1 Ocak 2009 Perşembe

GERÇEMEK 12. VE 11 SAYI


GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Aralık 2008

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 2
Sayı: 12

Gerçemek,
Kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.


PÜREN (Erica manipuliflora)

Püren, makiliklerde ve kalkerli toprakların güneş gören yerlerinde yetişen, 50 ile 80 cm boyunda, çalı görünümlü bir bitkidir. Dalları çok çabuk kırılır. Ucu sivri, küçük koyu yeşil, çam iğnesini andıran yaprakları vardır. Püren kışın yapraklarını dökmez ama mevsim sonunda bronzlaşır ve bu durumunu çiçek açma zamanına kadar korur.

Aykırı bir bitkidir püren, diğerleri kış uykusuna yatarken bu uyanır ve kasım sonlarına doğru açık pembe çiçek açar. Küçük bir çana benzeyen, hoş kokulu, boncuk boncuk çiçeklerin ucu dört parçalıdır ve bunların da ortasından ince, mor bir uzantı kendini gösterir.

Polence zengin iyi bir nektar kaynağı olduğu için, arılar onu çok sever. Topladıkları öz, bala vişne suyu tadı verir. Püren balı hafif acımtıraktır. Kendine has bir kokusu vardır ve kıymetli bir baldır.
Püren çiçeğinin idrar yolları rahatsızlığına iyi geldiği söylenir.
EDİTÖRDEN


VEYSEL BABA’NIN ARDINDAN
Mustafa B. YALÇINER

28 Ocak 1961 tarihinde, Toroslar’dan soğuk bir kış poyrazı kopup gelmiş. Katmış önüne Veysel Kaptan’ın küçücük sandalını. Ölümün pençesinden kurtulmayı başararak Kıbrıs’a sürüklenen Veysel Kaptan, bu kez de bir başka rüzgâra kapıldı, bahtının rüzgârına. İlk kalp krizine yenik düştü, takvim yaprakları 28 Kasım 2008 Cuma’yı gösterirken. Götürüldü dostlarının omuzlarında sevgilim dediği mavi suların karanlığına değil de sadık yâri kara toprağa. Böylece bir yıldız daha kaydı Aydıncık’ta, ardında binlerce anı bırakarak.
Yoksulluğun bir karayılan gibi boynuma dolandığı öğrencilik yıllarımda, sürekli yardımıma koştuğu için baba dediğim o sevgili ağabeyim Veysel Yalçıner, altmış altı yıllık ömrüne neler sığdırmadı ki!
İlkokul mezunuydu, Veysel Baba. Fransa’yı bile görmemişti ama Nicole (Nikol) adında bir Fransız kadına duyduğu ilgi nedeniyle Fransızca öğrendi; okuyamazdı, yazamazdı ama derdini çok rahat anlatırdı, denenleri de anlardı. Nicole ile tanıştığı zaman, kadın onu “Pêcheur” ( Peşör- balıkçı) diye çağırdığı için, yıllar sonra açtığı ve sahibi olduğu motele “Pêcheur” adını verdi. Yine Nicole, ilk kez onun yaptığı balık çorbasını beğenip içtiği ve bir öpücükle ödüllendirdiği için de her sabah yaptı balık çorbasını Veysel Kaptan.
Yaz geceleri, Sancakburnu tarafında denizden doğan sini gibi ayı görünce Nicole’ü anımsar; “La lün, se bon”(Ay, güzel) der ve gidip doldururdu beyazını bardağına. Sonra lokantasının terasına döner, sandalyesine oturur, ayaklarını da çiçekliğe dayar, “Sante, Nikol” (Şerefe, Nicole) diyerek başlardı yudumlamaya aslan sütünü.
İşte Kaptan’ın seyir defterinden bir bölüm:
“… Fransız turistlerle akşam yemeği için sözleşmiştik. Onlara balık çorbası yapacaktım. Büyükçe bir tencereye balıkları yerleştirdim. Üzerini örtecek şekilde su koydum. İki defne yaprağı, biraz maydanoz ekledim. Tencere ocakta. Bu sırada Nikol geldi. Balık çorbasının nasıl pişirildiğini görüp öğrenmek istiyormuş. Yardım etmek istedi. Ben sarımsakla uğraşırken, ona şu soğanları soy dedim. Soğan soymak tabi ki zor geldi, gözleri yaşardı. Ne o, ağlıyor musun dedim. “No, se difisil” yani zor dedi. Ben de hemencecik gözyaşlarını siliverdim. Gözümün içine şöyle bir baktı ve “Mersi” dedi. İşin garip tarafı, ben daha yeni yeni Fransızca öğreniyordum, Nikol ise hiç Türkçe bilmiyordu, bu nedenle anlaşmada zorluk çekiyorduk. Neyse çorba pişerken, acı biberli, bol maydanozlu bir de çoban salatası yaptım. Nikol, tabakları, kaşıkları ve çatalları götürdü. Diğer arkadaşlar da masayı hallettiler. Rakı, şarap, bira ve meşrubat da koymuşlar masamıza.
Nikol, yeniden mutfağa, yanıma geldi. Çorbanın tadına bakmasını söyledim. Bol kimyonlu, karabiberli, ekşili ve salçalı çorbayı görüp bir de tadına bakınca, “Hım, se bon” yani çok güzel olmuş dedi. Beni mükâfatlandırmak için de yanağını bana uzattı ve parmağıyla işaret etti. Ben de zaten bu kadarcık fırsat bekliyordum. Hemen öptüm onu.
Çorba hazırdı. Tencereyi alıp dışarı çıktım. Fransızlar da tabaklarını alarak sıraya geçtiler. Nikol yanıma oturdu. Yedik, içtik. Ay doğuyordu, tepsi gibiydi. Nikol aya baktı ve bana “La lün, se bo” ay çok güzel dedi. Sesi öyle güzeldi ki ben de derinden bir ah çektim. Çok güzel bir gece geçirdik.
Ertesi gün, Sarıyar taraflarına gittik. Oralarda da çok güzel, tabi plajlar vardı. Kıyıya çıktık. Turistlerin kimi pırıl pırıl kuma serildi, kimi böcek topluyordu kimi de âşığıyla sevişiyordu. Ben, Nikol’e bakıyordum o da bana. Sanki göz göze sevişiyorduk. Bir şeyler diyecektim ama dilim yetmiyordu. İşte tam o sırada dilimi koparıp bir tarafıma sokasım geldi. Daha fazla tahammül edemedim; hemen maske, palet ve tüfeği aldım ve kendimi Akdeniz’in mavi sularına attım. Başka çarem yoktu, bu ateşi ancak o söndürürdü. Orası öyle bir yer ki insan, vereme hatta en ağır hastalığa bile yakalansa, deli veya âşık olsa, ancak o mavi suların içinde tedavi olabilirdi.
Yaz güneşinin yakıcılığı yetmezmiş gibi bir de Nikol’ün ateşi yakıyordu beni. O masmavi sulara salıverdim kendimi, orada serinleyebildim ancak. Bir iki saat sonra kendime geldim. Bu arada birkaç parça da balık zıpkınlamıştım. Kulağıma bir ses geldi. Baktım, Nikol. Beni çağırıyordu. Hemencecik dışarı çıktım. Anladığım kararıyla geç kaldığım için beni merak etmiş ve aramaya çıkmış. Beni görünce sevincinden zıplıyordu. Yanıma geldi. Balıklara baktı, beni tebrik etti. Ayaklarımız denizde, kuma oturduk. İçimdeki ateş yine parladı. Etrafıma şöyle bir baktım, Allahtan başka kimse yoktu. Artık dayanamadım, elimi omzuna koydum. Yüzüme şöyle bir baktı. İçini çeke çeke solukladı. O da başını omzuma dayadı. Beş on dakika öylece kaldık. Sonra o balıkları aldı, ben de maske ve paletleri aldım. Diğer arkadaşların yanına gittik.
Vakit ikindi olmuştu. Sandala binip iskeleye döndük. Nikol, son geceleri olduğunu söyledi. O akşam da lokantada yedik, içtik ve eğlendik.
Sabahleyin baktım eşyalar yüklenmiş. Diğerleriyle sarılıp öpüştük, vedalaştık. Nikol yoktu aralarında. “U e Nikol” yani Nikol nerde dedim. “Dan la vuatür”, arabada dediler. Baktım, Nikol otomobilde oturmuş ağlıyordu. Etrafına bile bakmıyordu. Nikol, dedim. Baktı ki benim. “Aa, pardon Veizel” dedi ve hemen inip sarıldı boynuma. Ağlayarak “Orvuar” yani hoşça kal dedi. Ben de ona “Bon voyaj” güle güle dedim.
Neyse onları uğurladım. Gittiler. Bakıp kaldım arkalarından. Giliğini yitirmiş kuş gibi düşünmeye başladım. Sahile inip tüm derdimi denize döküyordum, gözlerim yaşlı…”

***

Veysel Baba, jest ve mimiklerle güzel fıkralar da anlatırdı. İşte onlardan birkaçı:

MARTI VE CESET: Martı, dalgayla sallanıp duran bir ceset görür ve hemen dalışa geçer. Boğulan kişinin üzerinden geçerken onun genç birisi olduğunu görür ve çok üzülür. Duygularını da “Vah! Vah! Vah” diyerek dile getirir. Az sonra da yeniden inişe geçer. Cesedin gözüne saldırır, oyup yutar onu ve ardından da “Oh! Oh! Oh” der.

ÇİFTLİK HAYVANLARI: Çiftliğe bir tilki girer ve kümesten piliç alarak uzaklaşmaya çalışır. Olayın farkına varan horoz, “Aldı da çaldı da gidiyor” diye çırpınarak diğer hayvanları uyarır. Kaz, horoza “Susssssss” der. Bunun üzerine enik başlar havlamaya: “Kim? Kim o? Kim?” Ardından çoban köpeğinin sesi duyulur: “Laf, laf, laf o laf.”

SİLAHLAR: Çatışma başlar. Tüfek baş edemeyeceğini anlayınca, “Abi! Abi” diyerek makineliyi yardıma çağırır. Makineli koşup gelir. Ama o da çaresiz kalır ve “Baba, baba! Baba! Baba, baba” diyerek topu imdada çağırır. Top da “Ne var oğlum? Ne var oğlum” diyerek koşar diğerlerinin yanına.


SU DEĞİRMENLERİ
Dr. Mehmet NUR

İnsanoğlu, yerleşik düzene geçmeye başladığı ilk günden beri ürettiği tahılı önce iki düz taş, sonra el değirmenleri, daha sonra da devrinin teknoloji harikası su değirmenleri ile ezip un haline getirerek ekmeğini yapmıştır. Daha sonra yel, petrol, elektrik enerjisi ile çalışan değirmenler ardından da un fabrikaları devreye girmiştir. Coğrafyacı Strabon’un bildirdiğine göre Anadolu’daysa ilk su değirmeni MÖ 1.yüzyılda Niksar-Tokat yakınlarında, Kelkit Çayı üzerinde yapılmıştır.
Benim ilçem Gülnar, köyümse Koçaşlı. Koçaşlı benim çocukluğumda yarı göçer bir köydü. Çoğumuzun hem sürünün başında davar evi hem de köy evi vardı. Yazın fıstık bekleyen yaşlılar hariç, herkes yaylaya çıkardı. Sürüsü olanlar Bardat yaylası Akçaoluk mevkiine, sürüsü olmayanlar da ya Gülnar–Silifke yolu üzerinde Ecebucağı, Anayöreni, bazıları da Şomur’daki (Şeyhömer Köyü) bağlarının başına yaylamaya çıkardı. Bizim Anayöreni’nde bir yayla evimiz vardı, oraya çıkardık. Dedem ve ebem sürü ile Bardat-Akçaoluk’a giderdi. Zaman zaman babamla biz de oradan develerimizle çavdar ve nohut getirirdik.
Hatırladığım 1940 sonlarından bugüne kadar Koçaşlı’dan Delikkaya Köyü’ne kadar yani acı tarifiyle 2008 Ağustos’unda yanan 4000 hektar sahada şu değirmenler bulunmaktaydı:
Koçaşlı’da 1
Büyükeceli’de 1
Çataldeğirmen’de 2
Derince’de 1
Bozallardeğirmeni’nde 1
Karabük’te 1
Kavakoluğu’nda 2
Korucuk’ta 2
Çavuşlar’da 4
Delikkaya’da 2
17 değirmenden haber aldığıma göre sadece emekli Maliye Memuru Ali Bal Amcanın Kavakoluğu’ndaki değirmeni çalışıyormuş. Öbürleri hep yıkılıp tarihe karıştı. Bu değirmenlerin 15 tanesi, Korucuk, Kavakoluğu, Çavuşlar köylerinden çıkan Korucuk Deresi sonra diğer derelerin karışımı ile Küre Deresi ve en sonunda da Babadıl Deresi adıyla Akdeniz’e ulaşan dereler ve kolları üzerinde kurulmuştu. Koçaşlı ve Büyükeceli değirmenleri ise Koçaşlı’dan suyun gözünden çıkan, suuçtuğundan 100–120 metreden çağlayıp akan ve Büyükeceli’den denize dökülen dere üzerindedir. Doğal olarak bu anlatım kış ve bahar için geçerlidir. Gerçi küresel ısınma nedeniyle kış ve bahar için de geçerliliğini yitirmiştir.
Şimdi Koçaşlı’daki değirmeninin çocukluğumdan aklımda kalan öyküsünü anlatmaya çalışacağım. Değirmen, Suuçtuğu çağlayanının yüz metre kadar batısında, çağlayan seviyesinin 40–50 m kadar altında kurulmuştu. Kuruluş tarihi kırklı yıllar… İki ortağı vardı: Babam Ahmet Nur ve Mehmet Ali Deliktaş, yapım ustasıysa dayım Mehmet Gül. Suuçtuğu çağlayanının 150 m kadar yukarısından tutulan bentten değirmene kadar açılan ark, altından yapılan duvarla desteklenir. Su, ark sonundan Olukbaşı’na 5–6 metre uzunluğunda (Geriz )denilen tahtadan yapılmış bir kanalla değirmen oluğuna akıtılır. Değirmen oluğu, değirmenin altındaki çark seviyesinden gerizin ucuna kadar 60 derecelik bir eğim ile 10–12 m uzunluğunda, alt ucu 5–6 cm çapa kadar daraltılmış, üst ucuysa 50–60 cm çapında bir depodur. Bu oluklar önceleri kalın gövdeli çamlardan oyularak yapılırdı. Daha sonraları petrol varillerinden, birbirine eklenerek yapılmaya başlandı.
Değirmenin altında, suyun basınçla çarkın kanatlarına çarparak değirmenin taşını döndürdüğü bölüme denizlik denir. Sanırım bu ad devamlı su içinde olduğu için verilmiş. Denizliğin ortasında bir duvardan diğer duvara uzatılmış kalın bir kalas bulunur. Bu kalasın ortasında çarkı ve taşı döndüren mil, sağda üsteki kolu çevirince suyun çarka çarpmasını önleyerek değirmeni durduran mil, sol tarafta da taşın dolayısıyla unun ayarını yapan direk bulunur. Çarklar ilk zamanlar ortadaki ağaçtan milin gövdesine ağaçtan yapılmış kanatlar çakılarak yapılmıştır. Bazen değirmen çalışırken denizlikten tak tuk sesleri gelir. Değirmencinin canı sıkılır, anasını sattığımın işi gene “Ganat attı” der ve değirmeni durdurur. Bunun anlamı da şudur: Ağaçtan yapılmış, mile çakılı kanatlar, yerinden gevşemiş ve kanatlara çarpan suyun basıncı ve dönen çarkın merkezkaç kuvvetinin etkisi ile çakılı oldukları yerlerden sökülmüştür. Değirmenci Memet Ağam, yanan ocaktan yeni bir çıra tutuşturur, savaktan değirmene gelen suyu keser. Sonra denizliğe iner, çırasını uygun bir yere koyar ve o çıranın ışığında bin bir zorlukla kanatları çakar. Suyu yukarıdan tekrar çevirerek değirmeni çalışır hale getirir. Daha sonraları denizlikteki ağaçtan yapılmış olan bu bölümler, saçtan yapılarak sıkıntıları büyük oranda hafifletmiştir.
Şimdi de unun öğütüldüğü değirmenin içini gözlemleyelim. Kapı biraz genişçe tutulmuş ki yüklü hayvan içeri girebilsin. Girişin solunda üç gözlü hak sandığı bulunur. Değirmene kadar sağlı sollu öğütülme sırası bekleyen zehre(=zahire=tahıl) çuvalları bulunur. Biraz ileride solda altı sabit, üstü altta dönen çarkın ortasındaki milin tepesine çakılmış sübek ve balta vasıtasıyla dönen üst taş bulunur. Taşın yukarısında tabanı geniş, tepesi hafifçe kesik, içi öğütülecek zehre ile dolu ters piramit şeklinde zehre sandığı bulunur. Sandığın altındaki açıklıktan taneleri taşın ortasındaki açıklığa akıtan sansar denilen oluk bulunur. Sansara bağlı dönen taşın titreşimini sansara ileterek tanelerin düzenli akmasını sağlayan takıldak bulunur. Ayrıca taşı çevreleyen bir sandık, ön tarafta da öğünmüş unun toplandığı un sandığı bulunur. Biriken un, tahtadan yapılmış kısa saplı kürekle un çuvalına doldurulur.
Yeni öğütülmüş taze unun kendine özgü, hoş bir kokusu vardır. Değirmene ilk kez gelenlere unutamayacağı hoş şakalar da yapılır. Benim de unutamadığım anılarımdan birisi şu: Ortağımızın oğlu (çoğunlukla değirmeciliği o yaptı, şimdi hala değirmencidir. Değirmenci Akkara deyince yörede herkes tanır.) Memet Ağam, eline unu alıp kokladı. “Bak Memet! Un ne güzel kokuyor” dedi. Ben unu elime alıp burnuma yaklaştırdığımda elimin arkasına bir vurdu, her tarafım un oldu. Bu şakayı ben de çok acemilere yaptım.
Antalya-Muratpaşa Belediye Başkanı Sayın Süleyman Evcilmen’in Antalya Değirmen Semti’ndeki, eskiden Antalya ve hatta Rodos ve benzeri adaların un ihtiyacını karşılayan yan yana çalışan beş değirmenden üç tanesinin görsel de olsa restore ettirerek gelecek kuşaklara çalışır durumda aktarması, beni yöreme götürdü. Ben de oralarla ilgili anı ve bilgilerimi sizlerle paylaşmak istedim.
Şimdi türkülerimizin birinde “Değirmenin bendine taş dönmüyor, dönmüyor” dendiği gibi ne akan ne coşan su ne de dönen değirmen kaldı…


GÜN OLDU,DEVRAN DÖNDÜ
Mustafa B.YALÇINER

Toroslar’ın eteğinde, Gülnar’a bağlı, toprak damlı genellikle tek katlı taş evlerin bulunduğu küçük bir sahil kasabasıydı, doğduğum ve çocukluk yıllarımı geçirdiğim Gilindire. Halkı yöredeki diğer insanlar gibi tarım ve hayvancılıkla geçinirdi. Balıkçılık ya da ticaretle uğraşanlarsa bir elin parmakları kadardı. Gilindireliler de yoksuldu, civardaki köylüler de. Ama yokluk içinde olduklarını hiç de belli etmezlerdi. Yokken bile var derlerdi. Onurluydular; istemeyi ve muhtaç duruma düşmeyi hiç sevmezlerdi. Yok demenin ayıp ve küçültücü sayıldığı o yıllarda insanlık vardı, hatır gönül vardı, dostluk vardı, konukseverlik vardı. Beklentiyse hiç yoktu, ‘almak için vermek gerekir’ diye bir düşüncenin esamisi okunmazdı.
1950 sonlarında tek katlı, iki gözlü, odaları birbirlerinden musandıralarla ayrılmış, tavanında pardı ve mertekler olan, zemin ve duvarları çamurla sıvalı, toprak damlı bir taş evde otururduk. İki kanatlı bir cümle kapısından girilirdi içerisine. Bu küçük aralığa açılırdı iki odanın kapısı da.
Batıdaki odadaydı ocaklığımız. Yemek bu odada pişirilir, burada yenilirdi. Uyku zamanı gelince de yerlere yataklar serilir, gaz lambası kısılır ve tüm hane halkı kıvrılıp yatardı.
Doğudaki oda daha farklıydı; her şeyden önce tabanı tahta döşeliydi. Diğerinden de biraz yüksekteydi. Karşılıklı iki sedirde seriliydi döşekler. Kışları bu odaya soba kurulur ve ancak yatılı misafir geldiği zaman yakılırdı. Ne de olsa adı, misafir odasıydı. Kar gibi beyaz bez, ucu belikli perdeler asılıydı pencerelerinde.
Evimizin önünde iki gözlü bir de toprak dam vardı; odalarından biri ahır, diğeriyse samanlıktı. Çok değildi hayvanımız, topu topu birkaç sığır bir de eşek ama ağzına kadar doldurulurdu samanlık.
Denize dayanırdı bir buçuk iki dönümlük tarlamız. Bahçemizde birkaç nar, limon ve portakal vardı ama ben onlardan çok deniz kenarındaki iki koca hurmayı severdim. Tepesine bin bir güçlükle çıkar, dikenli dallar arasından geçerek hurma toplardım. Bazen üstüm başım kan içinde inerdim ağaçtan. Hurmaları okulda satıp sonra da çarşıdan alacağım yarım fırın ekmeği ile içindeki helvayı düşündükçe sağıma soluma saplanan dikenlerinin verdiği acıyı çoktan unuturdum.
Deniz kenarında bir de kuyumuz vardı. Hemen yakınına kurardı anam kazanı. Çamaşırlarımızı orada yıkar, bizi de orada çimdirirdi küllü suyla. Evde kullanacağımız suyu da bu kuyudan götürürdük. Özellikle de perşembeleri bakır helkeler, ibrikler ağzına kadar doldurulurdu.
Annem, perşembeleri çok yorulurdu. Kalaylı koca tencerelerde iki üç çeşit yemek pişirir, hamur yoğurur, yufka ekmek atar ve bir tepsi de kıvırdım tatlısı yapardı. Akşama şenlik var, midemiz bayram edecek derdik. Ama akşam olunca, o kadar yemeğin arasında, önümüze kona kona ya bulamaç ya da un çorbası konurdu. O çeşit çeşit yemek, misafirler için yapılmıştı. Bizler onlardan arta kalanı yerdik; elbette o da artarsa.
Cumaları kuşluğa doğru sarardı bizi bir telaş. Evimizin önüne gelince, “Çuş” diyen inerdi bineğinden. Heybesini alırdı hayvanın üzerinden ve uzatırdı bizlerden birine. Konuklarımız kesinlikle eli boş gelmezdi. Hediyenin ne cinsi önemliydi ne de miktarı. Önemli olan getirmekti. Biz çocuklar da getirdiklerini merak ederdik. Cingilde yoğurt ya da ayran, testide yağ, küçük oğlak derisinde de peynir geldiğini anlardık ama torba ya da çıkı içindekileri bilemezdik. Eşeği hemen ahıra götürüp bağlar, boynuna da arpalı samanlı torbayı geçirirdik. Oysa at hemen bağlanmazdı, dolaştırılması gerekirdi bir süre tarlada, terinin soğuması için.
Namazdan çok önce gelirdi, gelecek olan. Belli bir saatten sonra da artık kimse gelmezdi. Biz de merakla koşardık heybelerin başına. Anamın “Çekilin oradan” sözleri yankılanırdı evin içerisinde.
Yemek zamanı yaklaşınca gelenlerin sayısına göre misafir odasına bir ya da iki sofra serilirdi. Kocaman, ağzı kapaklı iki tencerede sulanmış yufka konurdu önce. Sahanlar dizilirdi, yanlarında da boyalı tahta kaşıklar. Misafirler gelince çökerlerdi sofraya. Annem girmezdi misafirlerin yanına. Bakır bir sinide getirirdi tencereleri kapıya değin. Ya babam ya da ağabeylerimden biri doldurdu tabakları ve verirdi konuklara. Küçükler ayakta, kimimiz içeride kimimiz dışarıdaydık; içerideki elinde içi su dolu kalaylı tasla, dışarıdaki bir elinde ibrik, diğerinde sabun, omzunda da peşkirle beklerdik.
Son misafir de gidince, koşardık içeriye. Otururduk sofraya. Ortada irice bir tas ya da sahan, elimizde kaşık, arkamızdan bir kovalayan varmışçasına saldırırdık. Yemeğin sonuna doğru biri tükürüverirdi kabın içerisine. Diğerleri kaşıkları havada şaşkın şaşkın bakarken, tüküren çala kaşık doyururdu karnını. Bunun üzerine annem de yemeğin yenisini koyardı önümüze. Ardından da kıvırdım tatlısı.
Yemekten sonra hemen fırlamazdık dışarıya. Beklerdik annemin sofrayı toplamasını. O da anlardı ve misafirlerin getirdiği kavurga, üzüm ya da meyvelerden verirdi. Büyük bir coşkuyla koşardık arkadaşlarımızın yanına. Badem, ceviz, üzüm ya da kavurga ne varsa cebimizde paylaşırdık onlarla. Haz duyardık vermekten. Arkadaşlarımızdan bazıları, “Keşke yarın da cuma olsa” derdi de gülüşürdük.
Ne güzeldi o yıllar! O yılların insanları da farklıydı. İçtendi davranışları, sahte değildi gülüşleri. Yoktu art niyetleri. Gönül dostuydu, kara gün dostuydu onlar. Gölgeye benzemezlerdi, ortalık kararmaya başlayınca kaybolacak.
O insanlar yeşil kart, kömür torbası ve erzak dağıtılan günlerde yaşamadılar. Hep verdiler devlete; imeceye girdiler, vergi ödediler. Yoksullardı ama yine de devlete el açmadılar. En yoksulları bile çalmadı devlet kapısını. Alın terinden beklediler ne istedilerse. Erken yaşlanıp erken öldüler ama insanlığı yaşattılar. Ürettiler, dağıttılar ve paylaştılar. Ağa dediler birbirlerine. Ağırladılar, ağırlandılar onurlarıyla.
O günlerin insanı, veren elin alan elden daha üstün olduğunu çok iyi bilirdi. “Vallahi bende de yok” demez, boşuna yemin etmezdi. Camiye yüz metre kalarak sıvamazdı kollarını ve de oraya inandığı için giderdi, birilerinin safında görünmek için değil. Tertemizdi yürekleri. Onlardı insanlığı, dostluğu, dayanışmayı, sevgi ve saygıyı yaşatan, destanlaştıran. Onlardı özü de sözü de bir olan.
Ben de bu insanların yaşadığı yerde ve zamanda doğmuş olmaktan, onları tanımaktan hep gurur duydum. Ama gün oldu, devran döndü. O insanlar teker teker çekip gitti. Gelenler de onların yerini tutamadı. Tüm yurtta olduğu gibi orada da almaya gelince koşan, vermeye gelince kaçan bir kuşak türedi. Ver elini diyene uzatılmaz oldu eller ama al elimi diyene çoğaldı sarılanlar…


KURBAN ÜZERİNE
Doğan ATLAY

1950’li yıllarda Mut müftülüğü yapmış, ilçemizin yetiştirdiği değerli ilim adamlarımızdan Hacıahmetli köyünden merhum İbrahim Babak’ın döküntülerini karıştırırken elime (kendi el yazısı ile bir defter yaprağına iki taraflı yazdığı) bir kurban hutbesi geçti. Baş tarafından ve son tarafından en azından birer sayfasının kayıp olduğu anlaşılıyor. Bu haliyle bile bizlere çok şeyler söyleyen (1940’lı yılların başlarında yazılmış olduğunu tahmin ettiğim) bu hutbe yazısını sizlerin bilgilerine sunmayı bir borç bilerek aynen veriyorum. Yazının içeriğinde hiçbir değişiklik ve ilave yapılmamıştır.
Muhtaç kimdir? Bugün en ziyade muhtaç, vatandır.
Muhtaç kimdir? Bugün en ziyade muhtaç, hastanelerde inleyen askerlerimizdir.
Muhtaç kimdir? Bugün en ziyade muhtaç, anasız, babasız kalmış yetimlerdir.
Bilirsiniz bugün birçok milletler cehennemi andıran harp ateşi içindeler. Gökten yağmur gibi bomba, gülle yağıyor. Harp ateşi etrafı sarmıştır.
Hükümet vatan muhafazası için bütün tedbirleri alıyor. Milli kudreti, milli kuvveti her gün bir az daha arttırmaya çalışıyor. Daima vatanın saadet ve selametini düşünüyor.
Buna karşı bizim de seyirci kalmamız yakışmaz. Bir evi ateş alsa herkes, kimi su getirir serper, kimi toprak serper, kimi yıkar. Nasıl çalıştıklarını bilirsiniz. Biz de hükümetle beraber onlar gibi çalışmalıyız. Bir takım insanlar yangın karşısında seyirci olurlar onlar gibi seyirci olmayalımın. Cenabı Allah: “Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın, düşman ancak bu kuvvetten korkar” Buyurur.
Bugün en ziyade muhtaç vatandır. Vatandan hiçbir şey esirgenmemeli, her vesileden istifade etmeliyiz. Bugün kurban keseceğiz, Kurban üçe taksim edilecektir, bir kısmı kendi evine, bir kısmı komşusuna, bir kısmı fukaraya verilecektir. Şimdi hükümet, millet bizden yardım istiyor. Kurbanı tayyareye verelim derken gene üçe taksim edilecek; birisi muhtaç olan vatan muhafazasına tayyareye, ikinci hasta askerlerimize, üçüncü anasız, babasız öksüz, yetim çocuklara verilecektir.
Bugün gurbet elde hasta düşen asker evlatlarımız gözlerinden yaşlar akıtarak hastane köşelerinde inliyorlar muhtaç bunlardır.
Bugün en ziyade muhtaç; anası babası olmayan yetimlerdir. Kurban bunlara verilecektir.
Bir deriden ne çıkar, kurbanı almadınsa parasını tayyareye verelim. Kurbanı aldınsa aynen tayyareye verelim. Bu daha hayırlıdır. Bugün et yemeyiverelim ne çıkar… Evlatlarımız kurbanlık koç gibi hastanelerde inlerken ümükten et mi geçer… Kurban bedeli olur ki bir yavrının ilaç parası olur, olur ki bir tayyarenin bir tarafını yapar. Kurban bedeli olur ki bir yetimin çıplak ayağına bir ayakkabı olur.


ARMUT SEVGİSİ
Mehmet BABACAN

“Zevklerle renkler tartışılmaz” gibi laflar etmiş birileri. Kim demişse yaman demiş. Belki sınırsız bir özgürlük bu. Benim bamya yemeğine bayıldığım gibi. Geç tanıştığım bir sebzedir bamya. Bizim oralar yayla ve de kıraç olduğu için bamya yetiştirilmezdi. Epeyce büyüyüp de sahilleri görmeye başladıktan sonra tanıştım bamyayla. Kimileri burun kıvırsa da benim beğeni listemin baş sıralarında yer alır bamya.
Meyve sınıfından da armuda tutkunum ben. Armut yöremizde bol bulunurdu. Babamın aşıladığı armut ağaçları, tadına doyulmayan meyveler sunardı bize. Yani armutla tanışıp tanına varışım, tıpış tıpış döneminden başlar. Tutku haline getiren etki neydi bilemiyorum. Nerde bir ağaç görsem, gözlerim öncelikle armut ağacını arardı. Meyve zamanı olmasa bile ağacı görmek etkiliyordu sanki. Çarşıda, pazarda ilk arayacağım meyve armut olurdu. Pazara meyve götüren köylüye, armut soruşum yüzünden az kalsın başım derde giriyordu: Yeni delikanlılık dönemimde, yolda rastladığım bir köylüye, “Armut var mı amca” deyince, adam ters ters baktı; gözüne kestirememiş olmalı ki dövmeye kalkışmadı da yüzüme tükürür gibi bir ses tonuyla, “Git, babana sor oğlum” dedi.
Bu kadar düşkün olunca, armudun iyisini seçmeyi de öğrenmiştim doğrusu.
Ne var ki sayın büyüklerim birer özgürlük düşmanı kesilip savaş açtılar armut zevkime. Sataşma dayanılmaz hale geldi. “Armutçu”, “Armut oğlan”, “Küçük ayı”, “Armudun iyisini ayı yer” gibi laflar, tespih çeker gibi sıralanıyordu. Ne hikmetse devreye bir ayı sokmuşlardı. Ne ilgisi vardı bu hayvanın? Hatta ne hakkı vardı canım! Armudun ağacına mı bakmış, aşısını mı yapmıştı? Yani yetiştirilmesinde emeği neydi ki iyisini yesin?
Büyüklerin dalga geçişine hiç anlamadan arkadaşlarım da katılıyordu. Beni asıl çileden çıkaran da buydu. Tek başına cesaret edemeyenler, bir araya geldiklerinde, “Ah! Bir armut olsa da yesek”, “İyisi olmazsa, yemem arkadaş!”, “Ayılar çoğalınca armut da kalmadı ki” gibi sataşmalar, bunaltıyordu beni. Ama tepkimi nasıl ortaya koyacağımı bilemiyordum. Ya armuttan vazgeçecektim ya da gizli gizli yiyecektim. Öyle de oldu: kendi armudumuzu hırsız gibi çalarak yedim.
Milletin alaycı gülüşleri rüyama bile giriyordu. Nerden geldi bu bela başıma diye düşünürken, çocukluğumda babamın anlattığı bir masal geldi aklıma.
Babam, halk ozanı, mizaha düşkün, hoşsohpet bir adamdı. Masal anlatışına bayılırdık. Sanırım, anlattıklarının birçoğunu kendisi üretiyordu. Çünkü ondan başka kimse bilmezdi o masalı.
Öyle bunaldığım bir sırada babam halime acımış olmalı ki seslendi:
—Gel oğlum, sen onlara aldırma. Onlar cahil. Ben sana işin özünü anlatayım.
Müthiş bir merak içinde koştum yanına.
—Otur, anlatacaklarım epeyce uzun.
Can kulağıyla dinliyordum.
—Tanrı insanı topraktan mı taştan mı her neyden yarattıysa, önce biz büyükleri yaratmış. Aralarında annenle ben de vardık. Geniş bir alanda toplanmıştık. Gök gürültüsü gibi bir ses duyuldu: “Çocuk isteyenler, sıraya geçip isteklerini bildirsinler” diyordu.
İki ucu görünmeyen bir sıra oluşturmuştuk. Sırası gelen, görevli meleğe oğlan mı kız mı istediğini bildiriyor, işlikte hemen bir çocuk yapılıp veriliyordu. Biz oğlan istemeye karar vermiştik. Sıra bize gelmek üzereydi, yüreğimiz pır pır ediyordu. İsteğimizi bildirmek üzere ağzımızı açmıştık ki o gök gürlemesi gibi ses yeniden duyuldu: “İnsan yapmayı durdurun. Ayı yapımına geçin” diyordu.
Şanssızlık bu kadar olurdu ancak. Bir kenara çekilip ağlamaya başladık. O arada ayı yapımı başlamıştı bile. Ama görevli çekine çekine Tanrıya seslendi:
—Ulu Tanrım, çamurumuz az kalmış. Bir ayı yapımına yetmez. Ne yapalım?
Tanrının sesi yeniden duyuldu:
—Çok mu az?
—Evet efendim çok az.
—Öyleyse onu da insan yapın. Ayı yapımı yarına kalsın. Bir daha böyle hata istemem.
Bu kadarıyla kurtulduğuna sevinen görevli, bana dönerek ‘İki ayağının üstüne düştün gene. Bak şansın açıldı. Kız mı oğlan mı’ dedi.
Oğlan, dedim sevinçle.
Görevli koşarak girdi işliğe. Az sonra da kucağında seninle geldi. Üzgün ve mahcup bir hali vardı. ‘Kusura bakma arkadaş, bu iş biraz karışık oldu. Ayı niyetine başladık. Ama çamur o kadar az kalmıştı ki doğru dürüst bir çocuk bile çıkaramadık, çelimsiz bir şey oldu’ dedi.
Buna da şükür, hiç yoktan iyidir dedik, kabul ettik.
Şimdi anladın mı oğlum? Bu senin suçun değil. Armuda karşı olan tutkun o ayı çamurundan geliyor. Sonra, armut sevmek kötü bir şey değil ki! Turp sevdalısı olsaydın, daha mı iyi olurdu? Armudunla gurur duy çocuğum.


TOROSLAR’DA YAŞAM ERKEN BAŞLAR
Celal Necati ÜÇYILDIZ

Yazarımız Mustafa B. Yalçıner’in Toroslar’da başlayan yaşamı, Paris, Ankara ve Aydıncık üçgeninde devam ediyor. Öğrencilik, Fransızca öğretmenliği ve yaşama gözlerini açtığı sahil kasabasına dönüş. Burada başlayan yeni bir yaşam. Toroslar’ın eteğinde eski yapılarla dolu (Rum evleri) bir kentte yeniden doğuş. Bir yazar olarak kültüre yön verme.
İşte başlığımızda yer alan “ TOROSLAR’DA YAŞAM ERKEN BAŞLAR (*)” öykü çalışması bir sahil kenti olan Gilindire (Aydıncık) ya da İskele’de başlar. “Aydıncık, Günaydın Kelenderis” tanıtım kitabından sonra hep yazmış, yazmış durmadan. Cumhuriyet Kitap, Ekin Sanat, Çağdaş Türk Dili, İçel Sanat Kulübü ve sahibi olduğu Gerçemek’te, makale ve öyküler…
Kitap büyük bir emekle hazırlanmış. En önemlisi de önsözünü, Yalçıner’in Silifke Lisesi’ndeki öğrencilik döneminde öğretmeni ve okul müdürü olan, yazar Vecihi Timuroğlu yazmış.
Vecihi Timuroğlu o yıllarda Silifke Lisesi’ni başarılı liseler arasına sokan bir yöneticidir. Ankara Atatürk Lisesi’nde de uzun süre yöneticilik yaptı. Şimdiyse hep yazıyor, söyleşilere katılıyor. Ama hepsinden güzeli, genç kalmasını biliyor.
Bu güzellikler bir araya gelince, kitabın sayfalarını bir solukta okunuveriyor. Sarnıç ve Hıristo Hasan’da Rum-Türk yer değişim olayları sergileniyor. Gilindire (Aydıncık), Holmi (Taşucu), Gilindiriz (Kargı Pınarı) gibi kentler, Rum ve Türklerin iç içe yaşadıkları bölgeler. Hep kardeşçe yaşamış o insanlar. Ayrılmaları da zor olmuş. Hele sevgililer daha zor ayrılmışlar. Bu bölgelerde kültür çok ama çok çeşnili ve özgün yapıda. Kültür alışverişi yaşanmış.
Aydıncık’ta tanıdığım, kültürlü, cıvıl cıvıl yaşamı ile rahmetli İbrahim Taşkıran söyleşilerimizde hep o yılları anlatırdı. Onun anlattıklarının çoğu da işte bu öykülerde yansımış. Bana bu kitap bildiğim olayları yansıtıverdi. Okudukça, onları tuttum, yakaladım. Aydıncık’ı nahiyeden ilçeye dönüştüren kent önderlerinden biriydi, İbrahim Taşıran. Onu da saygı ile anmak gerekir.
Sonra bu bölgenin seracılığın yanında, turizme girişi. Gelen turistlerle yeni bir yaşam. Zorlanmadan başlayan bir günceler dizisi. Fransızın Halkası, Kum Kadın, Sandalcı Hastaymış, bunlarda bazıları.
Bektaş Ağa, Sen de Duttan İn, Değirmenci, Durmuş Ateş, Şeroğlu gibi kişilerin hayat hikâyeleri de öyküye dökülmüş birer birer. O bölgedeki saf, temiz, Toroslar’ın Türkmen gelenekleri ve birlikte yaşadıkları Rumların ince duyuşları bir araya gelmiş. Yaşanan güzellikler dökülüvermiş öykülere.
O yerinde duramayan kıpır kıpır insanlar. Toroslar’ın müziğinde, oyununda bir araya gelmiş. Günlük yaşamında kadeh tokuşturmuş, elindeki tek bazlamayı birlikte yemiş. Kayakoruğu, balığın ve rakının yanında, nar ekşisi, salatalık, domates, zeytinyağıyla buluşarak salata olmuş tabaklarda. Sohbetler koyulaşmış, söyleşiler birbirine karışmış. Biri açken, diğeri tıka basa yememiş. Birlikte yemişler ellerinde ne varsa, ortak yaşam kültürünü bulmuşlar.
Akdeniz’in maviliği, Toroslar’ın çamı, piynarı, hayıtı, narı, limonu, meşesi ile tırmanmış yaylalara doğru. Yeşilin tüm tonlarını yakalanmış. Mavi ve yeşil, yazarımızın gözlerinde şavkımış. Ve yapıtını sunuvermiş okuyucularına. Onlar da okusun, onlar da yaşasın bu güzellikleri yaşasın diye.
Biz Toroslar’daki evimizde yaşadık tüm bunları. Sonra da aldığımız hazzı siz dostlarla paylaşmak istedik.
*Etik Yayınları, İstanbul.


FOTOĞRAFÇI AMCA
Nihat MUSTUL

Kırk yıl öncesi… Yaşım ya on iki ya on üç… İlk kez şehre geliyorum, ilk kez Mut’u görüyorum. Sanki bir dünyadan başka bir dünyaya gelirmişim gibi…
Babamı okutma, beni de okuma rüzgârı bir uçurdu bir uçurdu, yayan yapıldak dört saatte geldik Mut’a. Yorulmamıştım bile, acıkmamıştım da, içim içime sığmıyordu sevinçten.
Babam, “İşte Mut’a geldik” dediğinde, her yerim gözüm olmuştu sanki önüme bir deve gelse görmeyip çiğneyecektim belki de. Aklımdaki heybe ise köyden getirdiğim utangaçlıkla doluydu. Şehrin içine doğru yürüdükçe şaşkınlığım, ağzımın ayrıklığı daha da artıyordu.
Ağabeyim okuldaymış. Babamla helvalı ekmek yedik, arkasından da birer şişe su içtik. Ama bizim köyün suyuna benzemiyordu bu su. Tatlı tatlı bir tadı vardı, kapağını açınca da içinden foos diye bir duman çıkıyordu. İçerken öğrendim ki gazozmuş bu suyun adı. Ama çok hoşlanmıştım, tadı damağımda kalmıştı hep.
Şehrin yolları, evleri, dükkânları, lokantaları, at arabaları, bisikletleri, kamyonları, otobüsleri… Hangisini nereme sığdıracaktım, yetişemiyordum, şaşırdıkça şaşırıyordum. Çoğunu ilk kez görüyordum, kimisini babama soruyordum, kimisini okuduklarımla, duyduklarımla bağlantı kurarak algılamaya çalışıyordum.
Yalnız olsam yitebilirdim.
Asfalt yolu ilk kez görüyordum. Taş toprak yoktu, toz çamur olmazdı, yere yapışmıştı, kapkaraydı…
Babamdan ayrıldım, tam da bilemiyorum aslında, belki de babam benden ayrıldı. Asfalt yolda yitmezdim. Yürüdüm, yürüdüm… Petrol istasyonuymuş, arabalar oradan benzin mazot alırmış… Tam önünde süs için mi, yoksa başka bir şey için mi bilmiyorum, altı yedi metre yüksekliğinde, baca gibi ince, geniş bir beton dikme vardı. Kırmızı, sarı, yeşil, mavi, kahverengi, boyalarla kat kat boyanmıştı. Ben onu apartman, her rengi de apartman katı sanmıştım.
Ortaokula yazılacaktım. Bu da yeni bir dünyaydı benim için. Ağabeyimle birlikte okuyacaktık. Diploma, fotoğraf istiyorlardı kayıt için. Diplomam yanımdaydı, sabah da fotoğraf çektirecektim. Gündüzden fotoğraf çektireceğim yeri bile görmüştüm.
Akşam ağabeyimin bir göz evinde kaldık. Heyecanım, sabırsızlığım kat kattı.
Öyle çok yorulmuştum ki yatağımın içine Mut’u da ortaokulu da yatırıp uyuya kaldım.
Gözlerimi açar açmaz fotoğrafçıya koştum. Zaten ağabeyimin evine çok yakındı.
Fotoğrafçı yeşilimsi gözlü birisiydi, “Şuraya gir, ceket, kravat var, onları giy” dedi.
Hiç kravat takmamıştım daha. Uğraştım uğraştım bir türlü takamadım. Az sonra da fotoğrafçı amca geldi, “tamam mı” diyerek. Bende çıt yok, kravat elimde… “N’oldu be” dedi yeniden, “bir kravatı bağlayamadın mı ulan?” Kravatı ellimden alıp ellerini boynuma doğru uzattı. “Allah Allah! Ulan oğlum sen gömleği ters giymişsin be! Hem ortaokula gideceksin, hem gömleği ters giyiyorsun! Ulan çocuk… Ben senin adam olduğunu görecek miyim ki!”
Bir utanmıştım ki…
Gömleği nasıl ters giymiştim? Yıllarca hep bunu düşünmüştüm bir de.
Diyeceğim şu ki adam olmanın sonu yoktur. Her adam oldum dediğinde, adamlığından eksik bir şeyler hissedersin hep. Ama galiba senin dediğin adamı oldum ben, sevgili fotoğrafçı amca. Eminim ki bunda senin de payın var.


KİBELE’NİN GÖĞÜSLERİ
Mustafa SAĞLAM

(Baştan belirteyim, bu yazı ne kadar uzarsa uzasın yine de eksiktir. Konuyu tam olarak anlatmaya yeterli olmaz, hakkında söylenecek bir şeyler çıkacaktır hep. Çıkmalıdır da.)
Bizim bahçede kediler var; hem de çok sayıda. Ne kadar olduklarını söyleyip de kendime güldürmek istemiyorum şimdi. Ayrıca yazacaklarım onların miktarları hakkında değil zaten, yaşamlarıyla ilgili.
Bir anne kedi, tek batında bayağı bir yavru yapabiliyor. Daha fazlasına rastlanıyor mu bilmem ama bizim kedilerde beş tane filan gördüm ben. Bazı annelerin, öteki kedilerin yavrularını da sahiplendiğine arada bir rastlanıyor. Sekiz tane yavruyu emzirip büyüttüğü olmuştu bizim kedilerden birinin. Bahçeye iner, sık sık onları seyrederdim emerlerken. Memelerden birini kapabilmek için kendi aralarında itişir dururlardı. Zayıfça olanlara kolay kolay emme fırsatı düşmezdi ne yazık ki. Aç kalmasınlar diye çoğunlukla ben yardım ederdim onlara. Değilse ötekiler iyice karınlarını şişirip semizleşirken onlar açlıktan öleceklerdi.
Yavrular biraz büyüyüp dişleri çıktıktan sonra kedinin göğüslerini acıtıyor olmalılar ki emzirirken ikiye bir inler dururdu hayvancağız. Onları silkeleyip üstünden atamazdı yine de. Anne kediye acırdım; dayanamaz, küçük afacanları ben uzaklaştırırdım memelerden.
Denebilir ki kedinin yavrularını emzirmesiyle Kibele’nin göğüslerinin ne ilişkisi var? Şimdi onu anlatacağım işte.
Ama önce bir konuyu daha açıklığa kavuşturayım. “Kibele de kimdir? Ayıp değil mi bir hatunun göğüslerinden bahsediyorsun öyle ulu orta” diye beni kınayanlar çıkabilir. Kısaca söze Kibele’nin kimliğinden bahsederek başlayalım: Kibele bizim anamızdır en kısa bir şekilde söylemek gerekirse. Doğurarak bizi dünyaya getiren, emzirerek büyüten, ölünce de yine bizi kucaklayan ve sonsuza dek bizi orda uyutan anamız. İÖ 7000 yıllarından başlayıp yedi bin yıl boyunca insanların taptığı, Anadolu kökenli bir tanrıçadır Kibele. Ana Tanrıçadır, Toprak Ana’dır öteki adıyla. Yontularında iri göğüslü ve geniş kalçalı olarak betimlenir hep. Eski çağlarda, doğurganlığı, üretkenliği ve bereketi simgelerdi geniş kalça, iri göğsüyle.
Yunan mitolojisindeki Tanrıça Artemis, Kibele’ye eşdeğer görülür. İri değildir ama sayısız göğsü vardır onun da. Bütün Artemis yontu, kabartma ve resimlerinde öyledir.
Tevrat, İncil ve Kuran’daki Havva ile Kibele aslında aynı anadır. Hatta Meryem’i bile onlardan sayanlar var ama ben bu konuda bir fikir ileri sürebilecek durumda değilim.
Şimdi gelelim meselenin özüne: Kibele’ye tapınıldığı zamanlardaki inanışa göre, Kibele’nin göğüsleri öylesine bol sütlüdür ki doğurduğu bütün canlılar ondan beslenir ve sütü hepsini doyurmaya yeterlidir. Kimse aç kalmaz. Ve hiçbir zaman da bitmez, tükenmez ondaki süt. Yeryüzü var olalı beri emildiği halde sonu gelmez o yaşamsal maddenin ve bundan sonrakiler de emmeye devam edeceklerdir o inanışa göre.
Konunun başka bir yönü, nasıl Havva’dan doğanlar kardeşse, Kibele’nin çocukları da kardeştirler. Aynı rahim var etmiş, kan bağı vardır aralarında. Bir ailenin çocukları arasında düşmanlık olmayacağına göre, Kibele’den beslenen insanlar arasında da düşmanlık olmaması gerekir. Dünyada barışı sağlayacak en temel felsefedir aslında. Kavga etmek için bir sebep yok, herkesin yiyeceğini, içeceğini Toprak Ana, yani Kibele, haddinden fazla veriyor çünkü. Yeter ki yeryüzü nimetlerini aralarında adil paylaşsınlar ve birbirlerinin sofralarında gözleri olmasın.
Ama ne yazık ki öyle olmadı işte şimdiye dek. Eskiden herkes kendi toprağından beslenirdi. Kızılderililer, Kuzey Amerika topraklarından; Mayalar, Aztekler, Meksika ve Orta Amerika topraklarından; İnkalar, Güney Amerika topraklarından; İngilizler, Büyük Britanya topraklarından; Zenciler, Afrika topraklarından... Zamanla ulaşımın kolaylaşıp, insanların kendi ülkelerinden çok uzaklara gidebilmeleri sonucu, başka insanları ve memleketleri görme, tanıma fırsatı buldular. Çeşitli ilişkiler kurdular oradakilerle. Bu ilişkiler bazen iyi, bazen de kötü oldu. Bu kadarla da kalmadılar, güçlü olanlar, zayıf olanları köleleştirip onların topraklarındaki nimetleri ellerinden alma yoluna gittiler. Yaşam hakkı bile tanımadılar onlara. Kopardılar oradakileri Kibele’nin ağızlarına verdiği göğüslerden. O insanların haklarını gasp ettiler kısacası.
Son yüzyıla gelindiğinde ise “küreselleşme” diye bir fikir attılar ortaya. Toprak Ana’nın nimetlerinden başka insanları mahrum etmenin yeni bir adıydı bu. Güçlü ve kurnaz milletlerin kolları daha da uzadı. O dereceye geldi ki Dünya’nın bazı yerlerindeki insanlar açlıktan ölürken-ki her gün yüz binler yaşamını yitiriyor bu şekilde-bazı yerlerindekiler çok yemekten çatlamaya başladılar. Obezite dedikleri şişmanlık hastalığı yaygınlaştı o ülkelerde; şimdi bir de ona çare arıyorlar yana yakıla.
Durum daha da tehlikeli bir hal aldı; başkasının emmekte olduğu göğüslere saldıran kişiler, onları somurdukları yetmemiş gibi, döndüler bir de yırtıp parçalarcasına tahrip ettiler o göğüsleri. Zehir saçtılar nimetlerini çaldıkları o ülkelerin topraklarına. Yetmedi, havasını kirlettiler. Yalnızca kendilerinin değil, bütün insanlığın ciğerlerine çektikleri nefese, adı sanı bilinmeyen bin bir türlü zehirli gaz karıştırdılar. En yaşamsal ihtiyacımız olan ve kutsal saydığımız su kirlendi. Şimdi, “Üçüncü Dünya Savaşı su yüzünden çıkacak,” diyorlar.
Nasıl o dişli kedi yavruları annelerinin göğüslerini acıtınca anne inim inim inliyorsa, Kibele, Ana Tanrıça yani Toprak Ana da inim inim inliyor şimdi. O, “Yapmayın, etmeyin, size süt veren, size besin sağlayan göğüslerime bu kadar zarar vermeyin; onlar olmazsa sizi nasıl beslerim” diye bas bas bağırıyor ama kim dinler ki onu? Şu toprağa eğilip de onun inlemelerini bir duyabilseler, anlayabilseler onun nasıl can çekişmekte olduğunu... O zaman Kibele kurtulacak, o kurtulunca da yeryüzündeki bütün canlılar kurtulacak. Endişemiz kalmayacak geleceğimizle ilgili.
Evrende, bizi doğuracak, meme verecek ve ölünce de bağrına basacak başka bir Toprak Ana, başka bir Kibele olmadığına göre onu kurtarmanın bir çaresini aramalıyız. Bunun için de tehlikenin büyüklüğünü bütün insanlara anlatarak Toprak Analarına sahip çıkmalarını sağlamak gerek. Birazcık da olsa aklı eren herkese sorumluluk düşer bu konuda. Çünkü Kibele bizim anamızdır, sevgilimizdir, namusumuzdur; bunu böyle bilmeliyiz.

YÖREMİZDEN MİSAFİR FIKRALARI

Aslında konuksever bir toplumuz ama dilimizde “Misafir misafiri sevmez, ev sahibi hiçbirini sevmez” diyen bir de atasözü var. Amacımız bu çelişkiyi irdelemek değil sadece ev sahibi/konuk ilişkilerini fıkralar aracılığıyla aktarmaktır.

1-Akşam yemek yerlerken ev sahibi büyük kaşığı alır, misafire de küçük kaşığı verir. Başlarlar çorba içmeye. Ev sahibi her kaşıkta, “Öldüm, öldüm” der. Misafir dayanamaz, “Yahu arkadaş, kaşıkları değişelim de biraz da ben öleyim” der.

2-Akşam yemek yerlerken ev sahibi misafire, “Yahu misafir, yiye yiye öküz olmadık mı ya” deyince, misafir de, “Arkadaş ben daha buzağı bile olamadım, hele biraz daha yiyelim” der.

3- Sabah olmuş; ev sahibi kahvaltı vermek, misafiri de aç gitmek istemez. İkisi de birbirlerini beklerken zaman geçmeye başlar. Ev sahibi dayanamaz “Ellerin misafiri türkü çağırarak gidiyor” deyince, kendi misafiri, “Onlar karınlarını doyurdular da öyle gidiyorlar” der.

4-Gece ilerlemiş ama misafirlerin kalkıp gitmeye hiç de niyetleri yok. Ev sahibesi konuklarına sorar:
—Siz gidince ne yapacaksınız?
Misafirlerden biri cevap verir:
—Yatıp uyuyacağız.
Esneyip duran ev sahibi bu yanıt üzerine yapıştırır lafı:
—Siz gidiverseniz, biz de yatıp uyuyacağız.

5-Bir eve misafir gelir. Ev sahibi konuklarına, “Susuz musunuz, uykusun musunuz” der. Misafir de hiç istifini bozmadan “ Çeşme başında uyuduk geldik” yanıtını verir.

6-Aç susuz bir yolcu, bir evin önünde durur ve yiyecek bir şeyler ister. Küçük bir kız ona bir dürüm ekmek ve bir topan dolusu pekmez ikram eder. Adamcağız biraz yedikten sonra:
—A benim gülüm! Neden çok goydun bekmezi? Yazık, yoyulacak.
— İçine sıçan düşük bekmezi mi gısganacağız sizden?
Midesi bulanan ve çok öfkelenen adamcağız içi pekmez dolu topanı taşa çarpar.
Küçük kız da yolcuya öfkeyle bağırır:
— N’aptın emmi? İtimizin topanını gırdın hoyu!

7-Bir eve konuk gelir. Ev sahibesi ocağa cılız bir ateş yakar, sacayağına da tencereyi koyar ve kendi kendine söylenir
—Piş aşım piş, misafir gidene kadar piş.
Misafir de gecikmez yanıt vermekte:
—Biz de bekleriz horoz ötene kadar.

8-Akşamüzeri kapı çalınır. “Tanrı misafiri” der yolcu. Kadınsa, “Kocam evde yok” diyerek açmaz kapıyı. Adam, boynu bükük kapıdan dönerken kadın pencereden bağırır: “Şu dışarıdaki ocakta tavuk var. Tencerenin altına bir odun atıver de öyle git” der ve camı kapatır.
Adam da az sonra “Çarık çorbada, tavuk torbada” diye bağırarak çekip gider.

9- Misafir gelince çocuk, “Anne, misafiriz acıkmıştır. Yemek pişene kadar çalduvar yaptırayım mı” diye sorar. Annesi de “Aferin, akıllı oğlum benim” yanıtını verir. Çocuk koşar içeri, bir kalbur harnup ile bir sürahi de su getirir. Misafir başlar keçiboynuzunu yemeye. Yedikçe de susar ve boşaltır sürahiyi.
Bir süre sonra sofra serilir, yemek konur ortaya ve misafir buyur edilir. “Ziyade olsun, yiyecek yerim kalmadı” der misafir de.

10- Akşam yemeğinde misafir, kaşığını çorbaya daldırdığı gibi götürür ağzına. Dili damağı yanar. Başını havaya kaldırır, ağzı açık bir süre bekler. Sonra da ev sahibine döner ve “Tavanda kaç mertek var, hiç saydın mı” diye sorar. O da “Ben acele edip hiç ağzımı yakmadım ki mertekleri sayayım” yanıtını verir.

ÖYKÜ
YORGİ’NİN ALTINLARI
Mustafa B. YALÇINER

Orta boylu, tıknaz bir adam, sırtında üzüm küfesi, ağır adımlarla tırmanıyordu tozlu dar yolu. Şıhranaya varınca indirdi onu sırtından. Hafifçe eğdi koca sepeti; sol eliyle altından, sağ eliyle de ağzının kenarından tutarak kaldırdı ve silkeleye silkeleye boşalttı üzümleri ince uzun taş havuza. Şapkasını çıkardı, havalandırdı başını.
Az ilerisinde, bir duvarın içinden buz gibi su çıkıyordu. Bakır bir helkenin rahatlıkla daldırılıp doldurulacağı büyüklükte bir de oyuk vardı pınarın gözünden bir metre kadar beride. Adam pınara varınca şapkasını kenara koydu. Elleri suyun içinde soktu. Yüzükoyun uzanarak kana kana içti. Ardından doğruldu; iri elleriyle aldığı bir avuç suyu çarptı yüzüne. Sonra ıslak ellerini kırarmış saçlarına sürdü, şapkasını giydi ve küfesini sırtına alarak inmeye başladı.
“Maşallah, üzüm bol bu sene. Yaş üzümden bile yirmi beş altın kazandım. Allah bilir, kaç deri pekmezimiz olacak. Verdiğine şükür. Daha kesilmedik çok üzüm var. Onların toplanması, çiğnenmesi, şıranın kaynatılması bir hafta sürer. Bakımcılar görmeden odunu da eyleyip getirdim. Tava zaten sıvalı. Yarın başlarız kaynatmaya, inşallah. Duvarı yaptık mı iş bitti sayılır. Şu vurdumduymaz oğlanı da everince gel keyfim gel. Kafama takılan tek şey, Yorgi’nin iki altını. Gönderemedim bir türlü. İskele’ye bir giden olsa da yollayıversem” diyordu kendi kendine.
“Baba, çok yorulduk. Bugünlük yetmez mi” diyen sesin geldiği tarafa çevirdi başını. Küçük oğluydu, yeni yetme bir delikanlı. Semerin iki yanına bağlanmış tahtada taş yüklü eşeği sürüp geliyordu. “Zaten ağam da kaytarmaya başladı” deyince, babası “Haydi, bir sefer daha yapın sonra boşlayıverin” cevabını verdi.
Öbek öbek taş yığılıydı alt sekide. Ormandaki bir tepede yan yana on kadar yıkık vardı, oradan getiriliyordu taşlar. Burası bir kale miydi? Kimler yaşamıştı? Kimse bir şey bilmiyordu bu konuda.
Adam biraz durup aşağıya baktı. Dere kenarında karısı üzüm kesiyordu. Karşı yakadan da birisi iniyordu ona doğru. “Ali Onbaşıya benziyor” dedi ve yürümeye başladı hızlı adımlarla. Bir elma ağacın dibine varınca üç yanal elma kopardı. İkisini cebine koydu, diğerini şalvarına sürttü ve ısırdı. Ağacın dibindeki boz topraklı daracık yoldan indi bağa. Elmayı ısıra ısıra ilerliyordu. Karısının yanına varmak üzereyken bitirdi kendi elmasını.
“Al, bir elma da senin için kopardım,” dedi eşine. “Maşallah, iyi çalışmışsın. Küfeyi doldurur bunlar. Haydi, biraz nefeslenelim. Oturalım şu cevizin dibine.” Gölgede, adam tabakasını çıkardı; sigara sarmaya başladı. “Oğlanlar yorulmuş. Bir sefer daha yapın, sonra da boşlayın dedim.”
- Selamünaleyküm, Adil Ağa. Kolay gelsin.
- Aleykümselâm, Ali Onbaşı. Al, bir elma da sana. Görünmüyordun kaç gündür, nerelerdeydin?
- Sahildeydim, ağam.
- Ne var, ne yok İskele’de?
- Mübadele zamanı gelmiş. Bir yelkenli bekliyor limanda. Rumlar yarın ikindiüstü gideceklermiş.
- Deme ya!
- Yorgi’yi gördüm. Sana selamı var. “Benim iki altını gönderebilirse, göndersin” dedi.
- Ben gidemem ama sabah erkenden yollarım benim haytayla. Haber verdiğin için sağ ol.
- Müsaadenizle, ben gideyim. Gün batmadan yapılacak biraz işim var.
- Güle güle, Ali Onbaşı.
“Keşke birkaç gün önce haberim olsaydı! Hem borcumu öder hem de uğurlardım komşularımızı. Ama şimdi bu kadar işin arasında, gidemem ki” dedi Adil. Kalktı. Gitti küfenin yanına. Karısı bir yandan kendisi diğer yandan doldurdular üzüm salkımlarını iri sepete. Sonra yüklendi küfeyi Adil, tırmanışa geçti.
Akşam yemeği hazırdı, eve vardığında. Tek katlı toprak damın önündeki talvara serilmişti sofra. Taze güz fasulyesi, bulgur pilavı ve semizotu salatası vardı yemekte.
Büyük oğlunun karşısında oturuyordu Adil. İkide bir de göz göze geliyordu onunla.
—Oğlum Mutemet. Sabah İskele’ye gideceksin. Sana iki altın vereceğim, mendilinin ucuna bağlayıp cebine koyacaksın. Sakın düşürme. Sonra da götürüp onu Yorgi’ye teslim edeceksin. Babamın selamı var, iyi yolculuklar diliyor, diyeceksin. Çok işi vardı, gelemedi. Sizleri hiç ama hiç unutmayacakmış, diyeceksin. Ateş gibi gideceksin. Bak, sakın ola nişanlını falan görmeye sapma. Yoksa geç kalırsın. Gemiyi kaçırırsın. Köydeki lavgarların diline düşerim sonra. Parayı yerine buldurmadan dönersen, elimden çekeceğin var. Biraz sonra yola düş diyeceğim ama karanlık çökmek üzere. Ay doğar doğmaz çık yola. İşi hallettikten sonra da uğra nişanlına. Demedi deme. Parayı Yorgi’ye vermeden dönersen, yemin ediyorum, derini yüzerim. Anlaşıldı mı?
- Tamam, baba. Meraklanma, sen.
Adil, yemekten sonra içeri gidip iki altını getirdi ve oğluna verdi. Mutemet mendili çıkardı, parayı ucuna düğümledi. Oyalıydı, mendil. Nişanlısı vermişti. “Bekle beni, geliyorum, kınalı kekliğim” dedi içinden.
Mutemet eşeğe binip yola çıktığında, ülker yükselmiş, Alıç Dağı’na da ayın şavkı vurmuştu. “Su daha soğumamıştır, denize de girerim. Somun ekmeğe de hasret kaldın bütün yaz. Bir tanesinin karnını yardırıp içerisine de koyduracağım helvayı. Sonra da ye babam, ye. Birini de Cazibem için alırım, o da sever helvalı çarşı ekmeğini. Tepikliyordu eşeği bir an önce sahile ulaşmak için.
Gün bir minare boyu bile yükselmemişti, Mutemet yol sapağına vardığında. Deniz ta uzakta görünüyordu. Bir vadi aşacaktı yalnızca. Ana yoldan pek uzakta değildi Cazibelerin bağ evi de. Eşeğin yönünü çevirdi o tarafa doğru. Önce “Gecikirsen, derini yüzerim vallahi” diyen babasının sesini duyar gibi oldu ardından yolun ortasında bacaklarını açmış, kollarını germiş babasını düşledi. Çekti eşeğin yularını. Kararsız kaldı bir süre. “Daha vakit erken, bu gidişle rahat varırım sahile. Cazibe’ye görünmeden geçersem, gücenir bana. Ne de olsa kışa karım olacak. Babamgillerle değil onunla yaşayacağım bundan böyle. Sonra en fazla yarım saat geç kalırım, bundan da bir şey olmaz. Evde kimse yoksa bir öpücük de kârım olur” dedi ve sürdü hayvanını bağ evine doğru.
Kızın babası Cavlak Cebbar’ın hem bağı hem de tarlası vardı. Buğday ekerdi. Ekin dererler, harman kaldırırlardı günlerce. İki öküzüne yetecek kadar samanı ayırır, geri kalanını da satardı. Kışı ta aşağılarda, dere kenarındaki taş evde geçirirler ve ilkyazda da yaylaya çıkarlardı.
Müstakbel damadını görünce bağırdı kızına, bir kütüğün üstüne oturmuş, kahvesini yudumlayan Cebbar:
- Gızım Cazibe! Bak, nişanlın geliyor; yap ona da bir kenger gayfesi.
- Selamünaleyküm.
- Aleykümselâm, damat. Hoş geldin. İş güç zamanı nereye böyle?
- Sahile iniyorum. Rumlar bugün yel çıkınca göçeceklermiş. Babamın iki altın borcu varmış Yorgi’ye; onu vermeye gidiyorum.
- Hele gayfeni bir iç. Sonra saralım eşeğe iki çuval saman. Cazibe’yle gidin aşağı eve. Sen oradan devam edersin, gız da geri döner eşekle. Sen yaya da gidip gelebilirsin; sen dönene kadar biz birkaç sefer yaparız.
Cazibe, elinde kahveyle göründü. “Hoş gelmişsin, ağam” diyebildi yalnızca. Bakıştılar. Mutemet’in yüreği cız etti.
- Ne dersin, Cazibe? Gidersin değil mi Mutemet ile saman götürmeye? Samanı boşaltırsınız. O yoluna devam eder, sen de geri gelirsin.
- Tabi giderim baba.
Mutemet’in de hoşuna gitmişti bu iş. Nişanlısıyla baş başa kalabilecekti. Kahvesini bitirdi. “Haydi, geç kalmayalım. Benim daha gidecek yolum var” dedi.
Çattılar iki saman hararını eşeğe ve iki genç yola düştü. İniyorlardı kıvrıla kıvrıla giden yolda. Issızdı ortalık. El ele tutuşup yürüyorlardı. Mutemet çekiyordu kızı, sarılmak için. O ise “Burada olmaz. Çuvalları boşaltırken nasıl olsa üstümüz başımız saman olacak. Dereye çimmeye gideriz. Söğüdün altında olur. Hem kimsecikler görmez bizi.” Bu sözlerin üstüne heyecanlandı delikanlı ve şap diye öptü kızı boynundan.
Hafiften bir yel esiyordu eve vardıklarında. İki nişanlı birlikte taşıdılar çuvalları toprak dama. Samanlığın deliğinden boşalttılar hararları. Cazibe, boş çuvalı silkeleyiverdi rüzgârın geldiği yönde. Uçuşan samanlar gelip kondu delikanlının üstüne. Kız koşmaya başladı dereye doğru. Mutemet de onun peşinden. Cazibe attı kendini öylece suya. Kabarıverdi elbisesi. Sudan çıkarken ıslak elbise iyice sarmıştı genç kızın incecik bedenini. Cazibe’nin tüm hatları ortadaydı. Delikanlı önce ona baktı sonra çıkardı gömleğini ve şalvarını. Ak donuyla girdi suya. Genç kız, kumsaldaki söğüt ağacının dibinde bağdaş kurup oturmuştu ıslak elbisesiyle. Mutemet çıktı sudan ve gelip oturdu kızın yanına. Sarıldılar birbirlerine. Yuvarlandılar bir süre kumsalda. Delikanlı elini atınca nişanlısının eteğine, “Hayır, evlenmeden olmaz” diyordu genç kız. Zorlamadı, Mutemet. Sardı, öptü sadece. Yeniden suya girdiler. Bir süre kaldılar sarmaş dolaş derede.
Dere boyundaki yaşlı çınarlardan güneş görünmüyordu. Kız evin yolunu tuttu ıslak çamaşırlarıyla. Mutemet, nişanlısı gidince çıkarıp sıktı donunu ve yeniden giydi. Sonra da başladı koşmaya. Bitmek bilmiyordu yol. Nefes nefeseydi yokuşu çıktığında. Cebini yokladı, mendil yerindeydi. Hızlı adımlarla ilerliyordu çamların arasından kıvrıla kıvrıla akıp giden yolda. Koşmaya başladı. Çam ormanı bitmiş; çıtlık, azgan, bodur harnup ve çaltıların arasından geçiyordu şimdi de yol.
Güneş eğilmişti gökyüzünde, Mutemet Zeytinlik’e vardığında. Koca mavi önündeydi. İnanmak istemedi gördüğüne. Gözlerini ovuşturdu önce. Baktı, bir daha baktı. Gemi açmış yelkenini ilerliyordu dalgalar arasında, bir inerek bir çıkarak. Bakakaldı delikanlı geminin ardından. Vurdu ayakkabısının ucunu bir taşa. Ayağı sızladı, yüreği kanadı. Çaresiz, tuttu dönüş yolunu.
İkindiüzeri vardı Cazibe’nin yanına. Anlattı yetişemediğini, boğazı düğümlene düğümlene. İkide bir babası dikiliyordu karşısına, işaretparmağını sallayarak. Mutemet, “Eşeği alıp gideyim” dedi. Baktı, ağayı sarılıydı hayvanın. “Topallıyor, eşek. Yola gidemez” dedi Cavlak Cebbar.
Mutemet, “Pekâlâ. Hoşça kalın” dedikten sonra hızlı adımlarla yürümeye başladı. Kafası karma karışıktı. Ne diyecekti babasına? Hiç yalan söylememişti. Söylese de inanmazdı babası. “Derini yüzerim” ne demekti? Ne yapacaktı acaba? Hem hızlı yürümekten hem de korkudan ter döküyordu delikanlı.
Sumaklı Dere’ye ulaştığında gün batmıştı. Korkusuna bir korku daha eklendi. Dereyi geçtikten sonra iyice daralıyordu yol. Sol taraftaki kayalıkta, üstüne asmanın sarıldığı bir çam vardı. Bol üzüm olurmuş orada. Ayılar da üzüm yemeye gelirmiş. Ya taş yuvarlarlarmış geçen yolcunun üstüne ya da inip parçalarlarmış. Doğru ya da yanlış böyle anlatılırdı yörede. Mutemet var gücüyle koşmaya başladı. Korku kanatlandırırmış insanı. Kendisi de beklemiyordu bu kadar hızlı koşacağını. Çamlar, hayalet gibi üstüne üstüne geliyordu. Düzlüğe çıkınca durdu. Nefes nefeseydi. Kalbi duracak gibiydi. Gömleğini çıkardı. Terden sırılsıklamdı.
Ay doğarken vardı eve. Önce anası uyandı. “Hoş geldin oğlum” dedi “eşeği ne yaptın?” Onların konuşmasına uyandı Adil. Gaz lambasının fitilini çevirdi. Sarı solgun ışıkta gördü oğlunun süklüm püklüm olduğunu. Kalktı yatağından. Mutemet, ucu bağlı mendili uzattı babasına. Adil öyle bir şamar yapıştırdı ki oğluna, sesi karşı dağda yankılandı. “Eşeği de sakatlamışsın. Ben sana ne demiştim, eşek oğlu eşek?” Bir de tekme savurdu oğluna. “Rezil ettin beni, hayvan herif. Derin yüzülene kadar taşları sırtında taşıyacaksın. Kaytarırsan da anam avradım olsun, vururum seni.”
—Karnın aç mı oğlum, diye sordu anası.
—Bir de yemek mi vereceksin bu zibidiye.
Adil gidip yattı yerine. Mutemet koydu başını anasının dizine, başladı sessizce ağlamaya. Kadıncağız oğlunun saçlarını okşarken teninde hissetti onun gözyaşlarını.
Döndü durdu yatağında, kadın. Kocasının oğluna vereceği cezayı düşündükçe uykusu dağılıp gidiyordu. Adil dediğini yapardı, biraz da inatçıydı. Nasıl bir ceza verecekti acaba oğluna?
Güneş doğarken uyandı. Hazırladı çorbayı içtiler. Diğerleri de uyandı. Ağızları bıçak açmıyordu. Mutemet ibriği aldı, babasının eline su dökerken üzgün bir ses tonuyla,
—Özür dilerim, baba. Düşünemedim böyle olacağını, dedi.
—Sorumsuzluğunun, baba sözünü dinlememenin cezasını çekeceksin.
Sofrada Adil, küçük oğluna seslendi:
—Şıhranadaki üzümleri sen çiğneyeceksin. Ağabeyinle ben taşocağına gideceğiz.
Baba çorbasını bitirmeden kalktı sofradan.
—Haydi, Mutemet. Düş önüme.
Delikanlı elindeki kaşığı bırakarak kalktı. Duvarda dayalı duran çapayı aldı omzuna. Baba önde, oğlu arkada yürümeye başladılar taşocağına doğru.
Tepeye varınca, iki gün öncesinden çıkartılmış taşlara baktı Adil. Büyükçe birinin yanında durdu, çağırdı oğlunu. “Eğil bakayım” dedi. Tıslayarak kaldırdı taşı ve koydu onu oğlunun sırtına. Bir köşe taşıydı yüklediği.
—Bir elinle bir ucundan diğeriyle de öteki ucundan sıkı tut. Sakın düşüreyim deme.
Mutemet yürümeye başladı. Bacakları titriyor, ayakları birbirine dolanıyordu. Adil, güçlükle yürüyen oğlunun ardından baktı ve sordu:
—Ne oldu, ağır mı geldi?
Önce yanıtlamak istemedi. “Benim yerinde kendisi olsaydı, ne yapardı acaba” dedi kendi kendine, ardından da ekledi:
—Taş değil de ceza ağır geldi, baba.
Kadın bulaşıkları yıkayıp bitirdi. Elini kaşlarının üstüne koyarak aşağılara baktı. Üzüm kütükleri arasında, iki büklüm, bin bir güçlükle yürüyen oğlunu gördü. Dayanamadı ana yüreği, gözleri doldu. “Derisi yüzülecek yavrumun” dedi. Duvarda serili duran çul parçasını aldı ve gitti kocasının yanına. Hâlâ ağlıyordu vardığında. Fistanının eteğini ters çevirerek sildi gözyaşını.
—Yapma, ağam. Etmiş bir cahillik. Affediver gitsin. Nasıl götürsün o ağır taşları, çocuk? Görmüyor musun nasıl yürüdüğünü? Ya düşürüverir de bir tarafını kırarsa, ne olacak?
—Peki, de bakayım; bir ömür boyu ben nasıl çekeceğim o iki altının yükünü?
—Sen de haklısın ama olmuş bir kere. Hem sen demez miydin ölenle ölünmez diye? Suçunu biliyor oğlumuz. Karşı da gelebilirdi sana ama bak gıkı bile çıkmadı. Dersini aldı alacağı kadar.
Mutemet göründü bağda. Belini tutarak onlara doğru geliyordu. Babası çağırdı onu.
—Oğlum! Sigaramla çakmağımı evde unutmuşum. Onları al da şıhranaya dolan.
—Tamam, baba.
Kadın, kocasının boynuna sarıldı.
—Sağ ol, ağam.
—Haydi, şu pekmez işini halledelim, dedi Adil.
Sonra da çapayı aldı ve hızlı adımlarla yürümeye başladı şıhranaya doğru…

**************************************************************************************************************************************************************************************************************************************


GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Ekim 2008

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 2
Sayı: 11

Gerçemek,
Kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.


DEFNE (Laurus nobilis)

2 ya da 3 m yüksekliğinde, yaz kış yaprağını dökmeyen, sık dallı bir ağaç türü olan defnenin yöremizdeki adı tehneldir. Yaprakları, oval, donuk yeşil, sert, kenarları genellikle dalgalı, ucu sivri, hoş kokulu ve acımsıdır. Mart sonlarında öbek halde sarı çiçek açar.
Defne yaprağı, bazı yemeklere koku ve çeşni katar. Özellikle de balık çorbası ya da buğulamasında baharat olarak yararlanılır. Kokusunun daha az olması için kuru olarak kullanılır. İştah açıcı ve hazmı kolaylaştırıcı özelliği vardır. Ayrıca balgam söktürür, sinir sistemini düzenler. Kaynatılıp içilirse, defne yaprağının romatizmaya, çiçeklerinin ise baş ağrısına iyi geldiği söylenir.
1 cm çapında, içinde tek çekirdeği bulunan siyah meyvelerinden yağ çıkarılır. Defne yağı, saç dökülmesine ve romatizmaya karşı kullanıldığı gibi sabun yapımında da kullanılır. Kuru yiyeceklerin içine konursa, onların böceklenmelerini önler.
Yunan mitolojisine göre Apollon, Dafni’ye âşık olur ama kız bu aşka yanıt vermez. Dafni kaçar, Apollon kovalar. Yakalanmak üzere olan genç kız babasından yardım ister. O da onu defne ağacına dönüştürür. Apollon ise defne dallarından bir taç yapıp başına takar ve onu hiç çıkarmaz.
Apollon’a adanan defne, günümüzde barış, ölümsüzlük ve başarı sembolü olarak kabul edilir.
EDİTÖRDEN


BALIK ÇİFTLİKLERİ VE AYDINCIK

Gerçemek Taşeli Yöresi Kültür ve Düşün Dergisi adına Aydıncık Belediye Başkanı Ahmet Bahar ile Aydıncık’ta kurulması düşünülen balık çiftlikleri hakkında bir söyleşi yaptık. Başkan’ın görüşlerini sizlerle de paylaşmak istedik:

GERÇEMEK: Sayın Başkanım, balık çiftlikleri, Ege ve Batı Akdeniz'de yarattıkları çevre sorunları nedeniyle buralardan kaldırılmakta ve oradaki sorunun Doğu Akdeniz’e dolayısıyla yöremize taşınmasına ne diyorsunuz?

BAŞKAN: Özellikle nüfus yoğunluğu olmayan, ancak turizm potansiyeli yüksek kıyı bölgelerimize balık çiftliği kurma girişimleri bulunmaktadır. Çevre ve Orman Bakanlığı’nın, Mersin sahillerinde balık çiftliği kurulması için 5 alan belirlemiş olduğunu duyduk. Ne yazık ki bu alanlardan biri de Aydıncık. Bize ulaşan bilgilere göre başvuran 13 firmadan 12’sinden ÇED raporu bile istenmemiş. Mersin Platformu da konuyu yargıya taşımış. Muğla bölgesinde yaşanan çok ciddi çevre ve insan sağlığı sorunlarının hepimize ders olması gerekirken oralardan kovulan balık çiftliklerinin hiçbir iyileşme yapılmadan, yasa ve yönetmeliklerin boşluklarından yararlanılarak bölgemize taşınması kabul edilemez. Biz de diğer il ve ilçeler gibi gelişmeleri endişeyle izliyoruz ve siyasiler nezdinde girişimlerde bulunuyoruz.

GERÇEMEK: Biliyorsunuz, balık çiftliklerinden Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı, Çevre ve Orman Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sorumludur. Bu üç bakanlık arasında sizce bir eşgüdüm var mı?

BAŞKAN: Basından edindiğim bilgilere göre, Kültür ve Turizm Bakanlığı, balık çiftliklerinin mevcut halinden rahatsızlık duyuyor. Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı ile Çevre ve Orman Bakanlığı ise balık çiftliği işletmecilerinin tarafında yer alıyor. Ama anlaşıp da balık çiftliklerin, akıntısı bol olan açık alanlara taşınmasına yönelik yasa ya da yönetmeliği bir türlü çıkaramıyorlar.

GERÇEMEK: Yasal bir düzenleme yok ama kıyı mesafesi, derinlik ve akıntı hızı ölçütleri dikkate alınarak bu kıstaslara uyan her işletmeye balık çiftliği lisansı verildiğini söyleniyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

BAŞKAN: Önce şunu söyleyeyim: Tarıma önem verdiğimiz kadar, turizme de öncelik vermeye gayret gösteriyor. Biz Aydıncık’ın geleceğini de turizmde görüyoruz, projelerimiz ve çalışmalarımızla ilçemizi turizme hazırlamak ve tatil yapılabilir bir belde haline getirmek için çalışıyoruz. Ama biz turizme yönelik yatırımların önünü açmaya çalışırken, nükleer santral ve balık çiftlikleri ile Aydıncık’ın geleceği karartılmaya çalışılıyor. Balık çiftliklerinin kıyıdan 1 kilometre uzağa ve 30 metrelik derinliği olan alanlara taşınması, bu çiftliklerinin çevreye ve deniz yaşamına olumsuz etkilerini ortadan kaldırmaz. Çünkü ilçemizde gündoğusu ve günbatısı denilen rüzgârlar eser. Bu rüzgârlar da çiftlik atıklarını kıyılarımıza taşıyacaktır. Ayrıca balıkların büyümesini hızlandırmak ve onları olası hastalıklara karşı korumak amacıyla kullanılan bazı kimyasal maddeler, suyun kalitesini bozuyor ayrıca balık dışkısı ve tüketilmeyen yemler, denizin dibinde kirli bir tabaka oluşturuyor bunun sonucu da çiftlik, çevresinde yaşayan diğer türler açısından tehlike arz etmeye başlıyor. Bundan başka çiftliklerden denize aşırı organik madde salınıyor. Bu da hem suyun oksijen dengesini bozuyor hem de ışığı engellediği için deniz dibindeki hayatı öldürüyor. Bir de kıyı şeridinde kurulacak yem deposundan çevreye asit kokusu saçılıyor. Böyle yere ne yerli ne de yabancı turist gelir. Ayrıca Aydıncık sahilleri fok koruma alanıdır. Koruma altına alınan bölgelere balık çiftlikleri kurulmasına izin verilmesini anlamakta güçlük çekiyorum.

GERÇEMEK: Başkanım, az önce siyasiler nezdinde girişimlerde bulunuyoruz dediniz; bunu biraz açar mısınız?

BAŞKAN: Hemen belirteyim ki iktidarı ve muhalefetiyle tüm Mersin milletvekilleri, Doğu Akdeniz’e balık çiftliklerinin kurulmasına karşı. Nisanda yapılan 2. Sarıkeçililer Göç Kervanı şenliklere katılan dört milletvekilimiz, balık çiftliklerinin burada kurulmaması için çalışacaklarını söyledi. Sözlerini tutmalarını bekliyoruz.

GERÇEMEK: Peki, vatandaşın bu yöndeki tepkisi nedir?

BAŞKAN: Her yerde olduğu gibi burada da taraftar olan da çıkacaktır muhalif olan da. Vatandaşlarımızın balık çiftliklerinin yaratacağı istihdam ile turizm sektörünün yaratacağı istihdamı iyi hesap etmesi gerekir. Benim edindiğim bilgilere göre bu konuda dava açan bile var. Onları kutluyorum inşallah davayı kazanırlar. Balık çiftliklerine taraftar olan hemşerilerime şunu söylemek isterim: Turizm Ege'ye doğru kayacak. Bu insanlarımız da balık çiftliklerinin yöremize verdiği zararı görünce isyan edecek ama iş işten geçmiş olacak.

GERÇEMEK: Başkanım, az önce Aydıncık’ın geleceğinin nükleer santral ve balık çiftlikleri ile karartılmaya çalışıldığını söylediniz. Bu konularda aydınlatma ve bilinçlendirme çalışmaları yaptınız mı?

BAŞKAN: Mersin NKP bileşenleri ve Belediyemizin düzenlediği “Akkuyu’ da Yapılması Düşünülen Nükleer Santral ve Nükleer Santrallerin Tarıma, Turizme, Su Ürünlerine ve İnsan Sağlığına Vereceği Zararlar” konulu panel, 01 Mart 2008 tarihinde Aydıncık’ta gerçekleşti. Konuşmacılar arasında profesör, doçent, tıp doktorları ve asistanlar vardı. Ayrıca 09 Ağustos 2008 tarihinde Mersin Nükleer Karşıtı Platform, Gülnar İlçesine bağlı Büyükeceli Kasabası’nda Akkuyu Nükleer Santrali’ne karşı bir eylem düzenledi. Bizler de katıldık.

GERÇEMEK: Başkanım, son olarak söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

BAŞKAN: Aydıncık’ın eşsiz güzelliklerinin balık çiftlikleri ve nükleer santral ile yok olmasına izin vermeyeceğiz. Çevreye, doğaya olan sorumluluğumuzu yerine getirmek zorundayız. Bu güzel yörenin dağından, denizinden, bitki ve hayvan varlığından kentimizin geleceği için hepimizin sorumluyuz. Bu gerçeği gözden uzak tutmamalıyız.

GERÇEMEK: Sayın Başkanım, zaman ayırıp değerli görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.

BAŞKAN: Bana duygu ve düşüncelerimi kamuoyu ile paylaşma olanağı verdiğiniz için esas ben size teşekkür ederim.



İHRAKİ
Doğan ATLAY

Ermenekli bir halk şairidir. Asıl adı “Ali”, mahlası “ İhraki”dir, halk arasında “Alevi” diye anılır Asıl adını ve mahlasını kimse kullanmaz. O Alevi diye anılır ve öyle bilinir. Doğum ölüm tarihlerini sorduğumda “seferberlik sıralarında 75 yaşlarında öldüğünü söylediler. İhraki’nin şiirleri çokça taşlama ve hicviye şeklindedir. Şimdi hicviyelerinden bazı örnekler vereyim:

Müzevirlere
Salt öyledir müzevirin âdeti,
Asla yoktur dini mübin gayreti
Kişinin tatlıdan latif sohbeti
Müzevir daima bed lisan olur

İltifat gösterir gördüğü yerde
Salt fesat düşünür durduğu yerde
Müzevirlik yapar vardığı yerde
Onların hocası “Körşeytan” olur

Müzevir ters olur kimseye uymaz
Müzevirlik yapar sonunu saymaz
Kaptığını yutar zerrece duymaz
Çarçarlıkta gözü kıptiyan olur.

Zatı zat olmayan durmaz ıkrara
Bin niğmet yedirsen gelmez ikrara
Kör kediler gibi tutsa bir fare
Kuyruğun kabartır bir aslan olur

Müzevir işine bak karışma ele
İstersen olmak âlâdan âlâ
Sadık hizmet eyle ehl-i kâmile
Kudralar giydirir bir umman olur

Müzevirin olmaz sözünün vechi
Dipsiz kutu ile boş ambar içi
Biraz boncuk kibrit bulursa kişi
Rütbe-i bâlâda bezirgân olur

Müzevirde olmaz asla din iman
Sözü geçmez olur kesilir derman
Müzevirin müfsidin hali pek yaman
Fındık satar gezer kaltaban olur

Bir söz söyler iken tedehhül eyle
Boşla arasını tebessüm eyle
Şeytan ığvasına tahammül eyle
Öfke baldan tatlı çok ziyan olur

Büyük küçük meclisine gidersen
Müzevirlik yapmamaya tövbe edersen
Acep bu destanı kim yaptı dersen
Hane berduş hem de lâ mekân olur

Dizgin aşırı gidip çıkma hizayı
Salt kendine davet eden nizayı
Yiğit isen ara da bul rızayı
Herkesin gönlünde bir arslan olur

İHRAKİ’nin omzunda abası
İnsanı beğenmez müzevirin kabası
Ayaklarına yüz bin meşe sopası
Onların meskeni Marsıvan olur

Ermenek’te Meydan camisinin vakfı olan kahvehaneyi icar eden İhraki birkaç yıl kahvecilik yapmış imiş. O zaman cami imamı olan Dudaksız Hafız’a maaş olarak verilen kahve icarını, imamın aybaşı gelmeden istemesi üzerine söylediği:

Meydan mahallesine kahveci olduk
Nazar edin baştan geçen dumana
Hacısın hocasın nakkaşe aldık
Hissettik muzibi dostu düşmanı

Dinle sözlerimi ey kahpe Meydan
Bir zaman fakire oldundu mesken
Çok yaşasın büyük küçük zabıtan
Fil cümlesi padişahın aslanı

Kahvenin yıllığı iki yüz elli
Tenezzül etmemeliydi besbelli
Dudaksızın işi evvelden belli
Kör olası yerin göğün şeytanı

İki yüz elli olursa yıllığı
Yirmi bir kuruşa gelir aylığı
Âlemi taciz etti muaccizliği
Sırımı boynunda Rumeli cingânı

Aybaşı gelmeden ister parayı
İki gün dur desen buldun belayı
Bir metelik için giyer şapkayı
Minareye bağlar dini imanı

Aman bu Meydan’a kinse varmasın
Düşmanım ise de (imamlara) muhtaç olmasın
Sakın artlarında namaz kılmasın
Onlara haram olsun Hakk’ın Kuran’ı

Dudaksız Meydan’a neler edecek
Sümmehaşa Hakkı inkâr edecek
Ağzı bütün olsa çok bok yiyecek
Birbirine kırdıracak insanı

Lâmoslu oğlu denen o topal bacak
Yüz versem zalıma bir ev yıkacak
Karadağ gâvırı gibi elinde nacak
Asıl o batırdı koca Meydan’ı

Çoğu sahte vakar anadan hacı
İftihar kesbetmiş dolandırıcı
Hacı Mahmut oğlu denen o tantanacı
Dergâhtan kovulmuş Mekke şeytanı

İhraki’yi çok severim diyenler
Meğer münafıkmış yüze gülenler
Deyyus defterine imza verenler
Şerfenin oğludur onun akranı


ANLAR YARATMAK
Mustafa SAĞLAM

İlk fotoğrafım, 1961’de ben ilkokuldayken çekildi. Omzunda üç bacaklı fotoğraf makinesiyle bir adam geldi bizim köye. Annem, babam arkada ayakta durdu; çocuklar olarak biz, büyükten küçüğe ön tarafa sıraya geçip çömeldik. Adam, gömlek yeni gibi siyah bezden bir şeyin içine kafasını soktu ve ön taraftaki şişe kapağına benzer bir şeyi açıp kapayarak fotoğrafımızı çekti. Biz, hiç kıpırdamamak için elimizden geleni yaptık tabi. Öyle ki kıpırdarsak fotoğraf yanabilirdi; bunun için nefesimizi bile tuttuk diyebilirim.
Fotoğrafçı, kartı sudan çıkardıktan sonra kendimizi kağıt üzerinde görmek bana bayağı tuhaf gelmişti. İnsanın, aksini aynada seyretmesine benziyordu. Kitap sayfalarında gördüğümüz kişiler gibiydik.
Annem, onu bir çekmeceye koydu. Siyah beyaz olan bu ilk fotoğrafımıza fırsat buldukça çıkarıp bakıyordum. Büyük bir haz alıyordum bundan. Baka baka fotoğrafın üstündeki bütün ayrıntıları ezberlemiştim nerdeyse.
Yıllar geçtikçe yaşayan “biz” değiştik; fotoğraftaki “biz” aynı kaldı. On yıl, yirmi yıl sonra da pek bir benzerlik kalmadı aramızda. O resimdekiler tamamıyla yabancılaşmış, başkaları olmuştu artık.
Şimdi iyi anlayabildiğim bir şey var ki fotoğraf makinesinin karşısına geçtiğimiz “an”, saatin o saniyesi, donup kalmıştı orda. Tam anlamıyla zaman durmuştu yani. Bilim ve teknolojinin insanoğluna getirdiği en büyük nimetlerden biriydi belki bu. Zamanın ve mekanın değişmeden durduğu anlar yaratmak.
Yalnızca kâğıtların üzerine değil insan beynine, yani belleklere de kaydedilir bazı saniyeler. Bir yönden, zamanın durduğu anlar sayılır onlar da. Köprünün altından akan suyun beklemesi gibi bir şey bu. Arada bir gözümüzün önüne geliveren bir solukluk durdurulmuş zaman parçaları. Öyle ki o bir iki saniyelik süreler, her gözümüzün önüne gelişlerinde tekrar tekrar gülümsetirler bizi. Bazen kedere bazen de mutluluğa boğarlar. Onu gülümseten anların bolluğu, bir kişi için yaşam zenginliğidir bence. Mazinin bir değerlendirilmesi, geçen günleri ne kadar dolu yaşadığının göstergesidir bu.
Kişioğlu, vakit varken, ileriki yaşlarda anılacak anlar yaratmalı ki yaşlılığında, “Mutlu bir şekilde yaşadım, ömrümü boşa geçirmedim,” diye düşünebilsin ve ömrünün sonuna yaklaşırken pişmanlıklarla dolu olmasın. Geçmiş yılları anımsayınca, “Keşke..” diye değil “İyi ki...” diye geçirsin içinden.
Öyle oturup aşağı gitmekle de unutulmaz anlara, insanı gülümsetecek hatıralara sahip olunmaz. Bu konuda çaba harcamak, özverilerde bulunmak, zahmetlere katlanmak gerekir. Eylem olmadığı yerde hiçbir şey yoktur. O yüzden demişler atalarımız, “Hareket olmayan yerde, bereket olmaz,” diye. Bunun için de elbette biraz cesaret gerekir. Eyleme geçmekten korkan, suya sabuna dokunmaktan çekinen, silik bir yaşamı erdem sayan kişi güzel anılar sahibi olamaz asla.
Hiç kimse ve hiçbir şeyin etkisi altında kalmadan, canınızın istediği ve zevk duyacağınız şeyler yaşamalısınız ki ileride tekrar gözünüzün önüne getirip onları yeniden yeniden yad etmekten mutluluk duymalısınız. Örneğin, Sivrialan köyüne gidip Veysel’i, Perçenek köyüne gidip Mahzuni’yi en azından plaklarından dinleyip onlarla aynı duyguları yaşamalısınız. Nemrut Dağı’na çıkıp l. Antiochos’la yanyana oturmalı, Beethoven dinleyerek tanrılarla birlikte güneşin batışını seyretmelisiniz. Ya da Berdan Şelalesi’nin kıyısında Antonyus ve Kleopatra’yla kadeh tokuşturup sarhoş olmalısınız. Bunlar, şu an benim aklıma gelenlerin birkaçı tabi; düşünürseniz siz, daha neler bulabilirsiniz neler.
Ya da aşık olmalısınız. Evet, aşık olmalısınız. Sevgiliyi karşımızda buluverince birden sevince boğuluvermelerimiz unutulur mu hiç? Hele hele ellerin birbirine tutuşmasıyla sıcaklığın bedenden bedene akması... Yüz yaşına varsa da o anı hatırlayınca yeniden mutluluğa boğulmaz mı insan? Gölgesinde sevgiliyle diz dize oturduğu o ağacın dibine defalarca nasıl gitmez ki kişi? Sevgiler, sevişmeler, aşklar kadar ne vardır insanın yaşamını renklendiren, renkli anılar kazandıran?
Evet, zamanın gerisine gidip genç ve dinç olduğumuz yılları tekrar yaşamanın imkanı yoktur ama o günlere dönüp bakınca bizi gülümsetecek anlar yaratabiliriz, bu bizim elimizde.
Platon’un da söylediği gibi hayatı doya doya yaşarsanız, ölüme giderken gözünüz geride kalmaz, ölümden korkmazsınız. Doymuş insanın sofrada gözü olur mu?
Öyleyse boş verelim kırmaları, kırılmaları; sevelim, sevilelim, ozanın da dediği gibi kâm alalım dünyadan ve unutulmaz anlar yaratalım hep birlikte.


UYANIKMIŞ TÜM ÇEKTİKLERİM

argın silifke'nin omuzlarında yükselmiş
akdeniz soluğu

azmış düş
vatkalar mavi yeşil bir operet ayatekla’nın
sorgun siluetinde

ağzıyla kuş tutmuş gülnar / yaran(ama)mış
bulutların arasında yüzüp duran
toros vapurlarına

binenler varmış, görmüşler son demlerinde
martıların göksu kıvrımlı yollarında
buzullarını eritenler

şiirli, müzikli akşamlar gencelmiş
sabah düştüğünde yalancı rahmine
doğaç makamından ıslık çalan
çıplak rüzgarın

andrea burnu'nu sokmuş kıbrıs
ana vatanın sıcak kucağına

uslar avdette öyleyse
(şahadetinde aradaki camgözlerin)

uyanıkmış tüm çektiklerim..
A.Uğur OLGAR


YAZGI

İçe dönüktü kız
Biliyordu öğretmişlerdi yazgıyı
Bir hınçla bir inatla yazmak
İstedi / yazamadı yazgıyı
Yazılmış yazgı başka yazılamazdı ki

İçe dönüktü kız
Bin tane yemini öğretmişlerdi
O içinden bir tanesini
Edemedi

Baba küfretti koca küfretti
Sabah gibiydi ötmesinden
Bilmişti alaca horozun
Niyetlendi içten içe

Sövmek diye hatırladı
Adamlıktan geçerdi sövme ile
Yan yana yollar sövemedi
İçe dönüktü kız
AHMET YILMAZ TUNCER


BARÇIN YAYLASI’NDA KARACAOĞLAN OLAYI
Mustafa ERTAŞ

Barçın Yaylası’ndan Sarıveliler’e inilirken, bir koca vadiye rastlanır. Buraya Başdere derler. Bir adı da halk dilinde “Nahağı”dır. Gazipaşa “Selinti” ve Alanyalılar hep bu adla bilir bu yöreyi. Tarihi vakfiyelerde de Nevahi şeklinde yazılıdır bu yer.
Yedi köy (Küçük Karapınar, Turcalar, Adiller, Ortaköy (Kızılcakışla), Civandere, Civler, Mençek (Çevrekavak ), Uğurlu, Esentepe ve Sarıveliler ilçesini içine alan Başdere’nin dört yanı yüce dağlarla çevrilidir.
Sarıveliler İlçesinin doğusunda akıp gelen Eyne (Ayna ) Deresi’nin üstünde çok sarp ve çok yüce bir dağ vardır. Bu yüce dağa “ Çindiri “ derler. Batıya bakan yüzünün bir bölümü ekmek keser gibi düz kesilmiş, inilmesi çıkılması mümkün görülmeyen bu dağın alnına, nice yıllar önce oyularak meskenler, su havuzları yapılmıştır. Halk bu oyuklara “Kara delikler” der. İşte Çindiri Dağı’nın zirvesinde ta uzaklardan da görülebilen arkası çocuklu taş kesilmiş, donup kalmış bir kadın anıtı vardır.
Taş kesilmiş kadının hikâyesini Sarıveliler’den Hasan Özer Dede (1309 – l989), Havva Ünsal Ebe (1905–1973) ve yöre halkı şöyle anlatıyor.
Bütün Başdere’de, aşiretlerde bilindiği gibi yıllarca önce Karacalar’dan 103 yaşında ölen Emiş Nineden dinlemiştim. Yörük göçü Başdere’den Barçın Yaylası’na geçerken o yılın seçilmiş “Yayla Güzeli” Elif, en önde süslenmiş beserek çekip giderken Karacaoğlan ( Karayağız Oğlan ) ile göz göze gelir. Karacaoğlan da görür görmez hemen Elif’e âşık olur. Yörük kızı Elif de Karacaoğlan’a gönlünü kaptırır. Gel gün, git gün Karacaoğlan, Barçın Yaylası’ndaki Elif’in obasına gider gelir. Elif o yılın Barçın Yaylası güzeli seçildiği için bütün gençler dünürcü gönderir. Elif’in gönlünde ise Karacaoğlan yatmaktadır.
Karacaoğlan atlılar yollayarak Elif’i istetir. Başdereliler de yayla güzelini Karacaoğlan’a almak ister. Ve bunu bir onur meselesi yapar. Elif’in babası dünürleri oyalar. Karacaoğlan’a vermek istemediğini de kızı sezer. Bunun üzerine Elif, Karacaoğlan ile kaçmayı planlar. Bohçasını gizlice hazırlar ve bir taşın arkasına saklar. Fakat bu taş kesilen kadın nasıl olduysa Elif’in kaçacağını öğrenir. Arkasına çocuğunu sararak elinde süt helkesi, gizlice Yörük Beyine gider ve ona Elif’in Karacaoğlan’a kaçacağını söyler. Ama haberi kendisinin verdiği bilinirse de Başdereliler tarafından öldürüleceğinden korkmaktadır. Yörük Beyinin yanındayken çocuk annesinin üstüne çişini yapar. Kadın, çocuğu temizlemeden bir obadan öbür obaya gitse, kötü kokudan dolayı kadının nereden geldiği bilineceğinden çocuğun bezlerini ve elini helkedeki süt ile yıkar. Obasına böylece döner. Döner ama obasına ulaşamadan Allah onu ÇİNDİRİ DAĞI’nın başında arkasında çocuğu ile taş yapar. Taş kesilen bu kadın âleme ibret için yüz yıllardan beri herkesin göreceği yerde hâlâ durmaktadır.
Yörük Beyi de kızı “Yayla Güzeli” Elif’in Karacaoğlan’a kaçacağını öğrendiği için, kızını yanına alıp Barçın Yaylası’ndan kaçıp sırra kadem basar. Karacaoğlan da Elif’ini bulmak için arar da arar.
Karacaoğlan sevgilisini bulma umuduyla gittiği her yerde ELİF’e yaktığı türkülerini söyler. Halk da bu türküleri benimsediği için her yer Karacaoğlan’a sahip çıkar. İşte Ermenekli rahmetli Sabri Tapan’ın kasete okuduğu bir Karacaoğlan türküsü:

Dağa gider çemberini bürünür. Ak eline al kınalar yaksalar
Yel vurdukça saçlar bele sürünür. Meliklere gök boncuklar dikseler.
Kutmu zıbın geymiş sunam görünür. Zülüfleri gerdanını okşalar,
Sürme çekmiş gözlerine bir güzel. Yayladan yaylaya gezer bir güzel.

Keklik gibi taştan taşa sekişi, Karac Oğlan der ki sözün doğrusu
Maral gibi ürkek ürkek bakışı, Alnına çekilmiş kalem eğrisi,
Gelip geçtiği yer zinhar yokuşu, Böyle güzel m’olur Allah vergisi.
Top zülüfe el değmedik bir güzel. Keklik gibi sekip gider bir güzel.


ÇAPUTTAN TOP
M. Şehmus GÜZEL

Makam Dağı'na doğru çıkıyoruz hep birlikte ve ceviz, badem, nar kokuları sarıyor, sarmalıyor bizi ve anılarımızı. Çocukluk ve ilk gençlik anıları akın ediyorlar.
Hükümet Konağı önündeki merdivenlerden iniyoruz. O gün orada kimse halay çekmiyor. "Yukarı" İlkokul "dağılmış". Çocuklar bağıra çağıra özgürlüklerine doğru koşuyorlar. O an özgürlüğün ismi top oynamaktır.
Evet Ergani’de, Diyarbakır'ın bu şirin kasabasında, çocukken çok top oynadık. O zaman bu işe biz top oynamak derdik. Çaputtan toplarla başladık. Anam çaputtan iyi, ne iyisi canım çok iyi, top yapardı. Biz de çaputtan topla oynardık. Sonra rahmetli babam Hasan Güzel, (Toprağı bol olsun, Ergani'de dinleniyor 1965'ten beri, yeri iyidir: Hilar Çayı'nı seyreder, Dicle'yi yaratan Hilar'dır. Bilenler bilir) bir seferinde İstanbul dönüşünde bir futbol topu getirdi, anaaaa gözlerimize inanamadık:
Ergani'de güneş birken iki oldu. Oğlum kendine gel: Bu futbol topidir haa.
Top hoştur ama top oynarsın, eve getirirsin, bir dahaki maçı bekleyene kadar bakarsın Top "inmiş". Nedir bu? Bu da öyle bir toptur ve "şişirmek" lazımdır o zaman.
Ve bu da başlı başına bir serüvendir: Pompa bulacaksın, şişireceksin vesaire vesaire. Bu her zaman öyle kolay iş de değildir. Kimselerde pompa yoktur: Bisiklet olmayınca pompa mı olurmuş?
Çaputtan topla veya gerçek futbol topuyla da oynasak hepimiz veya hepimize yakınımız Galatasaraylıydık: Cim bom deyince Çift Pınar'ın akan suları dururdu. Metin Oktay'ı, Turgay Şeren'i nasıl anlatmalı? HELE BABA GÜNDÜZ’Ü… Ki biz o zamanlar Turgay’a "Panter Kaleci", Metin’e de « Taçsız Kral » derdik. Her üçü de futbolun Marmara Denizi eteklerini aşıp bütün ülkeye yayılmasında birincil rolleri oynadılar: 1950’lerde, 1960’larda ve sonrasında…
Hele Metin: Bir seferinde Fener'e bir gol attı kalenin filelerini deldi. Biz de o akşamüzeri ve bütün gece ve geç vakte kadar, rahmetli Tahsin Abem önde, Ergani'nin içinde Maden yolundan Piran yoluna git-gel, gel-git gece yarısına kadar naralar atıp dolaştık. Ne demek yani fileyi delip geçmek.
Fakat kendi aramızdaki çift kale maçlarda kardeşim ne olursak olalım, hepimiz GS’lı bile olsak, hepimiz aynı mahalleli de olsak maalesef tekme tokat gırla giderdi. Kardeşim Rahmi örneğin savunmada oynardı ve tam anlamıyla "savunma" yapardı. Tekme üstüne tekmeyle rakipleri perişan ederdi. Rahmi sayesinde bizim kaleye yaklaşmak nâ-mümkündü. Uzun boyu ve o gün için bile iri cüssesiyle eğilmez bükülmez dimdik ayakta durur ve geçene tekmeyi basardı: Ve hiç kimsenin gözünün yaşına da bakmazdı. Pes!
Ama ille gol atılacak: Eee maçı kazanmak için oynamıyor muyuz? İlle gol atılacak evet. İyi hoş da rakip kaleye nasıl yaklaşılacak? İşte bütün mesele orada: Bu iş yüzünden kaç tekme yedim? Meçhul.
Ama sol bacağımda bir tekmenin izi hâlâ duruyor. Neden mi? Top oynuyoruz ama herkesin futbol ayakkabısı yoktu. Şaka maka değil 1950'lı yıllardayız. Dile kolay. Yarım asırdan fazla zaman geçmiş. Kimimiz "lastik" pabuçlarla oynuyoruz. Kimimiz yalınayak. Ve aramızdaki bir "çok akıllı" nereden bulmuşsa bir çift asker postalı bulmuş bir yerden, o da o asker postalıyla oynuyor. Futbolun F'sinden habersiz, çoğumuz aynı durumdaydık aslına bakarsanız, bu sevimli ama "çok akıllı" arkadaşımız, "top geçer adam geçmez" taktiği icabı ve bizim Rahmi’den beter, topla çalım atıp geçene hiç çekinmeden asker postalıyla basıyordu tekmeyi, böyle apaçıktan: "Yandım anam" diye yere seriliyordu peş peşe bizim takımdakiler. Kardeşim bu da ne? Birkaç "oyuncumuz" ağlayarak "sahayı" (tırnak içinde çünkü o sırada bırakın sahayı mahayı top oynadığımız mekân Piran yolu üzerinde tarladan bozma açık ama tepeli mepeli bir alandı, hepsi bu kadar, saha maha yok) terk etti. Terk etmek zorunda kaldı. "Çok akıllı" ise tekmelerini daha "cömertçe" basıyordu. Dayanabilenler de "çok akıllı"ya rastlamadan "kalenin yolunu" bulmaya çalışıyor ama nafile. İşte o gün ben de "hakkıma" düşen tekmeyi yedim. Ve bacağım şişti,şişti, şişti...İşte bugün bile duran iz o tekmenin izidir.O anlarda ve hemen sonrasındaki günlerde çok acı çektim. İlaç milaç da yok Ergani'de. Doktor dersen o da yok. Bibim var ama: Bibim, gözünü sevdiğimin Bibi'si, bütün Lokman Hekim ilaçlarının sırrını bilir, Lokman Hekim mektebinin dâhisiydi. Rahmetli iyi tedavi etti. Pişmiş soğanı bastırdı. Bastırdı. Bastırdı. Bir, iki, üç gün ve o şiş iniverdi.
Günler geçti sonra aradan ve yeniden top oynamaya başlayabildim. Yere düşmüş eriklere asla yüz vermedim. Kapıp kaçan geyiklerin peşinden koşmadım. Ama çaputtan topların hayranıydım. Ve hâlâ hayranıyım. Top oynadım evet açıktım. Anamın mercimek çorbasından içtim. Kıymalı yumurtasından yedim. Ama en güzeli çift kale maçlar sonrasında iri bir domatesi, bostandan taptaze, taze soğanı, beyaz peyniri veya salçayı, artık ne varsa, en kolay tarafından, ekmeğime katık etmekti. Ve o günlerden bacağımdaki bu iz kaldı işte. Sadece o iz de değil. Şimdi size anlattığım bu acı ve tatlı anı da kaldı. Eh can sağ olsun. Bugünlere kadar gelebildik. Ve artık topluca halaya durabiliyoruz. İki gözüm, kurban gel sen de katıl. Senin ayakların da bizimkilerle halaya katılsın…
Ergani'nin güneşi bir, narı iki, cevizi ve bademi üç. Pestilini, sucuğunu. bulamacını, pekmezini, meftunesini, maden köftesini… Unuttum sanmayın. Dünyaya değişmem... Paris-Maris hikâye. Önemli olan nereden geldiğimizi unutmamak. Ve oraya günü gelince geri dönebilmek: Çaputtan topun ve anılarımızın peşinde elbette.


NEDEN BABA
İbrahim ŞAŞMA

Neden simit satıyor bu çocuklar baba? Neden oyun oynamıyorlar benimle. Bu çocuklar neden sokakta. Üşümüyorlar mı? Neden oyuncakları yok. Neden kalemleri, neden kitapları yok. Ayakkabı boyamaktan maviyi unutan, yeşili kaybeden çocuklar. Söylesene baba, bu çocuklar ne zaman çocuk olacaklar?
Gazeteler neden töreyi yazıyor baba? Kurşun sesleri neden gazete manşetlerinde yankı buluyor. Güldünya nerede baba, Şemse nerede. Söylesene bize neler oluyor. Sevmenin suç olduğu iklimlerden soğuk rüzgârlar geliyor haneme. Üşüyor, üşüyor üşüyorum… Nerede bir töre cinayeti duysam düşüyor, düşüyor düşüyorum.
Pamuk tarlalarında, fındık tarlalarında çalışalar diyerek hayatın ağır yüküne yedi yaşında mı alışalar diyerek salınmıyor kız çocukları okula baba. Oysa ciğerlerine çektikleri nefes kadar, oysa sabah güneşi kadar, ekmek kadar su kadar hakkıydı kalem onların… O son kız çocuğu da okula gelene dek o son köylü kızı da adını kara tahtalara yazana dek yüreğimdeki çocuk hep mahzun hep mahcup kalacak baba... Söylesene onların başına ne zaman güneş doğacak, ne zaman baharları olacak baba?
Yaşamak ve hürriyet en temel hak iken, cinayetler baba? Aklım almıyor. Ölümü söylüyor televizyonlar, katliamları yazıyor gazeteler. Sayfaları sıksam kan çıkacak içinden. Bıçak çıkacak. Bir avuç yüreğimi bir satır yazı daha ne kadar yakacak. Yaşamak en temel hak iken kimler neden kastediyor canlara… Anlam veremiyorum mertliği ve temizliği silahta bulan insanlara.
Dilinden ve dininden ötürü, renginden ve ırkından ötürü daha ne kadar sınıflanacak insanlar? Afrika’dan kardeşim olsun istedim baba. Yunandan dostum. Benim düşmanlığa öfkem var, ayrılığa kastım. O yüzden ufkumun dört bir yanına zeytin dalları astım.
Bana Berdeli anlat baba. Berdeli. Çocukluğuna doymadan kadınlığa itilen çocukları. Nerede bu çocukların hakları hukukları. Öğretmen olma ihtimalleri ellerinden alınmamalıydı. Doktor olacaklardı belki de. Belki bir sınır köyünde ebe. Oy benim yüreğim nelere şahit olacak, gözlerim daha nelere gebe. Baba haklarımı istiyorum. Oyuncak getirmesen de olur… Bakkaldan şeker getirmesen de. Haklarını istiyorum çocukların. Kırmızı pabuçlarım olmasa da olur. Çocuk olmalarını istiyorum çocukların. Yaşamalarını istiyorum insanların. Okumalarını, kalem tutmalarını, yazmalarını. Birileri engellese artık korkularımın düşlerime sızmalarını.
Ya savaşlar baba? İnsanların yaşam hakları nasıl bir kalemde silinebilir. Kundağında bebeklerin başına düşen bombaların bir izahı var mı baba… Bu namus mu ar mı, baba? Dünya bu kadar mı küçük, böylesine dar mı baba?
Ve bana anlatmayın bu kısır coğrafya döngüsünü, akşamın ve sabahın nasıl olduğunu. Güneşin dünya ile olan dansını. İncir ile erik ağacını ayırt edebildikleri zaman sabah olduğunu sana dursunlar… Ufukta güneşin battığı zaman akşam olduğunu karanlık çöktüğünü sana dursunlar… Benim için karanlık eşitliğin olmadığı yerdir baba. Karanlıktan korkuyorum o yüzden. Benim için karanlık hakkın ve hukukun uğramadığı yerdir baba. İnsanın ezildiği yerdir. Haysiyetinin ayaklar altına alındığı, umudunun çalındığı yerdir karanlık. Sosyal kültürel hakların insan elinden alındığı yerdir karanlık. O yüzden korkuyorum karanlıktan… Akşamın gelişi karanlık olamaz baba. Akşam bir anlıktır. Karanlık ise çok karanlıktır…
Sabahı mı sorarsın bana baba? Söyleyeyim."Karşımdaki insanı ırkına, dinine, inancına mezhebine, milletine bakmadan, fikrine zikrine aldırmadan, zengin mi yoksul mu diye nitelendirmeden, güzel mi çirkin mi diye süzmeden kardeşim diye saydığımda sabah olmuştur bilesin…
Bana sabahlarımı getir baba... Neden güneşin bir yarısı yok… Neden güneşin sarısı kirli? Yok mu şöyle bir değnek, hem de sihirli. Dokunduğum yerde barış olsun. Dokunduğum iklimlerde yağmur.
İşte bu yüzden sarıldım ben ona. İşte bu yüzden sevdalı kıldım çocuk yüreğimi ben ona. Yeryüzünün en barışçıl silahından bahsediyorum baba. En sağlam kalkanından… İnsana dairdir çünkü. İnsan vardır içinde… Duygudan hâsıldır. Yunus vardır içinde. Mevlana vardır. Hak vardır... Ruh vardır içinde, gönül vardır yok edilemeyen. Saygı sunar bize, saygı bekler bizden. Sevgi yükler bize, sevgi ister bizden. Onur verir bize. Onurluca yaşamayı ister bizden. Biz çocuklar çocuk yüreğimizle bunu çok daha iyi biliyoruz sizden. Siz neden bilmiyorsunuz baba?

YANGIN
Mehmet BABACAN

Son günlerde, peş peşe çıkarken yüreğimizi de birlikte kavuran orman yangınları, anılarımızda kalmış nice yangınları da depreştiriyor yeniden…
Yurdumuzdan öte, tüm dünyada bir yeşil dalın bile zarar görmesi içimizi sızlatırken, memleketim Gülnar ormanlarını kavuran yangın, daha bir yakıcı geldi bana. Dalıyla yaprağıyla, taşıyla toprağıyla akraba gibiydik o güzelim doğayla.
Yıllar öncesine gitti düşüncelerim. Anılar uçup geldi bir bir: Bir temmuz ortasında, öğretmen arkadaşım Hasan Tuncer’le birlikte, Gülnar’daydık. İşimizi bitirdikten sonra, meslektaşlarımızla söyleşerek geçirdik günün kalanını. Vakit akşama yaklaşırken, çevremizdeki arkadaş grubu fire vermeye başladı. “İyi akşamlar” diyen evin yolunu tutuyordu. Son kalan arkadaş, hiç olmazsa, eli boş gitmedi, pazardan bir karpuz aldı da ağır ağır gitti evine.
Gerçi, yatacak bir otel vardı ama dostlarımızdan hiçbirinin –ağız ucuyla bile olsa- “Misafirim olur musun” demeyişi beni üzmüştü doğrusu. Acaba arkadaşım ne düşünüyordu? Şöyle bir yoklamak istedim:
- Ne düşünüyorsun Hasan Hoca, ne yapalım?
Yanıtı hazırlamış gibiydi:
- Anasına satayım, haydi köye gidelim.
Bu kafa bozukluğuyla gider mi giderdik.
Eskiyörük fazla uzak sayılmazdı zaten. Orta yürüyüşle iki, iki buçuk saat kadardı. Bu kahırla, bir saatte bile varabilirdik. Hem, gece serinliğinde hoş olurdu yürümek. Şarkı-türkü söyleye söyleye giderdik. Sahi, müziğin dozunu arttıracak bir şeyler de alsak, fena olmazdı. Ama alacaklarımız yükte hafif, etkide keskin olmalıydı. Rakı belliydi, şişeleri koyduk fileye. Meze ne olmalıydı? Hasan’ın sivri kafası iyi çalışırdı hep, “Alaşeker” dedi. Şu bildiğimiz, pembeli kırmızılı çocuk şekeri. Gerçekten, yükte hafifti ama susuz rakıyla etkisi yamandı doğrusu.
Gemi islimi aldı gidiyor artık. Çok geçmeden sesimiz gürleşti; neşemiz katmerleşti; karşı dağlarda yankılanıyor olmalı türkülerimiz.
Vakit gece yarısını bulmuştu. Köye de epeyce yaklaşmıştık ki köyün güneyindeki kızıl çam ormanında yoğun bir yangın başladı. Alevler gökyüzüne savruluyor, nerdeyse yıldızlara ulaşıyordu.
Bu mevsimde köyde fazla insan bulunmazdı. Hayvancılık nedeniyle yaylada olunurdu hep.
Kendi evimize bile uğramadan doğruca yangın yerine geçtik. Söndüremesek bile, genişlemesine fırsat vermemeliydik. Hele, kalem gibi çam ağaçlarının bulunduğu “Alagöz” yöresine sıçraması kesinlikle önlenmeliydi.
Yangının yayılma durumuna göre önüne geçtik. Erzakımızı güvenli bir yere koyduktan sonra, don ve ayakkabı kalana dek soyunup işe başladık. Araç-gerecimiz, koparabildiğimiz çam dalı ve odunlardı. Yer yer ateşi kırsak da çokça yaptığımız toprak alan yaratmaktı. Başarılı da oluyorduk doğrusu. Arada bir koşarak gidip iki yudum çektiğimizde yakıt almış motor gibi oluyorduk. Avaz avaz şarkı söylememiz ise, yerimizi ve sağlığımızı belirtmek içindi.
Öyle dalmışız ki “Şefim, Şefim! Yangını çıkaranları buldum” diyen bir sesle kendimize geldik. Sabah olmuş. Yangın gözcülerinin haber vermesi üzerine, Gülnar’dan yangın ekibi gelmiş. Ekibin başında mühendis Behçet Bey ve iyi giyimli bir yabancı vardı. Behçet Bey’le zaman zaman kadeh arkadaşlığımız olmuştu. Bize bakıp bakıp gülüyorlar, Afrika’dan yeni gelmiş gibiyiz çünkü…
Behçet Bey söze girdi: “Müdürüm, bunlar yangın çıkarmaz, söndürürler ancak. Hem bunların, yürek yangınını söndürecek malzemeleri de vardır buralarda” diyerek eliyle koymuş gibi, buldu bizim nevaleyi.
Böylece yabancı kişinin Orman Bölge İşletme Bölge Müdürü olduğunu ve göreve yeni başladığını da öğrendik.
Bizim öğretmen olduğumuzu öğrenince, yangınla ilişkimizin ne olabileceğini merak ettiği yüzünden okunuyordu.
Tanışmak için marsık haline gelmiş elimize elini uzatırken “Ben, Hamit Altaç” deyince, “Altaç” adı beynimde yankılana yankılana sorulara dönüştü birden.
- Müdür Bey nerelisiniz?
- Hataylıyım.
- Ethem Altaç adında birini tanıyor musunuz?
- Kardeşim.
Ethem Altaç, Köy Enstitüsü’nde altı yıl birlikte okuduğum sınıf arkadaşımdı. Ne ilginç rastlantı ki o, çok sevdiğim Ethem’in kardeşini de dağ başında buluyordum. Dostum Ethem de çevresinde iyi bir izlenim bırakmış olmalı ki “ Sizi böyle tanıdığım için şaşırmadım öğretmenim. Ben o kuşağın yaptıklarına şaşırmamayı öğrendim çoktan…”
Gözleri dolu doluydu Müdür Bey’in…

YÖREDE ANLATILANLAR:
KUMA

Yedi yıllık evli kadın, söyletmelik alamadığı için evde kimse ile konuşmaz. Gelinlerinin dilsiz olduğunu düşünen aile, oğullarını yeniden evlendirmeye karar verir. Atın üstünde, allı pullu gelinlik içindeki genç kadın, evin önünde çorba pişirirken dalıp giden ve çorbayı taşıran kumasına bağırır:
“Sağır gelin, sığır gelin
Çorba taştı, savur gelin”

Evlendiği günden beri büyüklerinden ses saklayan eski gelin dayanamaz ve şöyle der:

“Geline bak geline
Attan inmeden diline
Yedi sene oldu geleli
Söylemedim elime günüme
Yazık kaynatanım malına”

Bu atışmaları yakından izleyen damat, çevirir atın yönü ve sürer onu yeni gelinin babasının evine.
ŞU OTURAN DEDE NE?

Bir tazeyi bir yaşlıyla evlendirirler. Akşamüstü süslü püslü bir atla getirilir gelin yeni evine. Yaşlı damat, indirir attan genç kızı. Koluna giren adamın kocası olabileceğini aklının ucundan bile geçirmeyen gelin, “Usul böyle herhalde” diyerek bekler durur damat gelecek diye. Ama gelen yok, giden yok.
Akşam iyice çökmüş. Damat namazını kılmış, bekliyor. Gelin, nerede kaldı bu güveyi diye telaşlanıp dururken, yaşlı adama da kızar ve başlar söylenmeye:

“Uyku geldi bedene
Şu oturan dede ne?”

Yaşlı damat, serzenişte bulunan geline şu sözlerle yanıt verir:

“Dede deme delisin
Sen dedenin gülüsün.”

Gelin damadın yaşlı adam olduğunu anlar ve ona şöyle diyerek çeker gider:

“Karlı dağlarından aştığım
Soğuk sularından içtiğim
Damat sen miydin
A sakalına sıçtığım?”

OĞLUMUN DEDESİ

Bir adam, oğlunu ziyarete gelir ama gelin hoşnut değildir kayınbabasının gelişinden.

Oğlumun dedesi geldi
Gelmeden gidesi geldi.

Kaynata verir hemen yanıtını:
Dedesinin adı Durali
Bugünde buralı, yarın da buralı.


BALIKÇI’YA BİR MERHABA YARAŞIR
Mustafa B. YALÇINER

Halikarnas Balıkçısı’nın “Başka yerlerde ölüp nur içinde yatılacağına, burada nur içinde yaşanır," dediği ak pak bir Akdeniz köşesi Bodrum’daydım. Gümbet’te, Mindos Kapısı yakınlarındaki mezarına uğrayıp Balıkçı’ya bir de ben merhaba demek istedim. “Sakın mermer, beton filan istemem ha... Bir taş bulun, uzunca bir taş, yazısız. Onu dikin mezarımın başına,” dediği türden bir mezarın yanına vardığımda, Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın bana da “Merhaba” dediğini duyar gibi oldum. Masmavi gökyüzü altında, denizden uzakta dinleniyordu, Balıkçı. Uzakta olsun. Yattığı yerden denizi seyredecek değil ya! Etrafı çevrili bir taş evin bahçesindeydim. Kapısında demir bir parmaklık. Kapı ile parmaklık arasına gazel birikmiş.
İçeriye girip Üstat’ın kullandığı ve yaşamına tanıklık etmiş bazı eşyalarını göremeyince hüzünlendim. İçimden bir ses, “ Balıkçı’yı hapse atmışlar” deyince, Cevat Şakir’in sır olarak mezarına götürdüğü ve konuşulmasını hiç istemediği babasını öldürmesi olayı ve bunun sonucu on dört yıla mahkûm olduğu geldi usuma. Hele bir de Afyon’da geçen o olayın ilk soruşturmasını yapan karakol komutanının, çıkarıldığı Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargıç olmasının onda yarattığı sıkıntıları düşünmeden de edemedim.
Cevat Şakir Müzesi’ne bir kitap getirmiştim. Arka kapağına, sevgili dostum Ali F. Bilir’in benim için “Kelenderis’in Halikarnas Balıkçısı Mustafa Yalçıner” diye yazdığı kitabımı bırakacaktım ama olmadı. “Üstadım. Geldim ama evde yoktunuz,” diyerek ayrıldım oradan. Müzesi’nin girişine yakın mahalle muhtarlığına girip sordum neden kapalı olduğunu. “Eşyalar tamirat için götürüldü. Turizm sezonunun açılışına getirirler herhalde” yanıtı da düşündürücüydü. Muhtar, Cumhuriyet Caddesi ya da Barlar Sokağı’na gidersem, Balıkçı’yı tanıyabilecek bazı kişileri belki bulabileceğimi söyledi. Varıp kime soracaktım? Bodrum’un medyatik ya da ticarî yönünü yaşayanlara mı?
Merkeze geldim; limana doğru inen ve Cevat Şakir adı verilen caddede yürüyordum. Gözlerim, bir Turizm Enformasyon Bürosu arıyordu. Bir ara kendimi belediye binasının önünde buldum. Balıkçı’nın yurtdışından getirttiği kitaplardan tarım bilgileri edindiğini, bazı çiçek ve ağaçların Bodrum’da yetişip büyümesini sağladığını ayrıca Bodrum Belediyesi’nde bahçıvan olarak çalıştığını bir yerlerde okumuştum. Oradaki bitkilere bunun için takıldı bakışlarım. Bir de Balıkçı’nın anısına İzmir Kültürpark'ta "Halikarnas Balıkçısı Bitkiliği" oluşturulduğunu ve bahçenin, yazarın Türkiye'ye ilk kez getirdiği ve romanlarında işlediği bitkilerle donatıldığını duymuştum. Belki bu nedenle belediye önünde böyle bir şeyler aradı gözlerim.
Gidip gezdiğini tahmin ettiğim yerlerde dolaşırken, kendimi Bodrum Kalesi’nin önünde buldum. Turizm Enformasyon Bürosu karşımda. Oradaki memura Bodrum ve Halikarnas Balıkçısı ile ilgili bir kaynak sordum. Hiçbir şey yoktu. Elime sadece bir şehir planı tutuşturuverdi. Kalenin tanıtım panosunda, oradaki bitkilerden de söz ediliyordu. Belki bu konuda bir şeyler bulabilirdim; sonra buraya kadar gelmişken Sualtı Müzesi ve Bodrum Kalesi’ni ziyaret etmemek olur muydu hiç. Üstelik Halikarnas Balıkcısı’na 1925 yılında “Resimli Hafta” dergisinde çıkan bir öyküsünden dolayı, İstiklal Mahkemesi tarafından Bodrum'da 3 yıl kale dışına çıkmama hükmü verilmişti. Bir izine kesinlikle rastlarım düşüncesiyle girdim oraya. Dolaşırken karanlıkta göremedim ama üzerinde “Tanrının bulunmadığı yer” yazılı olduğu söylenen bir zindana girdim. Ara sıra yanan ışıkla aydınlatılan bir mahkûm vardı içeride, ellerinden tavana zincirlenmiş. Sürekli Halikarnas Balıkçısı’nın izini sürmekte olduğum için olacak, onun bir içki masasında valiye sövdüğünü ve yargılandığını anımsadım.
Kalede saatler süren ziyaretin sonunda Cevat Şakir Kabaağaçlı ile ilgili hiçbir iz bulamamak (belki vardı da ben göremedim) yüreğimi kanattı. Akşam oluyordu. Hem fizik hem de ruhsal olarak yorulmuştum. En iyisi kaldığım eve dönmekti. Öyle de yaptım.
Balkonda püfür püfür rüzgar esiyordu. Aşağıda, “…Evlerin bembeyaz angısı, denizin ayna yüzüne vuruyordu. Kıyı sağnağı üfürünce, angılar ürpererek tiril tiril titriyordu” (Deniz Gurbetçileri). Yukarıda ise yıldız tarlası. Bakışlarım, Balıkçı’nın mezarının bulunduğu tarafa doğru çevrilmişti.
Üstat’ın “Deniz Gurbetçileri” adlı romanında sözünü ettiği ve benim şimdi emeklilik yıllarımı geçirmekte olduğum Gilindire’den ona kocaman bir “Merhaba” getirmiştim; onu avucuma alıp üfledim, Mindos Kapısı tarafına doğru…


BİR GÜN DÜĞÜNDEYDİK
Celal Necati ÜÇYILDIZ

Her taraf alabula. Karlar, kara toprağın arasında yer yer parlıyor. Ağaçlar çıplak, dallar yarı karla kaplanmış. Meşeler, piynarlar, karaca ağaçlar kardan birer gelinlik giymiş. Yukarda Zengin Kaya’nın üstünde çamların yeşili hiç görünmüyor. Oraya daha fazla kar yağmış. Yukarıdan aşağı dere hızla, coşku ile akıyor. Uçtu’dan aşağı hızla beyaz köpük gibi akıyor. Aşağılara indikçe çoğalıyor. Gümbür gümbür sesler geliyor derelerden. Aşağıda üç dere birleşiyor. Kesmeli Boyunda okula giden çocuklar geçememiş. Geri dönmüşler.
Kırtıl’dan kar soğuğu esiyor, kuşlar yukardan aşağı yele kaptırmışlar kendilerini, evlerin arasına gelince çelengilerin altına gizleniyorlar. Soğuktan tir tir titriyorlar. Biri bulgur atıyor köşke. Kuşlar oraya koşuşuyor. Yemini alan tekrar çelengi altlarına sığınıyorlar.
Ocakta yan yana dayalı meşe kütükleri. Bir yalım halinde yanıyor, çatırdayarak. Alevler birer, akis çizerek bacadan yukarı doğru hızla çıkıyor. Kütüklerin yanında köz olmuş kömürler duruyor. Bir leğen hamur getirdiler ocağın yanına. Çekme yapmaya başladılar. Kömürün üstünde iyice mayalanmış hamur şekil almaya başladı. Bir yandan pişiyor bir yandan uçları kızarıyordu. Biri bir leğençe getirdi, bir elinde zeytinyağı şişesi. Pişen çekmeleri böldüler, parçaladılar. Üzerine yağ döktüler, sonra onu ovaladılar. Ortaya konduğunda çayı beklemeden hemen tüketiverdiler.
Bir davul sesi geldi köyün kaşından. Dışarı fırladı gençler. Sonra yaşlılar. Gençler, bayraktarla birlikte karşılamaya gittiler. İn önü sapağında çalgıcılarla karşılaşıldı. Orada bir mengi oynandı. Önde bayraktar, çalgıcılar ve gençler. Koralıpaşanın harmanına gelindiğinde çocuklar, orta yaşlı bir grup daha geldi. Harmanda bayraktar, bayrağı çaktı yere. Bayrağın etrafında mengi oynadılar.
Sonra, bayraktar çıkardı bayrağını; yürüdü köye doğru. Yaşlılar, düğün elini ortalık dutun dibinde karşıladılar. Bayraktar onların yanına gelince bayrağı çaktı yere. Yukarıdan, yanlardan geldiler, halka büyüdü. Halay çekmeye başladılar. Halayın başını bir kız çekiyordu. Ayaklarını yere vuruşta, gözleri parıldıyor, yüzleri renkten renge giriyordu. Davulun her vuruşu, yere basan ayaklar. Sonra eller bırakıldı, el çırpma ve yere oturup kalkma, bir yerde çömelme ve zıplama. Onlar oynadıkça davulcu vuruyor. Kemancı yayı çekiyor, gırnatacı daha içli üflüyordu.
Uzun süre halay çekenleri coşku ile seyrettim. Oynamaktan daha güzeldi. Ayrı bir renk cümbüşü sergileniyordu. Birden halaycı başı ile göz göze geldik. Bakışının ardından birden bir el beni halaya iteledi. Evet, halaycı başının yanında buldum. Elimi tutmamla birlikte içime sıcak bir kan akıntısı, bir elektrik akımı geçti. Sıcaklığı kanlarımdan sonra kalbimde ve beynimde hissettim. Kızın başındaki yazma yana kaydı, saçları dağıldı. Yüzüne döküldü, yarı utangaç “Hoş geldin” diye mırıldandı. Oyuna devam ettik. Halka büyüdükçe büyüdü. Kimse yorulmuyordu. Bayraktar kaldırdı bayrağını kız evinin önüne doğru yürüdü.
İkindi vakti, kına gezdirmesi yapıldı. Köyün üstünde Dapıranlı Ali’nin evinden kına alındı. Yukarı yoldan çeşmeye, çeşmeden, aşağı yoldan bayraktarın her bayrak diktiği yerde duruldu. Mengiler oynandı, halaylar çekildi. Artık, seyirci değildim. Halaycı başı kızımızla birlikte oynamak güzel şeydi.
Akşam kına yakılacak. Kızın Babası Keklikçi “Ben erkeklerle kızlar birlikte kına yaktırmam” demiş. Kızlar bunu duyunca köyün en ucunda Yavuz Veli’nin evine kendilerini kapattılar, bana anahtarı verip, “ Biz geleneklerimiz bozmayız. Söyle o böyük babana kızının kınasını kendi yaksın” dediler.
Gece yarısına yaklaşıyordu. Kızlar yoktu. Herkes kızları arıyor. Ama bulunamıyordu. “Ben kızların yerini biliyorum. Hepsi bir yerde. Kınayı ya gençler birlikte yakarlar ya da babası yaksın” dileklerini ilettim. Aracılar girdiler. En sonunda “ Tamam, nasıl yakacaklarsa öyle yapsınlar. Amma benim evde değil.” Koralı Paşanın evinde kına yakılmaya karar verildi. Gittim kızları saklandıkları yerden alıp kına evine geldik. İşte eylemli bir düğündü. Demokrasi kuralları işliyordu. Eylem kararı ile taassup yenilmişti.
Elmas Duman ve Uyan Uygun’un düğünü bitti. Köyün en altından en üstüne gelini götürdük. Teslim ettik.
Düğün bitmiş yola koyulup karlı yollardan geçerken, ilk defa içimde bir kıpırtının damarlarımda dolaştığını hissettim.
Balandız’a geldik. Araç beklerken hafiften hafife kar yağışı tekrar başladı. Rüzgâr yoktu, tipi de yoktu. Ilık, sakin bir hava vardı. Önce siyem siyem sonra lapa lapa yağmaya başladı. Yukarıdan döne döne geliyor, yere iniveriyordu. İlk inenler, eriyor toprağa karışıyordu. Diğerleri geldikçe toprak iyice görünmez oldu.
Bekleyenler, şaşkınlık içinde seyir yarışındaydılar. Karın yağışını bağırarak çağırarak karşılıyorlardı. Yeni yağan karla eski yağan kar birleşince, kartopu yapmaya başladılar. Birbirlerine atıyorlardı. Onları izliyordum ki kafama bir kartopu çarptı. Baktım bizim halaycı başı. Ben bakınca utandı, yere eğdi yüzünü. Sonra kaçıverdi. Saçları yer yer karlarla süsleniyordu. Ben de katıldım kartopu oynamaya. Hedef belliydi. Ben de o güzel kıza attım ilk kartopunu. Ödeşmiştik.
Bu güne kadar birlikte olduğumuz birini ancak yeni fark etmiştim. Bu düğünle birlikte başka türlü görmeye başlamıştım. Bir sevda doğdu. Bir sevda. Ateş büyüdü kor oldu. Bir sevi doğdu. Dostluklar kuruldu. Tatlı anımcalar ile dolu. Sonra mı? Büyüdük, okullar bitti. Askerlik bitti. Ben bir başkası ile evlendim, o da başkası ile. Benim iki oğlum var. Onun kızları.
Her kar yağışında bu güzel anı gözlerimin önünden geçiyor, bir film şeridi gibi akıp gidiyor.

ÖYKÜ
UMUT
Mustafa B. YALÇINER

Güneş iyice yükselmişti ve tepeden bakıyordu buharlaşmak üzere olan maviye. Uzaktaki iki adacık da kaybolmuştu sisten. Ormandan gelen ağustosböceğinin tekdüze şarkısı deliyordu sessizliği. Aşağıda, kızıl kayaların dibindeki kumsalda şalvarının paçalarını sıvamış, elinde bez torbası, belden yukarısı çıplak, saçı sakalı birbirine karışmış, uzun boylu, yaşlıca bir adam yürüyordu. İkide bir duruyor, eğiliyor, yerden bir şeyler topluyordu.
Az ileride, suyun içinden kafasını gösteren kayacığa konmuş bir karabatak sessizce izliyordu kumsaldaki adamı. Birden daldı, kayboldu mavi derinliğin karanlığında. Çok sürmedi ağzında güneşte parıldayan, nohut tanesi büyüklüğünde bembeyaz bir inciyle geri dönmesi. Suya kanatlarını değdire değdire geldi adamın önüne. Bırakıverdi kumsala ağzındakini. Kuma belendi ıslak taş. Kuş yeniden kondu adacığın üstüne. “Umut” dedi “bu sonuncusu. Al, bunu da koy diğerlerinin yanına.” Adam başını salladı. Aldı onu yerden, sildi, üfledi ve attı torbasına. “Bu sonuncusuydu. Anlaşıldı mı? Bitti artık. Şimdi de gereğini yapacaksın. Tamam mı” dedi karabatak ama yanıt alamadı sorusuna. Umut, oturdu kuma. Şalvarının ağını serdi. Boşalttı üstüne torbasındakileri. Rengârenk onlarca küçücük taş. Hepsi de karanlıktaki ateş böcekleri gibi. Saymaya başladı yaşlı adam. “Saymana gerek” dedi karabatak “ben biliyorum, tamı tamına kırk oldu.” Umut sessizliğini yine bozmadı. Doldurdu mücevherlerini kirlenmiş ak torbasına. Kalktı yerinden, şalvarının kumunu silkeledi.
Karabatak kanatları çırptı, havalandı ve kızıl kayalıklara doğru uçmaya başladı. Umut kuşun ardından bakarken yukarıdaki makilerin arasında çelimsiz bir çocuk gördü. Yeni yetmeydi. Elinde sopası, belinde azığı, sığırlarını sulamaya götürüyordu dereye. Umut, çocuğa eliyle gel işareti yaptı. Çobanı bir korku sardı. Bugüne değin hiç kimseyle konuşmayan bu adam, çocuğu neden çağırıyordu?
Yabancıydı, Umut. Emekli olunca gelip yerleşmişti bu sahil kasabasına. Balıkçılığa meraklıydı; küçücük, eski bir de tekne almıştı. Ucuza tuttuğu, toprak damlı, tek gözlü bir evde oturuyordu. İçine kapanıktı. Kimseyle pek fazla konuşmazdı. Tek dostu yalnızlığıydı.
Hava koşulları ne olursa olsun, Umut son birkaç yıldır gün ağarırken kalkıp giderdi yalıyara. Oradan da bir güçlükle inerdi ıssız kumsala. Ne yağmur dinlerdi ne de rüzgâr. Gidip gelirdi saatlerce küçük plajda. Bir şeyler arardı ve bulduğunu koyardı torbasına. Öğleye doğru karabatak da gelirdi yardımına.
Köylüler başlangıçta, bu adam oraya niçin gidiyor, ne yapıyor orada diye merak ederlerdi. Umut’u soru yağmuruna tutarlar ama yanıt alamazlardı. Kendilerince de cevaplarlardı kafalarındaki soruları. Önceleri casusluk yapıyor dediler sonra kaçakçılık. Ama zamanla onlar da alıştı Umut’un bu davranışına. Kimseyle konuşmadığı için ona bazen deli dediler bazen de dilsiz.
“Merhaba, Umut Amca” dedi çekinerek çoban, “buyur, neden çağırdın beni?” Tedirgindi, çocuk. Umut konuşmazdı ki. Nasıl anlaşacaklardı? Üstelik onun için delirmiş de deniyordu. Beti benzi uçan yavrucak, “Dağ başında, bu ıssız kumsalda ya bir delilik yaparsa, bu adam” diye düşündükçe korkusu artıyor, bacakları titriyordu. Umut elinde torbayla ona yaklaştıkça, soğuk soğuk terliyordu çocuk. Titreyen bacaklarını birbirine iyice yapıştırmış, bir eliyle de pantolonunun düğmelerini avuçluyordu. Bir kuş olup uçuvermeyi çok isterdi. Birden kumda var gücüyle koşmaya başladı.
“Neden kaçıyorsun evlat” dedi Umut. “Korkma, ben adam yemem.” Çocuk şaşırmıştı. Sağına soluna bakındı, konuşan kim diye. Başını çevirip Umut’a baktı, dudakları kıpırdıyordu. Yıllardır konuşmayan bu adam bülbül kesilmişti de dökülüyordu ağzından sözcükler peşi peşine.
Bak, dinle beni. Bir gün, karımla Tekeini tarafına balığa çıkmıştık. Yatıya kaldık. Sabah erkenden ağ topluyorduk. Nasıl olmuşsa olmuş, ağıma bir mücevher kutusu takılmıştı. Altın bilezikler, zümrüt yüzükler, inci gerdanlıklar vardı içinde. Devlet memurluğu yaptığım yıllarda çok çekmiştim fakirlikten. Eşim çalışmıyordu. Tek maaşla dört boğazı doyurmak kolay mı? Kazancımın yarısı ev kirasına gidiyordu. Çocuklar büyüyüp okula başlayınca, masraflar da artmıştı. Küçük memurdum, rüşvet de alamazdım. Ne çektiğimi bir Allah bilir bir de ben. Korsan taksicilik yaptım. Pazarda limon sattım. Hayat pahalılığını protesto eylemine katıldım, coplandım. Daha çok çalışayım dedim, horlandım. Ceketimin kolları yıpranmasın diye siyah kolluk yaptırdım, amirlerim dalga geçti benimle. Çok zor geçiniyorduk. Maaşım ay sonu gelmeden tükeniyordu. Otuz senemi verdim o koca kente. Başkentte yaşadım ama başkenti yaşayamadım. Hafta sonları garsonluk bile yaptım. Bir seferinde bir birahanede çalışıyordum. İki kişi gelip oturmuş, köşedeki masaya. Şef garson beni yolladı. Ne görsem beğenirsin! Benim müdür. Bir arkadaşıyla bira içmeye gelmiş. Onu görür görmez uzaklaştım oradan. Hemen şefe anlattım durumu. Servis yapmaya o gitti. Dönünce, “Kimse yok orada” dedi. Müdür, benim mahcup olmamı istememiş ve çekip gitmiş. Çıldıracak duruma gelmiştim, çalışırken. Emekliye ayrılınca da aynı şey. Çıldırmaya az kalmıştı. Anlıyor musun beni, yaşantımızı değiştirecekti bu kutu. Eşim ve ben uçuyorduk mutluluktan. Sancakburnunu geçince, bir poyraz döktü. Aman Tanrım! Zor kurtulduk. Kasabaya gitmek imkânsızdı. Kıyıdan kıyıdan gelip sığındık bu küçük koya. Tekneyi dışarı çektik. Yürümekten başka çıkar yolumuz da yoktu. Balıkları koydum bir kovaya. Hanım bastı bağrına kutuyu ve tırmanışa geçtik. Yolu tam yarılamıştık ki eşimin ayağı kaydı ve başladı yuvarlanmaya. Üstü başı yırtıldı, ağzından burnundan kan akıyordu. Şu koca taşa çarpınca da durdu. Elindeki mücevher kutusu yuvarlanıp gitti denize. Aşağıya indiğimde eşim ölmüştü. Kutu da yoktu. Hem eşimi hem de mücevherleri kaybetmiştim.”
Gözlerinden boncuk boncuk yaş dökülüyordu Umut’un. Çocuğun korkusu ise uçup gitmiş, küçücük yüreğini hüzün bürümüştü. Yazık deseler ağlayacaktı yavrucak. Bir an toparladı kendini. “Umut Amca’nın karısı yoktu ki! Hem tüm bunları bana neden anlatıyor” diye soruyordu kendi kendine.
Umut ise konuşuyordu sürekli. “Bir İngiliz yazardan biz söz geldi aklıma, ‘Bu dünya, belki de bir başka gezegenin cehennemidir’ diye. Yoksa ben buraya bir başka gezegenden mi gelmiştim. Kader olamazdı bu. O yaşta, o fakirlikle ne yapardım ben? Can yoldaşımı da almıştı yukarıdaki. İsyan ettim her şeye, herkese. Yuttum dilimi. Çıkış yolu bulamadım. Geldim bu kayaların dibine, boynuma bir iple taş bağladım, attım kendimi denize. Bir karabatak çekip çıkardı beni sudan. Bana, ‘Ben, karın Elmas. Tanımadın mı beni? İkinci hayatıma karabatak olarak başladım. İntihar edince, kime ne faydan olacak’ dedi. ‘Ben de yardım edeceğim sana, arayalım ve toplayalım sandıktan dökülen mücevherleri. Saymıştım ben, tamı tamına kırk parçaydı. Hepsini bulunca, bir gence verelim onları. Biz yaşayamadık, hiç olmazsa o yaşasın.’ İşte evlat, seni onun için çağırdım. Al şu torbayı. İçinde, altın, elmas, zümrüt, inci var. Kendine önce bir iş kur. Sonra da okul yaptır. Çocuk okut. Bu ülkenin okumuş insana ihtiyacı var. Okula giden değil, gerçekten ilim irfan sahibi olmuş okumuşa. Bu ülke çok çekti cahil insanlardan. Cahil deyince de mektepte okumamış olanları kastetmiyorum. Bilimin gösterdiği yoldan gitmeyen, bilime aykırı davranışları olan okumuşlardan söz ediyorum. Bu ülke çok çekti onlardan. Siz ve sizden sonrakiler bari çekmeyin. Ben, işte geldim işte gidiyorum. Bu yaştan sonra at olup da kuyruk mu sallayacağım. Ne yapayım parayı pulu. Hani derler ya, yaşlı adamın birine piyangodan bol para çıkmış, o da gidip hela yaptırmış…
Evet, evlat! Çok para var bu torbada. Çıldırtır adamı. Ama sen akıllı davranacaksın, anladın mı beni? Bol bol okul yaptıracaksın. Çocuk okutacaksın. Özgür insanlar yetiştireceksin. Anamızı belledi baskılar. Politik baskı, dinî baskı, sosyal baskı, mahalle baskısı, aile baskısı, içimizdeki çocuğun baskısı. Baskı da baskı. Bas, bas, bas…”
Bas, bas sesleri yankılanıyordu kayalıklarda. Umut, bir topaç gibiydi ama birkaç dönüşten sonra yığılıp kaldı sarı sıcak kuma. Çok geçmeden güçlükle kalktı yerden ve “Elmas, Elmas” diyerek koştu denize doğru.
Olup biteni bir türlü anlayamayan çoban torbayı aldı; elini soktu içine, avucuna gelenlere baktı. Cilalanmış çakıl taşları ve deniz böceği kabuklarıydı. Çocuk şaşkın şaşkın bakarken yaşlı adamın ardından, kendi kendine de konuşuyordu: “Duyduklarımı anlatsam, kim inanacak bana? Belki de benim için ‘Delirmiş bu çocuk’ diyecekler. En iyisi… Eyvah! Sığırlar. Sığırları unuttum. Ya birinin ekinine girmişlerse!”
Attı elindeki torbayı, koşmaya başladı yukarıya doğru. Kayalıklardan hışımla gelen karabatak, kaptığı gibi kirli bez torbayı, daldı suya Umut’un peşi sıra…

Hiç yorum yok: