleri oturmadı.
Amerikalı neden kaçırıldı o zaman?
- Bizi geri kalmışlığa iten, bölen, parçalayan onlar. Sırf kargaşa Varolsun diye. Cumhuriyet karşıtlarına destek veriyorlar. Onun için bu öfke ile Amerikalı kaçırılmış olabilir. Ama, doğru ve yanlış yaptıkları konusunu sorgulamak lazım.
- Yani bu ağabeyler doğru yapmıyorlar o zaman.
- Evet oğlum, bu işler örgüt işi. Öyle tepeden olmaz. Halkla beraber olur. Meyve olgunlaşmadan koparılırsa, yenmez. Bu da öyle bir şey. İşte halk biziz. Bizi bu işe inandırsalar, bizimle birlikte hareket etseler, o zaman sen rüyanda korkmaz, kaçırılmayı yaşamazdın.
- Anladım, babacığım. Bu gün ne yapacağız o zaman?
- Gel bahçeye gidelim.
Birlikte bahçeye indiler. Orada marul ve maydanoz ve nane yan yana. Onlara baktılar. Baba bir naneye, bir marula dokundu.
- Bak, ne fark var ikisi arasında.
- Biri kokuyor, biri kokmuyor.
- İkisi de salatanın içinde bir araya geliyor. Yanına maydanoz, domates de koyuyorsun. Sonra turp, havuç. Hepsinin yetişme koşulları değişik. her birine ayrı ayrı emek veriyorsun. İşte bunları bir araya getirmek, buna demokrasi diyoruz.
-Yani, yönetim şekli.
- Evet oğlum. İşte bu ağabeyler bunları kurmadan yola çıktılar. Veya çıkarttırıldılar. Söylem doğru ama yöntem yanlış. Zaman bunu doğrulayacak.
İçerden gelen ses onların söyleşisini böldü:
- Gelin artık, yemek hazır.
İşte bu güzel şeydi. Karınları da acıkmıştı hani. İçeri girip, lavaboya koştular. Hüseyin öğretmen, Düz İçi Köy Enstitüsü mezunu idi. Orada öğrendiklerini pratiğe dökmüş, evinin kapı ve pencerelerini kendisi yapmıştı. Bahçe çitlerini oğluyla birlikte yapmışlar. Badana, boya işlerini de kendisi yapmıştı. Öğrencilik yıllarında aldığı eğitimi köylerde çalışırken uygulamış, şimdi de evinde uygulamak, işte ona büyük tat veriyor. Mutlu oluyordu çalışırken. Bunları da oğlu ile birlikte paylaşmak daha da güzeldi.
Akşam, yemekten sonra, gazetelere bakıldı, radyodan haberler dinlendi. Her yerde bir eylem haberi. 12 Mart gelmişti. Hükümet kuruldu. Başbakan Prof. Nihat Erim. Bir zamanlar Köy Enstitülerinin tekrar açılmasını istiyordu, şimdi ne yapacaktı acaba?
Hüseyin Öğretmenin en çok kızdığı şey, Köy Enstitülerin kapanması idi. En çok özlem duyduğu, bu okulların tekrar açılması. İçinde bir sevinç belirdi, bir umut yeşerdi. Bu adam bunu yapacak mıydı? Bunu zaman gösterirdi. Oturdu bir mektup hazırladı.
Sayın Başbakanım,
Eğer Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, gençler aydınlanacaktı. Bilinçlenecek, bilim ve eylem adamları yetişecekti. Bu kargaşalıkları yaşamayacaktık. Ülkede kargaşa varsa, bunun sebebi kültür birikimini olmaması. Bu okulların neden kapatıldığını sizler çok iyi biliyorsunuz. Yozlaşmış, cumhuriyet karşıtları politikacılar, çıkarları bozulmasın diye en büyük düşman kabul ettikleri bu okulları kapatıverdiler. Şimdi o okul mezunları bizler okuduklarımızı, pratiğe döküyoruz. Yeni nesil ise ezberciliğe doğru gidiyor. Dogmalar ön plana çıktı. Şu anda ki tüm kargaşa bundan dolayıdır.
Sayın Başbakanım,
Birçok kez bu okullarla ilgili düşünceleriniz aktardınız. Övgüler yağdırdınız. Kürsülerde bizlere ışık tuttunuz. Şimdi Başbakan olarak gün, sizin gününüz. Bir yasa çıkartın, okullar yerinde duruyor. Başlasın okullar. Cumhuriyet marşları ile çınlasın. Bağımsızlık marşları ile çınlasın. Dogmalar yerine, ileriye dönük, çağdaş bilgiler okutulsun. İşte ben, Köy Enstitüleri tekrar açılırsa, kesin kes ölmem. Sizler de tarihe geçersiniz. Saygılarımla. Düziçili Hüseyin Öğretmen.
Hüseyin Öğretmen ve oğlu Ahmet çok bekledi. Yanıt bile gelmedi mektuplarına. Aradan bir süre geçti, o genç dinamik Karaosmanoğlular ve devrimci ekip tasfiye edildi. Yakaladıkları genci, suçunun ederine bakmadan astılar birer birer. Altında o başbakanın imzası da vardı.
Sonra da bir türkü söylenmeye başladı:
“...Erim, erim erim eriyesin…”
Bir gün duyduk ki, o başbakan da bir kurşunla arkadan gitti. “Gençlerin ahı tuttu” dediler. Yoksa ozanın mı dediği oldu bilinmez.
Ama hala köy enstitüleri açılmadı.


BİMEMED’İN KÖPEKLERİ
Mehmet YILDIRIM

Yıl 1962. Yaz tatilinin son günleriydi. Üç gün sonra okullar açılacaktı, ben de okuluma devam etmek için Silifke’ye gidecektim. Babam, “Yarın atı getirmek için Yassıçayıra gideceğiz” dediğinde yüreğimi bir sevinç dalgası sarmıştı. Okula gitmeden önce Yassıçayır’ı bir kez daha görebileceğim için çok heyecanlanmıştım.
Yassıçayır, köyümüz Ardıçpınarı’na 10 km uzaklıkta, Toros Dağları’nın yöredeki en yüksek tepelerinin üzerinde, “payır” adı verilen geçirimsiz kiltaşlarının oluşturduğu, her tarafında yemyeşil çayırların yetiştiği bir düzlüktü. Çimenleri bütün yaz boyunca çekiciliğini hiç kaybetmediği için yaz kuraklığında hayvanlar için iyi bir otlaktı Yassı çayır. Çok uzak köylerden insanlar, hayvanlarını otlatmak için buraya gelir ve haftalarca kalırlardı. Çok az hayvanı olanlar bile gelirlerdi buraya. Kalamayacak olanlar, hayvanlarını para karşılığı otlatmayı kabul eden çobanlara emanet edip giderlerdi. Bizim otlatacak hayvanımız yoktu ama babam atını bırakmıştı bir ortağımıza. Yaz sona ermekte olduğu için de atı geri getirmemiz gerekiyordu.
Yola çıktığımızda tan henüz ağarmamıştı. Güneşin doğuşunu işaret eden bir belirti de yoktu. Ayın soluk ışığında yolumuzu zor bulabiliyorduk. Güneşin ilk ışıklarını gördüğümüz zaman Bolyaran düzlüğünü geçmek üzereydik. Güneşin ışıkları önümüzde sıra sıra uzanan beyaz tepeciklerin üst kısımlarını aydınlatıyordu. Yassıçayır, bu tepeciklerin hemen arkasındaydı. Tepeyi aşabilmek için önümüzde zorlu bir yokuş bulunuyordu. Tepeye kıvrıla kıvrıla tırmanan ince bir patikada ilerliyorduk. Yolun yüzeyinde birkaç santim kalınlığında bir toz tabakası vardı. Adımlarımızı attıkça “pof” diye bir ses çıkar ve kalın bir toz bulutu havaya kalkardı. Şalvarımız neredeyse bembeyaz olmuştu. Yokuş yarılanmadan etraf tamamen aydınlanmış ve güneş ışınları sırtımızı çoktan ısıtmaya başlamıştı. Yolun sonuna geldiğimizde gördüğümüz manzara, tüm yorgunluğumuzu alıp götürmüş ve tatlı bir serinlik sarmıştı bedenimizi.
İşte Yassıçayır karşımızdaydı. Masmavi gökyüzü altında, ortası hafifçe çukurlaşmış oval bir tepsiyi andıran yemyeşil bir ova. Tepsinin karşılıklı iki kenarındaki beyaz tepeler onun kulplarıydı sanki. Diğer iki kenarıysa, düz çizgi şeklindeydi. Ortada ise tepsi ikiye katlanmaya çalışılmış da bir iz kalmış gibiydi. Yemyeşil çimenler, ovanın ortasına doğru daha yoğunlaşıyordu. Yassıçayır’ın tertemiz ve serin havası ciğerime doldurdukça hafiflediğimi, mutluluktan uçmak üzere olduğumu hissediyordum.
Ovanın ortasına doğru ilerliyorduk. Karşılaştığımız insanlar, hemen babamın eline sarılıyor, “Hoş geldin, ağa” diyordu. Babamı herkesin tanıyor olmasına çok şaşırmıştım. Ortadaki çizgiye yaklaştığımızda birileri bizi buyur etmişti kıl çadırına. Odun ateşinde demlenmiş çayımızı yudumlarken babam, bana “Hadi, şu yuları al ve karşıya git, Bimemed’in ağılından atımızı al da gel” dedi.
Bimemed’in ağılı, tepsinin diğer kulpunun bulunduğu tepeciğin önündeydi ve konuk olduğumuz çadıra yaklaşık iki km uzaklıktaydı. Atın zincirli yularını alıp yola koyuldum. Diz boyu çimenlerin içinde yürümek çok kolay değildi. Ovanın tam ortasında bir su akağı ve kenarlarında küçük küçük bataklıklar vardı. Buralardan dikkatli geçmek gerekiyordu. Oradan uzaklaştıkça hem çimenlerin boyları kısalıyor hem de yoğunluğu azalıyordu. Daha sonra da çayırın yerini gevenler alıyordu. Bunların arasında yürümek, çimenler içinde yürümek kadar kolay değildi. Dikenler arasında oluşmuş patikaları izlemek gerekiyordu.
Bimemed’in ağılına yaklaştığımda bir sürü köpeğin gök gürültüsünü andıran havlamalarla üstüme üstüme gelmekte olduğunu gördüm. Dehşet veren sivri demirli boyunlukları vardı. Etrafta kimsecikler görünmüyordu. Avına saldıran kaplanlar gibi geliyorlardı bana doğru. Kesin parçalayacaklardı beni, böylece de sonum gelecekti. Okuluma da gidemeyecektim. Bütün hayallerim sona erecekti. Her şey buraya kadardı demek ki. Akşamdan beri yüreğimi hoplatan heyecanım, sabahki sevincim bunun için miydi yani? Hayır, olamazdı. Ölmemeliyim, dedim kendi kendime. Bu yaşta ölünmez ki! Daha hayallerim vardı benim. Okuyup büyük adam olacaktım. Birkaç köpek, bu hayallerimi bitirmemeliydi. Kendimi toparladım. Başarılı olmam için yapabileceklerimi gözden geçirdim. Kaçmak çözüm değildi. Köpekler kesinlikle benden hızlı koşarlardı. Çevrede yardım isteyebileceğim hiç kimse yoktu. Köpek havlamalarını babam duyuyor muydu acaba? Duysa da ne yapabilirdi ki!
Bu tür köpek saldırıları karşısında hareket etmemek gerektiğini duymuştum. O aklıma geldi bir an. Ne kadar güvenli olabilirdi acaba? Denemeden bilemezdim. Başka da çare gözükmüyordu zaten. Hemen olduğum yere çömeldim. Kıpırdamadan beklemeye başladım. Köpekler belirli bir mesafeye kadar yaklaştıktan sonra orada durdular. Galiba söylenenler doğruydu. İyi de ne kadar bekleyebilirdim böyle. Belki evin sahibi bir yerlerden çıkagelir ya da babam merak edip beni arardı. Bir kurutuluş ümidi belirmişti kafamda.
Ben çömelmiş, korkudan tir tir titriyordum. Köpekler ise pür dikkat hareketimi izliyordu. Birbirimizi gözlüyorduk. Uzun bir süre böylece kaldım. Çömelmekten ayaklarım ağrımaya başlamıştı. Elimde olmadan duruşumu değiştirirken köpeklerden biri yerinden fırladığı gibi havlayarak bana doğru koşmaya başladı. Ben de elimdeki yuları can havliyle sallama başladım. Yuların sapı elimde, atın başına geçirilen zincir ile ağzına takılan gem kısmı ucunda var gücümle savuruyordum. Ben dönüyordum, köpekler dönüyordu. Korku beni kocaman bir topaca çevirmişti. Nasıl oldu da başım dönmedi, nasıl oldu da yere düşüp kalmadım hâlâ anlamış değilim. Yuların ucundaki demir parçasını dişlerine bir vurabilirsem, köpeklerin beni ısırmalarını engelleyebilirdim. Nitekim öyle oldu, bir çat sesi ve arkasından en yakınımdaki köpeğin “mavvık, mavvık” diyerek uzaklaştığını fark ettim. Evet, işe yaramıştı. Diğer köpekler, arkadaşlarının çok acı çektiğini görünce duraksadılar. Ben de durdum. Elimdeki silahın ne denli etkin olduğunu görmüştüm. Korkum yavaş yavaş kayboluyordu, yerine cesaret gelmeye başlamıştı. Beklemekten başka yapacak bir şey de yoktu. Bu arada yorgunluktan ölmek üzereydim. Neredeyse oracığa yığılıp kalacaktım. Ama kendimi toparlamak ve cesaretimi köpeklere kanıtlamak zorundaydım. Bir süre bekledim. Köpeklere göre tavır belirleyecektim. Ama bir baktım ki köpeklerin tümü, uzaklaşmakta olan arkadaşlarının peşinden gidiyordu.
Artık kurtulmuştum. Birkaç çoban köpeğinin hayallerimi yıkamamış olması, bana büyük mutluluk vermişti. Neşeden uçmaya başladım Bimemed’in ağılına doğru…


YÖRESEL BİR TAT: İNCİRLİ
Güler LEBLEBİCİ

Kış kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı Ankara’da. Ablamlar, kara buza yakalanmadan dönmek istiyorlardı Aydıncık’a. Onlar geleli daha on beş gün ancak olmuştu ama eniştem için sanki aylar geçmişti. “Haydi, siz de gelin bizimle, sizin için de değişiklik olur” dediler. Böyle bir öneriye hazır değildik ama kasım ayında Aydıncık’ı düşleyince derhal kabul ettik. Yıllardır tanırız bu sahil kentini. Özlemiştik Taşmasa’yı, Yörük Tepesi’ni, masmavi denizini, sıcak ve içten insanlarını. Mevsim de uygundu, ne soğuk ne de sıcak.
Kahvaltıdan sonra yola çıktık. Arabanın kliması düşük derecede çalışmasına karşın üşüyordum ve derecesini biraz daha arttırmasını istemiştim eniştemden. Bir dediğimi iki ettirmiyordu neşesi geri dönen eniştem. Onun bu neşeli, mutlu hali, aklıma ünlü şairimiz Yahya Kemal’i getirdi: Yahya Kemal'e sormuşlar “Ankara'nın en çok nesini seviyorsun” diye. Üstat da “İstanbul’a dönüşünü” demiş. Aynı soruyu enişteme sorsak, o da kesinlikle “Aydıncık’a dönüşünü” diyecektir.
Toroslar’dan inmeye başlayınca bitki örtüsü de hava sıcaklığı da değişiyordu. Klima kapatıldığı gibi pencere camı da indirilmişti azıcık. Mut’a vardığımızda hava iyice ısınmıştı. Anayoldan saptıktan biraz sonra adı gibi gömgök, Göksu üzerindeki köprü de geri de kalmıştı. Şirin bir köye varmıştık. Yanılmıyorsam adına Zeyne demişti, eniştem. Ablam, “Biraz mola verelim” dedi. Yolun sağında durduk. Meyve ve zeytin satılan küçük bir serginin önündeydik. Ablam, boy boy sıralanmış yeşil zeytin kavanozlarını incelemeye başladı. Bir yandan da satıcı Ayşe Hanım ile sohbet ediyordu. Konuşmalarından ahbap oldukları rahatlıkla anlaşılıyordu. “Gelip geçerken, buraya uğrar bir şeyler alırız” dedi ablam.
Sergideki ürünleri incelerken gözlerim, sepetlerdeki denizyıldızını andıran nesnelere takılıp kaldı. Bunlar ne, dedim Ayşe Hanım’ın kayınvalidesine. “İncir kakı” dedi. Doğrusu daha önce hiç böyle incir kurusu görmemiştim. Daha çabuk kurusun diye dört parçaya ayrılmış ve güneyin güneşinde kurumuş incirler, çekirdekleriyle çok hoş görünüyordu. Albeniliydi hepsi de. Bunların ne işe yaradığını sordum. “Datlı yapılır bunlardan” diye yanıtladı yaşlı nine. Tarifini istedim. Gözleri ışıl ışıldı Yörük kadınının. Yöre şivesiyle başladı anlatmaya. “Ocağı çatarız. Gazanı üstüne oturduruz. İçine de cınna su dökeriz. Sonra hende demir dördayağı goyarız. Yemişleri bakır delikliye dökeriz. Onu da dördayağın üstüne goyarız. Gazanın gapağını gapatıp altını yakarız. Bir iki saat sonra, yemişler buharla yumşar. Yemişleri alır daha sonra bekmezde gaynatırız. Soğuyunca da üzerine bolca ceviz dökeriz. Çok güzel bir datlı olur, tıpkı senin gibi. Adına da incirli deriz.”
Yaşlı kadın, incir tatlısını anlatırken kendinden geçiyordu. El kol hareketleri de eksik değildi. Anadolu insanının içtenliğine tanık oldum bir kez daha. Sadece pekmezle mi olur bunun tatlısı diye sordum. “İstersen, şekerle de olur ama biz alışdık bekmezle yapmaya. A benim guzum, eskiden şeker alacak para mı vardı ki! Anamızdan biz böyle gördük. Böyle de sürdürüp gidiyoruz” dedi.
Nine, o denli güzel anlatıyordu ki ağzımın sulandığı hissettim ve denemeye karar verdim. Nasıl bir şey olur acaba demeden de edemiyordum. Birkaç kilo incir kurusu satın aldım. Aklıma koydum; deneyecektim incirliyi Aydıncık’a varınca.
Alışveriş bitti. Yeniden yola koyulduk. İkindiüstüydü arabamız tırmanışa geçtiğinde. Yolun bir an önce bitmesini istiyordum çünkü varır varmaz deneyecektim bu yeni öğrendiğim tatlı türünü. Ablama evde pekmez var mı, dedim. Harnup pekmezi varmış. Bununla daha iyi olacağını düşündüm nedense.
Aydıncık’taydık artık. Diğerleri eşyaların yerleştirilmesiyle uğraşırken, ben de koydum ocağa yarıya yakın su dolu tencereyi. Kevgire koyduğum kuru incirleri sudan geçirdim. Ninenin sözünü ettiği dörtayak yerine de bir tas koyup üzerine kevgiri yerleştirdim. Tencerenin kapağını kapatıp beklemeye başladım. Bir süre sonra da yumuşamış incirleri pekmezde kaynattım. Soğuduktan sonra da üzerine bol ceviz döküp yedik. Gerçekten harika bir tatlı olmuştu.
Ankara’ya dönüşümde, konuklarıma da yaptım bu yöresel tatlıdan. Büyük bir zevkle yediler. Tarifini istedi komşularım. Anlatırken de Yörük Teyze gözümün önünden hiç gitmedi. Bembeyaz başörtüsüyle kafasını sallayıp duruyordu, konuklarıma gülücük dağıtarak…


BARÇIN YAYLA GÜZELİ
Mustafa ERTAŞ

Taşeli Yöresi halkı, ilkbaharda Barçın Yaylası’na göçen obalar arasından bir yayla güzeli seçildiğini anlatmaktadır. Sarıveliler ilçesinden, 93 yaşında ölen Efil Ebe’nin (Elif Elgün) yayla güzeli için söylediği şu sözler, hâlâ bugün söylenmiş gibi aklımda: “Sarı çizmeyi giymek her ananın doğurduğuna nasip olmaz. Sarı çizmeyi giymeyi hak eden talihli yayla güzeli, dünyada en üstün mertebeye ulaşır. Yayla güzelinin ulaştığı mertebenin ötesinde bir makam bulunmaz. Ben, sarı çizmeyi giyen kaç ana kuzusu, genç kız gördüm. Sarı çizmeyi Türk Milletlerini evvelleri yöneten han ve hakanların eşleri giyer. Bir de seçilen Barçın Yaylası Yayla Güzeli sarı çizmeyi giymeye hak kazanır. Eğer yayla güzeli evlenir ve çocukları olursa, küçük kızları ucu kıvrık sarı edik giyerler.”
Yayla güzelinin hiç evlenmemiş olması birinci koşuldur. Geçmişinde en ufak bir olay olmamalıdır, adı kötüye çıkmamış olmadır. Köyler, obalar, komşular aday olacak genç kızın gelişimini yakından bilmektedir. On sekiz yaşına gelinceye kadar bir genç kızın tutumu, davranışı, görgüsü, bilgisi, yaşam tarzı onun aday olmasında büyük rol oynar. Bu özellikler yanında boy, bos, endam güzelliği için de şu değerler aranır:

Üç yeri ela göze uygun olmalı : göz, kaş, saç
Üç yeri siyah olmalı : saç, kaş, kirpik
Üç yeri ak olmalı : ten, diş, tırnak
Üç yeri kırmızı olmalı : yanak, dudak, dil
Üç yeri yuvarlak olmalı : omuz, kalça, göğüs
Üç yeri küçük olmalı : burun, ağız, ayak
Üç yeri uzun olmalı : parmak, bacak, boyun
Üç yeri ince olmalı : bel, ses, şekil
Üç yeri büyük olmalı : diz, göz, naz
Bu özellikler, obalarda bilinen 18 yaşına basmış kızlar üzerinde kılı kırk yararcasına teker teker aranır. Adaylar belirlenir.
Obalardan en yaşlı, güngörmüş, kemale ermiş, Türkmen dedelerden en az yedi, en fazla on beş kişiden oluşan bir seçici kurul meydana getirilir. Kurul üyesi yaşlılar, vadideki büyük bir ağacın gölgesine otururlar. Bu arada iki ayrı davar sürüsünden birisi vadinin sağ, diğeriyse sol yamacına sürülür. Giyinip kuşanmış, süslenmiş her yaştan kadın, kız, erkek çocuk, ebeler, dedeler sürülerin yakınında konuşmayı keserek sessizce bekleşir. Bu arada vadinin sağındaki sürünün yanına soldaki sürünün oğlak ve kuzuları, soldaki sürünün yanına da sağdaki sürünün oğlak ve kuzuları getirilir.
Bu anda oğlak ve kuzular analarını emmek isterler. İsterler ama kendi yavrusu olmadığı için analar da emzirmez. İşte o zaman oğlak ve kuzular avaz avaz melemeye başlar. Karşı vadiden analarının sesini, anası da yavrusunun içler yakan melemesini duyunca sürülerden, oğlak ve kuzulardan bir ses cümbüşü vadide yükselir. Vadiyi inim inim inletir.
Toplanmış olan dedeler, hep bir ağızdan “Yarabbi, göklere doğru dalga dalga yükselen şu günahsız sesler ile Kuran-ı Kerim üzerine yemin ederiz ki yayla güzelini seçerken herhangi bir yanlışlık yapmayacağımıza, doğru ve ahlaklı olanı seçeceğimize ant içeriz” derler.
Dedelerin toplantısında görüşmeler yapılır. Dışarıdan karışılmaz. Sonunda hangi kız talihli ise o seçilir. Yayla güzeli açıklanıncaya kadar da heyecana canlar dayanmaz. Yayla güzelinin seçildiği bildirilince her tarafa muştucular koşar. Şenlikler başlar. Göç var sesleri çevreyi inim inim inletir. Türüm türüm tüten yayla çiçeklerine, güzelim pınarlara, bayırlara, çayırlara, çadır kurdukları örenlere, yarenlere, ulam ulam ormanlara, harmanlara kavuşma heyecanından gözleri uyku tutmaz.
Yayla güzeli, hangi obadan, hangi köyden seçilmiş ise, o oba kutlu, o oba mutludur. Herkes güzel seçilen obadan kız almak, oğlanlarına kız vermek ister. Diğer obalar gelecek yıllarda yayla güzelinin kendilerinden seçilmesi için çocuklarını daha sağlıklı, daha güzel yetiştirme çabasına girer. Örnek güzel insan yetiştirmek uğruna obalar arasında adeta yarış başlar.
Zamanımızdan 70 ya da 80 yıl önce Barçın Yaylası’nın son seçilen Yayla güzeli, Suna’dır. Zengin bir Yörük ağasının oğlu da, bu genç güzele deli gibi tutkundur. Yörük ağasının oğlu, Suna’nın kendisinin olması için sürüler, deve katarları, altınlar, akçalar teklif eder. Ama nafile. Suna, Tuna adlı bir genci sevdiğinden ağanın oğlunu reddeder. Bunun üzerine ağa oğlu, Suna’yı Tuna’ya yar etmemek için planlar kurar.
Suna her gün kuşluk vakti eğriğe (sağım yeri) gelen koyunları sağmak için vadinin sağındaki taban yolundan gider gelir.
Günlerden bir gün Yörük beyinin oğlu, vadinin karşı yamacındaki duvarın üstünden geçerken güya duvar aniden yıkılıvermiş olur, adam yere düşerken elindeki silah patlar. Süt sağmaktan dönen yayla güzeli Suna’yı kaza süsü vererek öldürür. Suna’nın elindeki helkede bulunan süt, çiçekleri beyaza boyar. Suna’nın kanı da sütün üstüne TUNAM yazarak akar gider.
Bu üzücü olaydan sonra bir daha Yayla güzeli seçimi yapılmaz.
Bu acıklı olay üzerine Yayla güzeli Suna’nın sevgilisi Tuna, Sarıveliler ilçesinde medrese öğrenimi görmüş, âlim, yakım yakan FİL AHMET’e gelir. Yayla Güzeli, sevgilisi Suna için yakım yakıvermesini ister. FİL AHMET de, SUNA’dan TUNA’ya ve TUNA’dan SUNA’ya adıyla otuz üç adet dörtlükten oluşan yakım yakar. Bu yakımlar, o gündür bugündür sazla sözle söylenegelmektedir. Ben de “Suna–Tuna” türküsünü TRT’ye ulaştırdım. 08.10.2004 yılında notaya alındı ve 838 THM Repertuar nolu “Tunam Ağlasın” adıyla söylenmeye başlandı.Yakım çok uzun olduğu için burada ancak birkaç dörtlük sunabileceğiz:
Doku ey sevdiğim halılar doku
Erkenden yüklemiş Sunam da yükü
Adını sevdiğim Zeyve’nin bükü
Bana doyamayan Tunam ağlasın

Kadife kumaşın morca fesiyim
Yörük kızlarının gayet hasıyım
Barçın Yaylası’nın al lalesiyim
Beni deremeyen Tunam ağlasın

Ecel oku geldi cana dayandı
Turunç memem al kanlara boyandı
Bu acıya Tunam nasıl dayandı
Beni saramayan Tunam ağlasın

Tunam varsın hocasında okusun
Garip bülbül gül dalında şakısın
Gelin anam al ıstarı dokusun
El yerime baksın Tunam ağlasın




TARİH VE SANAT İLİŞKİSİ ÜSTÜNE
Mustafa SAĞLAM

Geçmiş, sadece bir dakika, bir saat öncesi veya dün değildir. Yeryüzünde yaşayan bizler için geçmiş, dünyanın var oluşuyla başlayan ve günümüze kadar gelen bir zaman dilimidir. Başka gezegenlerde veya başka bir küre üzerinde yaşayan canlılar varsa, bu sözüm onları ilgilendirmez elbette.
Bahsettiğim zaman dilimi içinde insanların yazı denen şekilleri bulmaları ve onları kullanarak olayları kaydetmeye başlamalarından günümüze kadarki süreye ise “tarih” diyoruz. Bunun tarihçilere, arkeologlara ve düşünürlere göre başka bir tanımlaması olabilir tabi. Ama tarihi kendime göre böyle tanımladım ben.
Yazıdan önceki kavimler her ne kadar bazı kaya resimleri ve çeşitli objeler bırakmışlarsa da bıraktıkları bu eserler onların yaşamları, dinleri, felsefeleri ve gelenekleri hakkında fazla bir bilgi sahibi olmamıza yetmemektedir. Ancak yazıyı kullanmaya başladıktan sonra yaşamlarında iz bırakan, önemli saydıkları olayları -ki bunların başında savaşlar, doğal afetler, salgın hastalıklar gelir- tabletlere, taşlara ve papirüslere yazıp kalıcı olmalarını sağlayan toplumlar hakkında bilgi sahibi olabilmekteyiz. Bu da yeryüzünde yaşamış kavimlerin pek çoğunda eksik ne yazık ki! Yazı kullanmayan devletlerin ve milletlerin varlığından da ancak yazıyı kullanan komşuları sayesinde haberdar olabilmekteyiz. Keşke vazgeçilmez o iletişim aracı icat edilir edilmez bütün dünyaya yayılmış, tüm insanlar kullanmış olsaydı, şimdi geçmişte uygarlıklar kurmuş, varlıklarını sürdürmüş sonra da hiçbir iz bırakmadan sessiz sedasız kaybolup gitmiş nice milletleri tanıma ve haklarında bilgi sahibi olma fırsatını edinirdik.
Tarih hakkında söylenecekler bitmez. Tarihi anlatmak da değil zaten niyetim; o, beni çok aşar. Ve de ayrı bir bilim dalıdır çünkü tarih.
Ama sanatla uğraşan biri için, koca bir yaşanmışlar denizi, bir bilgi birikimi okyanusu, bir denemeler yanılmalar yığını, zamana ve mekâna yayılan koca bir bellek düzenidir o. Şüphesiz ki günümüze kadar sayısız insan gelip geçmiştir yeryüzünden. Bunların hepsi de kendine göre farklı bir düşünceye, farklı bir görüşe, farklı bir iç dünyasına ve farklı bir yaşam anlayışına sahipti kuşkusuz. Bunlardan şanslı olanlar, her ne kadar kendileri ölüp gitmiş olsalar da yazıya geçirilmiş olan görüşlerini, inanışlarını şimdi kitaplardan okuyabilmekteyiz. Kendileri değilse bile bir yakınları, bilgi verir o üstün kişiler hakkında. Platon olmasaydı, Sokrates’i hiç tanıyamazdık, Çin yazılı kaynakları olmasa eski Türkler hakkında bilgi sahibi olamazdık örneğin.
Bir sanatçının uğraş alanı insan yaşamı olduğuna göre farklı ve ilgi çekici kişilerin yaşamlarının anlatıldığı yerler tarih kitapları değil midir? Orda karşılaşmıyor muyuz bir zamanlar yeryüzünde yaşamış en zeki bilim adamları, en büyük kahramanlar, en yaratıcı kişilerle? Kemikleri bile çoktan eriyip gitmiş Pythagoras, Thales, Heraklaitos, Hippokrates... Tarihte capcanlı durmuyorlar mı hâlâ?
Bu, tarih dediğimiz sonsuz yaşanmışlık denizine bir dalmaya kalksanız kimlerle karşılaşırsınız kimlerle! Montaigne, “Denemeler” adlı kitabında, “Kendinden aşağıya bakıp da kendi kafasına hayran olan adam, kendinden yukarıya, geçmiş yüzyıllara gözlerini kaldırsın; o zaman yüzlerce devin ayakları altında kalacak ve burnu kırılacaktır” diyor. Gerçekten eskilere şöyle kısa bir göz atsak, görürüz ki ne devler, ne dinozorlar gelmiş geçmiş yeryüzünden! Koca Pers imparatoru Kyros’un başını tuluktaki kanın içine batırıp onu boğan Mesagat kraliçesi Tomris mi dersin. Babil’in ünlü asma bahçelerini yaratan ve o zamanlar bile ta Hindistan’a kadar gidebilen Semiramis mi dersin. Yine geçmişteki en büyük hazineye sahip olabilmiş, adı “Karun” diye kutsal kitaplarda bile geçen Lydia kralı Croisos mu dersin. Kendi dilini ısırıp kopararak diktatörün suratına tüküren Zennon mu dersin. İspanya’dan Hindistan’a kadar uzanan bir devlet kurup Doğu ile Batı kültürünü birleştirmeye çalışan ve nerdeyse tanrı olduğuna inanma derecesine gelen İskender mi dersin. Öldürülmeye giderken korkudan kızardığını söyleyenlere, “Güneş batarken kızarır,” diye karşılık veren Şeyh Bedrettin mi dersin. Yeryüzündeki karanlık aydınlık savaşını ilk dile getiren ve günümüzde şeytan ve melek, sevap ve günah, hayır ve şer olarak süre gelen düşünceyi ilk ortaya atan Zerdüşt mü dersin. Ve bitmiş, tükenmiş bir imparatorluğun artıklarından yepyeni ve çağdaş bir devlet yaratabilen Mustafa Kemal mi dersin...
Bunlar, şimdilik aklıma gelenlerden sadece birkaçı. Şöyle birazcık oturulup da tarih kitapları bir karıştırılsa daha neler var neler. Onları tanıyınca, Montaigne’in de dediği gibi meydanlarda boş nutuk atanları gördüğü zaman, gülüp geçesi geliyor insanın. Arkasına taktığı sürüye kaval çalan çobandan bir farkları yoktur.
Hele tarihte öyleleri var ki yalnızca kendi halkının değil tüm insanlığın yaşam şeklini kolaylaştırmış, dünyaya büyük değişikliklerin gelmesine sebep olmuştur. Edison, Arşimet, Grahan Bell, Fon Brown ve Albert Einstein bunlara misal.
Demem o ki tarihte sanatçılarımızın, başta da edebiyatçılarımızın, yaratma ve üretmelerinde onların işlerine yarayacak, konuyu işlemelerinde onlara yardımcı olacak çok malzeme vardır. Sanatla uğraşanlar, iyi bilirler; tarih, sanatta kullanıldığı zaman onda büyük bir derinlik sağlar, zenginlik kazandırır. Latin ve Antik Yunan sanatçıları, çok iyi başarmışlardır bunu.
Avrupa’da Rönesans, Ortaçağ karanlığından, Hıristiyanlık baskısından kurtulma, İlkçağ Yunan ve Latin felsefesini tekrar gündeme getirmekle o fikirleri yeniden yorumlamakla olmuştur. Sanatın her dalında yeniden canlandırılmıştır İlkçağ uygarlığı.
“Tarih, bir tekerrürden ibarettir,” denilir; bunda büyük bir doğruluk payı vardır bence. Farklı zamanlarda Napolyon ve Hitler, Rus ülkesini işgal etmeye kalkışmış ve aşağı yukarı her ikisinin de sonu aynı olmuştur örneğin. Atatürk’ün de vurguladığı gibi, Yunan yağmacı güçlerinin İÖ on birinci asırda Truva’ya saldırılarını, Batılı devletler, 1915’lerde Çanakkale’yi zorlayarak yinelemişlerdir. Benzeri daha çok var bunların.
Bu örnekler göz önüne getirilirse, geçmişi iyi bilip ondan ders alan kişi, gelecek hakkında karar verirken fazla zorlanmaz. Tarihe bakmayı bilsin yeter ki.
Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, 1942’de Batı klasiklerini bunun için tercüme ettirmişti. Türk halkının aydınlanmasıydı tek amaç. Toplumun o bitmeyen, tükenmeyen evrensel bilgi birikiminden yararlanmasıydı asıl hedef. Ama bilindiği gibi 1950’lerden sonraki dönemlerde, halk yeterince yararlanamadan yakıldı onca değerli kitap. O kitapların büyük bir kısmını şimdi bile kitapçılarda bulmak mümkün değil. Günümüzdeki okuyucuların pek çoğunun onların varlığından dahi haberi yok. Değerlerini binlerce yıla dayanarak kanıtlamış o eserlerin halk aydınlanması için önemini bilen de az zaten.
Sanatla uğraşan, sanat eseri üreten herkes, bulunduğu toplumu bilinçlendirme, onu fikir sahibi yapma gibi bir misyonu yüklenmiş demektir. Sanatçılığın doğası böyledir. Bunun bir yolu da Avrupa Rönesansçılarının yaptığı gibi Antikçağ uygarlıklarından örnekler vermekle olur. Diyelim ki Sokrates’in diyalog yöntemiyle düşündürmeyi sağlayabilirsiniz insanlara. Düşündükçe “neden”ler sorgulanmaya başlanacaktır o zaman. Nedenler sorgulandıkça kalıplaşmış düşüncelerin dışına çıkmaya yönelecektir beyinler. Kişi, “kendi dışındaki dünya”yı ve “öteki”ni öğrenecektir böylelikle. Tek doğrunun yalnızca kendisininki olmadığının farkına varacaktır çünkü. Balıklar, denizi bilmezlermiş; suyun dışındaki dünyadan haberleri olmamasıymış sebebi de.
Ve düşünmekle, başkalarını anlamakla “iyi” veya “kötü” diye bir şeyin olmadığını kavrar kişiler; “iyi”nin ve “kötü”nün göreceli bir kavram olduğunu öğrenirler yavaş yavaş. Bunu öğrenen kimse de dayatmacı değildir, kendi fikirlerini karşısındakine zorla kabul ettirmeye girişmez hiçbir zaman. Karşısındakini suçlama değil, onu anlamaya çalışır, düşüncelerine saygı gösterir.
Evet, bir yazarın, bir sanatçının, bütün bunları başarabilmesi için tarihi malzeme olarak kullanmak tek değil şüphesiz ama en önemli, en kısa ve en kolay bir yoldur.


ÖYKÜ BİNMESİNE OYNAYACAĞIZ
Mustafa B. YALÇINER

Ağabeyimin güdüp getirdiği öküzlerimizi derede sulamış, koca cevizin dibine bağlamıştım. Öğleden sonra onları ben güdecektim. Ağabeyim ise Çakır Deresi’ndeki değirmenden bulgurluk sarı buğday almaya gidecekti. Elimde sapı koç boynuzundan yapılmış bıçağımla, yürüdüm dere boyunda. Böğürtlenlerin sardığı duvarı geçince iniliyordu suyun kenarına. Küçücük kumsallıktaki atkuyruklarından hemen sonra bir söğüt yükseliyordu. Tırmandım ağaca, bir dal kesmek için. Yaşlı söğüt tepeden bakıyordu dereye. Şırıl şırıl akıp giden suyun burgacında, yaprak ve yongalar dönüp duruyordu. Çıktığım dal büğetin hemen üzerindeydi. Korktum bir an ya dal kırılır da düşersem büğete diye. Daha önce iki can almıştı burası. Yıllar önce bu söğüdün dibinde iki sevgili buluşmuş. İki taze. İki mahcup. Delikanlı kıza, “Şu dala bir bak hele, nasıl da öpüp duruyor suyu,”demiş. Kız da bakmış dala. Üzeri yapraklı kol eğilmiş, beyaz bıyıklar oluşturarak yüzüp duruyormuş suda. Kaptırmış kendini gidecekmiş ama kopamıyormuş gövdesinden. “Eyi de ne olmuş, yani” demiş, kız. Delikanlı bıyıklarını burmuş ve “Sen su olsan, ben de söğüt dalı” diyerek sarılmak istemiş yavuklusuna. Kız yerinden bir tavşan çevikliğiyle kalkmış ve “Olmaz. Düğünden önce asla olmaz” diyerek koşmaya başlamış. Oğlan da onu yakalamaya çalışırken ikisi birden düşmüş büğete. Kız sarılmış oğlana, sulara gömülmemek için. Delikanlı da onu kurtarmak için çabalarken olan olmuş. Gidiş o gidiş. Dikkatli basarak en düzgünlerinden bilek kalınlığında bir dal kestim. Boş kaldığım zamanlar oynayacak arkadaş bulamazsam, bu dala binecek, sol elimle ucundan tutup diğer elimdeki sopayı da ona “Deh, deh” diye vurarak koşacaktım toprak yollarda. Bu yaz belki de son kez binecektim söğüt tayıma. Ortaokula başlayacaktım çünkü.
Kasabamdan ilk kez uzakta yaşayacak olmanın mutluluğu içerisindeydim. Ne ahır temizleyecektim ne de hayvanlara saman verecektim. Eşeğe heybeyi atıp çarşıdan testiyle su da taşımayacaktım eve. Kente gidecektim, yeni arkadaşlarım olacaktı. Onlardan belki yeni oyunlar öğrenecektim de yazın yaylada arkadaşlarımla oynayacaktım.
Öküzleri çözüp saldım dere kenarına. Onlar yayılırken ben de söğütten atımı hazırladım. Sarmaşıktan bir de ip yapıp bağladım ucunda. Koşturdum birkaç kez ark boyunda uzanan yolda. Gölge iki yakayı da sarana kadar güttüm öküzleri ve ardından sürdüm onları ta yukarıdaki evimize kadar.
Öküzlerden birini boz armuda diğerini ise ayvaya bağladım ve evimizin arkasındaki bozuk bağda tayıma binmiş yalınayak başıkabak, koşturup dururken güneş, Alıç Dağı’nın arkasından kaybolmuş, yatağını hazırlıyordu. Anam, “Oğlum! Haydi, gel artık” diye seslendi. İkiletmek olmazdı anamın sözünü. Söğüt dalını bağladım balasıra, evimizin duvarının dışında kalan merteğine.
Anam, “Oğlum, nerde kaldın” deyince hemen koştum yanına. Tek gözlü bir taş evde oturuyorduk. Önünde de talvar denilen ağaç dallarıyla örülmüş bir gölgeliği vardı. Ocaklıkta yanmakta olan birkaç odunun sardığı sacayağının üstündeki külleri kararmış tencereden o nefis güz fasulyesi kokusu geldi burnuma. Anam, yerdeki çulun üstüne bir iteği sermiş, ekmek suluyordu. Tam o sırada, karşı yakadaki bayırdan bir çakal pavkırması duyuldu. Çömeldiği yerden hışımla kalkan anam, yanmakta olan bir odunu aldı ocaktan ve “Belan veresice, uzak dur bizden” diyerek fıcıttı onu sesin geldiği tarafa doğru. Odlu eğsi, kayan bir yıldız gibi düştü bağın içine.
Bu sırada “Çüş” dedi ağabeyim, eşeğin yularından asılarak. Çuvalı sardığı ipi çözdü, seklemi kucaklayıp indirdi ve dayadı duvara. “ Haydi, gülüm; bağlayıver eşeğimizi de” dedi bana sevecen bir ses tonuyla. Götürüp bağladım onu diğer hayvanların yanına. Boynuna da torbasını geçirip döndüm talvara. Taze fasulye, bulgur pilavı ve salata vardı sofrada. Yemekte annem bana, “Yavrum, ağabeyinle ikimiz yarın bulgur pişireceğiz; öküzlerimizi sen güdeceksin, istersen Başara’ya götür belki orada arkadaş da bulursun kendine” dedi.
Anam, şafakla uyandırdı beni. “Azığını hazırladım” dedi “tereyağında ekmek kavurup koydun yufkanın içine. Birkaç tane de yanal elma var azığında. Kabağa da su doldurdum.” Kahvaltı sonrası bindim eşeğe, öküzler önümde tuttum Başara’nın yolunu. Geniş bir alandı burası. Oraya ekilirdi nohut ya da buğday. Çamların arasından, uzunca bir yokuştan sonra varılırdı. Beleni aştığımda yayılmakta olan hayvanları gördüm. Bir arkadaş bulacağım için sevinmiştim. Tepikledim eşeği.
Güneş bir minare boyu yükselmişti vardığımda. Bir çamın dibinde komşu köyden Güllü oturuyordu. Helkeyle evlerine su götürürken görmüştüm onu, anamla köye gittiğimiz zaman. Kovalarını bırakıp koşup gelmişti yanımıza. O zaman tanışmıştık. Benden birkaç yaş büyük gibiydi.
“ Merhaba, Güllü Abla” diyerek indim eşekten. Hayvanın yularını çıkardım, onu da saldım boş tarlaya. Güllü, suratı asık “Abla lafı da nerden çıktı” dedi “biz akranız, sen bakma benim böyle serilip serpildiğime.” “Kızma, ben de sana şaka oldun diye abla dedim” sözü üzerine, kalktı yerden ve “Hoş geldin. Bizim oğlan” diyerek sarıldı bana ve öptü yanaklarımdan. Dağ başında, bir kız sarılıp öpmüştü beni. İlk kez böyle bir iş gelmişti başıma. Şaşırıp kaldığım için kollarım gitmemişti onu kucaklamaya. Ne yapacağımı ne diyeceğimi bilemiyordum. Heyecanlanmıştım, kalbim küt küt atıyordu. Kızarmıştım kulaklarıma kadar. “Şuna bak, pancara kesti yüzü” dedi gülerek. Tuttu beni elimden, çekip oturttu yere. “E, anlat bakalım. Ortaokula gidecekmişsin bu sene. Şehirli kızlar tanırsın gayrı orada” diyerek başladı söze. Güllü’nün sorularını yanıtladıkça rahatlamıştım. Çeşitli konulardan konuştuk uzunca bir süre. Hayvanlarımız da gözden ıraklaşmamışlardı.
“Ne oynayalım, kapma taş mı attırık mı” diye sordu. Attırık, dedim. Güllü de bana iki sopa kesip gelmemi söyledi. Çevreme şöyle bir baktım. Az ilerideki tespih çalısı ilişti gözüme. Gidip oklava kalınlığında ve bir metre uzunluğunda iki dal kestim. Düzledim onları ve iki sopayla döndüm Güllü’nün yanına. O, sığırkuyruğu ile çamın dibini süpürmüş, bir elinde bir kazık diğerindeyse irice, yeşil bir kozalak vardı. “Deliğin darını mı yoksa genişini mi seversin” dedi. Dara sokması zor olur ama oyuna heyecan verir, dedim. Güllü, elindeki kozalağı yere koydu. Enini, boyunu çizdi ve kazmaya başladı. Ben de yardım ettim. Çukur açıldı. Güllü, kozalağı enlemesine sonra da boylamasına sokup çıkardı. “Evet, şimdi tamam” dedi. Ben de on ya da on beş metre ileriye gidip bir karış boyunda toprak yığını yaptım ve üzerine kozalağı yerleştirdim.
“Nesine oynayacağız” dedim. “Binmesine” diye yanıtladı Güllü. Kozalağı devirmek için önce o attı sopasını. Yıkamadı ama oldukça yakınına düşürdü. Sıra bendeydi; nişan aldım ve attım sopayı. O da gidip devirdi kozalağı. Ebe ben olmuştum. Getirdik sopalarımızı ve yeşil topu. “Ebe sensin. Sen sokmak isteyeceksin, ben de sokturmayacağım” diyordu Güllü. Kozalağı yere dikti ve sopasıyla vurdu. Kozalak havada uçuyordu. Ben hem ona bakıyor hem de koşuyordum. Yeşil yuvarlak düştü çakıllı kırmızı toprağa. Güllü yarı yola dek koştu ve durdu. Beni bekliyordu. Bense sopamla kovalayıp getiriyordum topu. Güllü’nün sağından atıp solundan geçtim. Kozalağı soktum deliğine. “Birrr” deyince o da “ Vay be! Şaşırttın beni, geçirebileceğini sanmıyordum” yanıtını verdi. Oyun yeniden başladı.
Bir Güllü ebeydi bir ben. Oyunumuz, güneş tepeye varıncaya dek sürdü. Bir sayıyla Güllü kazanmıştı. Geçti çukurun başına fırlattı sopasını. O da bir hayli uzağa düştü. “Gel bakalım” dedi “belini iyice eğ.” Atladı sırtıma. İki elimle arkasından iteleyerek biraz daha yukarıya aldım Güllü’yü. Gururuma dokunmuştu bir kızın bana binmesi. Düşeceğini söyleyerek ellerini omuzlarımdan sarkıtıyor, göğüslerimden tutunmaya çalışıyor, çimdikliyordu da ara sıra. Yol bitip tükenmek bilmiyordu, sanki bir kilometre götürmüştüm kızı. Dinlenmek için duraklayınca “Deh” diyor ve tıpışlıyordu sağımı solumu. Daha hızlı gitmem için de sürtünüp duruyordu üstümde. Sinirlerim tepemde vardık sopasının yanına. İndirdim. “Sağ ol, delikanlı “ diyerek bir de şapur şupur öpmez mi?
“Haydi, bir daha oynayalım” dedim. Başını sağa sola salladı. “Elime geçen fırsatı niye tepeyim ki” yanıtı üzerine nasıl yani, dedim. Bastı kahkahayı. “Sana bindiğimi köyde herkese söyleyeceğim, sen de el âleme rezil olacaksın. Düşün bir kere seninle nasıl dalga geçecekler.” Elim havada yapamazsın bunu yoksa gebertirim seni diyerek yürüdüm üstüne. Kaçmadı bile. Ben iyice yaklaşınca kolumu tuttu, dikti gözünü gözüme. Pırıl pırıldı badem gözleri. Bakışıyorduk öylece. “Söylememi istemiyorsan, şu iki şartımı yerine getireceksin: Birincisi, sığır gütmeye yarın da buraya geleceksin. İkincisi, sırtıma bineceksin ve ben de seni çukura kadar taşıyacağım. İstersen, hayvanları sular gelir sonra da evcilik oynarız.”
Ne yapacaktım şimdi? Gerçekten söyler miydi ki bana bindiğini. “Şartların kabul” dedim “ama kesinlikle kimseye söylemeyeceksin. Haydi, dön de bineyim.” İyi de ya yarın anam sığıra beni yollamazsa, o zaman ne olacak? Aman söyleyecek olduktan sonra nasıl olsa söyler diye düşündüm ve Güllü’ye binmeye kararlıydım. O da çoktan hazırdı sanki, hemen eğildi. Bindim. “Kollarını omzundan aşağı sarkıt ve iyice tutun, koşturacağım seni.”
Bir iki adım ya atmıştı ya da atmamıştı. “ Oh olsun, sana Güllü! Hep sen binecek değilsin ya” diyen bir ses duydum. Hemen indim. Baktım tanıdık birisiydi. O da Güllü’nün köyündendi; sığır gütmeye gelmişti az ileriye.
“Güllü’yü oyunda yıktım. Binerek geldim, binerek de dönüyordum” deyince Güllü de “ Heye, ya öyle oldu” dedi “ haydi, toplayalım hayvanları. Suya götürme zamanı geldi.”
Ağzım kulaklarımda, koştum çamın dibine azığımı ve sukabağımı almak için…

***************************************************************************************************************************************************************

Hiç yorum yok: