1 Ocak 2009 Perşembe

GERÇEMEK 4. 3. 2 VE 1. SAYI

GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ SAYI 4


GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Songül Saydam
Güngör Türkeli

Basıldığı Yer:
Ankara, Reproton Ltd Şti

Baskı Tarihi: Ağustos 2007

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Sayı: 4

Sürdürüm Koşulları:
Yıllık 20 YTL

Posta çeki hesabı numarası:
5323892

Yönetim Yeri:

Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN

Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.


KAYAKORUĞU

Yöremizde denizotu ya da gövelek olarak da bilinen kayakoruğunun bilimsel adı denizrezenesi, Latince ismi ise crithmum maritimum’dur.
Deniz kıyısında, melteme ve dalga serpintilerine açık kaya yarıkları ile taşlı kumluk arazilerde kendiliğinden yetişen, 25–50 cm boyunda, çok yıllık, otsu bir bitkidir. Etli yeşil yapraklı bu bitki, temmuz ayından itibaren ekim sonuna kadar şemsiye şeklinde sarı çiçek açar.
C vitamini, iyot ve brom bakımından oldukça zengin, hücre yenileyici, sakinleştirici, diş eti rahatsızlıklarına iyi gelen, idrar söktürücü ve kurt döktürücü özelliklere sahip kayakoruğu guatrda da faydalıdır.
Yeşil kısımları zeytinyağı ile karıştırılarak bir merhem yapılır ve cilt iltihaplarında, egzamada, nasır tedavisinde kullanılır.
Yöremizde iki çeşit tüketim şekli vardır:
Birincisi; yaprağı yağda kavrulup üzerine sarımsaklı yoğurt dökülerek yenilir. İkincisiyse, turşu olarak tüketilir. Değişik bir tadı ve kokusu olan kayakoruğu turşusu, iştah açıcı ve meze olarak kullanılır. Salataların üzerine serpiştirildiği gibi diğer turşularla karıştırıldığında onlara hoş bir koku verir.
Kayakoruğu, Fransız ilaç sanayine 1837 yılında girmiş: Cilt temizleme toniği ile yüz bakım kremi yapımında kullanılmaktadır.

EDİTÖRDEN



KAYAN BİR YILDIZIN ARDINDAN

Takvim yaprakları 8 Ağustos 1985’i gösterirken, bir minibüs ilerliyor, bol dönemeçli Silifke-Anamur karayolunda. Yolcuları Anamur’a bağlı Akine köylüleri. Aralarında yöremizin yetiştirdiği değerli şairimiz Abdülkadir Bulut da bulunuyor. Bir duruşmadan dönüyorlar. Pos bıyıklı Bulut, kapıya dayanmış, köylüleriyle sohbet ederken, Taşucu’ndan sonra Boğsak yakınlarında, sert bir dönemeçte olan oluyor. Kapı açılıveriyor ve daha saçına sakalına ak düşmemiş o Yörük yiğidi, dışarıya savruluyor, başından akan kan suluyor kaynayan asfaltı.
Ertesi gün de Sennur Sezer’in “Bir selam gibi değip geçtin hayata” dediği türden ayrılıyor aramızdan. İşte böyle kayıyor edebiyat dünyamızdan bir yıldız.
Şairimizi, 22. ölüm yıldönümünde, saygı ve sevgiyle anıyoruz.

HOŞUMA GİDER
Hoşuma gider
Elinde çay bardağı
Güneyde bir köy evinin
Üstü çinkolu balkonundan
Ve yağmurlu havalarda
Dağlara bakan birisinin
Duruşu

Hoşuma gider
Her gün sokaklarda
Uzuneşek oynayan çocukların
Avuçlarına tükürerek
Koşmaları

Hoşuma gider
Çiçeği burnunda âşıkların
Bir okul sonrasında
Koltuklarına sıkıştırarak
Ciltleri bozulmuş kitapları
Ve ürkek bir tavşan gibi
Evcilleştirmeye çalıştıkları aşklarını Elleriyle bastırarak
Yürümeleri

ABDÜLKADİR BULUT


ABDÜLKADİR BULUT

GÜNGÖR TÜRKELİ

Anamur’a izinli olarak gelmiştim. Şiire olan yakınlığımı bilen öğretmen arkadaşlarım, Anamur Ortaokulu’nda bir öğrencinin güzel şiirler yazdığını söyledi. Pek inanamamıştım. Okula gittim. Kara kuru, saçları üç numarayla kesilmiş bir köylü çocuğu çıktı karşıma. Öğretmen arkadaşlar, “İşte şiir yazan öğrenci bu,” dediler. Doğrusu, çocuğu gözüm tutmamıştı. Birkaç şiirini istedim. Getirip verdi. Bir şeye benzetemediğim çocuğun şiirleri gerçekten şiirdi, şiirin damarını yakalamıştı.”Bu şiirleri sen mi yazdım,” diye sormaktan kendimi alamadım. O kara kuru çocuk, alınmıştı sözüme ve efelenircesine “Tabi ben yazdım,” dedi.
Yıllar sonra, Şair Cemal Süreya’nın “Kasabalı Lorca”, Öykü yazarı Necati Güngör’ün de “Alibeyköy’de bir Yörük delikanlısı” diye andığı Abdülkadir Bulut ile tanışmamız işte böyle oldu.
1966 yılında ihtilalci bir grupla ilişkim olduğu savıyla emekliye sevk edildikten sonra Haziran 1967’de Anamur’a geldim ve ilk matbaayı kurup ilk gazeteyi “Anamur Gazetesi”ni yayınlamaya başladım.
Şiir, Abdülkadir ile aramızdaki bağın gelişmesinde en büyük etkendi. Abdülkadir, günlerininin büyük bir bölümünü matbaada geçiriyor, birlikteliğimiz gece gündüz eksilmeden sürüyordu.
Abdülkadir, Fahrettin Deniz, Ali Kurt, Mehmet Kurt ve ben, 1971 gerici darbesiyle gözaltına alındık ve bir polis gözetiminde Mersin Emniyet Müdürlüğüne götürüldük. Mersin Emniyet Müdürlüğüne vardığımızda, akşam oluyordu. Bizi Çarşı Karakolu’na götürdüler. Nöbetçi polis, Mersin’e atanmasına yardımcı olduğum bir memurdu. Arkadaşlarımın bundan haberi yoktu. Önce tavanından gerçekten sidik akan bir odaya soktular. Gözaltına alınan arkadaşlar, bu nedenle buranın adını “Sidiklik” koymuşlardı. Kısa süre sonra nöbetçi polis geldi ve beni dışarıya çağırdı. Karakolda bir süre kalacağımızı, isteklerimin neler olduğunu sordu. Öncelikle Mersin’de bulunun ailemle görüşmek istediğimi söyledim. Hemen görüştürdü. Vali, Bayram Turan Çetin idi Çok iyi tanışıyor, karşılıklı sevgi ve saygı içinde ilişki içindeydik. Valiye haber saldım. Bilgisi vardı. Valinin aracılığıyla evden beş kişilik yatak getirtme olanağı bulduk. Abdülkadir’in bu tür olaylar karşısında kuşkulu tavırları vardı. Hani ben sidiklikten çıktım ya, damgayı basmış. “Güngör, ajan” demiş. Kısa süre sonra anladı ve yanlış değerlendirme yaptığını söyleyerek özür diledi.
Sanıyorum Çarşı Karakolu’nda 15 gün kadar kaldık. Ama öyle neşeli bir kalış ki, Abdülkadir kendisi yaşamış gibi gülünç öyküler anlatıyor, biz de kahkahalarla gülüyorduk. Bir gün karakol amiri geldi, “Kardeşim, gözaltına alınan biz miyiz, siz mi siniz? Nedir bu kahkahalar,” diyordu.
İlk sorguya Abdülkadir çağrıldı. Karşı çıktım ve ilk sorguya beni almalarını istedim. Çünkü Abdülkadir giderse, işkence yapacaklardı. İşkence yapılmaması konusunda Emniyet Müdürlüğü uyarılmıştı. Özellikle bana işkence yapılmaması sıkı sıkıya tembih edilmişti. Bana işkence yapılmazsa arkadaşlarıma da yapılmamalıydı. Bu nedenle önce sorguya benim alınmamı istedim. Kabul ettiler ve ilk sorguya ben gittim. Bir sandalyeye oturttular. İri yarı Arap şiveli bir polis memuru “Bu memleketi ‘komisinislere’ teslim edecektiniz ha,” diyerek saldıracakken sorgucu komiser hemen müdahale etti ve polis memurunu uzaklaştırdı. Arkadaşlarımızın hiçbirine de işkence yapılmadı.
777 gün mesleğinden uzak kaldıktan sonra, görevine döndü ve meslektaşı Havva İnce ile evlendi. Birlikte Anamur’un Demirören (Melleç) Köyü’ne atandılar. O yıllarda ben, Antalya’da yaşamaya başlamıştım ama Anamur’a sıkça gelip gidiyor, Abdülkadir’e uğruyordum. Bir de ne göreyim, Abdülkadir 100 keçi almış, bir de çoban tutmuş, ek gelir sağlamaya çalışıyor. O sırada da TRT Şiir Ödülü’nü kazanmaz mı? Ona bu ödülü kazanmasının çok önemli olduğunu, önünün açıldığını ancak Anamur’un Demirören Köyü’nde hem öğretmenlik yapıp hem de dağda keçi besleyerek şair olunamayacağını söyledim. İstanbul’a gitmesini, atanmasıyla ilgili yardımcı olabileceğimi anlattım. Eşi de o da “evet” diyemiyor, “oralarda geçinemeyiz” gibi bahaneler uydurmaya çalışıyorlardı. Bazı dostlara durumu anlattım ve mektupla, telefonla onları uyarmalarını söyledim. Dostlar da yardımcı oldular.
Bir gün araştırma için Ruhi Su ile Anamur’a gidiyorduk. Kesinlikle Abdülkadir’le tanıştıracaktım Ruhi Su’yu. Yolda da anlattım durumu. Lojmanının önündeki yörede “talvar “ dediğimiz bir gölgelikte misafir etti bizi. Ruhi Su da ciddi biçimde uyardı Abdülkadir’i. İstanbul’a geldiğinde ona yardımcı olabileceğini de söylemişti.
Abdülkadir ve eşi Havva Hanım kısa süre sonra İstanbul, Alibeyköy’de bir okula atandılar. İstanbul’da geniş bir sanatçı çevresiyle tanıştılar ve dost oldular.
Yıl 1985. Antalya’da Cumhuriyet Gazetesi’ndeydim. İkide birde telefon ediyor, “Abi, hemen uçağa atla gel. Bir öğrencimin babası, Almanya’dan kocaman bir şişe, damacana gibi Viski göndermiş, sen gelmeden içmem. Acele gel,”diyordu. Birkaç kez geçiştirdim ama olmadı ve bir gün gitmek zorunda kaldım.
Birkaç gün Necati Güngör başta olmak üzere, arkadaşlarla buluşup görüştük. Ayrılacağım zaman, Abdülkadir, beni uğurlamak için Cumhuriyet Gazetesi’ne geldi. Önce Nadir Nadi Bey’e uğradık. Sırayla İlhan Selçuk, Oktay Akbal, Ali Sirmen ve diğer yönetici arkadaşlarla vedalaştık. Abdülkadir, herkese “Abi ben bu yaz Anamur’a gideceğim. Kalenin kulağına çadır kuracağım. Oradan da Antalya’ya Güngör Abi’ye ve arkadaşlara uğrayacağım. Allaha emanet olunuz, efendim” diyerek çıktı.
Dışarıda,”Abi sana geleceğim de Neriman Aplam (P harfini özellikle vurguladı) beni döver mi,” dedi. Ardından da ekledi. “Anamur’a gider gitmez, Ayşegül’e telefon edeceğim. Balkonda balığı, rakıyı hazırla, geliyorum, diyeceğim” demişti.
Gerçekten bir sabah Anamur’dan telefon etmiş. Silifke’ye gideceğini, akşama döneceğini söylemiş, kızım Ayşegül’e. O gün ben, röportaj için Eğirdir gölü dolayındaydım. Bir ara Eğirdir Belediye Başkanı’nın yanındayken, telefon geldi. Başkan, benim arandığımı söyledi. Almacı aldım, karşımda çığlık çığlığa ağlayan bir kadın. Güçlükle konuşuyordu. “Bir şey söyleyeceğim, çok üzülme emi! Abdülkadir’i kaybettik” dedi. Odadakilerden utanmasam bağırarak ağlayacaktım. Sendelemişim, Başkan yerinden fırladı, koluma girip beni bir koltuğa oturttu. Su ve kolonyayla biraz kendime gelir gibi oldum ve kendimi yola attım. Otobüs, traktör, kamyon ne bulabildimse gece boyu o araçlara binerek Antalya’ya geldim. Arkadaşlara telefon ettim durumu öğrenmek için. Cenazeyi Mersin’de defnetmişler.
Ve bir şey daha eklemeden yazıma son vermek istemiyorum.
Kısa bir süre sonra, İzmir’den Muzaffer İzgü Ağabey’den bir telefon geldi:“Antalya’ya geliyorum. Şu saatte otobüs garajda olacak. Beni karşıla.”
Onu belirtilen saatte karşıladım. Muzaffer Ağabey, otobüsten iner inmez boynuma sarıldı ve “Ulan Güngör, böyle köylüce de ölünmez be,” diyerek ağlamaya başladı. Onu limon ya da portakal ağacı olan bir yere götürmemi ve masamıza kimsenin yaklaşmaması için de önlem almasını istedi. Gecenin geç vaktine kadar bir limon ağacının altında baş başa Abdülkadir’i anıp rakı içtik
Abdülkadir’i hiç unutmadık. Onu “Kasabalı Lorca” ya da “Alibeyköy’de Bir Yörük Delikanlısı” olarak anmaya devam ediyoruz.
Kadir, sen rahat uyu! Dostların seni hiç unutmadı ve de unutturmayacak. Bu arada sana bir şey söylemek istiyorum: Değerli yazar arkadaşımız Ali F. Bilir de seninle ilgili bir kitap hazırlıyor…
Kara pos bıyıklarının altından beyaz dişlerini görüyor gibiyim. Korka, Dostum! Sayın Yazarımıza, senin adına ben, şimdiden teşekkür ederim.


TATİLDE LORCA DA BİZİMLEYDİ
Özler YALÇINER KELECİOĞLU

Aydıncık’ta tarihî Dörtayak Anıtmezarı’nın yanı başındaki baba evinde Mustafa Hoca ve eşinin ağırladıkları kişi, Anamurlu şair Abdülkadir Bulut’un 21. ölüm yıldönümü için düzenlenen anma toplantısına katılanlardan biriydi. O, Toroslar’ın yetiştirdiği ünlü yazar Osman Şahin’in tabiri ile “Şiirimizin dervişi” Müslim Çelik idi. İsmen tanışıp cismen tanışmayan dostları Ali İhsan Bilir ile Müslim Çelik’i karşılaştıracak olmanın mutluluğunu doyasıya yaşayan Mustafa Hoca, yine anma toplantısının diğer davetlisi Nevzat Karakış’ın kendisine hediye ettiği türkü diskini koydu disk çalara. Aygıt dönmeye başlayıp da Nevzat Bey’in içli sesi kulaklarında çınladıkça neşesi bir kat daha artıyor, ağzı kulaklarına varıyordu. Kadehindeki buz gibi aslan sütünden aldığı yudum, boğazındaki pası alıp götürmüştü, tıpkı tüm ruhuna gıda olan bu güzel nağmelerin kulaklarının pasını aldığı gibi. Aydıncık’ın sıcak akşamına salına da salına karışan, yılların eskitemediği türküye, akşam için haşladığı kuru fasulyeleri pilaki yapmaya çalışan Canan Hanım’ın mutfaktan gelen güzel sesi de eklenince harika bir düet oluyordu. Bu düet arka balkondan yıldızlara ulaşmaya çalışan Toroslar’a çarpıp geri dönüyor ve çok hoş bir eko yapıyordu. “Salına da salına da gel, yavrum dön dolaş yine bana gel”.
Saadet ve Ali İhsan Bilir çiftinin gelmesiyle başladı akşam yemeği. Canan Hanım’ın hamaratlığını konuşturduğu leziz yemeklerin afiyetle yendiği masada, Lorca da kendinden bahsettiriyordu, Abdülkadir Bulut’a yapılan “Kasabalı Lorca” benzetmesiyle.
Lorca mı, O da kim? İşte böylesine bir sorudan kaynaklandı her şey. Lorca kim, diyecek olduysa da vazgeçti. Yemek sonrası kuzenleriyle buluşmaya can atarken konuyu hiç de uzatmaya niyeti yoktu. Zaten oldukça yoğun ve ağır geçen bu yazınsal sohbet, çok da ilgisini çekmemişti. Zili bekleyen öğrenciler gibi kulağı telefonundaydı. Derken cep telefonun mucizevî sesi imdadına yetişti. “Afiyet olsun, sizlere iyi akşamlar” sözleriyle ayrıldı enfes sofradan, babasını sanatlı, şiirli söyleşide can dostlarıyla baş başa bırakarak.
Liman’a doğru yapılan yürüyüşte çıkıvermişti ağzından Lorca da neyin nesi, kimin fesi sorusu. Lorca’yı bilen yoktu. 10 kişilik grupta herkes ilk kez duymuştu Lorca’yı. Derken şamataya vuruldu olay, gülünüp eğlenildi hep birlikte. “Bir Lorca, bir hırka” dendi. “Ben Lorca gördüm” şeklinde cümleler bile kuruldu.
Şiire bu kadar uzaktılar işte. Bu uzaklığı kapatmak üzere yapılan Lorca’lı esprilere atılan kahkahalar, büyüdükçe büyüyor, dalgalar halinde Aydıncık sahillerini dövüyordu. Bilemezlerdi ki bu dalgalardan Mustafa Hoca’nın gönül denizindeki yazın gemilerinin hasar görüp de alabora olabileceğini.
Gazi Üniversitesi’nde öğrencilerine verdiği Fransızca dersler artık yetmişti Mustafa Hoca’ya. Şimdi emekli olmuş, yaşamının bu üçüncü baharında hem okuyor hem de yazıyordu. Aynı zamanda fotoğraf da çekiyordu. Görmeyi yıllarca ertelediği güzellikleri sığdırıveriyordu şimdi de objektifine ve dijital makinesiyle o güzelim resim karelerini ölümsüzleştiriyordu. Ölümsüzleştirmek, yaş kemale erdikçe yaşanmışlıkların kaybolup gittiğine hayıflanan büyüklerinin sıkça kullandığı, geriye bir şeyler bırakma arzularının ifadesi oluyordu.
Bir Fransız atasözünü anımsamıştı “Gençler bilebilse, yaşlılar yapabilse”. İşte gençlere bilmeleri için bir şeyler yazıp bırakmaktı belki de gayesi ve hatta herkesten de istiyordu bunu yapmasını. Ağustos 2006’da taş evdeki buluşmanın, sohbetin, yaşananların, unutulmaması gerekiyordu, Mustafa Bey için. Kızına öyle bir görev vermişti ki dönem ödevi mi desek, bitirme tezi mi, ben de bilemiyorum. Ne ad takarsanız takın artık. Varın siz koyun yaşanmışlıkların kaleme alınması ve duyguların kelimelere kazınarak orada olmayanlara o anları tekrar yaşamak isteyenlere öznel bir yaklaşımla yaşattırma dürtüsünün sonucunun ismini.
Çok ilginç bir yaz tatiliydi ve bu tatilde onlara hiç tanımadığı ölü İspanyol şair Lorca da eşlik etmişti. Abdülkadir Bulut ve Lorca, Dörtayak Anıtmezarı’nın dibinde ölümsüzleştikçe ölümsüzleşiyordu, yalnızca onlar değil, onları anan Mustafa Hoca ile dostları da.
Çok kısa sürecek bir tatilde babası ile özlem gidermesine engel olduğunu sandığı Şiirimizin Dervişi’ni kıskanan kızı da ölümsüzleştirmeye karar verdi o geceyi. Böylece belki kendisi de ölümsüzleşiverirdi tıpkı ağustos sıcağındaki bu anısı gibi.



TAKANLI ALİ
Mehmet Babacan

Takanlı Ali, Sarıkaya’nın saygın bireylerinden biriydi. Aslen Takanlı Köyü’nden olduğu için bu lâkabın takıldığı söylenirdi. “Takanlılı” demek daha doğru olurmuş belki de, köylü kestirme söylemiş.
Orta yaşı geçmişliğini ve bir kolunun özürlü oluşunu, başarılı davranışlarıyla örtmeyi beceren, güler yüzlü, esprili bir kişiydi Takanlı Ali.
Tüm kâğıt oyunlarında usta olduğu halde, kumarcı değildi. Oyun bedeli, çaydan, kahveden yukarı çıkmazdı. Ancak Takanlı’nın gözünde asıl önemli bedel “ Yenilmeyi ayı bile sevmez” yargısıydı.
Bir kolunun felçli oluşu, onu çolak yapmıştı ama özürlü yapamamıştı. Oyun becerisini tutku haline getirişi, çolaklığa isyan mıydı? Yani eli kolu sağlam olanlardan daha başarılı olmakla duygularını tatmin mi ediyordu? İç dünyasında bunalımlar varsa bile bunu açığa vurmayan, genelde hoşgörülü, esprili hatta kimi zamanlarda vurdumduymaz sayılabilecek genişlikte bir kişiydi. Belki kimi acıları, gülümsemeye, nükteye sarmayı beceriyordu.
Eşi ile uyumları “ Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş” sözünü anımsatırdı. Birinin ak dediğine, öbürü olsa olsa bembeyaz diyebilirdi.
Takanlı, domino oyunlarında daha mı becerikliydi diye düşünürüm hep. Çünkü o çolak eliyle taşları karıştırır, kaşla göz arasında, kendine yarayanları, ortağına yarayanları seçmeyi becerirdi. O nedenle ortağının elindeki taşları büyük oranda bildiğinden, oyuna hemen hâkim olurdu.
Eşli oyunlarda, çokça, beni ortak seçtiğinden, samimiyetimiz daha koyucaydı. Ama bu durum, şakalaşmalarımıza engel olmuyordu.
Şakalaşmalar, eskiden kırsal alanın başlıca eğlence yöntemlerinden biriydi. Şakaya kızanlar, bozuk atanlar, adeta aforoz edilir, onlara bir daha şaka yapılmazdı. Şaka yapılmayan adam, adamdan sayılmazdı ki.
Şakaların ağır kaçtığı da görülürdü bazen. Ama sorun haline getirilmez, “ Eşek şakası” deyip geçilirdi.
Şakalara hemen yanıt vermek gerekmeyebilirdi. Ancak yanıtsız da bırakılmazdı. Yanıtsız bırakan “ Altta kalmış” sayılırdı.
Kuşkusuz, şakaya asıl tadı veren, hazırcevaplık becerisi içinde, yaratılan mizahtır ki onun bir zekâ ve yetenek işi olduğu tartışma götürmez.

***
Bir gün, elinde bir paketle geldi yanımıza Takanlı Ali; “Bir çay söyleyin de çay nasıl içilirmiş göstereyim” diyerek oturdu teklifsizce. Çay geldi, şekerini karıştırırken “ Şu pakette bir kalıp peynir var ki peynir diye ona derim işte. Sabah kahvaltıda yerken sizi kesinlikle düşüneceğim, hiç merak etmeyin” şeklinde gırgıra devam ederken başladık aznif oynamaya.
O arada, peynir takılmıştı bir kere aklımıza. Kaş göz arasında, peynir paketten çıkarıldı, yerine aynı büyüklükte bir tuğla yerleştirildi. “İşlem tamam” şifresi, operasyonun başarısını anlatırdı hep. Hiç kuşkulanmadan paketi alıp gitti Takanlı Ali.
Gerek kendisinden, gerekse eşinden hiçbir tepki gelmedi. İlişkilerimiz, şakalaşmalarımız eskisi gibi, hiçbir değişiklik yok. Peyniri oturup yememiş olsak, böyle bir olay olmadı, düş gördük diyebileceğiz.
Aylar geçti, mevsim bahara döndü, her taraf yeşilin tüm tonlarına büründü; çiçekler açılma yarışında. Takanlıgilden gık çıkmıyor. Oysa onun altta kalması olanaksız. Nerdeyse, “ Yahu Ali Usta, bize bir şaka yap da beklemekten kurtulalım” diyeceğiz. Ama onların kılı bile kıpırdamıyor.

***
Gene bir gün, köy kahvesinin önünde dominoya kurulmuşuz. Takanlı Ali tüm maharetini sergiliyor.
“ Devlet görevi olsa, bu kadar dikkatli çalışmazsınız” diyerek geldi yanımıza Takanlı’nın eşi.
“ Bana bak herif, şu işin bitince gecikmeden asma yaprağı toplayıver de bir yaprak sarması yapayım. Özledik. Çoluk çocuk gırılmış gibi yesin.”
“ Yenge, biz de öksüz çocuk sayılırız, ne ana var ne de baba” deyince; “ Siz de gelin gardaşlar, gıyamat mı gopar? Bak Ali Efendi, ona göre yaprak topla, arkadaşlarını da getir” deyip gitti.
“Bugün kısmetimiz açık. Akşam yemeğini garantiledik” diye gülüştük ve dominoya daha bir iştahla sarıldık. Sabırsızlıkla bekledik akşamı da.
Bekletmeyelim, ayıp olur” diyerek tuttuk evin yolunu.
Balkonun bir ucunda, çocuklar sarma yemeye başlamışlar bile. Bunu görünce iştahımız biraz daha açıldı. Gerçekten özlemişiz yaprak sarmasını.
Bizim masa içerideydi. Masanın ortasına konulmuş olan büyükçe bir tepsiye yığmışlardı sarmaları. Ayran da olsa iyi olurdu ama görünürlerde yoktu. Sarma tepsisinin iki yanına çiçekli vazolar yerleştirilmiş, herkesin önüne de servis tabakları konulmuştu.
Tabağıma almak üzere çatalı sarmaya batırdığımda gırt diye bir ses çıktı gibi geldi bana. Pirinç pişmemiş olabilir miydi? Sarmayı ağzıma aldım, bir tuhaflık vardı. Dişime dokunan, toprak mı kum mu belirsizdi. Ama toprak tadı baskın gelmişti. Öylece durdum, arkadaşlara baktım, onlar da aynı şekilde birbirlerine bakıyorlardı. “ Ağızlarını bıçak açmaz” lafı bu anlar için söylenmiş olmalıydı.
Ev sahibi, henüz yemeye başlamamıştı ve ağırdan alıyor gibiydi.
Kapıya en yakın olan arkadaş, yavaşça dışarı çıktı. Diğerleri tek tek onu izlediler. Ben, en sona kaldığım için, ağzım sulandı; sarmayı ağzımda birkaç kez çevirmek zorunda kaldım ve sarmanın niteliğini iyice belirledim.
Olup biteni anlamak için, çok zekâ gerekmiyordu. Belli ki o peynir yaptığımız tuğla, un ufak olmuş, nefis bir senaryo içinde, pirinç haline gelerek sarma kimliği altında geri dönmüştü.


GÜLNAR GÜLNÜĞÜ
MÜSLİM ÇELİK

Gülnar’a indikte, uzaktan dumanlı bahçeleri, taş evleriyle yeşil nar tadında duyumsattı kendisini bana. Böyle düşünürken, tam girişte yolun kıyısında kenger bitkisi gördüm. Taksiden inerek yanına gittim, kurumak üzereymiş, dayanamadım, kopardım. Dikenlerini ayıkladıktan sonra, yenilebilecek kısımlarını yedim. Kenger sakızı kokusuna doymuş oldum. Ali Bilir’in eczanesindeyiz artık. Dükkanda çalışan bayan bize ne alırsınız diye soruyor, “Soğuk sıcak?” Yalçıner, soğuk bir şey bense çay içiyorum. Ortaokulu bu kasabada okumuş, ünlü eğitimci Gündüz Artan öğretmeniymiş. Ali ve Saadet Bilir’le görüşemiyoruz. Çünkü onlar o günlerde İstanbul’dalar.

O EV
Tek katlı, kagir, kasabanın tarihiyle yaşıt. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri var. Çeşitli amaçlar için kullanılmış belli ki. Şimdilerde kahvehane olarak yaşamını sürdürüyor. Dıştan yer yer sıvaları dökülmüş, altı doldurma, içinde yıllara göğüs germiş, demirden, büyük soba, yaz olduğu halde yerinde duruyor. Bina iki kapılı han gibi. İkisi de geniş, yüksekçe ve yaşanmışlık kokuyor. Bu bina yıkılmamalı kesinlikle korunmalı derken, birkaç emekli yaklaşıyor yanımıza, söze katılıyorlar. Kasaba merkezinde eskil duran tek konut gibi gözüküyor. İlgililerle görüşelim, imza başlatalım, diyorum. Üstü düz baca. Basamaklarında M.B. Yalçıner’le resim çektiriyoruz.
Daha öncesi, üç kapılıymış gibi geldi bana. Birini örmüş ve kapamışlar mı ne? Eski usul, kanatlı ve camlı bölmeli pencereler zamana uymuşlar. Duvarlarda arşitrav yerine, hatıllar kullanılmış. Kerpiç, kagir üzerine beton sıva atılmış, yaraları örtülsün diye. Duvarlarında ilanlar asılmış ve sinek ölüleri var. Birkaç yaşlı kişi ilerde kağıt, tavla oynuyorlar. Çay, semaverlerde yüz yılla meydan okurcasına fokurduyor. Eşik, katran ya da ardıç ağacından olabilir. Üst üste atılmış birkaç basamakla aşılabiliyor. İçimden, kimler basmadı buralara diye düşünüyorum
Bir rüyayı son bulmanın üzgüsüyle uçsuz bucaksız düşlere dalsam, sokaklarda yiterim korkusuyla cayıyorum ve bir ulu çınarın gölgesine sığınıyoruz. O yörenin Nasreddin Hocası olan bir ulu kişiye ait mizahi fıkralar anlatan, birinin masasında buluyoruz kendimizi. Yerleşimin tek ve en son demircisi, karşımızda, kızgın demire çekiç sallıyor. Çekiç sesleri eski zaman alemlerine daldırıyor bizi. Üst üste koyulmuş irili ufaklı, boy boy bakraç, kazan, kazma, tara, balta, palalar görüyorum dükkanın önünde. Bir ara bizim Erzincan’ın ya da Serez’in bakırcılar çarşısını düşlüyorum.

BEŞ ELMA

Sayılı günler çabuk geçer. Aydıncık’tan uğurlanıyorum. Ardımdan yıllar sonra ilk kez el sallayanlarım oluyor. Gülnar’a uğrayan otobüsümüz, birkaç dakikalığına garaj girişinde duruyor. Yalçıner bildirmiş demek ki. Kıymetli Ali F.Bilir elinde elma poşetiyle karşılıyor beni. İyiydi, güzeldi derken, otobüs bensiz hareket ediyor. En çok hoşuma giden, ardından ıslık çalmalar, bağırmalarla, taşıtı daha fazla hızlanmadan, Ali ile koşarak durdurmamız oluyor.
Bir kere, bu bir elma, gönül alma, dünyalara bedel, çok seviniyorum. İnsanımızın bu Anadolu kadim meyvesiyle dostunu uğurlama geleneği sürdürmesi, kadirşinaslığından.
Elmanın birini, Mut’u geçerken yedim, gece yarısıydı. Çocukluğumu köyümdeki bağımızı anımsadım. İkincisini Ankara otobüs garajında sabah kahvaltısında hallettim. Üçüncü elmayı, bizi sağlıcakla İstanbul’a indiren şoförümüze ikram ettim. Dördüncüsü bir hanım arkadaşımın çantasında uzun süre gezindi. Beşincisini bozulmaya yüz tutana denli kitaplığımda tuttum.
/Şimdi elmanın çekirdeğinde özüm
Kan sürüyen fidelerde büyür dallarım/
şiirimde olduğu gibiyim.




BİR TÜRKÜNÜN ÖYKÜSÜ
Doğan Altay

Yapıntılı Molla Hasan Ahmet, sazlı sözlü, türkülü, içki sohbetlerini çok severdi. Buna bizim buralarda “cümbüş” derler. Ahmet Ağa cümbüş ehli bir adamdı. Onun bulunduğu cümbüşlerde kavga, can sıkıcı, üzücü söz ve davranışlar olmaz sadece tatlı sohbetler edilir, güzel-özgün türküler söylenir, tatlı anlar yaşanırdı.
Gençlik yıllarında yoldan geçen bir yolcunun söylediği bir türkü Ahmet Ağa’nın çok hoşuna gider fakat öğrenemez... Zaman geçer bir bilene de rastlamaz ama türkü bir düğüm gibi belleğine yerleşmiş, bir türlü söküp atamaz. Yıllarca her gördüğüne sorar fakat buralarda bilen yoktur o türküyü.
Yıllar sonra bir yaz yayladan sehile iner; harmanını kaldırır, zahiresini, samanını içeriye atar. Bütün bu uğraşıları arasında bile türkü, onu rahat bırakmamaktadır. Düşünür, o türküyü kimden öğrenebilir diye... Aklına Silifkeli Ahmet Ali Çavuş gelir. “Türküyü kesin kes o bilir” diyerek çift atlı arabasını hazırlar; atların yemini, samanını, kendi azığını da yüklediği gibi Silifke’nin yolunu tutar. İki günde ulaşır Silifke’ye... Ahmet Ali Çavuş’u bulur. Bulur ama Çavuş da o türküyü bilmemektedir... Yalnız, Anamurlu Yanık Hacı’nın bilebileceğini söyler.
O yılların koşullarında Anamur bir haftalık yol... Varsın olsun... Ahmet Ağa türküyü illâ öğrenme kararında, yolun uzaklığı engel değildir, türküyü bileni bulsun da... İkindi üzeri arabasına biner atlarını kamçılar; ver elini Anamur... Arabasının üzerine çilingir sofrasını yayar, rakısını açar, hem içer, hem gider... Bir de türkü kaptırır İrfani’den:

“Anamur yolları kayrak çakıllı”

Gide gide Anamur’u, orada da Yanık Hacı’yı bulur. Yanık Hacı, uzaktan gelen misafirine ikram olmak üzere kemanını kucaklar, güzel bir türkü şöleni geçer.
Ahmet Ağa geliş nedenini ve hikâyesini anlatır. Yanık Hacı kemanı ile başlar türküye:

Kerziban’da üç şey vardır sevilir
Biri alma biri ayva biri nar
Alma senin ayva senin nar benim
Suya giden top zülüflü yar benim

Yıllarca süren problemini böylece çözen Ahmet Ağa’nın mutluluğuna son yoktur. Sevinerek türküsünü söyleye söyleye Mut’a geri döner.
Ahmet Ağa, 25–30 yıl sonraları bu öyküyü bizlere öğünerek anlatırdı.


TOROSLARDA BİR GÜNCE
CELAL NECATİ ÜÇYILDIZ

Sabahleyin 05.00 de bir horoz sesi ile uyandım. Emmimgilin Kayrak’ta bir çiftlik evindeyim. Üzüm topladık, sepetlere kondu. Karşı tarafta emmim çift sürüyor. Ona hazırlanan azığı götürdük. Taşlık, patika yol. Yol kenarları meşe, çam ağaçları sıra sıra. Hele kaba pelitler. Kimileri büyümüş, kimileri keçilerden kendini korumak için kayalara yaslanmış. Az ilerde kurumuş meşe kütükleri var. Birinin içi yanmış. Kül yapmışlar. Yarı parçalanmış. Gökyüzünde bir uçak geçiyor, dumanları savura, savura. Gürültüden keçiler ürküyor. Çoban dağılan keçileri ıslık çalarak toplamaya çalışıyor.
Yolda Nuru Köyü’nden Şefik Emmi ile söyleşi kuruyorum. Sakızlıklara aşı yaptıklarını, zeytinlerin bu yıl az olduğunu. “ Ah bir sulayabilsek, zeytin olacak emme.” Şefik Emmi kalkıyor, heybesini omuza atıp uzaklaşıyor, aşağıdaki köyüne doğru.
Az ilerde dalıyorum. O sıra ayağım burkuluyor. Yarı topallayarak sürülen tarlaya ulaşıyorum. Emmime azığını verip, biraz sohbet ediyoruz. “ Okuyun, okuyun. Benim okumamı, öğretmenim çok istemişti. Ama babam uzaklara gönderemem deyip kesip attı. Bakın sizin babanız köyünü terk etti, sırf sizleri okutayım diye. Bunun kıymetini bilin.” Başımızı sallayıp, onaylıyoruz. Onu öküzleri ve sabanı ile baş başa bırakıp ayrılıyoruz.
Meşeler bitiyor, andız, ardıç ağaçları başlıyor. Yukarı çıktıkça yüzümden terler; siyem, siyem akıyor. Yoldan çıkmak zorlaşıyor. Yanlamasına, yokuşu bölerek yoluma devam ediyorum. Elime bir sopa alıyorum. Onunla yokuş yukarı çıkmak biraz daha kolaylaşıyor. Kekik, acı yavşan kokusu sarıyor. Karşıdan Sartavul’dan serin bir esinti geliyor. Gelen bu orman havası, yorgunluğumu azaltıyor.
Yol bitiyor, kayalıklara tırmana tırmana çıkıyorum. Sonra birden bire bir yıkık ev. Kapkara ocağı var. Yarı yıkılmış. Bir yaylak evi, tahtadan yapılmış çardak. Kayalıkların arasında bir küçük bahçe kurulmuş. Karpuz, kelek ekilmiş. Ağıl içinde bir sarnıç var. Başında ucunda ipi olan bir kova. Kuyudan su çekip buz gibi içiyorum. Yere oturdum. Az ilerde katran ormanı başlıyor. Orta boy katran ağacının başından birkaç kozalak koparıyorum. Üç kozalak birbirine karışmış, üçüzler gibi. Bir adet daha koparıyorum. Elimle ovalıyorum. Sakız kokusu yayılıyor, elim yapış yapış oluyor. Toprakla elimi ovalayıp sakızdan kurtulmak istiyorum.
Tekrar tırmana, tırmana kayalıklara çıkıyorum. Aşağılarda Göksu vadisi uzanıyor. Karşıda Toros Dağları heybetli duruyor. Vadiden çıkan sisler yukarılarda kayboluyor. Mağaras Dağı, Sartavul görülüyor. Yanlarda daha sıklaşan iledin, katran ormanı. Buralara keçiler ulaşamamış. Daha sık, ağaçlar birbirlerine sıkı, sıkı sarılmışlar. Yağmur yağsa aşağılara sızdırmayacak şekilde bir şemsiye kurmuşlar.
Rüzgârın esintisi çoğalıyor. Ağaçlardan bir ses senfonisi geliyor. Aşağılara bakıyorum. Kayrak Köyü, evleri küçük küçük. Birkaç tarlada çift süren köylüler gözüküyor, yarı belirsiz.
Bir ağacı gözüme kestirip yukarı tırmanıyorum. Bir kozalaklı dal koparıyorum. Aşağı atıyorum. Ağaca yapışarak aşağıya indiğimde üzerim yapış, yapış sakız oluyor. Bir koku yayılıyor. İçime giren koku beni başka dünyalara götürüyor. Üzerime yapışan sakızdan birini çıkarıp ağzıma atıyorum. Kokuyu bir kez içimde hissediyorum. Sanki ölümsüzlüğe erişmiş gibi oluyorum. Dudaklarım yapış yapış oluyor. Sanki kilitlenecek. Bir susuzluk başlıyor. Kozalakları yanımda getirdiğim fileye koyup radyo dinliyor ve “ ORHAN KEMAL’İN KANLI TOPRAKLAR “ kitabını koyuyorum. Aşağılara doğru hızla inmeye başlıyorum. Yolda bir çardak ve önünde sarnıç var.
“ Teyze su içilir mi?”
“ Kuyuya kertenkele düştü, içilmez “ diyor. Önce anlamıyorum. Sonra tekrar edince içim biraz daha kavruluyor. İlerlemem zorlaşıyor. Gidiş daha heyecanlı idi. İniş bitiyor, artık düzlükte yürüyorum.
Elimdeki file iyice ağırlaşıyor. Susuzluk iyice içimi yakıyor, kollarım yoruldu. Ama içindekileri atamıyorum. Yeni sürülmüş bir tarladan geçiyorum. Kırmızı orman toprağı. Yer, yer taşlıklar var. Kuru duvar taştan yapılmış bir sayvantla karşılaşıyorum Önündeki kuyudan bir su çekip içiyorum. Elimi suyla yıkamak istiyorum ama olmuyor. Elimi toprağa sürüyorum. Oturunca evin bacasından tüten dumanı görüyorum. İşte acıktığımı hissediyorum.
Burada düzlükler var. Traktörle çift sürüyorlar. Az ilerde bir kara saban, boyunduruk yan yatmış. Traktör için yapılan yola sapıyorum. Yürümek daha kolaylaştı. Yörük çadırlar var. Meşe dallarından talvar yapmışlar önlerine. İki ağıl yapmışlar ağaçların altına. Keçiler yatmış geviş getiriyorlar.
Çocuklar oynuyorlar. Tahterevalli kurmuşlar, dönüyorlar. Birisi meşe ağacına salıncak kurmuş son hızla sallanıyor. Emmimgilin bağına giriyorum. Mora çalan üzümden koparıp yiyorum. Eve geldiğimde, kimse yok. Açkıyı bulup kapıyı açıyorum. Hemen gazı bulup, elimi yıkıyorum. Sakızlar geçiyor. Sonra tahta fıçıdan bir su daha içiyorum. Evden ayrılıyorum. Az yürüyünce Gülnar- Silifke yoluna ulaşıyorum. Arabalar gelip geçiyor, yaya olarak gidiyorum.
Cebimde 100 kuruş var. Binersem 250 kuruş alacaklar. 15 km. yolu yaya olarak koştura koştura Çoğa Alanı üzerinden Gökbelen’e doğru gidiyorum. Akşam kararırken eve geliyorum. Fileden kozakları çıkarıp evin yüzüne asıyorum. Radyo da bir şarkı var. “ O AĞACIN ALTINI ŞİMDİ ANIYOR MUSUN?”


TAŞELİ YAYLALARINDA KAVAL SESLERİ
Mustafa Sağlam

Bizim şu Taşeli yöresinde bağlama çalma geleneği, pek bir yok nedense. Karacoğlan filan bu bölgede yaşadığına göre, olması gerekirdi hâlbuki. Toroslar’ın bu kısmını hemen hemen baştan sona gezdim, saz çalıp türkü söyleyene rastlamadım. Bu, ta çocukluğumdan bu tarafa böyle. Sözüm Taşeli halkının ekserisi için değil tabi, birkaç Abdal ailesi bunun dışında elbette. Gerçi yöre Abdallar’ın da geleneksel çalgısı değil bağlama. Daha çok klarnet ve davul onlarınki. Keman da çok az.
Buralarda kullanılan esas enstrüman, kaval. Kaval çalanlar olarak asıl çobanlar bilinirse de, yöredeki pek çok genç bunu dener. “Denerdi” demek daha yerinde olur; eskiden böyleydi çünkü. Bu yıllarda ne delikanlılar, ne de bu geleneğin esas sahibi çobanlar, kavala heves ediyorlar. Çağa ayak uydurdu onlar da; hepsinin belinde bir cep telefonu, elinde bir radyo, arabesk müzik dinliyorlar, mesaj yazıp “çağrı” atıyorlar.
Ama eskiden öyle miydi ya! Yaylanın bütün koyakları ekinle, nohutla dolardı hep. Öbek öbek davar obası olurdu dağların güneye bakan eteklerinde. Biri bir taraftan, diğeri öbür taraftan sürüler salınırdı kıra. Davarlar, koyunlar iştahla yayılmaya koyulunca, çoban da çıkarırdı menevrek ceketinin iç cebindeki kavalı, dudağını önce bir ıslatıp yavaş yavaş üflemeye başlardı. Kamış parçasının ucundan çıkan o yanık ses, öyle bir yayılırdı ki çevreye, sanki ulanır giderdi dağdan dağa, tepeden tepeye. Bununla da kalmaz, bambaşka bir yankı çıkarırdı kayalarda. Hele o yankılar var ya o yankılar, kulağa gelince bambaşka bir etki bırakırdı insanın içinde. Bunu görünce hevesi artardı, kavalı üfledikçe de üfleyesi gelirdi çobanın. Kayalarla çoban arasında bir çeşit konuşmaya dönerdi, bu ses gidiş gelişi. Dağlar ona ne der, o dağlara ne der; bir çoban, bir dağ, bir de kaval bilirdi. Ama ne dağ, ne de kaval çobandan başka kimseye sır vermezdi. Onun için çoban da onlara çekinmeden dökerdi derdini.
Neden sonra farkına varırdı ki sürü karnını doyurmuş, suyun yolunu tutmuş yavaş yavaş. O zaman çoban da kalkar arkalarından giderdi.
Davarlar, koyunlar, ağaç teknedeki suya sakallarını bandıra bandıra suyunu içerken, çoban da otururdu asırlık bir ardıcın ya da bir çamın koyu gölgesine, çözerdi azığını. O gün ne katmışlarsa çıkına: Süt kaymağı mı olur, yağda yumurta mı olur, deri çökeleği mi olur artık. Açardı önüne, karnını bir güzel doyururdu. Sonra da kalkar çeşmeye gider; o soğuk sudan içerdi avucuna doldurup doldurup. Arkasından da çeşmenin başındaki taşa oturup çıkarırdı yine kavalını.
O an, hangi havayı, hangi türküyü çalacağını iyi bilirdi. Ve başlardı yavaş yavaş o dilli düdüğü öttürmeye. Parmakları kavalın deliklerini açıp kapatırken, gözleri de beleni dolanıp gelen yolda olurdu hep.
Çok geçmez, ya oba evinden ya da ekin biçilen tarladan gelecek olan görünürdü yolun ucunda. O zaman daha bir sevinçle çıkardı kavalın ucundan ses. O, yalnızca kuru bir sazlık otu parçası değil, duyguları, ruhu olan canlı bir yaratık haline gelirdi artık.
Kız gelir, bir yandan suyunu doldurur, bir yandan ezgiyi dinler, delikanlının kaşlarına, gözlerine, kirpiklerine bakardı hayran hayran. Sonra da birlikte bir iki çift laf ederlerdi yüzlere yayılan tatlı gülümsemelerle. Ve fazla geç kalmaktan korkup yürür giderdi yoluna.
İşte o zaman bir kat daha artardı kavalın sesindeki özlem duygusu. Çobanın Ulu Pan’dan bir farkı kalmazdı. Hatta Pan’ın ta kendisidir o an. Onun içindir ki çamların ve ardıçların dalı ayrı bir sesle hışıldar çobanın kavalının sesi yayıldıkça ormana.
Şimdiye dek ne aşklar yaşandı o ağaç oluklu çeşmelerinin başında. Kaçı başladı, kaçı bitti kim bilir. Bazı aşklar bittiği yerde, bitmez. Gerçi asıl aşk da bittiği yerde başlayan aşk değil midir zaten?
Demem o ki, sayısız gönül serüvenlerine tanık olmuş, sayısız kaval sesleri dinlemiştir yaylalarda çeşme başları, ardıç, çam ağaçları, dağlar, tepeler. Şimdi bile eğilip kulak verilse, her birinin ayrı bir yankısı gelir kulaklara. Her bir kavalın oralarda ayrı bir izi vardır sanki. Geçmişin derinliklerine doğru uzanıp gider. Ve de her bir aşkın kendisine göre bir öyküsü vardır anlatıla gelin.
Ama günümüzde ne o çeşmelerden bir eser kaldı; ne çobanlardan ne o kızlardan ne de o testilerden. Pek çok kaynağın ya da çeşmenin sesi, suyu evlere alındığı için kurudu. Kızların çeşme başlarına gitme âdeti kalktı. Kavallar çalınmaz oldu. Dahası, kaval çalmayı bilen bile kalmadı. Suyu hâlâ akan çeşmeler varsa, onlar da kendi kendine türkü söyleyip duruyor Faruk Nafiz’in dediği gibi.
Şimdi artık hep o eski günlerin özlemini çekiyor bütün çeşmeler. O çobanların yeniden kaval çalmalarını, koyunların, keçilerin su içmelerini ve kızların su doldurmalarını umutla beklemekte çeşmeler.
Yaşlı çobanlar da dağlara doğru bakıp içlerini çekerek, “Ah, nerde eski o yaylalar” diyorlar kendi kendilerine.


YÖRE DİLİNDEN
(GERÇEMEK)

EREZ YEMİŞ TAVUK GİBİ
Erez, 75–100 cm boyunda, buğday ve arpa ekili tarlalarında yetişen otsu bir bitkidir. Buğdayı andıran siyahımsı tohumları olur. Bu tohumlar alkoloid içerir. Erezli undan yapılan ekmeği yiyenlerde, sarhoşluk belirtileri gözlenir. Bu nedenle eskiden değirmene gönderilecek buğday kalburdan geçirilir ve içerisindeki erez tohumları ayıklanırdı. Ayıklanıp atılan tohumları yiyen tavuk, dengede durmakta zorlanır, tuhaf davranışlar sergiler.
Günümüzde ayakta durmakta zorlanan, sarhoş gibi davranışları olanlara, “Erez yemiş tavuk gibi “ benzetmesi yapılmaktadır.

KARABATAĞA GİTMEK
Karabatak, perde ayaklı, orta büyüklükte, uzun gövdeli, uzun kuyruklu, kapkara bir deniz kuşudur. Uzun, kalın ve sivri gagasının ucu kıvrıktır. Gagasının çengel şeklinde olması, karabatağın balığı kolayca yakalamasına yardımcı olur. Genellikle deniz kenarındaki kayalarda ya da kıyıya yakın adacıklarda tek başına dururken görülür. Balıkla beslenir. Dalarak balık yakalar, avının arkasından denizin derinliklerine kadar yüzebilir. Bir görünür bir kaybolur. Dalar ama nereden çıkacağı belli olmaz.
Karabatağa gitmek: Dalıp dipte yüzebildiği kadar yüzmek.
Karabakat gibi: Bir görünüp bir kaybolan insanlar için kullanılır.
Karabatak gibi yüzmek: Çok iyi yüzmek

ONUNLA ORTAKÇILIK ( ARKADAŞLIK) ETMEK, ISIRGAN İLE KIÇ SİLMEYE BENZER

Isırgan, yıkıklarda ya da gübre yığınlarının eteklerinde kendiliğinden yetişen, 10 – 60 cm yükseklikte, oval yaprakları girintili çıkıntılı bir bitkidir. Tüm yüzeyi tüylerle kaplıdır. Temas halinde, insanı, yaktığı, daladığı ve çok fena kaşındırdığı için ısırgan adı verilmiştir.
Bir zamanlar insanlarımız, tuvalet olarak çalı diplerini seçer ve silinmek için de ya taş ya da ot kullanırdı. O hassas bölgenin dalayıcı, yakıcı ısırganla silindiğini düşünmek bile ürkütücü.

MAYA YA DA MAYA GİBİ

Maya, devenin dişisine denir. Göç sırasında allanıp pullanan maya, katarın başına geçer. Mayayı da evlilik yaşına gelmiş, giyinip kuşanan Yörük kızı çeker.
Yöremizde güzel genç bayanlara maya ya da maya gibi kız derler.

TİRİK GİBİ

Sincap, yöremizde genellikle tirik olarak bilinir. “Tirik gibi”, sincabın hızı ve ağaca tırmanışından dolayı, ağaca çıkmak ve gitmek filleriyle kullanılır.



YAŞANMIŞ GÜLNAR FIKRALARI
F.Saadet Bilir

TULUĞUN BUCAĞI
Köyün birinde hali vakti yerinde bir adamın tembel ve dedikoducu bir karısı varmış. Hiç iş yapmaz, dedikodu ile gününü geçirirmiş. Bir gün, bari davar evine gidip, ayran getireyim, demiş. Yolda karşılaştığı ve nereye gittiğini öğrenen kadın ona,“Kov yapacağına vaktinde gideydin, bu zamana değişik kalır mı heç” demiş. Gerçekten de değişik vakti geçtiği için davar evinden elindeki tulukla boş dönerken yolda karşılaştığı kadınla yine karşılaşırsam, “Ben sana demedim miydi” der düşüncesiyle tuluğu şişirip ayran varmış gibi sırtına yüklenmiş. Gerçekten de düşündüğü olmuş. Ona, “ Gördün mü bak, ayranı aldım geliyorum işte,” deyince kadın da, kendisine, “Ben de çok susadım a bizim gız, bana azıcık ayran verir misin” demiş. Bizimki, “Şimdi tas mı araya gedecez, ben dutayım, tuluğun bucağına ağzını daya iç,” diyerek tuluğu sırtından indirmiş. Ayran içmek için ağzını bucağa dayayan kadının boğazına, birden hava gelince neye uğradığını bilememiş ve bayılmış.

LAFIN YARISI KALDI
İki lafçı, dedikoducu kadın, sabahleyin sığırı çobana verirken konuşmaya başlamışlar. İkindi vakti sığırlar yayılımdan dönene değin, laf üstüne laf üretmişler. Biri diğerine “Tüh, a bacım, sığır geldi, lafın yarısı kaldı,” demiş.

ALA KEÇİNİN SÜTÜ
Hastalığına derman arayan adam doktora gitmiş. Doktor ona, hastalığının çaresi olmadığını yakında öleceğini söylemiş. Bu üzüntüyle kendini dağlara vuran adam, acıkınca bir çobandan yardım istemiş. Dağda süt sağacak kap bulamayan çoban, bir kafatasının içine hayvanlarından sağdığı sütü adama vermiş. Birazını içen adam kafatasını, meşenin çörtüğüne koymuş. Kendisi de gölgesinde uyuyakalmış. Bu arada bir yılan kalan sütü içmiş ve aynı yere kusmuş. Olanlardan habersiz adam, uyanınca kafatasında kalan sütü de içmiş. Bir süre sonra doktora gidip ölmediğini, onun yanıldığını söylemiş. O da, “Nereden bilirdim yedi yıl önce ölen Mehmet kafasını, ala keçinin sütünü, sarı yılanın kusmuğunu, ulu meşeyi bir arada bulabileceğini,” diye yanıtlamış.

BU EVDE HIRSIZLIK YAPILMAZ
Yakup adında biri hırsızlık yapmak için bir eve girmek üzereyken içerden kadının, kocasına “Yağıp gelir,” dediğini duyunca, “Benim eve girmek üzere olduğumu gördü herhalıma,” diye irkilip durmuş, gizlenmeye çalışmış. Biraz sonra kadın kocasına “ Yağıp durur,” deyince Yakup adlı hırsız, “Bu kadın benim durduğumu da gördü, biraz oturup bekleyeyim hele,” demiş. Bu kez kadın tarlaya gitmek için acele eden kocasına, “ Baksana Yağıp oturur,” deyince hırsız, “Bu evde hırsızlık yapılmaz,” diye düşünüp oradan ayrılmış.

KIZDIM, KIZARDIM
Esmerlerin değerli olduğu dönemde sarışınlara, “Sarı sıyrık, solucan suratlı,” denirmiş. Anası, sarışın kızını, görücü beğensin diye yanan ocağın önüne yanakları pembeleşsin diye oturtmuş. Diğer odadaki anası görücülerle konuşmaya dalmış, kızı unutmuş. Ocağın başında iyice bunalan kız, “Kızdım, kızardım geleyim mi ana” diye seslenmiş.

Kaynak: Gülnar’ın ilk fotoğrafçısı Mustafa Ülkü (1910- 2004). Aktaran kızı Gürcü İrdem


YÖREDE YURT KAVGALARI

Bir zamanlar Yörük obaları arasındaki sınır kavgaları bitip tükenmezmiş. Su ve otlak yetmezliği sürdüğü sürece, yurt kavgası nasıl bitsin ki aralarında. Onların tek derdi, kıl çadırlarını kurabilecekleri sulak bir yer ile keçilerinin yayılabileceği otlaklar. Kışın sahile, yazınsa yaylaya giden konargöçerler, gittikleri yerlerde de diğer aşiretlerle kavga edip dururlarmış. Bu konuda yörede anlatılan kavgalardan birkaç örnek:

AZGIN AĞA

Gülnarlı Yörükler ile Anamurlu Yörükler arasında da otlak yetmezliği nedeniyle kavgalar olurmuş. Birbirlerinin yurtlarına baskınlar yapılır, ölenler olur, kalanlar kavgaya devam edermiş. Paylaşamazlarmış bir türlü Kırkkuyu ya da Belkuyu çevresini. Adlarından da belli, sorun su. Ocuyan taraf uzaklaşırmış bölgeden.
1800’lü yılların ortalarında, kıran kırana yine kavga çıkmış iki taraf arasında. Anamurlu aşiret lideri, Gülnarlı Yörük ağasıyla baş edemeyeceğini anlayınca, “ Bu ağa çok azgın. Biz onu alt edemeyiz, çekilelim bari” diyerek terk etmişler Belkuyu’yu.
Bu olaydan sonra, Alime Kadın’ın kocası Ali Ağa da “Azgın” lakabıyla çağrılmaya başlamış. Bugün Aydıncık’ta, Azgın ya da Azgınoğlu soyadını taşıyanlar, sözü edilen Yörük Ağası’nın torunlarıdır.

GÖK KARGA

Bu sınır kavgalarından biri de Ermenekliler ile Anamurlular arasında yaşanmış. Yıllarca sürmüş olan bu anlaşmazlığı çözmek için, her iki tarafın ileri gelenleri görüşmüşler ve bir yol bulup anlaşmışlar. Buna göre, Anamurluların yanlarına Ermenekli tanıkları, Ermenekliler de Anamurlu tanıkları alarak horozlar ötünce, kendi ilçelerinden yola çıkacaklar ve buluştukları yer de sınır olacakmış.
Her iki taraf, horozlar ötünce şahitleriyle birlikte yola çıkmışlar. İşi zor Anamurluların. Kolay değil, sarp Toroslar’ı geçmek. Dağlar, tepeler, belenler aşılacak. Anamurlular arasında bir de kız çocuğu varmış. Bir dağın eteğine gelmişler. Tırmanacakları sırada, bir gök karga konuvermiş Yörük kızının önüne. Yakalanmasına izin verecek gibi davranıyormuş. Kız onu yakalayacağı sırada uçuverip az ileriye yeniden konuyormuş. Bir belene doğru çekiyormuş kızı. Oba da kızın arkasından, kestirmeden yol almış. Gruplar karşılaşmış. Her iki tarafın tanıklarının onayıyla buluşma yeri, Anamur ile Ermenek arasında sınır olarak belirlenmiş.
Anamurlular bu yarıştan daha karlı çıkmışlar ve Gök Karga’ya duydukları minnettarlığı belirtmek için, onun adına bir türkü yakmışlar. Düğünlerde çalıp oynarlarmış.

YENİYÖRÜKLER
Karakeçili aşireti, önceleri Gazipaşa ve Anamur’un üst taraflarında Kırkkuyu, Kervanalanı semtlerinde yazlar, kışları ise Gazipaşa’ya (Selinti) inerlermiş. O yaylalarda bir bozuşma olmuş, daha doğuya doğru göçe başlamışlar ve Kürücük, Belkuyu, Akçaoluk, Çıldırkuyu, Ayaş, Bolyaran, Belenova ve Akova’yı zaptetmişler. Kışı da Gilindire sahillerinde geçirmeye başlamışlar.
O yıllarda Gilindire ve çevresine Panguduz Abdurrahman hükmediyormuş. Yeni gelenler, ondan sürekli saman istermiş. İşin içinden çıkamayacağını anlayınca da Panguduz, Üçbaş’ı onlara vermiş. “İşte size tarla. Ekin dikin” demiş.
Yöreye daha önce gelip yerleşenlere Eskiyörükler denilirken, yeni gelenlere de Yeniyörükler denilmeye başlanmış.
EDİTÖRDEN


AYDINCIK

Buğday benizli, yeşil gözlü,
Bayrağımın duldasında bir, hörü.
Sere serpe uzanmış adının körfezine
Çam kokluyor güle eğlene.

Akdeniz göz koymuş güzelliğine
Karacaoğlan, Zeki Teoman gibicesine.
Dörtayak’ın üstünde salıverdiğim kahkaha,
Sahipsiz ceylan benzeri koşmakta.

Denizine gülücükler dağıtan kıyılar,
Arkalarında özlem bırakıp geçerken,
İskele alanından Gilindire’ye kadar
Gece yıldız içerim ben.

Aydıncık’ı uzaktan gören kimse
Bir içim su, der.
Değişmem onu kutlu zemzeme
Serinler Aydıncık’ı içine sindirenler.

Toprakları benim, denizi benim,
Aydıncık’ta yapıtlaşan emekler benim,
Benimdir sevinci, gökleri, insanları
Bize el sallayan adaları

İli Mersin’in, ilçesi Gülnar’ın
İstanbul özlemi tatlıdır Aydıncık’ın.

A.ZEKİ TEOMAN


GİLİNDİRE

İnciden gerdanlıksın
Toroslar’ın göğsünde
Altın hörgüçlerin var
Akdeniz’in üstünde

Serinlik serpiyor
Yüreklere poyrazın
Kışına doyum olmaz
Yoksa da ılık yazın

Toros eteklerinde
Yelpazeler çam dibi
Her yanda bin kokun var
Yosma bir gelin gibi

MAKBULE GÜCÜYENER




ÖYKÜ GECE MOLASI
Mustafa B. Yalçıner

Güneşinin uykuya çekilmeye hazırlandığı sırada, kamyon Gülnar girişinde durdu, toz bulutları içinde. On beş yaşlarında bir erkek çocuk, tahta bavulunu şoföre uzattı. Arabanın arka tekerine basarak indi. Elindeki parayı kamyon sahibine verdikten sonra, bavulunu aldı ve kararsız adımlarla yürümeye başladı.
Solunda bir otel, bitişiğinde de bir lokanta ve birkaç dükkân vardı. Daha sonra yol çatallaşıyordu. Alt caddedeki caminin çeşmesine vardı; üzerindeki tozu silkeledi ve elini yüzünü yıkadı. Sağına soluna bakındı, cadde bomboştu. Tanıdık birilerine rastlayabilmek umuduyla üst caddeye çıktı. Orada da kimsecikler yoktu. Kasabalılar, güneşle birlikte yuvalarına çekilmişti. Bavulunu yere koyup açtı. Rengi atmış ceketini çıkarıp giydi.
On ya da on iki kilometre ilerideki Irmasan yaylasına gidecekti. Bağ evleri vardı orada. Ne var ki karanlıkta ve tek başına gitmek onu korkutuyordu. Üstelik sabahtan beri ağzına tek bir lokma bile koymamıştı. Güneşin doğuşunu beklese, geceyi nerede geçirecekti? Babasının ölümüne neden olan kamyoncu aklına geldi. «Evini bilseydim, onlara giderdim» dedi. Geri döndü, lokantanın yanından geçerken, tanıdık birini görme umuduyla baktı içeriye. Kimseyi tanıyamadı. Burnuna gelen koku, açlığını depreştirip ağzını sulandırdı.
Otele gidip yetkiliye derdini anlatacak ve hesabı dönüşte ödeyeceğini söyleyecekti. Başka seçeneği de yoktu. Otelcinin «olmaz» deme olasılığı, adımlarına köstek oluyordu. Çaresiz, yürüdü otele doğru. Ürkek bir kuş gibi girdi içeriye. Ak saçlı, gözlüklü birisi, camlı bölmede, gazete okuyordu. Küçücük pencereyi kendine doğru açtı.
—Hoş geldin, delikanlı.
—Hoş bulduk, Emmi. Ben, Gilindire’den Alibaz’ın oğluyum. Adım Mustafa. Lisede okuyorum. Silifke’den geldim. Irmasan’a gidecektim ama geç kaldım. Son paramı da kamyoncuya verdim. Otelinizde yatsam, borcumu da dönüşte ödesem, olur mu acaba?
— Demek, sen bizim Alibaz’ın oğlusun, haa? Geç şöyle. Hele otur bakalım.
“Bizim Alibaz” dediğine göre, babasını tanıyor olmalıydı. Bu söz biraz rahatlatmıştı Mustafa’yı.
— Evet, evet Emmi. Alibaz’ın oğluyum.
— Rahmetli babanı çok iyi tanırdım. O, sadece Gilindire’de değil, Gülnar’da da sevilip sayılan, hatırlı birisiydi. Ne zaman Gilindire’ye gitsem, onu görmeden edemezdim. Az mı ekmeğini yedim ben onun. Haydi, çıkalım da sana bir oda göstereyim.
Tahta merdivenlerden yukarı çıktılar. Caddeye bakan odalardan birine girdiler. İçerisi havasızdı. Mustafa pencereyi açtı. Karşıda Gülnar Ortaokulu. Üç yıllık öğrenim süresi bir film şeridi gibi geçti gözünün önünden. İlk kez kara lastik pabuçtan kurtulup kabaralı potin giydiği, kravat taktığı yıllar aklına geldi ve dalıp gitti.
— Bavulunu şuraya bırak. Senin karnın da açtır. Haydi, gidelim de karnını doyur.
Birlikte indiler. Otelci, dışarıya yöneldi. Mustafa da çekinerek izledi onu.
— Adın Mustafa’ydı, değil mi?
— Evet, Emmi. Mustafa.
— Biraz hızlan, Mustafa. Aç karnına uyuyamazsın.
— Neden zahmet ediyorsun, Emmi?
— Zahmeti mi olurmuş?
Mustafa sevinçliydi. Alibaz’ın oğlu olduğu için de gurur duyuyordu. Babasını düşündü bir an. «Nereye gitsem, seni tanıyan biri çıkıyor. Senden hep övgüyle söz ediyorlar. Söz veriyorum, ben de senin gibi olacağım.»
Lokantada üç beş kişi ya var ya yoktu. Otelci, hemen kapının yanındaki masayı gösterdi Mustafa’ya ve garsona seslendi:
— Kuru fasulye ve pilav getir.
— Mustafa, yavrum, otelde kimse yok. Ben yemek parasını ödeyip gideceğim. Sen rahatına bak.
— Tamam. Sağ ol, Emmi.
Garson yemekleri getirdi. Bir sepet de ekmek koydu masaya. Fasulyenin üzerinden buharlar yükseliyordu. Mustafa bir baş da soğan istedi. Fasulyenin yarısını pilavın üstüne döktü. Ardından bir kovalayan varmış gibi kuru fasulyeye saldırıyordu. Tabak ve ekmek sepetinin boşalması uzun sürmedi. Az daha ekmek istedi. Kaşıklıyordu pilavı. Mustafa’nın tedirginliği yok olup gitmiş, yerini neşeye bırakmıştı. Şimdi karnı tok, kalacak yeri de vardı. Garsona teşekkür etti ve iyi akşamlar dileyerek çıktı.
Hava iyice kararmıştı. Caddedeki tek lamba, solgun ışıklar saçıyordu etrafa. Yazlık sinemadan yükselen müzik yankılanıyordu dükkânlar arasında. İki kişi, hızlı adımlarla sinemaya doğru gidiyordu. «Param olsaydı, ben de giderdim, » dedi. Çaresiz, otele geri döndü.
— Teşekkür ederim, Emmi. Karnımı doyurdum.
Odasına çıktı. Işığı yaktı. Ceketini ve gömleğini çıkarıp duvardaki çiviye astı. Bavulunu yatağın üzerine koydu; bir roman çıkardı ve onu komedinin üstüne bırakacaktı ki orada bir kâğıt para gördü. Eline aldı. Bir değil, iç içe konmuş, iki tane beş lira. Sanki birisi «Cıs!» demişti, Mustafa’ya. Hemen paraları aldığı yere koydu. Bir paraya baktı, bir de elindeki kitaba. Sinemadan hâlâ müzik sesi geliyordu. Kendisini bir an sinemada düşledi. Çoktandır sinemaya da gitmemişti Mustafa. « Emmi belki beni sınamak için bırakmıştır parayı,» dedi ve az önceki düşüncesinden utandı. Pantolonunu da çiviye taktıktan sonra yatağına uzandı. Kitabını okumaya başladı. Sayfaları deviriyordu ama aklında hiçbir şey kalmıyordu.
Aklı fikri paradaydı Mustafa’nın. «Birisi mi unutmuştu, yoksa otelci mi bırakmıştı? Müşteri parası olsa, otelci o parayı mutlaka görürdü. Para otelcinin ise neden oradaydı? Bana vermek istediyse, neden vermedi de buraya bıraktı? Keşke bu para benim olsaydı! Neler yapmazdım ki! Öncelikle kendime yeni bir pantolon ve ayakkabı alırdım.» Cevapsız kalan soru yumakları arasında gidip geliyordu. Romanı tekrar aldı. Okumayı denedi, olmadı. Dönüp duruyordu yatakta. Gözlerini yumduğu an, karşısına paranın üzerindeki fındık toplayan kadınlar çıkıyordu. Biri «Al o parayı, sen öksüzsün, sana lâzım», ötekiyse «Alma yavrum, ayıp olur, sana yakışmaz. Hem iyilik edene kötülük yapılmaz ki» diyordu. Mustafa çekti yorganı üstüne, kafasını da yastığın altına soktu. Beyni duracaktı neredeyse.
Ezan sesiyle uyandı. Gürültü yapmamaya özen göstererek giyindi. Havlusunu aldı. Lavaboya gidip geldi. Kitap ve havluyu bavula yerleştirdi. Elinde tahta bavul, kapıya doğru yürümeye başladı. İki adım attı ve birden durdu. Geri döndü; elini uzatıp kâğıt beşliğe dokundu. «Birini alsam, ötekini bıraksam,» diye geçirdi içinden. Parayı aldı. Eli ateşe değmiş gibi oldu. Bıraktı yerine ve dışarı çıktı. Tahta merdivene varınca, aşağıya baktı. Otelci yerinde değildi. Adımları bir türlü ilerlemiyordu, çivilenip kalmıştı oracıkta. Kendisi dışarıda ama aklı içerideydi. Bavulu bırakıp içeri koştu. Paranın ikisini de sol avucuna aldı. Otelci görürse, « Emmi, birisi içeride para unutmuş, buyurun, derim,» diye kurdu kafasında. Aşağı indi. Sağa sola şöyle bir bakındı, ortalıkta kimse yoktu. Babasını görür gibi oldu. Kapıyı tutmuş, sert bakışlarla, « Çabuk koy o parayı aldığın yere. Terbiyesiz herif! Hak etmediğin parayı almaya utanmıyor musun? Ben sana böyle mi öğrettim,» diye çıkıştı. Utancından kıpkırmızı kesilen Mustafa, “Özür dilerim,” diyerek merdivenleri koşar adımlarla çıktı ve parayı yerine koydu. Sonra, ardına bile bakmadan kendini sokağa attı.
Ortalık ağarmıştı ama cadde hâlâ bomboştu. Mustafa otele son bir kez daha baktı. Başı önde, yürümeye başladı. Fırının önünden geçerken, ayakları ilerlemeyi reddetti. Ekmeklere baktı ağzı sulanarak. Fırıncı sordu:
— Kaç tane istiyorsun?
Mustafa duymazlıktan geldi. Bavulunu orada bırakarak otele doğru koşmaya başladı. Camlı bölmede otelci, kapıda da babası yoktu. Odaya daldı, paraları kaptı. Çıkış kapısına varınca, bir ses yükseldi:
— Oğlum, koy o paraları camlı bölmeye. Adamı açlık değil, hırsızlık öldürür.
Etrafına bir göz attı. Kimse yoktu ama babasının sesi hâlâ yankılanıyordu otelde. Boynu bükük, koydu paraları babasının dediği yere.
Ağır adımlarla geldi fırının önüne; bavulunu eline aldı ve fırıncıya baktı.
—Kaç tane?
—Şimdi param yok. Alsam da dönüşte versem olur mu?
—Ged işine, be oolum, daha şefdah bile etmedik.
Mustafa, sıcak ekmek kokusunu içine çekerek, hızlı adımlarla yürümeye başladı Irmasan’a doğru...




**************************************************************************************************************************************************************************************************************************************

GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ SAYI 3


GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Songül Saydam
Güngör Türkeli

Basıldığı Yer:
Ankara, Reproton Ltd Şti

Baskı Tarihi: Haziran 2007

İki Ayda Bir Yayınlanır.

ISSN: 1307-4881

Sayı: 3

Sürdürüm Koşulları:
Yıllık 20 YTL

Posta çeki hesabı numarası :
5323892

Yönetim Yeri:

Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN

Telefon:
(0324) 8412836

e-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

BU SAYININ GİDERLERİ, DEVRİM BERK MERT AKSAY TARAFINDAN KARŞILANMIŞTIR. DERGİMİZ ADINA TEŞEKKÜR EDERİZ.


ADAMOTU

Yöremizde kasım sonlarına doğru görünen, yüzeyi pütürlü, sert, geniş, uzun, ucu sivri, kenarları kesik ve oval yaprakları, toprak hizasında yan yana dizilip bir daire oluşturan, çok yıllık, marulu anımsatan bir bitki yetişmekte. Genellikle çayırlık yerlerde, ekinlerin arasında görülür. Ocak içerisinde, bazılar mor, bazıları ise beyaza kaçan beş yapraklı çiçek açar. Bitkinin 3-4 cm çapına varan yeşil malta eriği şeklindeki meyveleri, nisan başlarında sararır. Kavununkini andıran bir koku yayar. Yiyenleri sarhoş eden bu meyvelerinin içerisinde bol miktarda küçük çekirdek bulunur. Atalması olarak bilinen bitkinin bilimsel adı, kökünün adama benzemesinden dolayı adamotu, Latince ismiyse “Mandragora officinarum”dur.
Bitkinin uyuşturucu özelliği vardır. Atalması yiyen bir kadın, başından geçen bir olayı şöyle anlattı: “ Gençliğinde atalması meyvesi gördüm. Çok hoş kokuyordu. Birkaç tane yedim. Bana bir şeyler olmaya başlamıştı. Kendimi iyi hissetmiyordum. Eve geldim ve anama uykum var deyip yattım. Başka hiçbir şey hatırlamıyorum. Sabah olunca, annem, “ Gız, neydi o halin? Bütün gece, duz çuvalına ilan girdi, deye bağırıp durdun” demişti.
Doğurganlık sembolü olarak kabul edilen adamotuna, bazı kültürlerin yazınsal yapıtlarında da rastlamak olasıdır: Fransız yazar Flaubert (1821-1880), “Hérodias” adlı öyküsünde, Salomé’nin dansıyla ilgili olarak “Siyah şalvarının üzeri adamotu desenleriyle doluydu… Bir kelebekten daha da hafif, Salomé uçmaya hazır görünüyordu” diye yazıyor.
İtalyan düşünür ve politikacı Niccolo Machiavelli (1469-1527) de, “La Mandragore” adlı komedisinde adamotunu kullanır: Nicia, altı yıllık evli olmasına karşın bir türlü çocuğa sahip olamamış ve ümidini de kaybetmek üzeredir. 20 yıl Paris’te yaşadıktan sonra Floransa’ya dönen çapkın Callimaco Guadagni, Nicia’nın güzel eşi Lucrezia’nın peşine düşer. Arkadaşı Ligurio ile bir plan kurar. Ligurio, Nicia’ya Paris’ten kısırlık uzmanı bir doktorun geldiğini, adamotundan bir şurup yaptığını, bu şurubu içen kadının yüzde yüz hamile kaldığını ama ilacı içen kadınla yatacak ilk erkeğin bir hafta içinde öleceğini söyler. Ayrıca böyle bir tehlikeye maruz kalmaması için, karısının bir defalık başka erkekle yatmasına izin vermesini önerir. Saf koca da bu sözlere kanarak, hiç tereddüt etmeden, karısını yabancı bir erkeğin kollarına atar.
Başka kültürlerde binlerce yıldır insanoğlunu büyüleyen atalması,Türk kültüründe çok önemli bir yer tutmamaktadır.
Editörden


YAZARIMIZ GÜNGÖR TÜRKELİ ÖDÜLLENDİRİLDİ

“Anamur Medya Günleri” etkinlikleri çerçevesinde, Güngör Türkeli adına 40.Yıl Onur Gecesi düzenlendi. Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Nazmi Bilgin ve Antalya Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Mevlüt Yeni, Güngör Türkeli’ne hizmet ödülü verdiler. Gecede ayrıca Anamur Belediye Başkanı da Güngör Türkeli’ni ödüllendirdi.
Anamur'da doğan Güngör Türkeli, 1959 yılında İzmir Hava Harp Okulu'nu bitirdi ve asteğmen olarak göreve başladı. Türkeli, 27 Mayıs’ın en genç teğmeni, 22 Şubat ve 21 Mayıs Askeri İhtilal Girişimleri’nin destekçisi, Genç Kemalistler Ordusu’nun sanığıydı.
Harbiye’den Babıâli’ye geçerek Anamur’a geldi ve 1962 yılında ilk gazeteyi (Anamur Gazetesi) çıkardı. 1973’te Antalya’ya taşındı. Antalya Belediye Başkan yardımcılığı yaptı. Antalya Kültür Müdürü olarak hizmet verdi.
Plaket törenine Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Korkmaz Alemdar, Gazeteci Yazar Tayfun Talipoğlu, Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Nazmi Bilgin ve Antalya Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Mevlüt Yeni ile çok sayıda Gazeteciler Cemiyeti Başkanı katıldı. Ödülü eşiyle birlikte alan Güngör Türkeli çok mutluydu. Plaketin değerinden çok Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Nazmi Bilgin’in yürekten gelen konuşmasıydı onu daha mutlu eden.
Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Nazmi Bilgin yaptığı konuşmada, Sedat Simavi’nin “ Kaleminize sahip çıkın, onu satmayın, gerekirse kırın” sözünü anımsattı ve şöyle dedi: “Günümüzde gazeteciler öz geçmişleriyle değil, bankadaki milyon dolarlarıyla gündeme geliyor. 'Bizim gibi Güngör Türkeli’nin de geçmişinde köşkler, villalar yok. Bizlerin geçmişinde zindanlar, meşakkatler ve ıstıraplar var.”
Anamur’da yaşamakta olan Güngör Türkeli, Cumhuriyet Gazetesi muhabiri, Antalya Gazeteciler Cemiyeti üyesi ayrıca Türkiye Gazeteciler Federasyonu delegesidir. Harbiye'den Babıâli’ye Bir İhtilalcinin Anıları adlı bir de kitabı var.
Çeşitli gazete ve dergilerde yazmayı sürdüren Güngör Türkeli, yazım kurulu üyemiz ve yazarımızdır. Kendileriyle gurur duyuyoruz.
GERÇEMEK


İRFANİ İLE SARIYAYLA’YA
Doğan Atlay

İçelli halk şairimiz İrfani’nin çok tanınmış bir türküsü var: “Sarıyayla”.
Halk türküleri sanatçımız Musa Eroğlu, bu türküyü sazıyla, sözüyle dillendirirken bütün güzel duygularını katar, dinleyenleri gönülden duygulandırır, bazılarımızın gözleri çakmak çakmak nemlenir. Herkesçe sevilen bu güzel türküye esas olan “Sarıyayla neresidir, nerededir” sorusu açılır hep… Bazılarımız, “Belki vardır ama nerededir” diye düşünür. Bazılarımız da “Kızılelma” gibi algılar.
Çocukluğumdan beri duya geldiğim bu türkünün “Sarıyayla”sının neresi olduğunu ben de merak edip araştırdım. Toros Dağlarının üzerindeki Göktepe eteklerinde bir Mut yaylası olduğunu saptadım.
1950’li yıllardan sonra yaylacılığın gereksinimden çıkıp lükse dönüşmesiyle yüzlerce yaylamız gibi Sarıyayla da ıssızlığa terkedilmiş, üzücüdür ki zamanla unutulmaya başlamıştır.
Bir gün yalnız ve uğraşısız bir anımda halk ozanımız İrfani’yi, İrfani’nin Sarıyayla türküsünü anımsayıp epeyce düşe daldım… (Gönül bu ya) yüz elli yıl kadar geriye gidip o günlerin yaşantısı içinde İrfani ile bir Sarıyayla yolculuğu düşledim.
Yıllardan 1850 (veya 60), aylardan Mayıs, (Haziran da olabilir). Mut Beylerinin davetlisi olarak Mut’a gelip birkaç hafta misafir kalan İrfani, yaylaları, yaylaların kekik, yavşan, yarpuz kokan tertemiz havasını hele hele yaylaların güzellerini özlemeye başlar.
O zamanlar izinsiz bey konağından ayrılmak mümkün mü?... İrfani, isteklerini, duygularını türkülerine katar, gitme zamanının geldiğini vurgulayan türküler söyleyerek izin ister.
“Aşkın dolusundan içtim
Ne yaman bir derde düştüm
Bu yerlerde çok eğleştim
Karagözlüm ağlar şimdi”

İrfani gibi sohbetlerin tadı, tuzu olan bir aşık ele geçirilmişken kolay bırakılır mı hiç? Tabii izin çıkmaz. Ama İrfani de özlemini başka türkülerle dile getirir:

“Coşkun idim koçak gibi
Keskin idim bıçak gibi
Vaktı geçmiş çiçek gibi
Sarardım soldum Allahım”

Beyler bakarlar ki İrfani’nin derdi gün gün artmakta, daha fazla üzmemek için gitmesine izin verirler. İrfani de sevinerek Sarıyayla’ya doğru yola çıkar. Gide gide yolu Toroslar’a sarar. Toroslar’da dereler, tepeler, sarp geçitler, kapızlar hep gidene engeldir. Ulaşım zordur Toroslar’da… İrfani özlemiştir sılasını, yaylasını. Öğleye doğru Mağras Dağı sırtlarına ulaşır. Sindel tepesi eteklerinde Top Gediği’ne gelince aniden efil efil esen hafif bir esinti yüzünü okşar, yüzünden atlayarak bütün vücuduna yayılır, sanki okşar gibi. Orada bir çamın gölgesine oturup kuşbakışı seyrettiği Göksu Vadisi’nin güzelliğine kapılarak kendine has türkülerini söylemeye başlar:

“Söylen İrfani’ye yarin öğmesin
Çözemedim ak göğsünün düğmesin
Uz bas kunduranı yer incimesin
Topla zülüfünü tel incimesin”

Yol yürümekle biter, kalkıp yoluna devam eden İrfani, artık yaylalarına kavuşmuştur. Her koyakta bir Yörük obasına, her pınarda bir Yörük güzeline rastlar. Onlara içinden geldiğince türküler söyleye söyleye yoluna devam eden İrfani, bir kuşluk vaktı Sarıyayla’sına ulaşır. Yaylayı tamamen görebilen yüksekçe bir yerde durur, bir süre coşkuyla seyreder… Gönlünün bütün hasretiyle, sesinin bütün gücüyle bir “OF” çekip türküsüne başlar:


“OOOFF! Sarıyayla’m seni yaylayamadım kar iken
Yavrı palazını avlayamadım tor iken
Sende bu güzellik ben de gençlik var iken
Alırım ahdımı koymam ay gelin”

İrfani’nin gür sesiyle yayla koyakları inim inim inler, herkes İrfani’nin geldiğini anlar, obayı bir sevinç ve şenlik havası sarar. Daha ilk akşamdan konuk çadırı kadınlı erkekli konuklarla dolmaya başlar. Yemekler yenip ayranlar içildikten sonra İrfani türkülerine başlar. Gece yarıya ulaşmakta… Ama bir beklediği var ki bir türlü görünmüyor. İrfani ise ona türküleri ile ulaşmaya çalışıyor:

“Bizim elin ırmakları akar mı
Yaz olunca menevşeler kokar mı
Sevdiceğim seyrangâha çıkar mı
Eğlen durnam eğlen habar sorayım”

İrfani bir ara başını kaldırıp baktığında beklediği gelmiş bir kenarda onu dinlemekte… Bütün yorgunluğunu unutup yeni türkülere başlar:

“Çoktan beri intizarın çektiğim
Eşim dostum musahibim geldin mi
Mecnun oldum dağ başını beklerim
Mecnuna teselli veren geldin mi

Gırağı değmiş yaprağını soldurmuş
Yad el değmiş gonca gülün yoldurmuş
Yavru bizden muhabbeti kaldırmış
Yad ellere meyil veren geldin mi

İrfani der zülüflerin düzgündür
Yavru ile muhabbetim bozgundur
O sebepten yarelerim azgındır
Yaremin melhemin vuran geldin mi”

İrfani artık yaylalarına, sevdiklerine kavuşmuş; oba oba, koyak koyak gezip türkülerini söylemektedir. O günden… Bugüne…


BİR BAŞKADIR ANAMUR

Bir başkadır Anamur’da mavi
Güneşin geceye küskün halidir
Aydıncık öteleri

Bir başkadır Anamur’da toprak
Doğurur durmadan, gönenirse eğer
Yorulmaz

Bir başkadır Anamur’da bayram
Görmelisiniz ilk sabahında namaz sonrası
Emirşah’ta cami önünü

Bir başkadır Anamur’da hasret
Yüreğimden Zara’ya giden bir iletidir
Bin altı yüz rakımlı yaylalar

Bir başkadır Anamur’da sevi
Yirmi birinde bir Emirşah güzelinin
Onulmaz sevdası

Bir başkadır Anamur’da hüzün
Dolaşır usulca ayak uçlarına basarak
Duymaz kimse gelip gittiğini

Bir başkadır Anamur’da acı
Dağ başlarındaki BULUTlardan damıtılmıştır
Kanar için için

A.UĞUR OLGAR
1997


SELAM SİZE TÜM İNSANLAR

Ben Toroslardan gelmiş bir halk çocuğu,
Hileli, hesaplı, düzenli değil.
Dağlardan, derelerden,
Selam getirdim, güç getirdim.
Yaşama gücü getirdim, direnme gücü,
Nergisler, laleler, kır çiçekleri,
Dağ yemişi, çam sakızı,
Çıkınımda şepit, tuz, biber, soğan.
Hor bakmayın, yüksünmeyin,
Alın kabul edin, işte yüreğim,
Seven gönlümü getirdim size armağan.

Çıplak ayaklarla bastım toprağa,
Ekini biçilmiş tarlalarda başak topladım.
Odun taşıdım dağlardan,
Çarığın sırımı kesti ayaklarımı,
Amelelikten kalma avuçlarımdaki nasır,
Çiçek hastalığından yüzümdeki çil,
Acıyarak bakmanızı istemem.
Bizi bizden olmayanlar ne anlar?
Varsın yine fırtınalar essin başımda,
Yüreğimden sevgi eksilmiş değil,
Selam size tüm insanlar!
Seven gönlümü getirdim size armağan.

AHMET TUFAN ŞENTÜRK


GÜLNAR’DA ÖRNEK BİR BAYRAM KUTLAMASI
F. Saadet BİLİR

Gülnar izcilik grubu öğretmeni öğrencim Yılmaz Özer, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı için benim, “Merv’den Anaypazarı’na Gülnar” kitabımdaki Gülnar’ın kuruluş öyküsünü konu alan bir gösteri yapacaklarını söyleyerek onlara yardımcı olmamı istedi. Önerilen gün ve saatte toplantıya gittiğimde çoğu, yıllar önce okuttuğum meslektaşım olan öğrencilerimi görünce ne denli mutlandığımı anlatamam. Konuyu birlikte değerlendirdik ve çalışmaya başladılar.
23 Nisan günü için tüm hazırlıklar tamamdı. Öğrenciler rengârenk giysileriyle Yörük kızı, kadını, erkeği olmuş; hatta ayı ve deve bile canlandırılmıştı. Yörük obası, göç yolundaydı.
Yöre türküleri eşliğinde, mikrofonda görevli bir öğretmen, Orta Asya’dan Gülnar’a geliş öyküsünü anlatırken develeriyle bayram alanına giren Yörükler, geniş bir daire çizerek yerlerini aldılar.

GÜLNAR’IN KURULUŞ ÖYKÜSÜ
Altay Dağları’ndaki eski yurtları Gülnar’dan göçen Yahşi Bey ve Duru Hatun, Merv Kenti Dörtkuyu Mevkii’nde doğan kızlarına eski yurtlarına duydukları özlemden dolayı Gülnar adını verirler. Onu, at binmeyi, ok atmayı öğreterek erkek çocuğu gibi yetiştirirler.
Önce Yahşi Bey, ardından Gülnar Hatun’un nişanlısı Horasanlı Ebu Müslim Araplar tarafından öldürülünce Gülnar Hatun, obasının başına geçer ve onları tehlikelerden korumak için batıya, Anadolu’ya doğru yola çıkılır. Gülek Boğazı yakınlarında Gülnar Hatun da, Araplar tarafından öldürülünce başsız kalan Yörükler dağılmaz. Toroslar’ı aşar, Göksu Irmağı’nı geçer, Zeyne’ye konarlar. Anamur’a doğru, bir ucu Göksu, diğer ucu Akdeniz’e kadar olan geniş coğrafyaya yayılır, buraya da kendilerine öncülük eden yürekli, yiğit Yörük kızından dolayı GÜLNAR adını verirler…
Gösteri sırası, bazı köylerin kuruluşuna gelmiştir.
Öğretmen, TOZKOVAN Köyü’nün kuruluş öyküsünü anlatırken bu köye yerleşen Yörükler, drama ile olayı canlandırıp köylerinin adı yazılı levhayı dikerler.
Gülnar Hatun’un obasında bir anlaşmazlık yaşanır. Bunun üzerine bir grup obadan ayrılarak başka bir yere göçer. Silahlı atlılar onların üzerine gider. Obanın ileri gelen
ak sakallı ihtiyarı herkese, “ Kimse gelenlere karşı gelmeye! Avuçlarına yerden toz, toprak alıp bekleye, benim işaretimle gözlerine ata!” der. Oradakileri öldürmeye gelen atlılar, karşılarında silahsız halkı görünce şaşakalır. İhtiyarın işaretiyle tozu, atlıların gözüne atıp silahlarını ellerinden alırlar. Sonra da onlarla konuşup barışırlar. Olur köyün adı, tozla kovan anlamında TOZKOVAN!
DAYICIK Köyü bilgileri anlatılırken buranın Yörükler’i de köylerini kurarlar.
Dayısıyla birlikte yaşayan güzel, küçük bir kızı, kaçırır bir ayı. Kız da sürüsünü otlatan dayısına, “ Dayıcığım kurtar beni!” der. O köyün adı olur DAYICIK.
İSHAKLAR Köyü öyküsü sırasında Yörükler köylerini kurarlar.
Düşmanlarından kaçıp dağdaki mağarada saklanırlar. Derler birbirlerine, “İn saklar insanı, kimse bizi göremez,” sonra derler bu köye de iyi saklar anlamında, İSHAKLAR!
KÖSEÇOBANLI Köyü kuruluşu anlatılırken Yörükler bu köyü de kurarlar.
Burada vardır akıllı, kendi halinde sevilen, sayılan bir çoban. Sakalı, bıyığı olmadığından derlermiş Köse Çoban. Başı sıkışan, “ Köse Çobana gidip akıl danışayım,” dermiş. O yöreye de KÖSEÇOBANLI denmiş.
ULUHTU Köyü öyküsüyle birlikte kurulmuştur hemen.
Bir Yörük obası nereye yerleşeceği konusunda karar veremez. “Ulu bir devemiz var, deveyi salalım, nereye ıhar (çökerse); oraya konalım,” derler. Deve gider, gider rüzgâr görmeyen kuytu (ıhtı) bir yere ıhar (çöker). Köyün adı, ulu devenin ıhtığı yerden dolayı ULUHTU olur.

Kışın Gilindire’de (Aydıncık), yazın Gülnar’da (Hanaypazarı) olan ilçe yönetiminin, yaylak kışlak yerine her zaman Gülnar’da bulunması istenmektedir.
Öğretmen bu olayı anlatırken Yörükler HANAYPAZARI’nda GÜLNAR İlçesi’ni kurar.
Şimdiki Gülnar’ın bulunduğu yerde büyük bir pazar kurulur, Hanaypazarı denir buraya. Halk, kışın Gilindire’ye (Aydıncık); yazın da Hanaypazarı’na çıkar. İleri gelenler Gilindire’den, ilçe belgelerini alır; bir gün Bozağaç’a, oradan Şehyhömer’e, daha sonra da şimdiki hükümet konağının yerine getirir.
Osmanlı yönetimi, bu olaya kızar ama o sırada Gilindire düşman gemisi tarafından top ateşine tutulup çobanların sürüsü kaçırılınca 30 Ağustos 1916 yılında ilçe merkezinin Hanaypazarı olması kabul edilir. Yörede gül ve nar çok yetiştiğinden, zaten büyük ecelerinin adı Gülnar Hatun’dan dolayı buraya Gülnar adı verilir.
Mustafa Kemal’in önerisiyle Mut ve Anamur’dan sonra 20 Ocak 1920’de Kuva-yı Milliye, Müftü Mehmet Altın Efendi, Müderris Mustafa Fevzi Efendi (Kırıt Hoca), Zeybekzade Hüseyin Efendi, Tahtacı Mehmet Efendi, Hüseyin Kahya, Mirzaların Ali Efendi, Sipahizade Osman Efendi, Şevki Göklevent, Çoban Mülazım, Mahmut Yordamlı, Latif Çavuş, Hacı Mükremin, Emin Güzel, Mehmet Teoman, Mustafa Kısa Kahya önderliğinde Kuva-yı Milliye Gülnar’da da kurulur.
23 Nisan 1920’de açılan Meclis’te Gülnar milletvekili olan Ahmet Şevki Göklevent, on iki arkadaşıyla birlikte Meclis Başkanlığına 23 Nisan gününün “Ulusal Bayram” olması için önerge verir. İşte şu an kutladığımız Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın oluşumunda Gülnar’ın da payı vardır.

SARIM GELİN ÖYKÜSÜ
Kurtuluş Savaşı sırasında ilçede yaşanan bir olayın anlatıldığı SARIM GELİN öyküsü de unutulmamıştı. Bu anlatılırken Sarı Teke, anası, babası, Sarım Gelin, Kuva-yı Milliyeciler,
köylüler, Yörükler tarafından canlandırılıyordu.
Gülnar’ın Tozkovan Köyü’nde Kurtuluş Savaşı sırasında yaşandı bir olay. Köyün güzel kızı evlendi Sarı Teke’yle. Sarı Teke’yi anası, “Sarım kuzum, sarı Tekem sarım,” diye severdi. Oldu gelinin adı Sarım Gelin.
Mustafa Kemal’den emir geldi. “Herkes askere gelsin, vatanı kurtaralım,” dendi. Sarı Teke’yi ailesi hazırlayıp dualarla askere uğurladı.
Tozkovan Köyü, her zamankinden daha karanlık, daha soğuktu o gece. Saatlerdir odasından çıkmayan Sarım Gelin’in içinde fırtınalar kopuyordu; sanki bir şeyler olacaktı.
Cepheden, yaralı Kuva-yı Milliyeciler’den gelen olmuştu. Herkes, “Oğlumu gördün mü?” diye soruyordu. O da sorana, “Evladın çok iyi, düşmanla savaşıyor,” diyordu. Sarı Teke’nin babası, “Benimkini gördün mü?” dedi. Yaralı Kuva-yı Milliyeci, “Sarı Teke eşkıya oldu, bizlere kurşun sıktı,” dedi. İhtiyarın dünyası yıkıldı, neredeyse yerin dibine girecekti.
Cepheye giderken delikanlıyı kandıran isyancı Delibaş çetesi Sarı Teke’yi eşkıya yapmıştı. Duyuldu bu olay köyde. Ailesi inanamadı, çok utandı. Hepsi yere bakarak gezdi, kimseyle konuşamadı.
Sarı Teke bir gece sessizce köye geldi. Sarım Gelin sıkıntılı ve uykusuzdu. Kapının çalındığını duydu.“Sarım, ben geldim aç kapıyı. Açsana Sarım, ne demek bu böyle?” Sarım Gelin açmadı kapıyı. “Git buradan, bu kapı bundan böyle sana kapalı. Sen eşkıya oldun, askerden kaçtın. Biz seni Mustafa Kemal’in askeri olasın diye gönderdik. Benim böyle bir erim yok. Cehennemin dibine git!” dedi.
Sarı Teke yalvardı. “İstemezsen yüzümü görme, bırak anamı göreyim. Anama haber ver. O bana kapıyı açar,” dedi. Sesi duyan anası, “Ah, Sarı Tekem, sen eşkıya oldun, askerden kaçtın, sütüm sana haram olsun,” dedi. Onu içeri almadı, kovdu. Gürültüyü duyan köylüler, Sarı Teke’yi kovaladılar. Gönüllü Kuva-yı Milliyeciler bir inde kıstırıp orada cezasını verdiler. Leşini Gülnar hükümet konağı önüne getirip herkese gösterdiler. Sarım Gelin ve bütün halk, “Düşman ortağı, vatan haini,” diyerek ölüsüne tükürdü; onu hiçbir mezarlığa gömdürmedi. Arkadaşları bir gece leşini dereye yuvarladı, kurtlar, kuşlar vatan haininin cezasını verdi.
Sarım Gelin, “Bütün asker kaçaklarının, hainlerin Allah belasını versin. Yurdunu, bayrağını, dinini seven herkes, haydi savaşa!” dedi ve Mustafa Kemal’in askerlerine katıldı. Delibaş isyanını bastıranların yanında en ön safta yer alarak şehit oldu.
Sarım Gelin, seni anmak ve yaşatmak bizlere düşer. Ruhun şad olsun!..
Öğretmen, İstiklal Marşımızın iki dizesini, bir Gülnar şiirini ve izci andını okuyarak bitirmişti konuşmasını.
70 izci öğrenci, köklerinin, Toroslar’ı aşarak buraya yerleşmesini, köylerin kuruluşunu, halkın Kurtuluş Savaşı’na katılışını, Delibaş isyancısı olan kocasının yerine Kuva-yı Milliye’ye katılan Sarım Gelin’i, 20 dakikalık olağanüstü bir gösteri ile sunmuştu. İzleyenler, canlandırmanın öğrenmedeki etkisini, kalıcılığını anlatıyordu birbirine. Herkes çok heyecanlanmıştı.
Tekdüze konuşmalarla, yasak savmak için kutlanan, sıkıcı bayram törenlerinin; bizlere güzel duygular kazandıran, canlandırarak öğretilen, kalıcı, zevkle izlenen törenlere
dönüşmesini sağlayabiliriz bu örnekte olduğu gibi.
Tarih bilinci, yerelden ulusala, oradan evrensele giderek kazanılır. İşte eski öğrencilerim, şimdi meslektaşlarım genç, enerjik Atatürk’ün öğretmenleri Gülnar tarihini güzel bir gösteri ile şölene dönüştürmüş, belleklerden silinmeyecek bir 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk bayramı yaşatmıştı bizlere.
Emek veren, Gülnar’daki Atatürk, Cumhuriyet ve Yüzüncü Yıl İlköğretim Okulu’nun sekiz izci lideri öğretmene ve öğrencilerine teşekkür ediyoruz.


ÂŞIK AHMET ALİ BABACAN

Mehmet Babacan

Gülnar yöresi, onca kıraçlığına inat, insanî değerleri öne çıkarıp insan severliği doğasına hakim kılmıştır.
Kırsallığın getirdiği zor koşullar içinde düşünceler, öfkeler, yakınmalar, yer yer çaresizlikler, ifadelerini tekerlemelerde, şiirlerde, nükte ve taşlamalarda bulmuş, telden tele olmasa da dilden dile yayılıp gelmiştir.
Belki de en net sürüp gelen çizgi, ozanların getirdiği geleneksel birikimler olmuştur. Dönemsel kopukluklar görülse de 1800’lerden 19.yy. sonlarına kadar sürüp gelmiştir. Bu hat üzerinde:
Âşık Cemali (1811?- 1871?), Serdarî (1878–1918), Kadı Mustafa Efendi (Kör Kadı) 19.yy. Ahmet Ali Babacan (1912- 1975), özellikle unutulmaması gereken halk ozanlarımızdır. Bu süreç günümüze kadar izlendiğinde, Ahmet Ali Babacan’ı Gülnar toprağının yetiştirmiş olduğu sonuncu halk ozanı olarak görmek kaçınılmaz olur.
O, 1912- 1975 yılları arasında Eskiyörük Köyü’nde yaşadı. O, Avcı İbrahim ile Demirci kızı Emine’den doğmuş, malsız mülksüz ve de kardeşsiz bir garibandır. Henüz o üç yaşındayken Çanakkale Savunması’na giden ve izi kaybolan babasını hiç tanımamış, üvey babası da olmamıştır.
Yoksulluğun, kimsesizliğin yarattığı içedönüklük ve duygusallığın yanında, yoksul annenin sergilediği mücadeleci ve onurlu yaşamının etkisi altında, iliklerine kadar insancıl, karıncayı incitmeyecek kadar kendisiyle barışık bir halk ozanı doğmuştur.
Köy imamından medrese tarzı mescit öğrenimiyle eski yazıyı öğrenmiş, dedesinden kalmış Kur’an, Ahmediye, Kuddusî ve Muhammediye gibi kitapları okumaya başlamış. 1928’de açılan üç yıllık köy okulunda da yeni yazıyı öğrenmiştir.
Hayvancılık nedeniyle yaşanan göçebe hayatında, okunacak bir şey yoksa da halk söylenceleri, kültürünün temelini oluşturmuş; iyi bir dinleyici ve gözlemci olmasına da katkı getirmiştir.
Kızıp bağırıp çağırdığını gören olmadığına göre, iç dünyasında hiç mi deprem olmuyordu? İnsanı zıvanadan çıkaran onca olay olurken hiç mi tepesi atmıyordu? Bu durum insan davranışlarına ters düşmüyor muydu? Yoksa öyle zamanlarda imdadına ozanlık mı yetişiyordu? O, en acı sözleri, en yakıcı kızgınlıkları, mizahın sevecen nüktelerinde; taşlamanın ders dolu şiirselliğinde eritiyor, insanca tavırlara mı sarıp sarmalıyordu?
Yaşamı fakir, yüreği olabildiğince zengin olmayı felek de kıskanmış olmalı ki,

“ Çiçekler içinden seçtim bir çiçek,
O idi hayatta bana tek gerçek,
Meğer ölüm varmış, daha da gerçek,
Gelir imiş başa iş birer birer…”

dediği, henüz otuz beşindeki üç çocuk annesi eşini kaybetmiştir.

İkinci evliliğinden de olanlarla sahip olduğu 8 çocuk, yaşamının belki en bereketli yanı olmuştur.
Şiirleri, oğlu Mehmet Babacan tarafından “ Selam Olsun” adlı şiir kitabında, öykü ve taşlamaları ise aynı yazarın “Dikenlere Rağmen” adlı öykü kitabında metinleştirilmiştir.
Onun sevecen ve hoşgörülü yüreği, Eskiyörük mezarlığından, mezar taşındaki kendi dizeleriyle seslenmeye devam etmektedir:

“Babacan’ım gelmem daha,
Yolumuz düştü toprağa,
Ruhumuza bir Fatiha
Verenlere selâm olsun…”

Nükte, hazırcevaplık ve taşlama, halk ozanlığında lirizm kadar önem taşıyan temel öğelerdir. Halk ozanları, bu yetenekleriyle gülerken de ağlarken de bir bilgelik içinde en yoğun derslerini sunuverirler. Bu açıdan bakıldığında, Âşık Babacan’ın “ Atışma- Tanışma” ve “Tahra” isimli anı öykülerini dillendirmekte yarar vardır.

ATIŞMA VE TANIŞMA

1950’li yıllarda, Gülnar’da PTT dağıtıcısı olarak çalışan Mehmet Doğan’la, Âşık Babacan arasında geçen ve onların tanışmalarına neden olan atışma, dillerde hâlâ dolaşır. Ancak özü kaybolmamakla birlikte bir hayli değişikliğe uğramıştır. Adı geçen kişilerden birçok kez dinlediğim o anı, ozanca söyleyişle hazırcevaplık becerisinin buluşturulmasından doğan mizahî hazzın tipik bir örneğiydi.
Mehmet Doğan, yakımcı bir kişiydi. Görevi gereği gezdiği köylere, ilginç bulduğu kişilere yazdığı taşlamalarla epeyce ünlenmişti. Hatta taşlamalarının bir hayli sert olduğu söylenirdi.
Cuma günleri, Gülnar’ın pazarıdır. Köyden, kasabadan yığınla katılım olur. Alışverişten tutun da dost ahbap görüşmelerine kadar tüm ilişkiler Cuma pazarının gündemindedir.
Öyle kalabalık bir günde, Eskiyörüklü Ahmet Ali Babacan, Postacı’ya uzaktan gösterilir ve bir de uyarı eklenir: “ Şu gördüğün köylü adam var ya, o şairdir. Sakın ona bulaşma, onun taşı ağırdır, altından kalkamazsın.”
O yüzden midir nedir, Postacı her köye bir şeyler söylediği halde, Eskiyörük’e hiç dokunmadı.
Ne var ki uzun bir süre geçtiği halde, bir türlü görüşmek de kısmet olmamış…
Olacak ya, bir kış günü Menekşe Deresi’nde karşılaşırlar. Menekşe Deresi’nde yol, yan yatırılmış U harfi gibidir. Tabanında Menekşe Köprüsü, yanında Kara İn, az ileride de Abdullah’ın değirmeni.
At üstünde ağır ağır ilerleyen Postacı’nın, karşı yolda köprüye doğru inmekte olan köylü adamı görür görmez “ Aa, ben bu adamı tanıyor muyum yoksa birine mi benzetiyorum,” soruları düşer aklına. Yaklaştıkça, kafa yorması daha da yoğunlaşır ve “O âşık köylü olmasın bu” demeye başlar. “Köprüye girmeden karşılayayım” diyerek atı hızlandırır da ne demeli? Kupkuru bir sözle “Hemşerim, sen kimsin” demek, bir şaire yakışır mı? Söyleyeceğini düşünürken bir yandan da “Eğer o adamsa, dünyadan habersiz, kendi halinde bir garibana benziyor, ateş olsa yerini yakamaz” diye geçirir içinden.
Hedeflediği yerde, Kara İn’in önünde karşılar ve atışını yapar Postacı:

“ Üşüdüm, buydum Menekşe’nin kışından,
Bir sigara ver de içeyim dışından.”
“Dışından” sözcüğü, yörede bedavadan, avantadan anlamına çok kullanılır.
“Âşık Babacan, Postacı’dan alışılmış köylü selamını bile beklemezken, duyduğu beyiti yanıtsız bırakacak değil ya! Hiç duraksamadan:

“Yağmurlar yağdı da dereler aktı,
Dışından sigara bizlerden kalktı” deyiverir.

Postacı, atından inerken, “ Tamam arkadaş, Sen osun. Şurada bir soluklanalım; sigaramızı hak ederek içelim de iyice bir tanışalım,” der ve hayvanları bağlayıp söyleşmeye başlarlar. Başlamasına başlarlar da akşamın olduğunu, atın kişnemesiyle, eşeğin de yükünü devirmesiyle fark ederler.

TAHRA
“Tahra” şiiri, Âşık Ahmet Ali Babacan’ın taşlamacılığına tipik bir örnektir.
Olay şöyledir: Efendi Yahya, birkaç sürü sahibi, iki evli, varlıklı bir kişidir. Köylerden mera kiralayarak hayvanlarını otlatmaktadır. İki bölüm halindeki sürünün her birinin başında eşlerden biri bulunmakta, Efendi Yahya da dönerli olarak ilgilenmektedir.
Sürülerden birisi Babadıl (Sipahili Köyü) yöresinde ve eşlerden en yırtıcı olanın gözetimi altındadır. Bu arada, kaybettikleri bir tahrayı da yana yana aramaktadırlar. Tahra, hayvanlara yedirilmek üzere ağaç dallarını kesmeye yarayan önemli bir kesme aracıdır.
O sırada, Âşık Babacan da yerfıstığı ekmek tarla hazırlarken yani nadas etmekteyken yitik tahrayı otların arasında bulur. Yahya’nın çadır evi de ses duyulacak kadar yakın olduğundan, “Komşu, komşu, aradığınız tahrayı ben buldum, gelip alın,” diye seslenir. Sesi duyan kadın, bir teşekkür lafı edeceği yerde, “ Tahranın sapını ananın …a sok” diye bağırmasın mı?
Teşekkürün böylesi, ne duyulmuş ne görülmüştür. Âşık Babacan, hiç ses çıkarmaz, az ileride gördüğü çimento torbası parçasını düzelterek hep cebinde taşıdığı küçücük kopya kalem artığıyla yazmaya başlar:

TAHRA
Babadıl düzünde ederdim tarla,
Gezer iken buldum bir yitik tahra,
Tahranın sahibi Efendi Yahya,
Çağırıp da derim, tahra burdadır.

Eğilip tahrayı yerinden aldım,
Babadıllılardan birinin sandım,
Yahya’nın olduğun sonunda bildim,
Söyledim, tahranız işte buradadır.

Acayip bir kadın sesimi duyup,
Bir söz söyledi ki demesi ayıp,
Terbiyeden tezmiş, namusu kayıp,
Bulmadım ki desem o da buradadır.

Bulsam da çıkarmam gayrı sesimi,
Evvel bulduğumdan aldım dersimi,
Felek burada da yıktı şansımı,
Benim umducağım hani nerdedir?


Benim canım takdir,ödül isterdi,
O bana doğduğum yeri gösterdi,
Yahya kapısında niye beslerdi?
Tam sürü bekleyecek ayardadır.

Kadını anladım yüzsüzün biri,
Bana tarif etti çıktığım yeri,
Yanında duruyor koskoca eri,
Demez ki seninki işte buradadır.

Sözüme gücenme abla sen sakın,
Ağzını topla da namusun takın,
Tahra da sapı da hep sana yakın,
Benim anam üç saatlik yerdedir.



TAŞELİ’NİN EFSANE DOKTORU MEHMET SÖNMEZ
Mustafa ERTAŞ

1920 yılında Ermenek’te doğan ve genç Türkiye Cumhuriyeti ile gelişip büyüyen Dr. Mehmet SÖNMEZ, 1943 yılında Ermenek’e doktor olarak döner. İkinci Dünya Savaşı sırasında bir taraftan kıtlık öbür taraftan sıtma Taşeli’ni kasıp kavururken, Dr. Mehmet Bey, Ermenek’in 48 köyünü bazen yayan bazen katır sırtında gezerek sıtmanın ortadan yok olmasını sağlar. Yörük, köylü demeden dertlerine şifa bulup derman olur. İşte bu nedenlerden dolayı Dr. Mehmet Bey, halk tarafından çok sevilmiş; bu olağanüstü çabaları, ününü artırmıştır. Atatürk İlke ve Devrimlerinin yılmaz savaşçısı, ödünsüz Cumhuriyet çocuğu Mehmet Bey, her geçen gün efsaneleşen bir kişiliğe doğru yürümektedir.
Anma programları ve dil bayramı törenlerinden sonra Prof. Dr. Kemal YAVUZ, Yazar Hasan ŞİMŞEK, ben Mustafa Ertaş ve Selçuklu Otel’i Müdürü Ata Göksel GÜR ile birlikte, Dr. Mehmet SÖNMEZ’i ziyarete gittik ve içtenlikle karşılandık. Sohbet sırasında Mehmet Ağabeyin anlattıklarından ve benim de çok hoşuma giden bir bölümü sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Alexander Fleming (1881–1955), bir gece çalışmasını bitirdikten sonra laboratuarının penceresini açık bırakıp gider. Ertesi gün geldiğinde laboratuarındaki tüplerin bir tanesinin rengi değişmiş, bir tanesinin de ortasında siyah bir nokta belirmiştir. Bu mantarlaşmanın açık bıraktığı pencereden içeri sızan hava sonucu oluştuğunu fark eder ve penisilini üretmek için kullanılan mantarı (Penicillium notatum) keşfeder. Ancak bu icadı İngiltere’de pek ilgi görmez ve umduğu desteği İngiltere’de bulamaz. Bu mantarı, ilaç (penisilin) haline getirmesi gerekmektedir. Ve bu sebeple, aldığı davet üzerine A.B.D.’ye gider. A.B.D.’de bu ilacı geliştirme imkânı bulur ve uzunca bir süre orada kalır. Aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra İngiltere’ye dönmeye karar verir. İlim adamlarına artık kendi ülkesinde destek verildiğini düşünmektedir. Bu düşünceler doğrultusunda İngiltere’ye döner. Ancak pek de düşündüğü gibi olmamıştır. Fleming kendisini karşılayacakları beklentisiyle merdivenlerden inerken, o sırada diğer merdivenden inen bir sanatçının ilgi odağı olduğunu görür. Fleming’i karşılayanlar birkaç kişiyi geçmemiştir. Fleming büyük bir hayal kırıklığı içinde düşüncelerinde yanıldığını anlar.

CHURCHILL İLE FLEMING

Churchill ile Fleming çocukluk arkadaşıdır. Fleming’in babası, Churchill ailesinin bahçıvanıdır. Günlerden bir gün, Fleming ile Churchill bahçede oynarken, Fleming havuza düşer ve Churchill bunu görür. Hemen yardıma koşar ve Fleming’i kurtarır. Gel zaman git zaman, Churchill İngiltere’nin başına geçer. Dünyaca tanınan sayılı kişilerden biri olur. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda izlediği savaş politikası ve Roosevelt ile kurduğu iyi ilişkiler, onun İngiliz tarihinin en önemli devlet adamlarından biri olarak yer almasına vesile olur.
Günlerden bir gün Churchill Afrika dolaylarında iken, amansız bir hastalığa yakalanır. O devirde tedavisi mümkün olmayan bu hastalık yüzünden yüzlerce insan hayatını kaybetmiştir. Churchill zatürree olmuştur. Bunu duyan Fleming, A.B.D’den kendi icadı olan penisilini de alarak Churchill’in yanına gider. Churchill’i tedavi eder ve penisilin iğnesi yaparak birkaç gün başında bekler. Penisilinin tesiriyle gözlerini açan Churchill, başında Fleming’i görünce çocukluk anıları canlanır hafızasında ve şöyle der:
- Ödeştik, Fleming.
Mehmet Ağabeyi geçen yıllara oranla daha sağlıklı bulduğumuz için sevindik, mutlu olduk. Kendisine sağlıklı daha nice yıllar dileriz.


YÖREDEN BİR MASAL

GÖK GEÇİ
( Derleyen: Mustafa B. Yalçıner)

Toprak ana kış uykusundan uyanmış. Her taraf yemyeşil. Ağaçlar gelinliğini giymiş. Oradan oraya koşup duran kara kara, minnacık oğlaklar ile tespih çalısına, pinarlara abanmış tekeler, yavrusunu koklayan keçiler var her tarafta. Çobanın kavalından da yanık, dertli, duygu yüklü ezgiler yükseliyor.
Yoldan geçmekte olan genç bir kadın, oğlağını emdiren bir keçiyi görünce, eşeğinin yularına asılır, uzun uzun bakar ve Tanrıya yalvarır tüm içtenliğiyle: “ Ne olursun, bana da bir yavru ver. Sen ver de oğlak bile olsa razıyım!”
Yaratıcı geri çevirmez kadının dileğini. Gel zaman git zaman, kadın doğurur. Gök derili bir oğlaktır, dünyaya getirdiği. Genç anne, bu duruma çok bozulur. Neşesi de bir kuş olup uçar gider. Ama ne yapsın, atacak değil ya yavrusunu! Bakıp büyütür onu.
Köyün genç kızları dereye çamaşır yumaya giderlerken, Gök Geçi de onların peşine takılmak ister. Anası, “Olmaz” derse de akar kazanı bir boynuzuna, kirli çıkınını ötekine ve yönelir dereye doğru. Diğer kızlardan uzak bir yerde, Gök Geci derisini çıkarır. Tanrım, ne o öyle? Uzun boylu, ince, alımlı bir maya. Simsiyah saçları beline kadar. Kara kaşlı, kömür gözlü, elma yanaklı, kiraz dudaklı bir ay parçası.
Hemen ateş yakar, kurar kazanı. Çamaşırları bir güzel yıkar ve serer çalıların üzerine.
Çamaşırlar kuruya dursun; genç kız böğete yönelince sularda oluşan minnacık dalgalar, gelip yalamaya başlar süt beyazı ayaklarını. Dalgalar oluşur sevinçten, köpükler sarar genç kızın çevresini.
Ava çıkan bir delikanlı fark eder, süt banyosundaki ceylanı. İçi gıcıklanır Vezioğlu’nun. Atından iner, bağlar onu bir söğüt dalına. Ses çıkarmadan yürümeye çalışır, mor çiçekli yarpuzların, boğum boğum atkuyruklarının arasından. Kıllı gök derinin yanında parıldayan on yüzükten birini alıp uzaklaşır oradan.
Sudan çıkan servi boylu, çamaşırları toplar, güzelce katlar, koyar bohçaya. Kazanı indirir ocaktan, söndürür ateşi. Yüzüklerini takar. “Şunda var, şunda var, şunda var, şunda yok” diye sızlanıp durur. Üzgün mü üzgün, giyer derisini. Takar boynuzuna kazanı, diğerine çamaşır bohçasını, tutar evin yolunu.
Vezioğlu’nun yüreğine öyle bir kor düşer ki cayır cayır yakar içini. Gidip o kızı istemesi için yalvarır anasına. Oğlunun ısrarına dayanamayan kadın, hele bir yol göreyim şu kızı diyerek çıkar evinden. Varınca ne görse beğenirsiniz? Bir gök keçi, oğlunun istediği. Bir hışımla döner, “ Olmaz da olmaz, koskoca vezirin oğlu, kala kala bir gök keçiye mi kaldı” diye tutturur. Umutları kırılan, hayalleri yıkılan delikanlı aşk ateşiyle erir de erir ve sonunda yatağa düşer.
Köyün kızları çorba yapıp götürürler Veziroğlu’na. Ama o hiçbiri içmez. Yemeden içmeden kesilir. Benzi de kül gibi. Bir deri, bir kemik kalır.
Gök Geçi de bir çorba götürür Veziroğlu’na. Köyün kızları, evin merdiveninde bekleşirken o da gelir. “ Git oradan, bizim çorbamızı bile içmedi. Seninkini neylesin” diyerek kovmak isterler keçiyi. “Mee! Mee!” sesini duyan Veziroğlu bağırır içeriden: “ Bırakın gelsin!”
Çorbayı bir güzel içen delikanlı, aldığı yüzüğü bırakır tasın içine. Gök Geçi anlar Veziroğlu’nun kendisini derede gördüğünü. Bir korku sarar içini, ya söylerse diye.
Delikanlı, gece gündüz Gök Geçi’yi sayıklar. “İlle de bana o kızı alın,” der durur. Biricik evladının durumuna çok üzülen annesi, sonunda bu evliliğe razı olur. Gidip kızı isterler. Anlı şanlı düğün ederler; allı pullu ata sararlar beyaz gelinlikli Gök Geçi’yi. Getirirler evlerine. Vezir üzgün, karısı üzgün; suratlarından düşen bin parça.
Yatak odasında Gök Geçi, “Kimseye söylemeyeceğine söz verirsen, çıkarırım derimi,” der kocasına. O da “Söz” deyince keçi de atar kıllı deriyi. Veziroğlu uçmaktadır mutluluktan; girer dünya evine güzeller güzeli eşiyle.
Vezirin karısı sinir küpü. Suratı ise mahkeme duvarı. Evin içinde dolaşan keçiyi azarlar durur. Hatta bir gün ekmek atmaya başlayınca gelini de pişirmek için sacın başına çöker. Kaynana aldığı gibi şişi birkaç kez vurur ona.
Aradan zaman geçer. Bir gün vezirin karısı bir düğüne davet edilir. Bunun üzerine başlar oğluna söylenmeye: “Güzel bir gelinim olsaydı da takıp gitseydim peşime, olmaz mıydı?” Anası gittikten sonra, oğlu bir at getirir, süsler onu. Heybesine de bir iki tas altın döker, çeker karısının altına. Derisini evde bırakan ay parçası gelin, sürer atını düğün yerine. Herkesin ağzı açık kalır onun güzelliği karşısında. Geçer ortaya bir oynar, bir oynar. Döktürür de döktürür. Ardından saçar altınları; biner atına, ayrılır düğün yerinden.
Akşam olunca, eve döner kaynana, öfkeli mi öfkeli. Anlatır gördüklerini oğluna. Bağırır çağırır ona.
Bir başka gün, yine bir düğüne çağrılır vezirin hanımı. O gittikten sonra, Veziroğlu getirir allı pullu atı. Giydirir, kuşatır karısını. Heybeye altın da döker ve yollar onu düğüne.
Halk toplanmış eğlenirken, atlı gelin gelir yanlarına. Çıkar ortaya, başlar oynamaya. Saçar yine altınları. Atına binecekken sorarlar “ Nerelisin” diye. O da “ Şişvuran Köyü’ndenim,” der ve oradakilerin şaşkın bakışları altında, uzaklaşır düğün evinden. Yolda burnuna bir koku gelir. “ Eyvah” der yalnızca.
Eve dönünce, “ Hani söz vermiştin, neden sözünde durmadın? Niçin yaktın derimi, şimdi nasıl saklayacaksın beni” diyerek, kocasıyla atışmaya başlar. Tam o sırada kaynana da döner. Veziroğlu saklar karısını yüklüğe.
Kadın anlatmaya başlar yine o gelini. Övgüler yağdırır ona. Bir de sorar oğluna Şişvuran Köyü nerede diye. “ O köy burası. Öyle bir gelinin olsaydı, ne yapardın, Anne?” “Bir oynar, bir oynar sonra da mutluluktan ölürdüm,” yanıtını verir, vezirin karısı.
Bunun üzerine, Veziroğlu alıp gelir eşini. Kaynana, gelini görünce oynamaya bile fırsat bulamadan yığılıp kalır oracıkta ve ruhunu teslim eder.
“Sen sözünde durmadın artık benden sana yar olmaz,” diyen Gök Geçi, ayaklarını yere bir vurur ve açık pencereden uçarak yükselir gökyüzüne…


AYDINCIK DOLAYINDA

Aydıncık dolayında bir güzel
Sermiş gözlerini mavilenir denize
Melil melil baktı daldı
Dallanır dalgaların didişine

Sen Yörük kızısın aklın
Toroslar’dan inen esinde kaldı
Demlenir koynunda ladin kokusu
Kahırlanma maraz sabır
Vakti gelince dönersin
Koynunda biraz deniz tuzu

Dolan bitmez Sele yokuşu
Develer tilkeli boz eşeğe
Kalktı kuyruğu
İnadı tutar anıracak
Dinletmez sana türkümü

Beni de götür tükenmeden
Mor bakışın çağla tadında
Gönlüm yaylasın döşünde
Uyanırım belki güzün
Sahil vaktinde
İşim gücüm şaşmasın hani
Yaşam böyle neylerim
Şu kısacık ömrümde

Ceylan ŞİMŞEK
01 Haziran 2007


ELÇİM ELÇİM TOPLADIK

Güneş doğuyor, daha yürüme yok
Kıpırtısız, uykusuz, yorgun ve argın,
Isıtıyor, aydınlatıyor daha tepkisizsin
Silkin, şapırdat kulaklarını
Kalk, yekin, gayret, ha gayret
Tıslamadan
Bari apala.
Yalpalama sarhoşçasına
Olmadın belki olamayacaksın adam,
Öğendireye muhtaç kalmadan,
Bari ol adamcık.
Sancılar hep seni kovalıyor.
Sen ise güneşi
Topladık umudu elçim elçim
Ki ondan,
Elini çek bari.

KASIM BULUT; ANAMUR, 15.05.07



ÖYKÜ FISTIK

Mustafa B. Yalçıner

Pazaryerindeki satıcı, “Taze fıstığın haşlaması güzel olur, Beyim” dedi ve bir avuç kabuklu yerfıstığı uzattı bana. Elleri buruşuktu. Yüzüne baktım. Beyaz sakallıydı. Siyah çekik gözleri ise pırıl pırıl ve umut doluydu. Bir fıstık aldım iki parmağımın arasına. Bastırınca, kabuk kırıldı. Üç tane, iri, pembe fıstık içi. Attım ağzıma.
Aslında pek sevmem kabuklu yerfıstığını. Beni, gençliğimin ilk yıllarına, sıkıntılı, bunalımlı, yoksulluğun karayılan gibi boynuma çöreklendiği günlerime götürür. Unutmak istediğim, üzerine kül döktüğüm ama kabuklu fıstığı görür görmez ya da adını duyduğumda silkelenip ortaya çıkan anılarım, yumruklar durur sürekli kafamı. Kabuklu fıstık, bana hep babamın ölümünden sonra sürüklendiğim, bir kene gibi yakamdan hiç düşmeyen, benimle zevklenen kör olası fukaralığı anımsatır. Silifke’yi, Bucaklı Mahallesi’ni, Göksu’dan odun çaldığım günleri getirir aklıma.
Ben, ne denli yadsırsam yadsıyayım, kabuklu taze fıstığın haşlaması hoş olur. Adamın ağzına da, dişleriyle kırarken, tuzlu su gelir. Sonbaharda içki masasının da onur konuğu olur sürekli.
Heybesinin iki gözü de doluydu. “Tazecik bunlar; daha sökeli iki gün oldu. Torunuma yollayacağım parasını. Üniversitede okuyor da” diye ekledi.
Öğrenciliğin ne olduğunu bilirim, özellikle de parasız öğrencinin durumunu. Ben de çok çektim parasızlıktan. Okulu bırakıp köyüme dönmeyi, balıkçılık yapmayı bin kez düşünmüştüm.
“ İki kilo ver bakalım” derken anamın sesini duyar gibi oldum. “Oğlum! Dikkat et de fıstık arabasını kaçırmayalım.”
“Fıstıkçı, fısss…tıkçıııı!” Kabuklu yerfıstığı doldurulmuş kocaman telis çuvallar yüklü bir at arabası geliyordu. Ucuna kırık orak çakılmış, bilek kalınlığında, iki metrelik sopamı nehirden devşirdiğim odunların yanına bırakarak koştum arabacının yanına. Bize bir çuval indiriver dedim. Kapıdan anam çıktı; beyaz çemberli, paçası bağlı uzun donuyla. “İki çuval, mümkünse” dedi. Arabacı ve ben, zor taşıdık çuvalları iki gözlü dama. Fıstığı kabuklarından çıkarmak, yoksulların elinden tutardı. Getirilen çuval dolusu fıstıklar kırılıp ayıklanır, kilo başına para alınırdı. Kabukları da yakılırdı o insanı dalayan poyrazlı uzun gecelerde. Ocaklı odaya yan yana koyduk çuvalları. Sadece odalardan birinde vardı ocak. Göksu’dan dilendiğim odunla ısınırdık, duvarları çamurla sıvalı evde. Bir teneke soba alacak paramız bile yoktu. Babamın beklenmedik ölümü, atmıştı bizi bu yoksulluğun kucağına. Yılını tamamlamadığı için aylık da bağlanmamıştı bize.
“Çabuk ol, iki kütük geliyor. Kap şu gelberini” diye bağırıyordu ev sahibimin oğlu. Göksu kabarıyor, yatağına sığamıyordu. Ara sıra dönemeci alamıyor, kusuyordu kızıl kinini çukur dolu asfalt yola. Koşup aldım sopamı, ucundan tuttum ve tomruğun yaklaşmasını bekliyordum. “ Öff, be! Fıstığa bak” dedi arkadaşım. Başımı çevirdim. Uzun boylu, arı belliydi; omuzlarından aşağı dökülüyordu siyah saçları. Ona bakacağım derken, kütük de geçip gitmişti.
Mahallemizde kızlar vardı fıstık gibi. Ama kabuklarını kıramıyorlardı sürekli baskı altında olmalarına karşın. Pazarları sinemada öğrenci matinesi olurdu. Ona bile izin zor çıkardı. Filmden çok, uzaktan bile olsa, yavuklusunu görmek için giderdi oraya. Kuyrukta, akrabaları ya da tanıdıklarından birine yakalanmamak koşuluyla, daha önceden yazdığı mektubu sevdiğinin eline tutuşturuvermek, onun için büyük bir mutluluktu. İstek ve korkuyu, işte o an, birlikte yaşardı. Bazen de kitap isteme ya da dersle ilgili soru sorma gerekçesiyle kısa süreliğine uğrayabilirdi görmek istediği erkek arkadaşının evine.
Ben hiç karşılaşmadım, ne elime mektup tutuşturana ne de kapımı çalana. İsterdim bir kız arkadaşımın olmasını ama olası değildi. Kara kuru, yamalı pantolonlu, çarıklı bir liseliye hangi kız bakardı?
Annem seslendi. “ Akşam oluyor, yeter artık. Al gel topladığın odunları.” Topu topu, bir eşek yükü ancak ederdi, nehirden alabildiklerim. Evet bir eşek yükü!
Eşek mi? Komşum ve sınıf arkadaşım bir kız kullanmıştı, bu sözcüğü benim için. Gördüğüm bir filmde erkek, kadına “Çok güzelsiniz” demişti. Kadın da ona “Teşekkür ederim” yanıtını vermişti. Ben de o filmden esinlenerek sınıfımızdaki bir kıza söylemiştim aynı tümceyi ama o bana “ Eşek” demişti. Bozulmuştum bu yanıta. Beni eşek sözü değil, daha çok kızın bakışları, yüzündeki ifade üzmüştü. Eşek sözcüğüne neden alınacaktım ki! Çocukluğumda, benim en yakın dostumdu eşek. Bizim de vardı kuyruğu güdük bir eşeğimiz. Sığır gütmeye giderken binerdim ona. Üzerinde ben türkü söylerken, o arada bir durur, kulaklarını dikip beni dinlerdi.
Eşek yükü odunu taşıdım evin önüne. Annem, yere bir bez sermiş, fıstık kırıyordu dişleriyle. Kızarıp şişmeye başlamıştı bile incecik dudakları. Ben içeri girince, kalkıp siniyi getirdi. Üzerindeki bulgur çorbasından dumanlar yükseliyor, kekik kokusu yayılıyordu etrafa. Gökyüzü ise bağırıyordu durmadan “Tak, tuk, çat” diyerek. Elektrik kesildi. Karanlıkta kapı çalıyordu. Cebimden muhtar çakmağını çıkarıp çaktım. Anamın “Ben dişimle fıstık kırayım, sense cığara iç, olacak iş mi bu” sözleri deliyordu karanlığı. Sigaraya yeni başlamıştım ama satın alacak param yoktu. Diğer otlakçılar gibi ben de yalnızca çakmak taşıyordum. Anacığım, ben sigara içmiyorum. Çakmağı da geçen gün bize gelen arkadaşım unutmuş, dediysem de inandıramadım.
Kapı yumruklanıyordu sürekli, kırılacaktı adeta. “Güm, güm, güm!” Elimde çakmak, açtım kapıyı. Bana eşek diyen kız, karşımda duruyordu. Islak saçlarıyla çok güzel görünüyordu, solgun çakmak ışığında. “Yarınki ödev hakkında bir şey soracaktım” dedi. Ders bahane miydi acaba? Bacaklarım birbirine çarpmaya başladı. Sesimi titretmeden, merhaba, hoş geldin, diyebildim sadece. Girsene, demeye dilim varmıyordu çünkü yoksulluk tanığı kabuklu yerfıstığı yığılıydı ortada. Şimşek çakınca, ağarıverdi ortalık. Kız, yüzüme yansıyan şaşkınlığımı anlayacak diye çok korktum. Sesimin tınısının değiştiğini de nasıl yardımcı olabilirim, dediğim zaman anladım…
“Buyurun, Beyim” dedi yaşlı köylü, ben anılarımla boğuşurken.


**************************************************************************************************************************************************************************************************************************************

GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ SAYI 2


GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Songül Saydam
Güngör Türkeli

Basıldığı Yer:
Ankara, Reproton Ltd Şti

Baskı Tarihi: Nisan 2007

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Sayı: 2

Sürdürüm Koşulları:
Yıllık 20 YTL

Posta çeki hesabı numarası :
5323892

Yönetim Yeri:

Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN

Telefon:
(0324) 8412836

e-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

KARAĞAN

Taşeli yöresinde, çiçeklerini koparıp ağzımıza attığımız, karağan ya da karahan olarak bilinen, çalımsı bir bitki var. Bilimsel adı laden (cistus) olan bu bitki, kalkerli ve güneşi bol alan yerlerde yetişir. Susuzluğa karşı oldukça da dirençlidir. Boyu 30 ile 100 cm arasında değişir. Kışın yapraklarını dökmez. Yaprakları yeşil gri, oval, sert, tüylü, yapışkan ve pütürlü olup kenarları tırtıklıdır. Meyvesi ise kapsül şeklindedir. Beyaz ve pembe çiçekleri, beş yapraklıdır ve yenir. Mart başlarında çiçek açar; ortası sarı diğer tarafı beyaz olanına bal kaymak da denir. Pembe olanı kırış kırıştır. Bu bitkinin tarihi, M.Ö. 4. yüzyıla dek gider. Eskiçağlarda, romatizma ve bronşite karşı kullanılmış. Çocukların boyunlarına muska olarak takılmış; zararlı etkilerden koruduğuna, iyilik getirdiğine inanılmış. Nazar boncuğu olarak kullanılmış; banyo suyuna karıştırılmış. Mısırlılar karağan zamkını parfümeride kullanmışlar. Yararına öylesine inanılmış ki Yakındoğu’da, Kuzey Afrika’da, Doğu Akdeniz’de çay olarak demlenip içilmiş. Laden hakkındaki bu bilgiler, Ortaçağ sonlarına kadar kuşaktan kuşağa aktarılmışsa da sonraları unutulmuş.
Laden, 1999’da “ Avrupa’da Yılın Bitkisi” ilan edilince yeniden sahneye çıkmış. Polifenol açısından Avrupa’nın en zengin bitkisi olduğu için tüm dikkatleri tekrar
üzerine çekmiş. Son incelemelerde laden bitkisinin yüksek oranda polifenol içerdiği anlaşılmış.
Çeşitli kaynaklar, karağanın yapraklarından ladanum adı verilen kokulu bir maddenin elde edildiğini yazıyor. Yine bu kaynaklara göre, ladanum tıpta, kırışık giderici ve yara iyileştirici olarak kullanılmaktaymış. Karağandan elde edilen mumların sinek kovucu özelliği varmış. Yöremizde de karağan çiçeklerinin şekeri düşürdüğü söylenir.

Mustafa B.Yalçıner


TÜTÜN SALATASI

Mehmet BABACAN

Gazetede ilginç gibi gözüken, oysa ülkemiz koşullarında hiç de ilginç olmayan bir haber vardı: Köylüler, ilçe tarım kuruluşundan iyi cins elma fidanı istemişler. Bilmem hangi fidanlıktan da fidanlar getirtilmiş.
Ne var ki yanlışlıkla elma yerine kiraz fidanı gelmiş. Köylüler, “ Bu elma fidanı değil, almayız” diye direniyorlar. Tarım görevlisi, “ Bu fidan, elma fidanı; benden iyi mi bileceksiniz? Ben, bunun okulunu okumuşum. Hem de almak zorundasınız” diye bastırıyor. Sonunda fidanlardan bir örnek dikip açılan yaprağa göre karar vermek üzere iddiaya tutuşuyorlar. Ne mi oluyor? Yapmaklar açılıyor, köylüler kazanıyor.
Tarım üzerine bilgi ve beceriyi, bilimsel ve teknik boyutlarıyla, öğrenmesi gerekenler açısından bakıldığında durum ilginç de eğitimin ve eğitim çalışanlarının içine düşürüldüğü, uygulamadan uzak, testle-tostla yaratılan yürekler acısı yetersizlikler açısından bakıldığında başka türlüsü şaşırtıcı olurdu. Bilmem kimin torpili ile uzaktan-yakından ilgisi olmadığı halde, imam-hatip diplomasının gölgesi altında, kimilerinin yetkin görevlere getirildikleri bir ortamda, şaşmaya şaşılırdı doğrusu…
Ne var ki ülkenin içinde bulunduğu koşullar yüzünden eleman sıkıntısı çekildiği, o nedenle ehil olmayanların görev üstlendikleri dönemler de yaşandı elbet. Ama o zamanlarda koşullar çok daha zordu; buna karşın hoşgörünün dozunu kaçırmamak gibi bir çaba da sergilenirdi.
Bu değerlendirme, bir anımı anımsattı istemeye istemeye: Öğrenciliğimin lise çağlarında, ilk yanlış alışkanlığıma yakalanmış, sigara içmeye başlamıştım. Tütün almak da kolay değildi çünkü para yoktu. Köyde tüm tiryakilerin ortaklaşa sorunuydu bu.
Üstelik bizim yöre tütün bölgesi olmadığı için, tütün ekmek yasaktı. Yasağın bekçisi olan tütün kolcuları vardı. Onlar gezip gözleyerek ya da ihbarları değerlendirerek kaçakçılığı önlemeye çalışırlardı.
Onca denetime karşın, hemen hemen her tiryakinin bir zula sekisi vardı. Göze batmayan, en bitek yerdeki küçücük bir toprak parçasına tütün ekilir, büyür büyümez henüz tam olgunlaşmadan kesilir, yeşilken kurutulurdu. “Gök tütün” denilen o tütün kurusu o kadar sert olurdu ki bir nefesi bile, alışkın olmayanı boğabilirdi.
Tiryakiler, kesme kökünden yaptıkları ve “Gallin” adını verdikleri pipolarla, kabarta kabarta, içerlerdi o zehir kurusunu…
Yaz tatilinde ben de tütün ektim. Balkonun altında, çeyrek dönüm kadar bir yer, çok verimli ve olabildiğince gözden uzak. Tütün öyle iştahlı ki insan boyuna geldi nerdeyse. Yeşil yapraklara bakarken yiyesi geliyor insanın. Kesip kurutmaya yakın bir zamanda, bir öğle vakti, çıkıp geldi tütün kolcuları. Kavga eden iki kişi birbirlerini ihbar etmişler; köy tümüyle aramaya alınmış.
Kolculardan biri yabancı, diğeri hemşerimiz. Uzaktan tanışıyor olsak da ahbaplığımız yok. Ne kadar olsa yöreyi iyi bilen hemşerimiz, teklifsizce geçip oturdu balkona. Temmuz sıcağı bastırmış ama balkon efil efil esiyor. Esiyor da tütün önlerinde; yeşil dalgalar halinde salınıp duruyor rüzgârla.
Define bulmuş gibi, neşeyle birbirlerine bakıp gülümsüyor kolcular. Su istediler, verdik. İştahla, tadını çıkara çıkara içtiler. Belli ki yakalamanın keyfini yaşıyorlar.
Su tasını almaya gelen kız kardeşime seslendim. “ Bacım, bu arkadaşların açlıkları, susuzluğa çevirmiş belli. Yoğurttur, yumurtadır bir şeyler hazırla da karınlarını doyursunlar.”
Tütünü göstererek;
“ Hem şu salata otundan kesip getir de ben de bir salata yapayım” dedim.
Kulakları çınlasın, kardeşimle çok iyi anlaşırdık; lep demeden leblebinin hesabını görüverirdik. Kardeşim tütün kolcularının gözü önünde, tütünün en taze uçlarından kesti, yıkadı, tepsiyle önüme getirdi. Konuklarla söyleşirken doğradım; tuzlu su ile ovup üstüne bir de soğan doğrayınca harika bir salata oldu. Hazırlanan tereyağlı sahanda yumurta ve yoğurtla nefis bir mönü oluşturmuştu.
“Buyurun, Arkadaşlar! Kusurumuza bakmayın, misafir umduğunu değil, bulduğunu yer” deyince şaşkınlıkları gizlenemez hale geldi. Bir şakaya kurban gitmekten mi korkuyorlardı ne?.. Çekine çekine oturdular yer sofrasına. Benim başlamamı bekledikleri belli. Önce salatadan başladım. Gerçekten güzel olmuştu. Bundan iyisi can sağlığıydı doğrusu.
Teşekkür ede ede ayrıldı kolcular. Giderken benden bilgi de almak istediler: “Bilmem, Gardaşlar; ben
tütünü görsem bile tanımam” deyip savdım.
Yıllar sonra yerli kolcumuz, nerden öğrendiyse öğrenmiş, beni her gördüğü yerde, “Benden uzak dur, Hoca! Sen, tütün kolcusuna bile tütünü salata diye yedirmiş adamsın” der de gülüşürdük.
Olayın değerlendirmesini yaptığımız da olurdu: “Ne olacak, tütün ekmemiş, dikmemiş, kırmamış, kurutmamış hasılı o işin kültürünü almamış bir gence kolculuk yaptırırsan, öyle olur işte; adamı yeşil çayıra bağlarlar” derdi Kolcu Mustafa. Kulakları çınlasın!..


AYDINCIK GÜNLÜĞÜ
Müslim Çelik

BOLYARAN YAYLASI YARENLE DOLU

Bu yaylanın yolu, denizden yüksekliği 1000 metre kadar olan Gülnar’dan geçiyor. Yer yer küçük yayla köyleri çıkıyor karşımıza. Ormanlar içinden seyrediyoruz. Yolumuz üzerinde bir yerde, küçük bir bataklık göl, içinde on oniki metre karelik, akşam serinliğinde yüzen ada. Masallardaki gibi. Bol bol fotoğraf çekiniyoruz, adayla birlikte olsun istiyoruz hep!
Bolyaran Yaylası’na vardığımızda Aydıncıklılar, civar köylüler, kalabalık bir insan akını, buraya varmışlar bile. Haritada 1500 metrede olduğumuzu okuyorum. CHP’li Yerel yönetim başkanının ( Ahmet Bahar’ın) şahsında bir yemekteyiz. Edep, erkan gözetiliyor. Ne de olsa, bura insanının Türkmen Yörük, oba, aşiret geleneği tamamıyla olmasa da sürüyor. Yitmemiş bir insanlık halleri var daha. Sonrası nereye gider? Köylülüğü aşarak, kentlilikte erimelere denli varır. Yayla jeneratörle ışıklandırılmış. Katran ağaçları arasında çatal bıçak, şapırtı, aksırık, öksürük sesleri. Kavurmalar, içli pilavlar, demek ki, onlarca koyun kesilmiş bu konuk kalabalığına. Taşeli yükseltisi alanının giriftzen, esintili bir yeri. Yörük insanının yarı kabadayı, mert, çaktırmadan efe duruşlu halleri görülmeye değer. Bilinir zaten, destursuz lokmaya el uzatmadıkları pek görülmemiştir. Tam çözülmemiş klan ailesi geleneği; pagan dönemleri arasanız bulabilirsiniz, hafif zorlamayla tarihe inersiniz.
Ön Asya, Aradoğu, derin, kalıcı, örtüsüz bir kültür olup çıkabilir karşınıza.
Ayranlarımızı içtikten, sözün ucunu düğümledikten sonra, herkes birbirimizden izin alarak ve görüşerek yollara koyuluyoruz geç vakit; Yalçıner’le birlikteyiz.

NARGÜL
sensizliğin yaz gecesinde
erişir şafağa bülbül
kanayan nar işliyor der
kırmızı gül ahengiyle

öksüz yüreğim biz senle
ölümsüz bir göğ özlerdik
desene gelecekmiş yar
gülnar’da değer ölmeye



YÖREDE ANLATILANLAR

YÖRÜK ANA ( anlatan Veysel Yalçıner)

Havalar ısınmaya başlamış, göç mevsimi de gelip çatmış. Göçülmesine göçülecek de evin anası hasta. Hem de çok ağır. Can çekişiyor. Öldü, ölecek. “ Bir iki günden bir şey çıkmaz; Garı, yarı yolda ölüverirse, başımıza iş açar; hele az daha bekleyelim,” der Yörük babası.
Yörük ana, ne iyileşir ne de ölür. Mal kırılacak nerdeyse. Baba çağırır büyük oğlunu. “ Yavrım, bize devenin ikisini bırak; sürüden de keleteleri, topalları ayır. İyileri alıp gidin siz. Biz, biraz daha bekleyelim. Ananızı gömdükten sonra, gardaşınla size utaşırız,” der. Sabahleyin, develer yüklenir. Çileli göç başlar. Ver elini Toros yaylaları.
Kıl çadırda ataşlar içinde kıvranmaktadır Yörük ana. Gün geçtikçe, mum gibi erir ama sönmez bir türlü. Davarlar huysuzlanır, yol istemeye başlarlar. Bir ikisini de telef olur. Mal, canın yongası. Sinirlenmeye başlar Yörük babası. “ Öleceksen, öl; iyileşeceksen iyileş, be gadın!”
On on beş gün sonra, çaresiz kalan adam, sabah erkenden ıh der devesine, sarıp sarmalar üstüne hasta karısını. Diğer deveye de yiyecek içecek, kap kacak, kazma küreği yükler ve katar önüne beş on kör- topal keçiyi, düşer yollara.
Birkaç saat sonra, dağ başında, kadın ölür. İmam yok, mezarlık yok. Çeker deveyi bir pelidin dibine. Davarın bir kısmı ekin tarlasına dalar, bir kısmı da ormana. Develer bağlı. Ölü ortada. Başlar adam, mezar kazmaya. Küçük oğlan bir ormana koşar, bir ekin tarlasına; bir araya toplar keçileri. Ara sıra da babasına yardıma gelir. “Oğlum! Bırak yardım etmeyi. Sen geçilere bak. Ormancı bi yakalarsa, anamızı ağlatır.” Çocuk atar küreği, düşer davarın peşine. Yörük baba, kan ter içinde, bir yandan kazar, diğer yandan boşaltır. Ara sıra da cıgara molası verir kendine.
Neden sonra mezar hazırdır. Yorgun argın, sinirleri tepesinde, adam sarar eşini kefene. Sağdan soldan birkaç da say bulup getirir. Oğlu,” Buba, ben gedip şu ileriki köyün imamını çağırıp geleyim, duasını yapıversin,” der ama ihtiyar baba kabul etmez. “ Ben bilirim ona edeceğim duayı. Haydi tut ayağından da indirelim çukura.”
Cenazeyi toprağa verirler, sayları yerleştirirler. Başlarlar mezarı doldurmaya. “ Buba, duasını yapmayacak mısın?” der oğlan. Baba küreği atar yere, başlar okumaya:

Seyilden yaylaya göçürdüğüm
Soğuk sular içirdiğim
Ne zorun varıdı da yarı yolda öldün
Ay neresine, bilmem, n’aptığım.



KÜFÜR KÜLTÜRÜMÜZ
Nihat Mustul

Kültür denilince aklımıza neler gelir, birkaç cümleyle onu nasıl açıklayabiliriz?..Ya da elimize bir mikrofon alıp sokak sokak, hatta köy köy dolaşıp, karşımıza çıkana, “Kültür nedir?” diye sorsak, nasıl yanıtlar alabiliriz?..
Acaba kaç kişi, “Yemek yeyişim, temizliğim, ekin ekişim, bayramlarım, ağıtlarım, sevgim/saygım, komşuluğum, evlenişim, yardımlaşmam, küfürlerim…” diyebilir?..
Belki de, yaşayarak yarattığımız değerlerin tümüne kültür denildiğini birçok bilmeyenimiz var.
Ya bu mikrofon bana uzatılsaydı, ben ne derdim acaba? Bir iki cümleyle şöyle derdim herhalde: Halkın yarattığı değerlerin tümüdür, insanlığın, insanlık yolunda yürürken bıraktığı izlerdir…
Halk kültürümüz öylesine geniş ve öylesine derin ki… Bu derinlik ancak halkın derinliğine inildikçe anlaşılıyor.
Küfür kültürümüz de halk kültürümüzün bir parçası. Ama bugüne kadar da yazın dünyamızda yeterince yer almadı.
Küfrün bir adı da sövgüdür. İnsandan insana değiştiği gibi toplumdan topluma da değişebilir. Anadolu’da küfürleriyle ünlü köyler olduğu gibi küfürleriyle ünlü insanlar da vardır.
Küfür, Anadolu insanı için oldukça doğaldır. Sinirsel boşalımdır. Hatta kimi küfürler için sinirlenmeye bile gerek kalmaz. Ağızdan çıkanı kulak duymaz ya, işte küfür insanın o halidir. Tamamen hakaret içerir. Büyük oranda karşı küfrü, kavgayı, ölümü bile getirir.
Halkımız küfrü ayıp sayar ama küfürsüz de duramaz. Belli ki yaşamımızın hoş bir varsıllığı, yadsınmaz bir gerçeğidir. Uzaktan küfürlere akıllı, olgun insanlar pek aldırmazlar. Küfürleri genellikle erkekler yapar. Kadınlar için tamamen ayıp sayılır. Erkekler de en kolay küfürleri karıları ve çocukları için yaparlar.
Öyle çok küfür çeşidi var ki… Kimisi “ananı avradını..” diye başlar, kimisi “cinini cibilliyetini…” karıştırır, kimisi “Allah’ını kitabını…” sıralar… Kimi küfürler tenden de içeriye girip, insan onuru denilen yere saplanır ki, işte en ağır küfürler bunlardır. Kimi küfürler şaka gibidir, söyleyen de güler, söylenen de. Kimi insanlar küfrü küfürle yumazlar. Böyle insanlar hoşgörülü, olgun, sabırlı, soğukkanlı, anlayışlı insanlardır. Çünkü küfrün sinirlilikle söylendiğini bilirler. Hatta “Gelip çakılacak mı, varsın sövsün” bile derler. Küfürden sonra birçok insan yaptığından utanır bile. Ama küfrün en iyi ilaçlarından birisi de bence, küfredeni kameraya almak, sonra da kendisine bir güzel izletmek.
Bizim köyün küfür birincisi Ekiz Durmuş’tu. Gece gözlerine el feneri tutanlara öyle bir küfrederdi ki, “Ananın kıllı yarığını katrilyon kere s…..” derdi. El fenerini tutan dahil, bütün köylü de gülerdi buna.
Ben hiç küfretmedim bakın, yeminliyim. Galiba ilkokul üçüncü sınıftaydım. Öğretmenimden mi, annem babamdan mı, kimden etkilendiysem, “Bir daha küfretmeyeceğim” diye yemin ettim. Bugüne kadar da bu sözümü tuttum.
Kimisi de bir daha küfür yapmayacağına küfür yaparak söz verir.
Eskiden Dere Köyünün (Mut’un bir köyü) bir beyi varmış. Bu beyin de Musa Ali adında bir hizmetçisi varmış. Bu Musa Ali, korkunç bir küfürcüymüş. Belki de Mut, belki de dünya birincisiymiş. Bütün köylülere, beyin bütün sülalesine; kızına, karısına, hatta beyin kendisine bile küfredermiş. Hizmette hiç kusur etmezmiş ki, bey de onu çok severmiş. Ama gün gün de onun küfürlerine dayanamaz olmuş. Öldürüp kurtulmak istiyormuş ama, bir türlü kıyamıyormuş.
Sonunda bir çözüm bulmuş: Bir gün, iki çuval almış eline, birine kuru incir doldurup ağzını bağlamış, birine de ceviz doldurup, birkaç satır yazı yazdığı kâğıdı da içine koyup, onun ağzını da bağlamış. Sonra da Musa Ali’yi çağırmış: “Musa Ali, sabah erkenden kalkacaksın, bu hediyeleri ata yükleyip Ermenek Beyine götüreceksin “ demiş.
Musa Ali üç günde varmış Ermenek’e. Hediyeleri teslim etmiş. Ermenek Beyi ceviz çuvalını bir açmış ki, içinden bir de kağıt çıkmış, kağıtta da şunlar yazıyormuş: “Bu Musa Ali benim hizmetçim. Bunun küfürlerine dayanamadım ben. Ama öldüremedim de. Sana zahmet, bunun gereğini yapıver.”
Ermenek Beyinin de bir hizmetçisi varmış. Konuyu ona açmış, “Bu adamı öldüreceğiz” demiş. Hizmetçi dayanışması işte, o da bunu Musa Ali’ye söylemiş. Musa Ali iki gün süre istemiş bu hizmetçiden, “Güvenilir bir de adam bul bana” demiş.
Bu arada, evin tuvaleti evin dışındaymış, bey her sabah aynı saatte elinde ibrikle tuvalete gidermiş. Bunları bir bir öğrenmiş Musa Ali. Bulunan adama da neler yapacağını sıkı sıkı tembihlemiş.
Ertesi gün bey yine uyanmış, belli ki çok daralmış, ibriği alarak tuvalete doğru yürümüş. Adam birden beyin önüne atılmış, yalvarıp yakarmaya başlamış, ekmek istemiş, iş istemiş. Beyin gözü tuvaletteymiş… Adam daha da gerilmiş, kollarını daha da açmış. Bey de öyle bir sıkışmış ki, soluk bile almaya zamanı yokmuş. Adam bütün gücünü kullanıp bir adım attırmıyormuş beye. Beyse çatlama noktasına gelmiş. İşte tam bu sırada Musa Ali koşmuş, öyle bir küfretmiş ki adama, “Koskoca beyi donuna işeteceksin be, çekil yoldan” demiş. Adam bir anda çekilmiş yoldan. Bey de soluğu tuvalette almış.
Tuvaletten dönünce Musa Ali’yi yanına çağırmış, “Var ol be Musa Ali, öyle bir yetiştin ki!..” demiş.
Bir iki gün sonra, iki çuval hediye de o hazırlayıp Musa Ali’yi geri göndermiş.
Musa Ali’nin beyine gelince, Musa Ali’den kurtuldum diye sevinip duruyormuş. Ama Musa Ali’nin geri geldiğini görünce şaşırıp kalmış. Hiç bozuntuya vermeyip çuvalları açmış o da. Çuvalın birisinin içinden bir kağıt çıkmış. Kağıtta da şunlar yazıyormuş: “Böyle bir adama kıyılır mı be!?..”
İşte böyle, kimi küfürler de işe yarıyor…


YÖREDEN FIKRALAR

MOLLA MEMET VE KASNAKÇI ( Bilir; Orta Asya’dan Toroslar’a Gülnar)
Molla Memet, çarşıda elek, kalbur satan bir arkadaşının dükkânının önünden geçerken, içeri girmiş. Bakmış, arkadaşı yok, oğlu var. Ona “ Bu elekleri, kalburları baban mı yapar?” diye sormuş. Çocuk şaşırmış, bir cevap verememiş. Babası gelince ona, tanımadığı bir adamın geldiğini ve söylediklerini anlatmış. Babası, “ Molla Memet’tir o, bu densizliği ancak o yapar. Kalburu eleği Aptallar yaptığı için, aklı sıra beni aptal diye kızdırmak istiyor. Bir daha gelirse, sen de ona “Babamın selamı var, eve bıçak lazımmış, bize yapıverecekmişsin,” dersin diye tembihlemiş. Molla Memet, dükkâna yeniden gelince, çocuk babasının dediklerini aktarmış. Molla Memet altta kalır mı? “ Yapmasına yaparım da, baban boynuzunu versin, boynuzsuz yapılmaz,” diye yanıtlamış.
SAP (Yalçıner, Günaydın Kelenderis)
Harman sürmek üzere traktör çalışmaya başlar. Köylüler merakla onu seyrederlerken, motor su kaynatır. Traktör sürücüsü, harman sahibi kadının elindeki su kabağını alır ve suyu radyatöre boşaltır.
Kadıncağız, şaşkın bakışlarla traktör sürücüsüne bağırır.
—Çek hendeni, suyu içtiğine göre, sapımı da yeyiverir.


KÖR YILAN
GÜNGÖR TÜRKELİ

Kükür, Anamur’un 60 km kuzeyinde orman içinde, toprak damlı taş evleri olan bir köy. Damı, kadınlarını, genç kızlarını ve çocuklarını alacak kadar büyük bir ev vardı orada. Bu yüzden de “Goca dambaş” derlerdi adına. Goca dambaşa çullar serilir, minderler atılırdı. Kadın, genç kız ve çocuklar toplanırdı. “Gırıntı” denen çerezler konurdu sahanlara. Gırıntısız hiçbir toplantı olmazdı. Herkes yerini alınca da Setik Nine, bir köy öğretmeni gibi, başlardı dersine.
Bir Cardarma Osman varmış. Her köylü erkeği gibi o da Anamur'da cumartesileri kurulan pazara gider ve satarmış üzüm, incir, yağ, keş ne varsa elinde. Akşamüstü de atlar atına dönermiş köyüne.
Bir gün pazar dönüşü, Yapı denilen yere geldiğinde kara bir yılan, Candarma Osman'nın önünü kesercesine uzanmış boz topraklı yolun ortasına. At ürkmüş. “ Destur” demiş Osman. Sonra üç kez de "Yılan! Çekil yolumdan" demiş ama yılan hiç oralı olmamış. Candarma Osman atından inmiş ve küçük bir çakıl taşı alıp atmış yılana. Taş, yılanın gözüne denk gelmiş. Canı yanan hayvan, hemen yol kıyısındaki tespih çalılarının arasında yitip gitmiş. Osman da atına yeniden binmiş ve yoluna devam etmiş. Sarıdana Köyü’ne varınca, Çataloluk’ta hem kendi susuzluğunu gidermiş hem de atını sulamış. Bir süre de dinlendikten sonra yeniden koyulmuş yola.
Arkasından iki jandarma yetişmiş ve onu karakola götüreceklerini söylemişler. Candarma Osman, buna bir anlam verememiş. "Ben hiç suç işlemedim. Beni götürmeniz için hiçbir gerekçeniz yok" diye karşı koymaya çalışsa da jandarmalar dinlememiş ve Candarma Osman’ı yanlarına alıp, aşağıda, koyakta bulunan Korucuk Köyü’ne doğru yönelmişler. Az gitmişler, uz gitmişler ve varmışlar bir alana, bir mahşer yerine. Candarma Osman’ın beti benzi atmış korkudan. Çevreyi çok iyi bilen Osman, o zamana kadar böylesi bir kalabalıkla hiç karşılaşmamış. Getirildiği alanın kıyısında bir gözü bağlı siyahî bir adam öfkeli öfkeli geziniyormuş. O yörede siyahî hiçbir kimsenin olmadığını bilen Candarma Osman, iyice şaşkına dönmüş. Jandarmalar, Osman'ı aralarına alarak, mahkeme salonu gibi bir yere getirmişler. Karşısında hâkime benzeyen üç kişi oturmaktaymış. Askerler, kellifelli birinin önüne dikmişler Osman’ı ve "Suçluyu getirdik, Efendim" diyerek saygılı bir biçimde geriye çekilmişler. Ortada olanı, gözü bağlı siyahî insanı göstererek, "Anlat bakalım, sen bizim bu adamı niye kör ettin" demiş.
Osman olayın ayrımına varmış ve hâkimlere yolda olup biteni anlatmış. "Pazardan köyüme dönüyordum. Yapı’ya geldiğimde bir karayılan yolun ortasına boylu boyunca uzanmış, yolumu kesmişti. Atımın üstünden üç kez "Yılan yolumdan çekil”dedim. Yılan hiç aldırış etmedi. Atımdan indim, yolumdan çekilsin diye küçük bir çakıl taşı alıp yılana attım. O da hemen yol kıyısındaki tespih çalılarının arasına akıp gitti. Ben de yoluma devam ettim. Benim söyleyeceğim bu kadar" demiş. Ortada oturan hâkim, bir gözü bağlı siyahî adamı çağırmış, Candarma Osman'ın dediklerini yinelemiş ve " Bu adamın dedikleri doğru mu" diye sormuş. Gözü bağlı siyahî adam da "Doğrudur, Efendim" demiş.
Candarma Osman'ı sorgulayan üç kişi kendi aralarında kısa bir görüşme yapmışlar. Sonra ortadaki, Candarma Osman'a "Tamam" demiş. Ardından iki jandarmayı çağırmış. "Bu adamın suçu yok. Şimdi onu hemen alın ve yakaladığınız yere kadar sağ salim götürün" emrini vermiş. Ardından da gözü bağlı siyahî adama bağırmış yüksek sesle: “Bu adam suçlu değil. Asıl suçlu sensin. Bir daha insanları asılsız yere suçlamayacaksın, anlaşıldı mı" diye.
İki jandarma, Osman’ı Sarıdana Köyü’ne kadar götürmüşler ve “ Kusura bakma, seni de yolundan ettik. Haydi, yolun açık olsun” deyip geri dönmüşler. Candarma Osman da mahmuzlamış atını…


GELİN DE YENİ SÖZCÜKLER DE
Canan Yalçıner

Balayı sonrası, el öpmeye geldik Aydıncık’a. Geldiğimizi duyan akraba, eş dost kadınlar geldi gelin görmeye. Yöreden olmadığım ve hiç kimseyi tanımadığım için tedirgindim. Giyinişim de farklıydı oradakilerden. Tüm bakışlar üzerimde. Hava sıcak mı sıcak. Tahta balkonun gölgesinde, kadınların kimi sedirde, kimi çul üzerine atılmış yer minderlerinde oturuyor. Yaşlıların çoğu ise uyukluyor.
Annem, çay demlememi söyledi. Toprak damın içi de sıcak. Gazocağında yaptım çayı. Tepsiyle çıktım dışarı. Konukların kimi uyumuş, kimi mayışmış. Kaşık sesiyle uyandı yaşlılar. “ Guzum, bi çarşı suyu ver hele.” “ Eee, Gelin! Daha daha?” Ne konuşacaktım, tanımadığım insanlarla. Kısa kısa cümleler çıkıyordu ağzımdan. Çay getir, bardakları doldurmaktan başka yaptığım bir şey de yoktu. Sürekli içeri girip dışarı çıkıyordum.
Eşim geldi bu ara. Denize gidecektik ama konukları bırakıp gitmek de olmazdı. Oturuverdim kapının eşiğine. Yaşlı kadınlardan biri sertçe bir ses tonuyla,” Kalk Gelin, kalk; eşiğe oturulur mu hiç?” Tahta bir sandalye vardı içeride, onu alıp geldim. Kollarımı bağlayıp oturdum. Bir başka kadın, ona da karıştı. Şaşkın şaşkın bakıyordum kayınvalidemin yüzüne. O da bana “ Yavrım, çok yoruldun. Geç içeri de biraz kösül,” dedi. Girdim içeriye. İyi de ben ne yapacaktım? Çağırdım eşimi. Annen bana biraz kösül dedi. Annen ne istedi? Ben ne yapacağım?
Şaşkınlığım karşısında “ Biraz uzanıp dinleneceksin,” dedi. O gün öğrenmiştim kösülmenin uzanmak olduğunu. Ve kösülmek, sözcük dağarcığıma giren ilk yöresel kelimeydi.
***
Denizden geldim, kurt gibi açtım. Kayınvalidem ayranlı çorba yapmış. Tahta balkonun gölgesine çulu, üstüne de sofrayı serdik. Ortada kalaylı bir bakır tas. Büyükçe bir çencerede sulanmış yufka ekmekler. Çöküverdim sofraya. “Kalk, Guzum, kalk; altın kuru,” dedi annem. Duyduğum söz karşısında şaşırıp kalmıştım. Lokma boğazıma dizildi. Bakakaldım.
İçeriden elinde bir yer minderi ile döndü. Attı çulun üstüne, sofranın yanına. “ Şimdi otur,” deyince anladım “altın kuru sözünün” ne demek olduğunu.
***
Yine bir yaz günüydü. Tatile gelmiştik. Güneş dağın arkasında inmişti. Deniz kokusuna bürünmüş meltem, Dörtayak’ın duvarları yalıyordu. Anıt’ın içine oturmuş, kitap okuyordum. Dalmıştım romana. Zaman nasıl da çabuk geçmişti. Zorlanıyordum harfleri seçmekte. Eşim de henüz dönmemişti çarşıdan. Kayınvalidem seslendi: “Gel get, Yavrım; böcü börtü olur.” Bir kısmını anlamamıştım sözlerinin. Gelecek miydim, gidecek miydim? Oturup kaldım oracıkta.
Eşim döndü. Ben de yanına vardım. “Ne yapıyordun bu saate kadar Dörtayak’ta,” dedi. Annen bana “ Gel get,” deyince, ben de ne yapacağımı bilemediğim için seni bekliyordum. Açıkladı ne olduğunu. Gülüşmeye başladık. Kayınvalidem niye güldüğümüzü sordu. Ona olup biteni anlattık. Kadıncağız biraz üzgün, “ Geç ordan; sizin için dilimi değiştirecek değilim ya” dedi.
***
Bu yörede dil ile ilgili olarak dikkatimi çeken bir başka nokta da şu: Benim doğup büyüdüğüm Aksaray’da, deyimlerde geçen hayvan genellikle it ya da köpektir. Oysa burada, kurt, keçi, çakal, eşek ya da deve. Örnek mi? “ Kurtlar susarsa, çakallar ulur; Her dağın bir çakalı olur; Sürü ters dönünce, topal keçi başa geçer; Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur; Diğreni yiyen sıpa, bir daha gelir mi sapa? El elin eşeğini türkü çığırarak ararmış; Erkek eşek sıpasıyla gezmez; Koskocaman deveyi yedin de kulağına mı pis diyorsun?; Koca kurdun kısmeti ayağına gelirmiş; Kurt kocayınca, eşeğin maskarası olurmuş; Kurt yediği yeri yedi kere dolanır…
Kendi kültür kabuğu içerisinde kalmış insanlarla konuşmak, onları dinlemek ve kullandıkları, bana değişik gelen, sözleri toplamak, yeri gelince de kullanmak bana büyük haz veriyor.


İÇELLİ OZANLARDAN SİLİFKELİ KARACAOĞLAN
CELAL NECATİ ÜÇYILDIZ

Halk ozanının çıkış noktası yaşanmış olaylardır. Bu yönüyle çağına tanıklık eder. Gördüğünü, işittiğini, yüreğinde besleyip büyüterek, halkına onun diliyle tekrar sunan kişidir halk ozanı. Bir başka deyişle halk ozanı, halkın gözü, kulağı, yüreği ve dilidir. Halkının her türlü sıkıntısını yüreklerinde yaşamak ve bunları dillendirmek gibi bir de sorumluluğu vardır. Düşündüklerini açık, anlaşılır bir dille ortaya koyar. Halkının çektiği acılar, yokluklar, çileler, çaresizliklerle dokur şiirini. Söylediği aşk ve doğa şiirleri, halkının duygularına seslenir. Halk ozanının şiirlerindeki belirgin tema; doğa, ayrılık, gurbet, sıla özlemi ve aşktır.
Karacaoğlan ( Küçük Karacaoğlan- Silifkeli Karacaoğlan ), Kara Fevzi, Aşık Cemali, Aşık Natuvani, İrfani, Rıza, Serdari, Deveci Topal Mustafa, Aşık Mustafa, Nati gibi ozanlar, yöremizde yani Taşeli’nde yaşamış, şiirler söylemiş, türküler yakmıştır. Konargöçer yaşamın içinde, var oluşlarını sergilemişler.
İçelli ozanlar dedim yazının başlığında ama İçel Vilayeti, artık Mersin İli oldu. Osmanlı dönemindeki İçel, Arslanköy, Erdemli, Silifke, Mut, Gülnar, Anamur, Ermenek’i içine alırdı. İç-İl diye de tanımlanırdı. Bu bölgeye Taşeli de denir. Yörede ortak bir kültür mirası vardır. Gelenekleri, kültürleri birbirlerini tamamlar. İşte biz bu yazıda Taşeli yöremizde yaşamış ozanlardan birini ele alacağız.
Silifkeli Karacaoğlan,19. yüzyılda yaşamıştır. Kış aylarında Taşucu’nda yaşayan, yaz aylarında Çatak, Kavak’ta çalıp söyleyen bir ozanımız. Karacaoğlan’ı kendine rehber edinmiş, onun sevdalarından, güzellemelerinden örnek almış, ilave olarak, elinde cümbüşü-sazı, hicivli şiirler, türküler çalıp söylemiş. Silifke Pazar Karşı’nda Mehmet Emin, Sarı Aydın Köyü’nde Şıh Dayı ( Musa Yıldız’ın dayısı), Topak Mustafa, Yusuf Emmiler, Hüseyin Say, Derinceli Ali, Mutlu Uzun Memet, Mutlu Mahmut Amcalar, Öcallar onun yolundan giderek türküleri, koşmaları günümüze taşımışlar. Birbirlerini tamamlayan ustalar bunlar. Birinin bıraktığı yerde, diğeri bayrağı alıp bizlere ulaştırıyor.
Bir süre önce aramızdan ayrılan Saraydın Köyü’nden Musa Yıldız, Özcan Seyhan ile yaptığı söyleşilerinde, Silifkeli Karacaoğlan’ın bir Rum kadını olduğunu, türkülerimizin ritmik yapısının, bölgemizde yaşayan tüm grupların bir sentez kültür oluşturduklarını, Batı müziği ile Toroslar’daki Türkmenlerin müziklerinin birbirleriyle ortak yeni bir melodik yapı oluşturduklarını görürüz: 4/4, 8/8, 16, 32, 64 vuruşlu ezgiler, ağıtlar, koşmalar, uzun havalar, zeybekler, oyun havaları. İşte güzelliklerin bir araya geldiği bir kültür yumağı.
Silifkeli Karacaoğlan, Çatak Köyü’nde Hakka yürür. Lise öğrenimim sırasında, Çatak Köyü’nde Karacaoğlan mezarı bulunduğu haberi gelmişti. Halkbilimci müzik öğretmenimiz rahmetli Özcan Seyhan anılan köye gitti. Dönüşünde bizlere aktardığı not, Küçük Karacaoğlan’a ait bir kadın mezarı. Bu 19.yüzyılda yaşayan Silifkeli Karacaoğlan. Kazı sonrasında Çatak Köyü’nde yaptığımız araştırmada, bu mezarın hece taşının Mut Belediyesince götürüldüğü sonra da geri getirilmediği belirtildi. Hemen bitişiğinde Mut’un Çukur (şimdi Karacaoğlan) Köyü’nde esas Karacaoğlan’ın mezarının Erenler Tepesi’nde olmasına gölge düşeceği, kafa karıştıracağı düşüncesiyle, böyle bir tedbir alındığını düşünüyoruz.
Oysa esas Karacaoğlan, (1606- 1679 ) yıllarında yaşamış. Azerbaycan, Anadolu, Toroslar onun yaşamının her kesitinde yer almıştır. Bizim Silifkeli Karacaoğlan, ya da Küçük Karacaoğlan ise, bu ozanımızdan iki asır sonra yaşamış, ondan büyük oranda etkilenmiş, onu kendine örnek almış, onun mahlasını kullanmıştır.
Ali Rıza Yalman’ın CENUPTA TÜRKMEN OYMAKLARI 1.CİLT (Kültür Bakanlığı Yayınları-1975) adlı yapıtında, Silifkeli Küçük Karacaoğlan’ın, o dönemde zorunlu iskana tabi tutulan, yazın ovada sarı sıcakla, sivrisinekle boğuşan, sıtmadan kırılan, Toroslar’a çıktığında ise zaptiye zoruyla karşılaşan, Türkmenlerin acılarını, şu dizelerle dile getirdiğini görüyoruz.

Ey ağalar tarih eylen bu yıl,
Bin iki yüz otuz sekiz bu sene
Medet, insan tevri dönmüş ağılı
Kimi ölür, kimi kalır bu sene.
Koç yiğitler ah eder göğüs geçirir.
Niceleri damdan yavru uçurur,
Halallaşan öz yurdunu göçürür,
Çok yuvalar ıssız kalır bu sene.
Kıran geldi Erdemli’nin içine
Ölet oldu, sehillerden geçene
Devlet oldu, birbirini seçene,
Aşirete kıran geldi bu sene.
Karacaoğlan kendi kendin şaşırır,
Akar gözü yaşı, derya coşturur.
Medet, tecir gelmiş canlar deşirir,
Veresiye komaz peşin alır bu sene.

İçel İlinin yetiştirdiği Sait UĞUR’un uzun uğraşlar sonucu İÇEL FOLKLORU (III) HALK ŞAİRLERİNE AİT TETKİK VE METİNLER adlı çalışması, 1948 yılında Ankara Ulus Basımevi tarafından yayımlanmış. Balıkesir Kütüphanesinde bulduğum bu kitaptaki bazı bilgileri sizlerle özet olarak paylaşmak istedim. Sait UĞUR’un bu değerli eseri yeniden basılırsa, kültürümüze çok büyük katkı sağlanacağına inanıyorum.



YÖRE KÜLTÜRÜNDEN (GERÇEMEK)

EŞLERDEN BİRİ, DİĞERİNİ NASIL ÇAĞIRIR?

Bir kadının “Ali”, erkeğinse “Gülseren” diye çağrıldığı olur mu? Yöremizde gelenek ve göreneklerine bağlı ailelerde eşler birbirlerini ilk çocuklarının adıyla çağırır. Bu olgu, oldukça yaygındır. Bu hitap tarzında cinsiyet de söz konusu değildir. Bir kadının kocasına “Ayşe”, “Emine”; kocanın da karısına “Ali”, “Veli” diye seslenmesi gayet doğaldır ve durum yöre insanı tarafından yadırganmaz.
Kadın, kocasını kutsal bir değer olarak görür. Bundan dolayı kocasının adını uluorta söylemez. Kocasından ya “ Bizimki”, ya “ Babamız” ya da kocasının mesleğini olan “Usta”, “Müftü Efendi” diye söz eder. Ona “Ağa”, “Efendi” gibi yüceltici sözlerle hitap eder.
Erkekse daha özgürdür. Karısını çağıracağı zaman, aklına gelen “ Hoyn”, “ Hanım”, “Şiştt”, “Hey, Kadın!”, cep telefonu yaygınlaştıktan sonra da “Alo” gibi sözcükleri kullanmaktadır.
Kuşkusuz bu hitap şekli, herkes için geçerli değildir. Kişiden kişiye ve aileden aileye de değişmektedir.

MAL TAKSİMİ
Eskiden ata malı bölüşülürken, erkek çocuklar sürekli gözetilirdi. Bitek toprakları onlar alırdı. Bu paylaşımda da aslan payı, her zaman ailenin en büyük erkek çocuğunundu. Kız çocuklarına ise deniz kenarındaki çorak, bataklık, verimsiz topraklar, kepirler verilirdi. Ne de olsa, o eloğluna gitmişti ve artık babanın soyadını da taşımıyordu. Bu durumda baba malının iyisini, değerlisini enişte değil, oğullar alırdı.
Gün olur devran döner. Yazlık ev talebi artınca, müteahhitler gelmeye başlar. Sonuçta eniştelerin birçok evi olur. Erkek çocuklar da şimdi “ Şansım olsaydı, anamdan kız doğardım” deyip durur.


GİLİNDİRE MAĞARASI
Mehmet Yıldırım

Türkiye dört mevsimin aynı anda yaşanabildiği ender ülkelerden biri. Denizi, güneşi, dağları, ovaları, nehirleri, hepsi ayrı bir güzel. Bu güzellikler nedeniyle olsa gerek, tarih boyunca büyük medeniyetler kurulmuş bu topraklarda. İlk çağlardan beri insanların tercih ettiği bir yurt olmuş Anadolu. Her köşesinden ayrı bir tarih fışkırıyor. Gezip görmeye belki ömrümüz yetmez. Çoğunu görmemiş olsak bile varlıklarını biliyor ve onlarla gurur duyuyoruz. Bunların yanında, ülkemizin varlığından bile haberdar olmadığımız başka güzellikleri de var: Mağaralar. Ülkemizde mağaracılık yeni yeni gelişmeye başladı ve olağanüstü güzellikte mağaralar keşfediliyor. Bunlar turizme açıldıkça, büyük olasılıkla, gurur duyduğumuz doğal güzelliklerimizi bile gölgede bırakacak turistik hazinelerimiz olacak. İşte böyle bir potansiyele sahip, doğa harikası bir mağarayı tanıtacağım sizlere. Gilindire Mağarası’ndan söz ediyorum. Henüz hizmete açılmadığı için adını bile duymamış olabilirsiniz ama inanın hizmete açıldığında, bir efsane gibi dilden dile anlatılacak müthiş bir doğa harikası Gilindire Mağarası.
Mağara, yüzeyle bağlantısı olan, en az bir insanın sürünerek girebilmesine olanak verecek genişlik ve yüksekliğe sahip olan yeraltı boşluklarıdır. Bu boşluklar, genelde kireçtaşı gibi erimeye uygun karbonatlı kayaların yeraltı suları tarafından eritilerek aşındırılması sonucu oluşur. Genelde büyük kütlesel karbonatlı kayaçların içinde meydana gelen kırık hatları boyunca gelişir. Kırılmanın şiddetine bağlı olarak hat boyunca parçalanan ve ezilen kısımlar yeraltı suları tarafından eritilerek boşaltıldığında yerinde bazen ince uzun, bazen şekilsiz ilginç boşluklar meydana gelir. Mağara adını verdiğimiz bu boşlukları ilginç kılan, aslında boşlukların kendisi değil, içlerinde oluşan rengârenk ve gizemli damlataş yapılarıdır.
Yağmur ya da kar suları karbonatlı kayaçların içinden süzülerek ilerlerken kayaçlardan erittikleri başta Ca ve başka elementleri de beraberinde taşır. İçinde eriyik halde iyonlar bulunan bu sular mağara yüzeyine ulaştığında içindeki pozitif yüklü iyonlar mağara boşluğunda birikmiş CO2 gazı ile birleşerek tekrar karbonat mineraline dönüşerek katılaşırlar. Adına damlataş denilen bu mineraller, ya tavandan aşağı doğru uc uca eklenerek sarkıtları ya da tabana düşüp üst üste yığışarak dikitleri ve başka yapıları oluştururlar. Sarkıt ve dikitleri rengârenk yapan de damlataşların oluşmasını sağlayan eriyikler içindeki değişik elementlerdir. Özellikle demir ve manganez gibi elementler çok değişik renk kombinezonlarının oluşmasını sağlarlar. Gilindire Mağarası, bu tür oluşumların en görkemlilerinin gözlendiği muhteşem bir mağaradır.
Gilindire Mağarası’nın görkemli damlataş yapıları yanında, mağaracılık literatürüne yepyeni katkılar yapacak ilginç özellikleri de vardır. Her şeyden önce bu mağara, Kambriyen dönemine ait (takriben 570 milyon yıl yaşında) çok yaşlı bir kayacın içinde gelişmiş olması bakımından önemlidir. Bu yaştaki kayaç içinde şimdiye kadar ülkemizde tespit edilen üçüncü mağaradır (ilk ikisi Seydişehir Çamtepe’de tespit edilen Güvercinlik I ve II mağaraları). Mağaranın oluşumu, Nazik ve arkadaşlarının 2001 yılındaki tespitlerine göre, Plioyosen döneminde (5 milyon yıl önce) başlamış ve günümüze kadar devam etmektedir. Toplam uzunluğu 555 m. olup içinde genişliği yer yer 100, tavan yüksekliği 18 metreyi bulan büyük bir boşluk (Damlataş Salonu) vardır. Mağaranın sonuna doğru, genişliği 18–30, uzunluğu 140, tavan yüksekliği 35–40 metreyi bulan ikinci bir boşluk (Göllü Salon) ile derinliği 47 metreye ulaşan muhteşem bir göl bulunmaktadır. Gerek boşlukların gerekse gölün içinde, insanı büyüleyen renk renk, desen desen sarkıtlar, dikitler, sütunlar, perde ve duvarlar ile iğne ve böbrek yapıları anlatılması olanaksız görüntüler oluşturmaktadır. Gölün görüntüsü ise ayrı bir güzellik. Tamamen damlataş yapılarından oluşan göl çanağını dolduran su, öylesine hareketsiz, öylesine berrak ve durgun ki insana müthiş bir huzur veriyor. Gölün derinliği, 2000 yılında, MTA elemanlarınca 47 metre olarak tespit edildiğini okuduğumda inanamadım. Hâlbuki öylesine sığ gözüküyordu ki, uzansam dibine değecekmişim hissine kapılmıştım. Göl, denizle aynı seviyede olmasına karşın, gözle görülür bir bağlantı saptanamamıştır.
Gilindire Mağarası, Mersin İli Aydıncık İlçesi’nin 7 km. D-GD’sunda, denize dik inen bir yarın tam ortasındadır. Mağara girişi küçücük bir yarık şeklindedir. Deniz tarafından bakıldığında çok rahatlıkla görülmesine karşın, küçük bir oyuk görüntüsü verdiğinden 1999 yılına kadar fark edilmemiştir. Mağaraya hem denizden hem de karadan ulaşım olanağı var. Karadan ulaşım için açılan yol, aslında mağara için oldukça riskli, çünkü ileride oluşacak yoğun trafiğin yaratacağı titreşimler ve egzoz gazları, mağara içindeki damlataş yapılarını olumsuz yönde etkileyebilir. Bu nedenle deniz ulaşımına ağırlık verilmesi daha yerinde olabilir. Şu anda hizmete açılmadığı için, her iki yoldan da mağarayı görebilmeniz ne yazık ki mümkün değil. Mağara İçi aydınlatma ve gezi yolları ve diğer tüm projeleri hazırlanmış durumda. Finansman için kaynak bulunduğunda çok kısa bir sürede hizmete girecektir. Umarım çok beklemeyiz.



ÖYKÜ GARA HATMA’NIN GADİR
Mustafa B. Yalçıner

Gökyüzünde, kara bulutlar dolaşıyordu. Aylardır suya hasret toprağın dudakları çoktan yarılmıştı. Sonunda yağmur düştü toprağa ama ekmek sular gibi geliverip geçti. Hoş bir toprak kokusu yayıldı ortalığa. Çok geçmeden de güneş, gizlendiği yüklü bulutların arkasından usulca gösterdi sarı sıcak yüzünü.
Toprak damlı, tek katlı taş evin önünde, orta yaşlı bir adam, ağzında sigarası, elindeki sustalı bıçağın çıkardığı sese kaptırmış kendini, yanına gelmekte olanı duymadı bile. Yineledi selamını yaklaşan adam.
- Meraba, Emmoğlu.
- O! Meraba, Ürüstem.
- Neco be, elindeki? Sustalın da mı vardı senin? Natcan onunla?
- Heç, be Emmoğlu. Avaralık işte.
- Eee, ne var, ne yok?
- Eyilik olmasına eyilik de böğün, gafam cınna bozuk, be Emmoğlu.
- Hayrola; neyin var?
- Hende Gara Hatma’nın Gadir var ya, falliğin dölü; dere kenarında benim gıza tebelleş olmuş.
- Vay gırık dölü vay! Eee?
- Gıza varıvermiş, fistanını yırtmış emme Elif pırtmış elinden, gaçıp gurtulmuş. Eğer ben de Ali Ombaşıysam, o neresini navttığım yanna gomam bunu. Hava ıcık gararsın, şöyle bi golaçan edecem ortalığı. Nerde olduğunu bilirim o urusbu çıkardığının.
- Ben gelirken, gayfenin önünde oturubotururdu.
- Nerde olacağdı başka, o falliğin gunnadığı?
- Emmoğlu! Bak hele; cıvık boka daş atma, üstüne sıçrar, derler. Bulaşma o dangalağa. Yoo, ille de bi şey yapacasan, cınna gorkut yeter. Başını belaya sokma, derim. Kör ölür, bayam gözlü olur, kel ölür sırma saçlı olur. Valla benden söylemesi. Ben Osman Goca’ya gediyordum. Can çekişiyormuş da bi bakayım, dediydim. Hoşca gal. Unutma dediğimi.
- Tamam, Emmoğlu. Selametle ged.
İki gün sonra, askerî bir cip geldi köye. Rüstem’i aldı bir telaş. Kimseye da anlatamıyordu amcasının oğlu ile konuştuklarını.
“ Millet lafı döndürüp dolaşdırıp Gadir’e getiriyor. Emmoğlu Ali, şeytana uymasaydı bari. Vay, anasını; şu işe bak be! Düz yolda eyri bela. Bi urusbu gunnadığı, adamın başını yakacak, yav. Emmoğlu’nu şehre yollasam, dikkati üstüne çeker miyiz acabına? Yoksa candarmaya mı söylesem doğrusunu? Yoo, bu heç olmaz, sonra ele güne malamat olurum. Navtar ki Emmoğlu? Hele gedip bi bakayım.”
Telaşa kapılan Rüstem, hızlı adımlarla Ali Onbaşı’nın evine giderken, aklı fikri emmisinin oğlundaydı. “Gelin abam öleli beri, Ali zaten barıt fıçısı gibiydi. Bu da üstüne duz büber oldu. Biceccik gızına toz gonduracak deyildi ya! Namusunu ayak altına mı aldıracağdı? Öldürür mü öldürür valla. O zaman da çık işin içinden, çıkabilirsen; köyde tek akrabası da benim. Bütün yük benim omzuma biner gayrı. Emmoğlu, inşallah böyle bir halt yememişsindir. Yoksa beni de perişan edersin.“
Evinin önünde, Ali Onbaşı çömelmiş, elindeki bir kazıkla yeri dürtüp duruyordu.
- Meraba, Emmoğlu.
- Meraba, Ürüstem. Hoş geldin. Naal ya Goca? Ağşamılan ben de uğrayacadım emme olmadı.
— Gedici, gedici; Allah emanetini çabucak alsa da fazla çektirmese bari. Neco, be? Hende elinin hali ne öyle? Neden sardın onu? Üstelik bez de ganlanmış.
- Öndüğün dolaşmaya çıkdıydım; galaklayıverdim, sustalı battı elime.
- Sustalıyı naptın ya?
- Aradım emme garanlıkta bulamadım. Sabahıla gettim, yerinde yeller esiyordu.
- Neyse, geçmiş olsun.
- Sağ ol, Ürüstemim.
- Gum yüklemeye gamyon geleceğdi. Senin elin de sakat, ben başkasına bakayım gayrı. Eyvallah.
- Güle güle, biricik Emmoğlum benim.
Rüstem düştü yola. Kafası daha da karıştı. Bir sigara yaktı. Ne tarafa gideceğini bilemiyordu; kendini ayaklarına bıraktı. Düşünceli, kararsız, dalgın dalgın yürüyor hem de fikir yürütüyordu:
“ Guşgum yok galan, Emmeoğlu öldürmesine öldürdü o ırz duşmanını. Baksana sustalı da yok ortalıkta; ne de olsa suç aleti, sakladı onu. Durduğu yerde eli neden yaralansın ki! Çekmiştir bıçağını, geçirmiştir onu Gadir’in garnına, garnına. Galbıra döndürmüştür herifi. Emmoğlu böğüne deyin benimle hiç böylesine içten gonuşmamışdı. Hindi bana “ Biricik Emmoğlum benim” dedi. Mapus olacak ya, ben bakcam onlara, tabi yağ çekecek.”
- Hoyn, Ürüstem ! Ne bu dalgınlık, be ? Nere geden böyle; gel de bir çay içelim; hem iki laflaşırız; istersen, iki el de tavla atarız.
- Ooo ! Meraba, Bekir. Gusura bakma, görmedim. Dalmışım işte.
- Meraba. Nerden gelin böyle?
- Heç, dolaşıyordum.
- Oğlum, Gayfeci! Bize iki demli çay.
On beş yaşlarında, bir çocuk, nefes nefese kahvehaneye geldi.
- Emmiler, Gara Hatma’nın Gadir’i derede bulmuşlar. Üstü başı toz içinde, tanınmaz haldeymiş.
Rüstem heyecanlandı; telaşla doğrulmak üzereyken, Bekir kolundan çekti.
- Otur be, iç çayını; gideriz birazdan. N’apalım yani? Öldüyse, öldü. Dünyadan bir serseri eksik olunca, gorgma, gıyamet gopmaz.
- Ne biçim laf be, hende? Ölünün ardından heç öyle gonuşulur mu?
- Ne varımış lafımda? Serserilik edmeseydi de ölmeseydi. Demin anlattılar. Seninki çekmiş gafayı; çalmış Mamıd’ın moturunu. Eee, olacağı buydu işte. Alamamış viracı, tekerlenmiş dereye.
Rüstem’in üzerinden kocaman bir yük kalkmış, uçup giden neşesi geri dönüp yüzüne konmuştu. Seslendi çaycıya gür bir sesle:
- Hey, Kahveci! Nerde galdın be? Çayı Dursun’a mı söyledin yoksa? Haydi, çabuk ol. Yoksa geç galacağız cenaze namazına…


ULUHTU FIKRALARI
Derleyen: DOĞAN ATLAY


ÖLMEYİK NERESİ VAR
Uluhtu Muhtarı Kara Kiya, bir kış günü, tipili bir havada, Gülnar’a zorunlu gider. Giderken yolda düşünür, yapılacak işleri planlar. En sonunda “ Falan adam aylardır yatalak hasta. Ben gelinceye kadar nasıl olsa ölür. Onun da ölüm olayını bildirivereyim,” der. Gülnar’da yapılacak işlerini bitirir, en son nüfus dairesine uğrar, adamın ölüm belgesini verir. Köye varır. Olacak ya, adam ölmez. Yaz gelir gene ölmez. Oğullarından birisinin bu olaydan haberi olur, babasının mirasını paylaşmak ister. Öbür kardeşleri,
- Sağ adamın mirası paylaşılır mı, der.
- Yok. Babamız öldü.
Öldü, ölmedi derken durum mahkemeye dökülür. Öldü diyen, nüfustan kayıt getirir. Sağ diyen, kötürüm hastayı bir sedyeye atıp getirir.
Hâkim, nüfusçuyu, Kara Kıya’yı, şahitleri toplar. Hepsinin ifadesini alır. Suç, Kara Kıya’da toplanır. Hâkim döner muhtara:
Hani Muhtar, sen bu adamı ölü diye bildirmişsin. İşte bu adam sağ.
Kara Kiya, bakar espriden başka kurtulma ümidi yok.
— Hâkim Bey, sen şuna sağ mı diyorsun? Bunun ölmeyik neresi var, der.

DÖRT KİTABIN İNDİĞİ YER
Uluhtu Köyü’nden evlenme çağına gelen iki genç, aralarında evlenmeye karar verirler. Bir ikindi vakti, Çakır Deresi yamaçlarında buluşurlar. Dere boyunca gidip akşamüzeri Kalfa Köyü’ne ulaşırlar. Köylüler, kim olduklarını sorup şoruşturur ve bunların alkaç olduğunu öğrenince, kızı ayrı oğlanı ayrı götürüp ailelerine teslim ederler. Ertesi gün olayın duyulmasıyla oğlanın bir yakını,
-Ak gardaş, senin ne işin vardı dört kitabın endiği yerde, der.

PATLICAN OLAN TÜTÜN
Uluhtulunun biri, Üğü Deresi yamaçlarında sarp bir yere bahçe yapar, içine de tütün eker. Sahibi tütün kırmaya başladığında kolcu da gelip suçüstü yapar. Tutanağını düzenler, adama imza etmesini söyler.
Adam,
- Beğefendi, biz buna patlıcan deriz. Patlıcan yaz, imza edeyim, der.
Kolcu tütün yaprakları alıp köye çıkar, orada da hep patlıcan, derler. Patlıcan yazarsa, imza edeceklerini söylerler. Memur ne yapsın; tutanağı yırtar. “ Ben de buna patlıcan oğlu patlıcan diyorum” deyip kurtulur.


TÜTÜN BAHÇESİ
Gene aynı yerde, bir bahçede ekili tütün bulan memur, orada bir Uluhtuluya bahçenin kimin olduğunu sorar.
Adam,
- Katır Ayşa’nın, der.
Memur bahçeden topladığı örnek tütünleri alıp köye çıkar. Katır Ayşa’yı çağırtır. Katır Ayşe, gözleri görmeyen, bir ihtiyar kadın. Kolcu sorar ona:
- Ebe, falan yerdeki bahçe senin mi?
- Benim gardaş.
- Orada tütün var. Sen mi ektin?
- Ben ektim, gardaş. Tiyrekiyim, tütün alacak param da yok, az bi şey ektim.
Memur, bakar gözleri görmeyen bir ihtiyar kadın. Tutanak düzenlese buna gülecekler. Bırakır, gider.


UÇAK TAŞLAMAK
Ömer YALÇINER

İkinci Dünya Savaşı patlak vermişti. Gilindire’den ihtiyat askeri olarak çağrılanlar oldu. Halk endişeli, tedirgindi. Kulaktan kulağa yarısı doğru yarısı yanlış çeşitli haberler yayılıyordu.
Gazete de gelmiyordu nahiyeye. Tek haber kaynağı, muhtarlığa demirbaş kaydedilen koca pilli bir radyoydu. Muhtarlık, iskelebaşında, tek katlı, toprak damlı bir taş binaydı. Akşamları haber saati gelince, mahşer yerine dönerdi köyodasının önü.
Ergenlik çağımdaydım, merak ediyordum, öğrenmek istiyordum olup bitenleri. Ajans vakti koşuyordum iskelebaşına. Büyüklerin yanında oturulur muydu hiç! Bir köşeye çekilir, sessizce dinlerdim hem haberleri hem de büyüklerimizin yorumlarını.
Almanlar, Yunanistan’ı işgal etmiş deniliyordu. Rumlardan ailesini tekneye bindirip kaçanlar oluyormuş. Bodrum’dan başlayarak Gilindire’ye kadar tüm kıyılara çıkmaya başlamışlar. Daha sonra Gilindire’ye de gelenler oldu. Burada birkaç gün kalıyor ve yiyecek içecek temin ediyorlardı. Gilindireliler de bu sırada onlara sevgi ve şefkatle yaklaşıyordu. Onlar birkaç gün dinlendikten sonra, temin ettikleri erzakı yanlarına alıp Kıbrıs’a geçiyorlardı.
Bir uçak, kaçakların peşine düşmüş, güney sahillerimizde keşif yapmaya başlamıştı. Her sabah aynı bir uçağın batıdan gelip Sancakburnu’ndan geri döndüğünü görüyorduk. İstiklal Savaşı’na katılmış Gülnarlı muhariplerden Hava Koruma Askeri adıyla bir tim kurulmuştu. Asker elbiseli ve silahlı bu adamlar, Fener’in bulunduğu tepede nöbet tutuyordu. Sancak’tan dönen uçak bizim evin üzerinden alçaktan geçiyor, çarşıdan, Fener’in yanından yoluna devam ediyordu. Her geçişinde uçak, halkta korku ve panik yaratıyordu. Fener’deki nöbetçiler de uçağa ateş açıyor ama isabet ettiremiyorlardı.
Onların vuramadığını ben vururum diyerek, şalvarımın ceplerine atabileceğim büyüklükte taş doldurdum; birkaç tane de elime aldım ve dama çıktım. İki katlı, Rumlardan kalmaydı evimiz. Nedense uçak bizim evin üstüne kadar gelir, oradan çarşıya yönelirdi. Göründü uçak, damda bekliyordum. İyice yaklaştı. Tam önüme geldi, taşı fırlatacaktım ki rüzgârı beni yere çarptı. Başladım sürüklenmeye. Zor tutundum dama çıkan merdivene. Uçak geçip gitti. Ben çelenginin ucundayım. Sekiz metre aşağıda koca koca sivri taşlar görünüyordu gözüme.
“Pat! Pat! Pat!” sesleri yankılandı Toroslar’da. Uçak, ardında beyaz duman bırakarak, yalpalayarak ilerliyordu. Daha sonra duyduk ki Anamur yakınlara düşüp parçalanmış.
Yine o yıllarda, yörede casus varmış dedikodusu yangınlaştı. Her yabancıya casus gözüyle bakılıyor, karakola ihbar ediliyordu. Bir gün, bir Arap gelmiş Gilindire’ye. Casus diye almışlar nezarete. Gece olunca Arap, bir yolu bulup kaçmış. Tevfik Emmi ile Şakir Ağanın ortak olduğu yelkenliyi çaldığı gibi uzaklaşmış limandan. O yıllarda, gelen yük gemisi açıkta demirlerdi. Vapura yük ve yolcular bu tekneler taşınır, limana getirilecek yük ve yolcuları da alıp gelirdi. Gilindire’de topu topu birkaç tekne vardı.
Kayıp tekneyi, Şakir Ağa bizim evin alt taraflarında, Tevfik Emmi ise Soğuksu yönünde aramaya çıkmış. Bir ara Yılanlıada’nın doğusunda bir yelkenli görüldü. Gümrükçünün dürbünüyle baktılar. Evet, kayıp sandalın ta kendisiydi. Altı kürekli başka bir sandala iki de jandarma alarak bir grup Gilindireli düştü Arap’ın peşine. En ufak bir esinti yok, deniz çarşaf gibiydi. Yelkenli açıkta bekleyip duruyordu. Kadın, erkek, çoluk çocuk, Fener’in orda toplanmış, olup biteni izliyorduk. Bir iki saat sonra, gidenler diğer yelkenliyi de alarak iskeleye yöneldiler. Yavaş yavaş geliyorlardı. Halk da dağıldı.
İskelebaşı, ana baba günüydü. Savaş kazanmış askerler gibiydi bizim Gilindireli denizciler. Uzun boylu, etine dolgun, otuz beş yaşlarında, elleri ve ayakları bağlı, kapkara biriydi esirleri de.
Ertesi gün, dört jandarmanın aynı adamı bizim evin arkasından geçen dar yolda Gülnar’a doğru götürürlerken görmüştüm…

BAHŞİŞ ÇADIRI YAPIMI VE ÖZELLİKLLERİ
F. SAADET BİLİR

Kara koyun besleyen Bahşişler, çadırlarını da bu koyunun yününden yaparlar. Çadır, güz yününden yapılır. Güzün kırkılan koyunların yünü önce atılır. Sonra keçe yapmak için, yünler bir yaygıya serilir. Üzerine sıcak su dökülüp yuvak gibi sallanır. Bu işlem, yün iyice sıkışıp keçe haline gelene değin 3–4 gün sürer. 2,5 m boyunda, 1,5 m eninde sıkıştırılır. Günümüzde bu keçe hazır alınıyor.
Diğer taraftan 2 m boyunda, sağlam iki ağaç dalı, bir kargı boyu aralıkla toprağa çakılır. Tepesi bağlanır. Buna “ alaçık” denir. Zenginliğine, nüfusuna, eldeki keçi durumuna göre 3-5-7 alaçık çatılabilir. Toplanan kargı, ip ile iki ucundan örülür. Bazen de deri, çivilerle birleştirilir. Kıvrılarak çok pratik biçimde açılıp toplanan bu kargı örgüsü alaçıkların üzerine kapatılır. Son yıllarda, alaçık keçeyi delmesin diye, demirden küçük bir şapka, kargı örgüsünden de önce alacığın üstüne yerleştirilmeye başlandı. Onun üzerine de keçe örtülerek bir barınak olur. Buna “ keçe ev” denir.
Dönüş yolu görünmüştür. Martın 20’sinden sonra Akdeniz sahillerinden, Bardat, Ermenek üzerinden Barçın Yaylası’na doğru yola çıkılır. Varana kadar on yurt değişir. Suya yakın, otu iyi olan yerlerde konaklanılır, ot durumuna göre bir ya da birkaç gün kalınır. Her konaklanılan yer bir yurttur ve bu çadır ev konaklanılan her yerde yapılır. Sonra her şey sökülür, katlanıp develere yüklenir, yola çıkılır. Barçın Yaylası’nda ya bu keçe evlerde ya da yanları taş, üstü ağaç dallarıyla kapatılmış pardı evlerde kalınır. Kasım ayında sahile dönüş yolculuğu başlar. Gelinen yollardan yeniden sahile inilir. Kış boyu yine bu keçe evlerde kalınır. Çok güçlü poyrazdan yıkılmasın diye çadırın önünden başlanıp tüm çevresi kalın bir iple dolandırılır, bir de ortadaki keçe ulamalarından bağlanır, iyice sağlaştırılır.
Bu çadır evin girişi kıble yönünde yani güneyde olur. Yaz kış açıktır. Kışın, burayı kapatmak için deri çivilerle birbirine geçirilerek örülen ve çadırın tavanında da kullanılan kargı örtü kullanılır. Çadırın içinde, doğuda ateş yakılır. Keçe ısıdan etkilenmesin diye, ateşin arkasına bir taş duvar yapılır. Buranın havalandırması yoktur. Ocağın yanına, toprağa bir çukur kazılır, yanına da bir büyükçe yassı taş konur. Tuluklarla getirilen su ile burada bulaşık yıkanır, suyu toprak emer, yıkanan kaplar da bu taşa kapatılır. Ocağın kuzeyine, giysilerin katıldığı ala çuval (nakışlı yün çuval), zahire ve diğer eşyaların katıldığı kıl çuvallar dizilir. Üstüne de yatak, yorgan konur. Üstü bir çulla kapatılır.
Bahşişler, düğünü ağustos, eylül ayında yapar. Her evlenen oğlana ayrı çadır kurulur.
Yaz boyunca, hayvanların sütü, peyniri ve diğer ürünleri yayladaki pazarlarda satılır.
Yayla havası çok sağlıklı olur, orada pınardan su doldurup içerken içine bir çam dalı koyarak içilir. Buna tanık olan gün görmüş bir tüccar, “Güzeliniz farımasın, çamınız kurumasın,” demiş. Gerçekten de bu yaylalarda yaşayanlar, o kişinin duasındaki gibidir.


GERÇEMEK’TEN YAYINLARA BAKIŞ

DOKUZ MUTLU

Nihat Mustul’un Mut insanını, Mut kültürünü anlattığı “Dokuz Mutlu” adlı kitabı, Çalı Kültür Sanat Dergisi Yayınları’ndan çıktı. Dokuz Mutlunun anlatıldığı kitabı yazma amacını şöyle açıklıyor, yazarı. “ Mut’ta gürül gürül, ya da durgun durgun akan, sıradan ya da sıra dışı dokuz ırmakla hem kendi zenginliklerinin derinliklerine, hem de geriye doğru Mut’un yakın tarihine yolculuğa çıkıp Mut kültürüne katkı sağlamaktı.”
İçel Sanat Kulübü’nün Kasım-Aralık 2006 tarihli bülteninde F.Saadet Bilir, anılan kitap hakkındaki izlenimlerini dile getirmiş. Bilir, şöyle diyor yazısının bir bölümünde:
“ Nihat Mustul’un kitabında tanıttığı; birçoğunun tanıdığı halde önemsemediği, anlatacak, hakkında konuşacak bir yan bulamadığı sıradan insanlar. Ama yakından tanıyıp onların renkli dünyasına girince her biri bir filozof sanki. Mal mülk düşkünü olmayan, paylaşmayı seven, emek çekip alın teri dökerek geçim döndüren, dünyaları çok zengin, yaşam felsefeleri renkli bu insanların bir kısmının, okuması yazması bile yok. Giderek birbirimize yabancılaştığımız, bireyselliğin öne geçtiği değişen dünyamızda inat, sıcak komşuluk ilişkileri, yardımlaşma, yoksul ama onurlu duruş, konukseverlik gibi güzel özellikleri olan “Dokuz Mutlu”. Geleneğin, dağın, kırın yetiştirdiği bu güzel insanlardan alınacak çok ders var.
Yazar, bu kitabıyla Mut’un yerel tarihine, toplumsal belleğine büyük bir katkı sunuyor. Kitapta söz edilen bu ilginç insanların ortak özelliği, yoksul ama mutlu ve onurlu bir yaşam sürmeleri. Sorunları ise sadece yalnızlık… “Dokuz Mutlu”yu tanıyınca yaşama, kendimize, olaylara daha farklı pencereden bakacağımız kesin.”


ORTA ASYA’DAN TOROSLAR’A GÜLNAR

Gülnar halk kültürü ürünlerinin, halkın belleğinden silinmeden, derlenip toplanması ve gelecek kuşaklara aktarılması görevini üstlenen F.Saadet Bilir ve Ali F.Bilir’in yapıtları “Orta Asya’dan Toroslar’a Gülnar”, Etik Yayınları’ndan çıktı.
Mustafa B. Yalçıner, 28 Şubat 2007 tarihli Gülnar Gazetesi’ndeki köşesinde söz konusu kitapla ilgili olarak, şunları yazmıştır:
“Yöre sevdasına tutulmuş, biri araştırmacı yazar, diğeri şair ve öykücü bir çift yaşamakta otuz beş yıldır, gülün nara, narın güle sarıldığı koyakta. Bilir Ailesi. İki Gülnar tutkunu. Onlar, Gülnar’ın tüm köylerini gezdi, insanlarıyla konuştu. Gelenek, görenek ve yaşam biçimleri öğrendi. Bıkmamadan, usanmadan, on yıldan fazla sürdü araştırmaları. Dile kolay on yıldan fazla bir zaman dilimi. Gülnar’ın kültürel değerleri yitip gitmeden derlediler; “Söz uçar, yazı kalır” düşüncesine uyarak 759 sayfalık “Orta Asya’dan Toroslar’a GÜLNAR” adlı görkemli bir kitap yayımladılar. Sadece yazıya geçirilmesi bile bir buçuk yıl almış olan kitabı da Gülnar halkına adamışlar. “ Yola çıktığımız günden beri, esirgemediği sevgi ve ilgiyle bizi yüreklendiren değerli Gülnar halkına gönülden teşekkür ederek, kitabımızı onlara adıyoruz…” diyor yazarlar.
Dört bölümden oluşan yapıtta, neler yok ki! Maddi Kültür ve Üretim; Dil ve Anlatım; Anonim Halk Edebiyatı; Fotoğraflar. Gülnar hakkında dörtdörtlük bir bilgilik. Gülnar dili, kültürü ve toplumsal yaşamı üzerine görkemli bir kaynak, bir nehir, bir derya.
Kitap, iki dilcinin imbiğinden süzülmüş, akıcı ve hoş bir dille yazılmış. Okurken, çok büyük zevk alınacağı kesin. Özgün sözcük ve söyleyiş özelliğiyle “Gülnar Ağzı” dilbilimciler için çok geniş bir kaynak olacaktır. Yalnız dilbilimciler değil aynı zamanda halkbilimciler de çok yararlanacak bu yapıttan...”

**************************************************************************************************************************************************************************************************************************************

GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ SAYI 1

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Songül Saydam
Güngör Türkeli

Basıldığı Yer:
Reproton Ltd Şti

Baskı Tarihi: Şubat 2007

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Sayı: 1

Sürdürüm Koşulları:
Yıllık 20 YTL

Posta çeki hesabı numarası :
5323892

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836
e-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar.
Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

Bu sayının giderleri Evren Yayıncılık AŞ tarafından karşılanmıştır. Dergimiz adına teşekkür ederiz.


ÇIKARKEN

Merhaba,
Ben Gerçemek. Torosların eteğinde yeşermeye, yaşama bağlanmaya ve güneyin en güneyinden güzellikler sunmaya çalışan yöresel bir kültür ve düşün dergisiyim.
Taşeli yöresinin yakıcı güneşi altında, kuru ve kalkerli topraklarda yaşam savaşı verirken, çevresine güzellikler saçmaya çalışan gerçemek bitkisi ile aramda bir koşutluk kurulduğundan bana bu ad verildi.
Yola çıkanlar şimdilik Aydıncık, Gülnar, Anamur ve Silifke’deki bir avuç dil, kültür ve yöre sevdalısı. Ama onlar bu yelpazenin daha da genişleyeceği, Gazipaşa, Ermenek, Mut, Bozyazı gibi kendini Taşeli kültürüyle yoğrulmuş hisseden diğer ilçelerden katılımlar olacağı ve ürünleriyle onları destekleyecekleri umudunu taşıyor ve göç gitgide düzelir diyorlar.
Amaçları, yörelerini benim gibi bir dergi aracılığı ile tanıtmak, seslerini duyurmak, duygu ve düşüncelerini sizlerle paylaşmaktır.
Taşeli kıracında kök salabilirsem, ben de sizlere Akdeniz’den, Yörük yurdundan, iki mavi arasından esintiler, yaşamdan kesitler sunmaya çalışacağım.
İkinci sayımda buluşmak dileğiyle…

GERÇEMEK; Aydıncık, 2007

AYDINCIK: ARKASI DAĞ, ÖNÜ DENİZ

Kuruluş mitolojisine göre, yaklaşık 4 bin yıl önce, Fenikeli Sandokos, Suriye’den Kilikya’ya gelir ve bugünkü Aydıncık’ın yerinde bir liman ve ticaret şehri olarak Celenderis’i kurar. Kelenderis’in adı, zaman içerisinde değişimlere uğrayarak Kalendria olur. 19. yüzyıl başlarında da Gilindire’ye dönüşür.
Yolu bu limana uğrayan gezginlerin verdiği bilgilere göre, Gilindire 1800’lü yıllarda, bir han ve ilkel birkaç damdan oluşan fakir bir köydür. İstanbul-Kıbrıs postası pek işlek olmayan ve hemen hemen hiç ithalatın yapılmadığı bu limanda gemiye yüklenir. Gemiler de yük ve yolcusuyla açılır denize. Suriye’ye inşaat malzemesi ya da odun olarak kullanılmak üzere kereste gönderilir. Dışsatımı oluşturan diğer kalemlerden meşe palamudu Siros Adası’na; tereyağı, peynir vb. gibi besin maddeleri ile yün ve ham deri de Kıbrıs’a satılır.
Gilindire’nin halk arasındaki bir adı da İskele’dir. Küçük bir liman kasabası olan Gilindire uzun yıllar Gülnar ilçesine merkezlik yapar. Vital Cuinet’nin verdiği bilgilere göre “Bu küçük kasabanın nüfusu sadece 210’dur ve halkın hemen hemen hepsi Kıbrıs ya da Alanya’dan göçüp gelen Rumlardır”. Tanin Gazetesi yazarlarından Ahmet Şerif 1910 yılında Gilindire’ye gelir. “Gülnar Kazası’nın merkezi olan Gilindir üç yüz evden fazla değildir. Bir dağın eteğine kurulmuş. Halk İslam ve Rum'dur. Rumlar daha kalabalıktır. İki taraf birbirleriyle pek güzel geçiniyorlar, diyebilirim ki, burası bir birlik örneğidir. Gilindir'in ihracatı kereste, odun, kömür, palamut tereyağı gibi şeylerdir. Halk fakirdir... Arazi ziraata o kadar uygun olmadığından, halk zorunlu olarak ormanları yakarak tarla haline getirmektedir.”
Her iki yazarın da belirttiği gibi 1900’lü yılların ilk çeyreğinde zaman zaman ezan, zaman zaman çan sesinin duyulduğu bu ilçe merkezinde, bir tarafta uluslararası bağlantıları olan, ekonomik yönden daha güçlü, ev ve tarla sahibi, ticaret ve sanat yaşamını elinde tutan Rumlar ile diğer tarafta dünyaya kapalı, hayvancılıkla uğraşan, çoğunluğu göçer Türkler, birlikte yaşamaktadır.
Rumlar, liman çevresinde otururlar. Yapı ustası, demirci, kalaycı, fırıncı, ayakkabıcı, fes kalıpçısı, boyacı, berber, meyhaneci hepsi onlardan. Bazı Rum tüccarlar, Kıbrıs’tan fasulye tohumu getirip yarıya ektirirler. Sonra da ürünleri dışarıya pazarlarlar. Kasabanın tek değirmeni de onların elinde. Liman çevresindeki çok sayıda mağaza da Rumlara ait.
Göçerlikten yerleşik düzene geçmeye çalışan Türkler, Hacıbahattin’in batısında büyük bir köy kurarlar, adına da Purgulu derler; tarım ve hayvancılıkla geçinirler. Dağlık yörelerde yaşayan göçebe halkın hayvansal ürünleri ile tabiatın sunduğu keçiboynuzu, meşe palamudu gibi orman ürünler kasabaya getirilir, Rumlar tarafından dış pazarlara satılır.
Savaş korkusu ve sahilin tehlikeli olmaya başlaması üzerine, 1915 yılında Kaymakamlığın Gilindire’den Gülnar’a taşınma macerası başlar. Birçok köyün Kaymakamlığı kabul etmemesi üzerine, Yörüklerin alış veriş yaptıkları Hanaypazarı’nda hükümet çadırları kurulur ve burası Gülnar İlçesi’nin merkezi yapılır. Bunun üzerine Gilindireli tüccarların bir kısmı oraya göçer.
1920’li yılların ortalarında Rumlar Gilindire’den ayrılınca, nüfus daha da azalır. Onlardan kalan ev ve tarlalar Maliye aracılığı ile satılır. Dışarıdan gelenler veya parası olanlar Hazine’ye kalan Rum evleri ve tarlalarını 1930’dan itibaren taksitle satın almaya başlarlar. Hazine, satılan taşınmazın taksitini yatıramayanlardan onları geri alarak ikinci bir ihaleyle başkalarına satar.
Rumların göçüyle birlikte, Gilindire’deki ekonomik işleyiş de değişime uğrar. Ticaret ve sanatla uğraşmak Türklere düşer. Bunun sonucu kentin ekonomik yapısı değişir. Dış ticaret hemen hemen durma noktasına gelir. On beş ya da yirmi günde bir uğrayan gemiler açıkta demirler, yörenin ihtiyacı olan tekel maddesi, diri tuz ve gazyağı getirir; meşe palamudu, kuru üzüm, keçiboynuzu, yağ, arpa, buğday, üzüm, fıstık ve yolcu alıp giderler. Yelkenli tekneler ise yılda bir ya da iki kez gelip canlı küçükbaş hayvanları İstanbul’a götürür. Tüm bunlar gemi ve teknelere küçük sandallarla taşınır. Bu faaliyet, kayık sahipleri ve çalışanların yanında hamallar için de önemli bir gelir kaynağıdır.
Halikarnas Balıkçısı’nın Deniz Gurbetçileri adlı romanında anlattığı gibi, Antalya ya da Mersin’e karayolu ile ulaşım oldukça güçtür: “Kentte (Gilindire’de) bir tüfekçi buldular. Bir eski tüfek namlusundan bir parça kestirmeyi düşündüler. Ama eni uymadı. Çatlağı onarmak için kaynak lazımdı. Kaynağı ya Mersin ya da Antalya’da yapabilirlerdi. O parça alınıp, karadan atla mı, deveyle mi ta o söylenen kentlere götürülüp onarılmalı sonra da gene eşekle mi atla mı, deveyle mi Gilindire’ye getirilmeliydi. Bu olacak iş değildi…”
Gilindirelide ticaret ile uğraşmak için yeterli sermaye de olmayınca, Mersin ya da başka yerlerdeki tüccarlar adına mal alınır ve gemilerle yollanır. Biraz parası olan ya da veresiye mal alıp ödemeye çalışan tüccarlar oluşmaya başlar ama limanın olmayışı, yükleme zorluğu ve maliyet artışı sonucu deniz ticareti de yapılamaz olur. Sulak arazinin olmaması halkı, hayvancılık yapmaya ya da arpa, buğday, mercimek ekmeye zorlar. Halkın yazları yaylaya gitmesi ile de nahiye terkedilmiş bir hayalet kente dönüşür.
1963–1964 yılları arasında, iş makineleri çalışmaya başlar Gilindire’de. Eski ve dar olan yol genişletilirken, deniz kenarındaki çok sayıda eski bina yıkımdan nasibini alır. Açılan bu yol binaların bir kısmına mezar olur, bir kısmını da Akdeniz'in mavi sularına iteleyiverir. Binaların yerine de kalın bir duvar çekilir. Gilindire bir deprem yaşar adeta.
1964 yılında, Soğuksu’dan Gilindire’ye bir kanal yapılır ve yıllardır boşu boşuna denize akıp giden Soğuksu Deresi’nden 40–50 metre yükseklikteki bu kanala su pompalanır. Gilindire’nin çorak arazilerinde artık güller açar. Bereketli topraklarda sera yapıp turfanda sebze yetiştirmek üzere Aydıncık’a büyük bir göç başlar.
1960 Devrimi’nden sonra başlatılan köy ve kasaba adlarının değiştirilmesi furyasında, bu küçücük balıkçı kasabasına da 1965 yılında tarihi geçmişiyle hiçbir ilgisi olmayan Aydıncık adı verilir. Artık resmen kullanılmayan Gilindire adı da tapu kayıtları, nüfus cüzdanları, diplomalar, kitaplar ve anılarda kalır.
Gülnar ilçesine bağlı, sırtı dağ, önü deniz küçük bir bucak olan Aydıncık’ta, 1972 yılında İskele Belediyesi kurulur. Aydıncık, elektriğe Mart 1980 ve evlerde içme suyuna Mayıs 1984 tarihinde kavuşur.
Aydıncık 3392 sayılı kanuna göre 19.6.1987 tarihinde İçel iline bağlı bir ilçe olur. Ayrıca bu kanunla İskele Belediyesi’nin adı da Aydıncık Belediyesi’ne dönüştürülür.
2000 yılı verilerine göre toplam nüfusu 11.523; şehir nüfusu 7963; köy nüfusu 3560; yüz ölçümü 410 km2; nüfus yoğunluğu (km2/kişi) 28 olan Aydıncık, günümüzde cam seralarıyla kristal bir kent görünümündedir.

GERÇEMEK 2007

SARIKEÇİLİ KÜLTÜRÜNDEN DEVE DE GİDİYOR
Mustafa B. Yalçıner

Aralık sonu, güneşli bir günde toprak yolda ilerliyor arabamız. Yol kenarında siyah siyah keçiler. Boğazlarında sivri uçlu tasmaları olan çoban köpekleri.
Bir televizyon kanalına çekim için varıyoruz, Davulcu Tepesi’ne. Çamların arasında üç beş deve. Kıl çadır az uzağımızda. Kapısı güneye bakıyor. Ortada büyükçe bir keçe, üzerinde küçük bir kız çocuğu. Köşede yan yana dizili nakışlı çuvallar. Çadırın içerisinde ateş yanıyor. Ocakta sacayağı, üzerinde kapkara olmuş bir çaydanlık. Çay kokusu sarmış kara çadırın içini.
“ Hocam, benim de bir fotoğrafımı çek şu mayayla. Bir iki seneye kadar bu hayvanları fotoğraf çektirmek için bile bulamayacağız,” diye hayıflanıyor, Sarıkeçili Musa Gök.
“Bir zamanlar ben de deveciydim,” diyor Musa ve ekliyor “ Biz de modernleştik. Traktörlerle göçüyoruz artık. Eskiden develerle göçerdik. Onlar masrafsızdı oysa traktörler cep düşmanı.”
Deveci Sarıkeçili her geçen yıl azalıyor, develer de satılmaya devam ediyor. Nedenini soruyoruz. Musa da yanıtlıyor: “Çocuklarımızın cahil kalmasını istemiyoruz. Onlar okula gidiyor, deve güdücü kalmadı. Ben de develeri satıp bir traktör aldım. Çocuğumun okumasını, bir meslek sahibi olmasını istiyorum. Bir mesleği olursa, belki o bırakabilir bu göçerliği.”
Göçerlik bir yaşam tarzı Sarıkeçililer için. Başka bir yaşam biçimi, onlara dar bir elbise gibi gelir. Ama bu çağda, bu zor koşullarda yaşayan insanlar bizim insanlarımız. Sıcak bir evi, evinde suyu, elektriği kim istemez?
Sarıkeçili yaşantısı çok çetin: Kışın yağmur ve çamur. Yazınsa güneş altında, sarı sıcak yakıp kavuruyor onları. Hayvanlarınızı satıp yerleşik düzene geçmeyi düşünmüyor musunuz dediğimiz zaman ise, “Atalarımızdan gördüğümüz yaşam bu. Çileli ama ne yaparsın? Malcılığı bırakanlar oldu. Ama memnun değil yaşantılarından,” yanıtını veriyor Kerim Çelik. Göçerliği bıraksalar ne yapacaklar? Onlar sadece hayvancılıktan anlıyorlar, başka meslekleri de yok. “ Bugüne kadar bir tek soğan bile dikmedik,” diyenleri de var. Sunucu söyleşmeye devam ediyor Yörük kardeşlerimizle.
Bense bakıyorum onlara. Çocuklar çekingen. Konuşmaya pek yanaşmıyor. Tek eğlenceleri hayvanlar ve onların yavruları. Yaşam tarzları, teknolojinin sunduğu nimetlerden çok uzak. Çocuklar dış dünyaya tamamen kapalı bir kültür içinde yetişiyor. Hiçbir sosyal güvenceleri yok. Geçici bir olgu da değil bu. Bir ömür boyu sürecek.
Çadıra giriyoruz. Ortaya bir sofra seriliyor. Sulanmış yufka ekmekler, bir sahan da deri peyniri. Çomaçlar yapılıyor. Çaylar dolduruluyor bardaklara. Sohbet koyulaşıyor deve üstüne. Bir süre sonra da ayrılıyoruz, büyük bir içtenlikle ağırlandığımız, Sarıkeçili çadırından.
Yüreğim burkuluyor yolda. Günümüz gençliğinin artık bilmediği ya da kullanmadığı deyimleri, bir iki kuşak sonra, genç Sarıkeçililer de kullanmaz olacak. Deveyi görmeyen, onunla yaşamayan, nereden bilecek deve dişini de “ Deve dişi gibi sarımsak” diyecek? Nereden bilecek devenin kindar olduğunu da “ Deve kini”, yine nereden bilecek devenin korkak olduğunu da “ Deveye yürekli ” diyecek? Havudu görmeye görmeye onu unutan birisi, nasıl kullanacak “ Deveyi havuduyla yutmak” deyimini? Beserek, daylak, gayalık, maya ve köşek de artık dilimizin kullanılmayan sözcükler dağarcığındaki yerlerini alacak…

ESKİDEN TUZ ÇALARDIK AKDENİZ’DEN
Mehmet Babacan

Çevrede olup bitenleri anlayabilir duruma geldiğim 1940’lı yıllarda, hayvancılığa dayalı göçebelik, kırsal alanın en geçerli yaşam biçimlerinden biriydi.
Gülnar ilçesinin büyük köylerinden sayılan Eskiyörük halkı, geçiminin önemli bölümünü hayvancılıktan sağlıyordu. Önemli bölümünü diyorum, çünkü köyün toprağı, dönerli olarak, yarı yarıya tarıma açılmıştı.
Köyün esas yerleşim yeri olan Üçbaş mevkii, ormanlık alanın koynunda; Akdeniz’e 20 km. kadar uzakta- kıraç ve kayrak bir yöredir. Adının, vaktiyle bu yörede, üç derebeyin yaşamış oluşundan geldiği söylenirdi.
Haziran ayından başlayarak, yaylaya göçüldüğünden, köy, çakallara ve sivrisineklere bırakılmış gibi olurdu.
Sahil harmanının kaldırılış döneminde, ortam biraz şenlenirse de, işler kısa sürede tamamlanır; köy eski ıssızlığına yeniden bürünürdü.
Gerçi, köyde birkaç tane göçmeyen, yani hayvancılık yapmayan aile varsa da, belirleyici olamıyordu.
1942 Temmuzunun sonlarında, yani ağustos böceklerinin kulakları sağır eden müziği eşliğinde, cümle sivrisineklerin horona kalktığı ve de yıldızların gözü önünde, insanın ipil ipil eriyip aktığı bir cehennem sıcağında, köye geldik babamla. Yapacağımız iş planlıydı: Ben, eşeğimizle birlikte köyde beklerken, babam, gece boyunca Tuzburnu’ndan tuz toplayıp buluşma noktamıza taşıyacak; sonraki gece de, ben eşeği getireceğim; kimseye görünmeden yükleyip kaçacağız.
“ Neyin nesi bu?” demeyin: O yıllarda tuz kıtlığı vardı. Oysa tuz insan için de, hayvan için de vazgeçilmez bir nesnedir. Devletin İzmir’de bir kaya tuzu ocağı varmış, herkes ondan almak zorundaymış da para nerde? Biraz acı da olsa, deniz suyunun tuzunu bilmez mi halk? Bir yandan yaz sıcağının buharlaştırmasıyla; bir yandan çukur saçlarda kaynatma yöntemiyle, deniz suyundan tuz elde etmeyi bilir köylü.
Tuzburnu, Aydıncık’ın doğusunda, Davulcu Tepesi’ne yakın, “ Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” kayalık bir burundur. Kayalardaki çanak gibi çukurlara dalgaların doldurduğu sular, temmuz- ağustos güneşiyle buharlaşır, çukurlar birer tuz çanağına dönüşürdü. Yaz sonuna doğru bu tuzlar tükenince ya da böyle çanakların bulunmadığı yörelerde kaynatma yöntemine başvurulurdu.
“ Niye çalınırdı” mı diyorsunuz? Halen sürüp giden zabıta mantıklı yönetim anlayışımız, ta o zamanlardan geliyor olmalı. Deniz kıyısında “ Tuz Kolcusu”, ormanlık alanda “Orman Kolcusu”, “Tütün Kolcusu”, “Döviz Kolcusu” vs. gibi zabıta ekipleri boy boydu. Denizden tuz çalmak ciddi bir suçtu, sürüm sürüm süründürürlerdi.
Bazı kaynakları koruyup kollamak gerekliyse de; başına zabıta diktiğimiz bu değerleri, halkın malı saymadığımız için, sahip çıkma ve koruma kültürünü yaratamadığımız için, ormanı tükettik; denizi çöplüğe döndürdük; diğerlerini emanete mi verdik ne?
İlk kez yalnız kalıyorum. Her yer ıpıssız. Çakallar, hiç çekinmeden evlerin arasında uluya uluya oyun oynuyorlar sanki.
Eşeği ahıra kapatıp güvence altına aldıktan sonra, yatağımı toprak damın üstüne serdim; dikenli çalılarla da damın merdivenini iyice kapattım.
Çakal sorununu çözmüştüm ama cin-şeytan korkusu o kadar yoğundu ki, neredeyse çakal ulumasını yoldaşlanıyordum. Her baktığım yerde bir şeyler gördüğüm için, o sıcakta yorganın altına sokulmak, ölümden beterdi.
Bağıra bağıra söylediğim türküler ne zaman tükendi; göz kapaklarımı cin mi şeytan mı kapattı bilmiyorum uyuyakalmışım..
Müthiş bir mutlulukla uyandım: Öcüler yememiş, cinler-şeytanlar çarpmamıştı. Akşama kadar üzüm- incir toplayarak oyalansam da, ikinci gecenin tasası köz gibi çöküyordu yüreğime. Akşamleyin, ıpıssız orman içinden yirmi kilometre yol gidecektim. Çakı bıçağıma ve bildiğim birkaç duaya güveniyorsam da; asıl güvencem boz eşeğimizin yoldaşlığıydı. Akşam karanlığı bastırırken, bıçağım elimde; türkülerim dilimde, eşeğin semerine kedi yavrusu gibi yapışarak, Tuzburnu’nun yolunu tuttum.
Yöreyi iyi bildiğim için, kavil yerinde kolay buluştuk babamla. O, topladığı tuzları sakıncasız bir yere taşımış, yükü hazırlamıştı bile. Yükleyip kaçarcasına uzaklaştık tehlikeli bölgeden.
O yıllar zordu. Olanaksızlıklar oldukça çoktu ama acılar sınavının her türlüsünü yaşamış olan halkımız, yarasına tuz basılan günler geleceğini bilmeden, acıları katık yapmasını bilmişti, onur eksenli yaşamına.


AYDINCIK GÜNLÜĞÜ I

Müslim Çelik

Ülkemizde bilebildiğim kadarıyla iki tane il ve ilçe düzeyinde Aydın var, yerleşim birimi olarak. Yalnız ki, birinin sonundaki “–cık” küçültme sıfatı, orayı daha bir sevimlileştiriyor. İlgi, güzellik ve varoluşa kapı aralıyor.
Temmuz 2006 sonlarında, Anamur’da şair arkadaşım Abdülkadir Bulut adına düzenlenen bir toplantıya konuşmacı olarak katılmıştım. İlgi çoktu. İçerisi ve dışarısı çok sıcaktı. Vecihi Timuroğlu, Mustafa B. Yalçıner ve ben ara sıra ayağa kalkıp konuştuk. Halil Uysal da vardı. Bulut’un şiirlerindeki su imgesi üzerinde çokça duruldu. Yalçınerler otelimizden ayrılacağımıza yakın, ben ve Nevzat Karakış’ı Aydıncık’a davet etti. Arabasında dört kişiyiz. Dönemeçli, uzamlı, ağaçlıklı yollardan ine çıka, denize nerdeyse dirsek ata ata, dostları arkada bırakarak o sıcakta düştük yola. İlk konaklama yerinde okurumla tanıştık. Adını not etmediğim için unutuverdim. Yenileyin yolculuk başladı. İkindi üzeri, Yenikaş Köyü’nün çıkışında, eski yapı o değirmenin ( Narko’nun değirmeniymiş, Rumlardan kalma) bahçesinde, tahta köprünün üstünde dinlenmeye yattık. Bir ara, dere kenarından rezene, nane ve yarpuz, bentten su otu ve gerdeme topladık. Aydıncık’a vardığımızda, onlar bir güzel salata oldular, biberli zetinyağlı olarak, balığın yanında.
Taştan iki katlı baba evinin alt katında kalmaya başladım son birkaç gün. Benden önce Bilkent’te öğretim üyesi Adil Bey ve ailesi kalmışlar, hala tatildeydiler. Daha öncesindeyse, Ümit Sarıaslan kalmış uzunca süre. Sabah akşam deniz, güneş, kum banyosu! Daha ne isterim. Bir hafta kadar sürdü.
Kelenderis antik kenti, dört beş bin yıla dayanıyor. Ne rüzgârlar esmiş üzerinden. Yeni yerleşim hemen yanı başında uzanıyor seralarıyla, bahçeleriyle. Kazı nedeniyle kimi alanları görüye kapalı olmasa, tümünü gezme olanağımız olacaktı. Limanda üç beş eski binadan biri tekel binası. Bana en ilginç gelen Yalçıner’in genç yaşta ölen babasının öyküsü oldu. Burada tekelde memur olarak çalışıyormuş. O zamanlar bucak olan buradan, günde yalnız birkaç motorlu taşıt geçerken, bir kamyonun kancalarına takılmış, daracık yolda, köşede duvara sıkışmış, kaburgalarını ciğerlerine batmış, ölmüş. Tüm çevre köyler, ta Silifke, Gülnar, oralardan yayan yapıldak, ya da atla, ciple, kamyonla insanlar gelmiş cenazesine. Sofrası herkese açıkmış, yemez yedirir, giymez giydirir, tok gözlü, mert, gönlü zengin biriymiş. Benim yattığım odada bir gece daha uzatmışlar, kalmış. Sabahleyin kalabalık bir kitleyle esas yerine götürüp toprağa vermişler. Elli yıl kadar oluyormuş babası öleli bu iki katlı taş evin.
Gülnar dönüşü bir gece, Taşmasa denilen yüksek bir yerden Aydıncık’ı, Tuzburnu’nu, Silifke yolunu, ayışığını seyrediyoruz. Hoplasak kentin üzerine düşeceğiz gibime geliyor. Çevrede ağustos böceklerinin müziği, rüzgârın fisiltisi, yıldızların uğultusuna tam alışmıştık ki, telefonu çaldı arkadaşım Mustafa’nın. Saat kaç? – İki. Eşi öğretmen Canan Yalçıner’in sesi ve uyarısı bizi kendimize getiriyor. Arabayla on dakika kadar sonra evdeyiz. Serin bir su içip uyuyoruz.


AYDINCIK

sularda balkır gümüş
bir ayna
içlere sür atını
dalgalar uzakta

oynak koylarda
yığınla yıldız
kim fazla yanıyorsa
solacak biri

hoşnutum, göz kırpıyor
ama tanımıyor daha
koyulaştırıp cengini
mavi göğ altında

eğrim eğrim kuvvetle
iniyor gönüllere
her seher çıkıp giden
sevdiklerim nerde?

Ay öncü ışığıyla
dağlara tırmanıyor
bütün arzuları gece
sarıyor kollarına…

Müslim Çelik



MASAL ANALARI
Güngör Türkeli

Yıl 1967. Sıcak bir temmuz günü, İstanbul’dayım. Öğleye doğru işim bitti, akşam otobüsü ile Antalya üzerinden Anamur’a döneceğim. Bir hayli zamanım var.
Doğan Avcıoğlu’nun YÖN dergisini kapattığını ve yeni bir yayın organı için çalıştığını biliyorum. Cağalolu’nda eski Vatan gazetesi binasında çalıştığını da biliyorum. Merhaba demek için, o ahşap binaya gidiyorum. Beni kardeşi karşılıyor. Doğan Avcıoğlu ile görüşmek istediğimi söylüyorum. Toplantıda olduğunu bildiriyor. Hiç olmazsa bir merhaba demek isteğimi iletince, Doğan Avcıoğlu’nu toplantıdan çağırıyor. Doğan ağabey beni görünce “Ooo Güngör hoş geldin! Toplantı halindeyiz, yabancı değilsin toplantıyı sen de izle,“ diyerek beni içeriye alıyor. İçerisi kalabalık. Anımsadığım kadarıyla başta Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, İlhan Selcuk, İlhami Soysal var. Beni yanında bir sandalyeye oturtuyor. Sol yanımda gür beyaz saçlı biri oturuyor. Avcıoğlu, “Ne var ne yok? İstanbul’da ne işin var, Anamur’da işlerin nasıl?” diye sorunca, sol yanımdaki gür beyaz saçlı adam, hemen ayağa kalkıyor ve “Doğan ne dedi, ne dedi? Anamur mu dedi?“ diyerek ayağa fırlıyor. Doğan ağabey “Evet Hocam, Anamur dedi,” derken beyaz gür saçlı adam adeta üzerime atlayıp boynuma sarılıyor. Doğan ağabey sözü alıyor ve “Yahu Hoca, Anamur diye diye beynimizi şişirdin; Al sana bir Anamurlu. Hem de en koyusundan. Peki, Hoca nedir senin bu Anamur tutkun ?“ diyor. Hoca anlatmaya başlıyor:
“Babam Cumhuriyet’in ilk Anamur Liman Reisi’dir. O zaman ben ilkokul üçüncü sınıfa gidiyordum. Babamlar beni Anamur’a götürmediler. Akaretler’de teyzem vardı. Onlarda bıraktılar. Ama yıl sonunda illa anamın babamın yanına gideceğim diye tutturdum. Dayanamadılar ve beni o yaz bir vapura bindirip Anamur’a gönderdiler. Babamın işyeri İskele Mahallesi’ndeydi. Şehir 2.5 km. kuzeydeydi. Evimiz, Aşağı Göçyolu’ndaydı (Bugünkü Akdeniz Caddesi). İlkokulun dört ve beşinci sınıfını Merkez İlkokulu’nda okudum. Benden önce miydi, sonra mıydı aklımda kalan Necati Ergun vardı. Öğretmen olduğunu sonradan öğrendim. Anamur’da ilginç olan şu: Çok iyi anımsıyorum. “Fes çıkacak, şapka giyilecek,” denildi. Çok kısa süre içinde Anamur’da bir tek fesli adam göremedik. “Çarşaf çıkacak, manto giyilecek,” dendi. Yine kısa bir sürede kadınlar arasında bir tek çarşaflı kalmadı. Anamur’un o zaman deniz yolundan başka ulaşım yolu yoktu. Yalnız, Arap gemileri gelir kereste taşırlardı. Anamurlu tüccarlar gereksinimlerini Kıbrıs, Mısır ve Lübnan gibi ülkelerden sağlarlardı.
İlginç bir anı daha. Biz İstanbul’dan gitmiştik. Üst düzey bürokratlar ve kentin ileri gelenleri, bizi ziyarete geldiklerinde, onlara kâğıtlı şeker, halka da akide şeker ikram ederdik. Anamur’un zenginleri de, hatırlı kişilere bal şerbeti; halk ise pekmez şerbeti ikram ederdi. Bir süre sonra, zenginler bizim gibi kağıtlı şeker, halk da nereden bulduysa akide şeker ikram etmeye başladı. Yani diyeceğim, Anamur halkı belki de Cumhuriyet’i en iyi değerlendiren ve ilkelerini kabul eden yenilikçi bir halktı. Onun için hep Anamur, Anamur diyorum. Haksız mıyım?” derken salondakilerden bir alkış koptu ki demeyin gitsin... Kimdi bu adam diye soracaksınız. Bu adam, ünlü edebiyat tarihçimiz ve folklor uzmanımız TAHİR ALANGU’ydu.
Bunu niçin mi anlattım? Şunun için:
Bakınız bir belge sunayım. Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden Prof. İsmail GÖRKEM “Tahir Alangu’nun Folklor Anlayışı” başlıklı yazısında ne diyor:
“1915 yılında İstanbul’da doğan Mehmet Tahir Alangu, babasının Mersin’in Anamur ilçesinde liman reisi olarak görevli olması sebebiyle, ilkokulun son iki yılını bu ilçede okumuştur. Arkadaşı ve yakın dostu Mehmet Seyda’ya, folklora karşı duyduğu ve ölünceye kadar devam edecek ilgiyi, Anamur’da geceleri fenerler yakılarak kadınların ev ev dolaşmaları, ’Kırıntı Sofraları’ adını taşıyan törensel şölenlerde, önlerinde tabaklar dolusu kuru yemişlerin gelip yığılışı ve o tadına doyulmaz masalların ballandıra ballandıra anlatışının belleğinden hiç silinmediği şeklinde anlatacaktır. Bu ifadelerden, 1920’li yıllarda Mersin-Anamur bölgesinde masal anlatma geleneğinin ‘MASAL ANALARI‘ vasıtasıyla tüm canlılığıyla yaşatıldığı sonucunu çıkarabiliriz.”
Masal analarımız gerçekten vardı Anamur’da. Çocukluğumda ben de yaşadım, yaştaşlarım ve daha büyüklerimiz de yaşadılar kuşkusuz. Kükür Köyü Görpe Mahallesi’nde özellikle yaz aylarında “Goca Dambaş” denilen mekânda akşamları başta ebem, büyüklerimizin bize anlattıkları bazı masallar halen belleğimdedir. Hele “Kör Yılan” masalını hiç unutmuyorum.
Anamur kültürüne ilgi duyanlar acaba böyle bir derleme yapamazlar ve de uygulayamazlar mı diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Çünkü masallar insanlığın temel kültür öğelerinden en önde gelenidir.


YÖREMİZDEN BİRİLERİ: ALİ F. BİLİR

Güleç yüzlü, yüreği iyilik dolu, insan sevgisiyle yoğrulmuş bir yazın ustası yaşamakta Gülnar’da. Asıl adı Ali İhsan Bilir olup Ali Bilir, Faruk Ali B. gibi imzaları da kullanan Ali F. Bilir, yöremizin yetiştirdiği iyi bir şair ve öykü yazarıdır.
28 Şubat 1945 tarihinde Gülnar’a bağlı Şeyhömer Köyü’nde dünyaya geldi. Topraksız bir köylü ailesinden gelen Ali F. Bilir, ailesinin Silifke’ye göçmesi üzerine, ilkokulu bu kentte, ortaokulu Mersin’de, liseyi Adana Erkek Lisesi’nde (parasız yatılı) okudu (1962). Yükseköğrenimini bir yıllık tıp eğitiminden sonra girdiği İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde tamamladı (1969). Üniversite yıllarında turistik bir tesiste kütüphane ve resepsiyon görevlisi olarak çalıştı. Gönüllü turist rehberliği yaptı. 1967’de yürüyerek (oto-stopla), bazı Avrupa ve Kuzey Afrika ülkelerini kapsayan, dört ay süren bir yolculuğa çıktı. Bir süre İngiltere’de, Essex ve Londra’da meyve toplayarak, lokantalarda bulaşık yıkayarak, garsonluk yaparak yaşadı.
1968 Üniversite Gençlik Hareketi içinde yer aldı. Rize ve Elazığ’da eczacılık yaptı. 1972 yılından beri Gülnar’da eczacı olarak yaşamını sürdürmekte.
İlk şiiri, 1961 yılında haftalık “Yelpaze” dergisinde, ilk öyküsü 1967’de Milliyet Gazetesi’nin sanat ekinde yayımlandı. Sonraki yıllarda yazınsal ürünleri Türk Dili, Çağdaş Türk Dili, Anadolu Ekini, Evrensel Kültür, Karşı Edebiyat, Kıyı, Pencere, Şiir-lik, Islık, Damar, Dize, Edebiyat ve Eleştiri, Varlık, Güneş (İsveç), Kültür Sanat (Kıbrıs), Cumhuriyet Kitap, Dünya Kitap gibi dergilerde yer aldı…Ayrıca, “Kuzey” adlı sanat-edebiyat dergisini (iki sayı, 1970) çıkardı.
Mustafa B. Yalçıner’e sorduk yöremizde kök salıp yeşeren yazın adamını. “Ali F. Bilir’i şiirlerinden, öykülerinden tanırdım ama hiç yüz yüze gelmemiştik. Ortak dostumuz Osman Şahin, “ Nasıl olur da görüşmüyorsunuz?” sorusunu kaç kez yöneltmişti anımsamıyorum. Emekli olup geldiğim yıl, bir rastlantı sonucu karşılaşıp kucaklaşmıştık. On yılı aşkın bir süredir de sık görüşür, bazı söyleşilere de katılırız o Toros yiğidiyle.
Sesinin tınısı içtenliğini, bakışı ise sevgiyi ve dostluğu yansıtır Bilir’in. Kollarını gererek dostum deyişi, yöre tutkusu, yardımseverliği, şiir ve öyküleriyle adını mıhlamıştır Taşeli kültürüne. Toros kültürüyle yoğrulmuş bir yazın adamımızdır Ali F. Bilir. Öykülerinde kendi yaşamından da yola çıkarak insani değerleri ön plana çıkarır. Yöresellikten hareketle evrenselliğe ulaşan bir usta. Öykülerini, kurgusu tutarlı, kılçıklardan arındırılmış olarak ve gayet güzel bir dille sunar okurlarına. Şiirleri ise buram buram gül, gelincik, nergis, geven, püren, katırtırnağı, buhurumeryem ve acı yavşan kokar…”
Ali F. Bilir’in Göç Türküsü adlı şiir kitabı için, bakınız ne diyor Ümit Sarıaslan? “Çıkrık”ın şairi Ali F. Bilir, Toros göğünde yıkanmış Akdeniz kokan yeni şiirleriyle çıkıp geliyor bu kez. “Göç Türküsü”, bir doğa senfonisinin iç yıkayan sesiyle kuşatıyor insanı. Toros insanını, fırtınasını, gecesini; yelin selin sustuğu düş serilip düş derilen günleri, solgun ayın ısırıp öptüğü denizi… ölümün rengini, sanki bir dağ ermişinden, gülün nara, narın güle sarındığı koyağında nöbet tutan bir eski zaman adamının imbikten geçirilmiş sesinden dinliyorsunuz…”
Osman Şahin, Ali F. Bilir’in Üşüyen Sıcak Düşlerim adlı öykü kitabı için “ Bir ilk kitap olmasına karşın, damıtılmış, ayıklanmış, okuru sıkmayan, aksine okura beklenenden fazlasını veren usta işi öyküler; okuyun, büyülü bir iksiri içmiş gibi olacaksınız…” diyor.
Damar Dergisi’nin Eylül 2005 sayısında, Burhan Günel şöyle tanıtıyor şairimizi: “ Şair-Yazar Ali F. Bilir arıyordu. ‘Geldiniz mi? Şu an nerdesiniz?’ Yanıtımın ardından, ‘ Ben de geliyorum’ deyip kapadı telefonunu Ali F. Bilir. Sesinin yumuşaklığı şiirlerini çağrıştırdı birden. Damıtılmış, olgunlaştırılmış şiirlerini anımsadım. Güzel, anlamlı, ağırbaşlı, insan sevgisiyle donatılmış, yaşam deneyimleriyle, kültür birikimiyle zenginleştirilip yoğunlaştırılmış, bilgece bir bakışla kotarılmış şiirler vardı son kitabında…”
Ali F. Bilir, şairlik ve öykücülüğü yanında çeşitli gazete ve dergilere röportaj ve tanıtım yazıları da yazmaktadır.

Kitapları:
Üşüyen Sıcak Düşlerim, öykü, e yay., 1994
Göç Türküsü, şiir, e yay., 1995
Eleştiriden Günceye, eleştiri-günce, e yay., 1996
Güz Anımsamaları, şiir, e yay. 2003
Mersinde Aydın Olmak- Gündüz Artan’a Armağan, (Orhan Özdemir’le), Etik yay. 2005
Ödülleri:
1990 Güneş Öykü Ödülü-İsveç, üçüncülük
1993 Orhan Kemal Öykü Ödülü, üçüncülük
1996 İbrahim Yıldız Şiir Ödülü, mansiyon
1998 Samim Kocagöz Öykü Ödülü, ikincilik
2004 Ş. Avni Ölez Şiir Ödülü, jüri özel ödülü

İLK GÖRDÜĞÜM GÜN DENİZİ

sallarken uykulu ninnilerimi
annem
çaput sarılı bir hamakta
gölgesi katran,
dünü ve yarını
umudu ve acıyı
yüklenip sırtıma
düştüm anızlı yollara

anımsarım
nasıl ağladığımı sevinçten
ilk gördüğüm gün denizi
bulutlarla öpüşen, mavi
karoserli bir kamyonun üstünde

yıllardır saklarım içimde
o denizi
onun için mi tuzludur gözyaşlarım!..
Haziran 94
GÖÇ TÜRKÜSÜ sayfa 27
GERÇEMEK


YÖREDE ANLATILANLAR:

MOLLA APTILLA’NIN SIPASI (anlatan: Rüstem Kubaş):

“ Molla Aptılla’nın eşeği ne zaman doğursa, sıpasına bir kurt tebelleş olur ve onu yermiş. Buna çok fena içerleyen Molla Aptılla bir ağıl yapmış ve etrafını çaltılarla çevirmiş. Ağılın bir yerini engin bırakmış ve oraya da bir tuzak kurmuş. Sıpa dünyaya gelince, kurt atlamış ağıldan içeri ve yakalanmış tuzağa. Molla Aptılla bunu görmüş. Köyün yakımcısına koşmuş doğruca; olayı anlatmış, gelip bakmışlar. Ayağı kapana kıstırılan kurt yalvaran gözlerle bakarken, yakımcı başlamış mırıldanmaya:
“ Yetmedi miydi sana Gökdağ’ın tepesi
Nene gereğidi Molla Aptılla’nın sıpası
Neden getmedin de uzağa
Tutuldun tuzağa “

AZGINOĞLU M. ALİ AĞA ( anlatan: Cemil Azgın):

Pahalı ve de az bulunduğu dönemlerde kahveye, kavrulup öğütülmüş arpa katılırmış. Mehmet Ali Efendi de çok iyi bir tiryaki olduğu için, hemen anlarmış karışık kahveyi. Çevresindekiler ise “Nereden anlayacak; atıyor işte,” diyorlarmış.
Bir gün, atıyla dolaşmaya çıkan Azgınoğlu’nu, “Ağam! Buyur bir kahvemizi iç,” diyerek davet etmişler ve anlayıp anlamayacağını denetlemek için de ona arpalı kahve ikram etmişler. Azgınoğlu kahvesini içmiş ve kimseye bir şey söylememiş. “Gördünüz mü? İşte, anlamadı,” diyen bakışlar kesişiyormuş Ağa’nın etrafında.
Bir süre sonra M. Ali Ağa kalkmış ve topallayarak yürümeye başlamış. “Hayrola Ağam, ne oldu, neden topallıyorsun?” diyenler, Azgınoğlu M. Ali Efendi’nin “Arpayı çok koymuşsunuz, dizime döktü. Bilmez misiniz arpayı fazla yiyen at topallar? “ yanıtı karşısında afallayıp kalmışlar.

AHMET ALİ BABACAN İLE POSTACI DOĞAN’IN TANIŞMASI (derleyen: GERÇEMEK)

Gilindire’de güzel şiirler yazan Doğan adında bir postacı varmış. Atışma ve şiirleriyle tanınan Ahmet Ali Babacan’ın namını duymuş ama kendisini tanımazmış. Bildiği tek şey, Babacan’ın Bozağaç’taki köy kahvesine sıkça gittiğiymiş.
Yağmurlu bir günde, Postacı Doğan, köydeki kahvehaneye gelir.”Babacan buradaysa, sözlerime mutlaka cevap verir,” diye aklından geçirir. İçeridekileri selamladıktan sonra şöyle der:
“Geçemedim Menevşe’nin kışından
Bir cığara verin de içeyim dışından. “

Lafın altında kalır mı hiç Babacan? Vermiş elbette Postacı’ya cevabını:

“Yağmur yağdı, şörtenler aktı
Bizim köyde beleşten cığara kalktı.”

KIZ EVİNİN YANITI ( derleyen: GERÇEMEK)
Bir eve kız istemeye gidilir. İki taraf da tedirgin. Bildik sorular ve yanıtlar, bozuyor sessizliği. Tavşankanı çaylar ise ısıtmaya çalışıyor buz gibi ortamı. Gelenlerin büyüğü söze girmek istediği an, kızın babası, bir başka soruyla saptırıyor konuyu. Bir kez de oğlanın anası deniyor şansını, ziyaret nedenlerini açıklamak için. Evin babası, kadının sözünü hemen kesiyor ve konunun açılmasına bile fırsat vermeden, döktürüyor yanıtını:

Sac üstünde sac yatar,
Bizim itler aç yatar.
Tavada yarma,
Çeneni yorma.

Bu sözler üzerine, ağızları mühürlenen misafirler, ayakkabılarını yarı yolda bağlarlar.


YÖREDEN SÖYLENCE YA DA MASALLAR

KANGALLARIN TANIKLIĞI
(Mustafa B. Yalçıner)

Gülnar ve Aydıncık yöresinde kangal adıyla da bilinen kenger, 20–50 cm yükseklikte, uzun yaprakları girintili çıkıntılı, dikenli, sütlü ve otsu bir bitkidir. Belirli bir rakımdan sonra özellikle de yaylalarda, ekin ve nohut tarlalarında, taşlık arazide yetişir. Baharda kökü sökülür, soyulup yenir. Bu taze köke de soğalak ya da soğuluk denir. Kenger kökünden ayrıca sakız da elde edilir. Meyveleri kavrulur, ezilerek toz haline getirilir ve kahve yapılır.
Poyraz, yazın kuruyan kengeri önce söker, yerde yuvarlar sonra da alıp havaya savurur. Taşeli yöresinde yaşayıp da toz bulutları arasında uçuşan kangalları görmeyen sanırım yoktur.
Yöremizde kangalla ilgili bir de söylence vardır:
Yeni evli bir çift, ekin dererken yorulur ve bir ağaç dibine dinlenmeye çekilir. Bu arada esen güçlü bir yel, katar önüne bir iki kangalı. Adam, toz bulutları arasında sağa sola uçuşan kengerleri görünce, basar kahkahayı. İşte o zaman dile gelir kangalların tanıklığı:
Yıllar önce, aynı köyden biri evli diğeri bekâr iki kişi, iş umuduyla, yorganları sırtlarında, azıkları ellerinde, tutarlar kentin yolunu. Önce inşaat işçiliği yaparlar sonra da çeşitli yerlerde çalışırlar. Evli olanı az yer, çok çalışır ve para biriktirme çabası içindedir. Diğeri ise, kazandığını sokak kadınlarıyla yer içer. Tüm kışı zor koşullarda kentte geçirirler.
Yaz ortası köye dönmeye karar verirler. Yolda ıssız bir yere gelince, bekâr köylü, arkadaşının parasına diker gözünü ve çeker bıçağını yürür üstüne. Tam o sırada, birkaç kangal uçuşmaya başlar. “ Beni öldürürsen, kangallar şahit olur,” diyen yoldaşını bıçaklayıp öldürür, parasını da alıp cebine koyar.
Köye varınca, arkadaşının nerede olduğunu ve niçin gelmediğini soranlara da, şehre vardıktan bir süre sonra yollarının ayrıldığını ve onu bir daha görmediğini söyler. Günler, haftalar, aylar geçer. Ölen adamın karısı huzursuzdur ama yapacak bir şey de gelmez elinden. Bekler durur çaresiz kocasının yolunu.
Köye parayla dönen adam, verimli bir tarla satın alır. Ayrıca cebinde parası da vardır artık. Mal alıp satmaya başlar. Parasına para katar; belini doğrultur. Aradan birkaç yıl daha geçer. Kocasından umudunu kesen kadın da döner babasının evine.
Köyün yeni zengini, kadını istetir. Nikâhlanıp evlenirler. Mutlu bir yaşamın eşiğindedirler. Tarlalarını ekip dikerler. Yaz gelince, ekin dermeye giderler.
Bir gün, kızıl güneşin altında orak sallamaktan yorulurlar. Bir ağacın gölgesinde dinlenirlerken, havalanan kangalları gören adam güler ve “ Hani kangallar şahit olacaktı?” der. Karısı neden güldüğünü ve bu sözün ne anlama geldiğini sorunca da, anlatır olup biteni.
Gün batınca, evlerine dönerler. Yemekten sonra adam kahveye, karısı ise eski kayınının evine gider. Anlatır ona kocasından duyduklarını.
O akşam iki el tabanca sesi yankılanır köy kahvesinde...


ÖYKÜ KUM KADIN
Mustafa B. Yalçıner

Tülüce Dağı’nın eteğindeki dönemeçli yolda ilerleyen araba, tepeye yaklaşan şubat güneşinin ısıttığı İncekum’a varınca, bir çamın dibinde durdu. Dağdan inen hafif poyraz kırıntısı, aşağıda uyuyan masmavi denizi uyandırmaya çalışıyordu. Sürücüden önce arkadaşı indi. Uzun uzun gerindi, tertemiz deniz ve orman kokusunu doldurdu ciğerine. Sevinci yüzüne yansımış, hayranlıkla bakıyordu çevresine. Arabanın bagajından piknik malzemelerini çıkaran arkadaşını görünce, ona yardım etmeye gitti. “ Sağ ol, Ali. İyi ki getirdin beni buraya. İnan huzur buldum,” dedi içli bir tonla. “ Cennete geldik,” demekle yetindi Ali de.
Birinin elinde buzluk, diğerininkinde mangal kumsala indiler. Ali maltızı yakarken, arkadaşı da arabanın yanındaki poşetleri getirdi. Ali’nin “ Cengiz! Haydi, piknik masası ile sandalyeleri de getirelim,” demesi üzerine ikisi birlikte arabaya doğru yürümeye başladılar. Kumsalın bittiği yerde Cengiz duraksadı ve ışıldayan gözlerle arkadaşına baktı. “ Dostum! Şu yerdeki mor çiçekli bitkiye bak. Sanki marulun çiçek açmışı. Adı ne biliyor musun?” diye sordu. Ali, bilgili ve rahat konuşuyordu: “ Bizim yörede bu bitkiye atalması denir. Kitaplarda ise adamotu diye geçer. Cinsel isteği kışkırtıcı özelliği varmış,” diyerek vurdu arkadaşının sırtına. Gülüşerek vardılar arabanın yanına.
Masa ve sandalyelerle döndüklerinde, mangalda kömürler nar gibiydi. Ali ızgarayı yerleştirdi. Buzluktan çıkardığı bir karış büyüklüğünde beyaz sokarları dizdi tellerin üzerine. Masaya serdikleri gazete kâğıdına koyuyorlardı poşetten çıkardıkları yeşillikleri. Cengiz arkadaşına sordu muzip bir ses tonuyla: “ Sen demin neredeyiz demiştin?” Arkadaşının “ Cennette” yanıtına, bastı kahkahayı Cengiz. “ Be oğlum! Marul, yeşil soğan, hıyar, domates, yeşilbiber, roka, rakı ne gezer cennette?” Gülüşmeleri yankılandı çamların arasında.
Ali, Fransızca öğretmeniydi, Cengiz ise Türkçe. Aynı lisede çalışıyorlardı. İlkyarı nedeniyle gelmişlerdi Gilindire’ye. Çok iyi dosttular. Ali ona uzun uzun anlatmıştı dünyaya gözünü ilk açtığı, çocukluğunu geçirdiği, yalınayak sığır güttüğü sahil kasabasını. Cengiz, bu karda, bu kışta fare bile çıkmaz deliğinden demesine karşın, arkadaşının ısrarına dayanamayıp onunla birlikte gelmişti.
Güneş inişe geçtiği zaman, onlar ikinci dubledeydiler. Ali’nin gözü, yarısı kuma gömülü, adam boyunda, yarı çıplak tomruğa takılmıştı. Cengiz’in coşkusunun farkında bile değildi. Yıllar öncesine gitmiş, anılar dünyasında çoktan kaybolmuştu. Cengiz’in ağzından çıkan “Heeey ! Ne duruyorsun be” dizesi, döndürdü onu yolculuğundan. “ N’oldu birader, Karadeniz’de gemilerin mi battı?” Suskunluğunu sürdürüyordu Ali, bakışlarını tomruktan ayırmadan. “Saklımız, gizlimiz yok, biliyorsun. Varsa bir derdin anlat da biz de bilelim,” diye ısrar etti arkadaşı.
“Aslında yok bir şey. Şu kumda yatan tomruğu görünce, yıllar öncesine gittim. Bir anım tazelendi sadece. Liseyi bitirdiğim yazdı. Eğitim Enstitüsü sözlü sınavına girmeye hak kazanmıştım. Fransızcamı geliştirmek için, buraya gelen turistlerin peşinde koşardım sürekli. Bir gün deniz kıyısında salaş bir lokantada, limana bakan pencere önünde iki yabancı gördüm. Yemek yiyorlardı. Yerdeki sırt çantalarında mavi, beyaz ve kırmızı bir bayrak vardı. Anlamıştım Fransız olduklarını. İkisi de oldukça gençti. Erkek uzun saçlıydı. Spor ayakkabısı vardı. İspanyol paça bir kot pantolon giymişti. Kadınsa kısa saçlı, kumraldı; ayağında bir sandalet, üzerinde de oldukça kısa, mavi bir şort ile gülkurusu bir tişört vardı. Limon büyüklüğündeki göğüslerin yarısı ortadaydı. Yanlarına vardım, ellerini sıktım. Konuşmaya başladık. Adam sandalyedeki fotoğraf makinesini aldı, masanın üzerine koydu ve sandalyeyi göstererek oturmamı istedi. Sohbet sırasında bir sandal gezintisi yapıp yapamayacağımızı sordular. Yemekten sonra, çantalarını sırtladılar ve dışarı çıktık. Limana indik. Birkaç sandal bağlıydı iskelede. Birinin sahibini çok iyi tanıyordum. Turistlere orada beklemelerini söyleyip kahvehaneye koştum. Buldum aradığım kişiyi. İzin alıp geri geldim yanlarına. Bindiler sandala, ipi çözüp ben de atladım kayığa. Kıç güverteye geçtim, ağ tomarını kucaklayıp sandalın içine koydum. Küçük demir çapayı sudan çıkarmak için asıldım halata. Demiri çekip aldım ve ağın yanına yerleştirdim. Turistlerin dümenin bulunduğu yere geçmesini istedim. Adam iki üç adımda geçip oturdu art tarafa. Sandal yalpa vurduğu için kadın ilerlemekte zorlanıyordu. Elimi uzattım, kadın da tuttu yavaşça. İçime bir ateş düştü o sırada. Yüzüm kızardı, içimdeki yangını kulak memelerimde duyumsadım. Kadın üstündekileri çıkardı. Bronzlaşmış vücudunda sadece bembeyaz bikinisi vardı. Taktım kürekleri, asılıyordum sürekli. Sandal da dalgaya göre bir inip bir çıkıyordu. Aha, şuraya gelmiştik. Kadın kendini soğuk sulara bırakıverdi. Adam da atladı peşinden. Bense sürekli kürek çekiyordum. Çok geçmeden kumsala yanaştım. Kayığı dışarıya çekmeye çalışırken, onlar da gelip bana yardım ettiler.
Erkek, fotoğraf makinesini boynuna taktı, çorabını ve spor ayakkabılarını giyerek burunu aştı. Bizse, denizde birbirimize su serpiyor, gülüşüp duruyorduk. Ben bacaklarımı açıyordum, kadın da dalıp arasından geçiyordu. Sıra bana gelince, kafamı kadının bacakları arasına sokuyor, onu havaya kaldırıyor ve suya atıveriyordum. O, yorulunca dışarı çıkıyor ve bacakları suda kalacak şekilde kendisini kumların üstüne bırakıyordu. Ben de arkasına geçip onu ayaklarından yakalayarak suya doğru çekiyordum. Suda omuzlarıma çöküyor, beni batırıyordu; yüzeye çıkınca, ben de onun üzerine atlıyor ve ikimiz birden sarmaş dolaş suya düşüyorduk. Gözleri içimi gıcıklıyordu. Benim aklımdan geçenler acaba onun da aklından geçiyor mu diye soruyordum kendi kendime.
Plajdaydık, kadın kollarını ve bacaklarını yana açarak uzandı. Ben işaretparmağımı vücudunun etrafında dolandırarak, onun şeklini çiziyordum kuma. Elim, çıplak bedene değdikçe yüreğim bir hoş oluyordu. Elinden tutup çektim kendine doğru. Boy boya, yüz yüze geldik. Elimi şöyle bir silkti ve koştu denize, ben de arkasından.
Dönüşte yarı sulu kum alıp geliyor ve yerdeki siluetin içini dolduruyordum. O da bana yardım ediyordu. Bir süre uğraştık; iki bacağını daha yeni oluşturabilmiştik. Koşup sandaldaki boş tenekeyi getirdim. Yarıya kadar kum dolduruyor, getirip getirip boşaltıyordum kenar çizgilerinin arasına. Gövde, kafa ve kollar ortaya çıkmaya başlamıştı. İki avucuma doldurup getirdiğim ıslak kumdan göğüs yaptım. Sevmedim bu memeleri. Yumruk büyüklüğünde iki taş getirdim, yerleştirdim ve kenarlarını da kumla sıvadım. Sadece taşların ucu açıktaydı. Meme başı gibi. Dönüp kadına baktım. Yere çömelmiş, gözlerini iyice açmış beni izliyordu. Hem niyetini öğrenmek hem de onu tahrik etmek için uzandım kum kadının üstüne. Ne olduğunu, niçin böyle davrandığımı şimdi bile bilmiyorum, birden kalktım ve atmacanın bıldırcına saldırdığı gibi atladım mayanın üstüne. Başladık alt alta üst üste kumsalda yuvarlanmaya. Kumu avuçladığı gibi yüzüme fırlattı. Acıyla kalktım yerden ve başladım gözümü ovuşturmaya. O da karşıma geçmiş, bana ‘Manyak mısın sen? Utanmıyor musun? Beni ne sandın sen? Olacak şey değil. Yeni tanıştığın bir kadından nasıl istersin böyle bir şeyi? Aklım almıyor,’ diye bağırıyordu. Utancımdan kıpkırmızı olmuştum. Keşke yer yarılsa da içine girseydim. O günden sonra da bir türlü gelememiştim İncekum’a. ”
Ali’nin yanakları ve kulakmemeleri gittikçe kızarıyor, gözleri de yaşarıyordu. Cengiz rakı bardağını uzattı arkadaşına ve ağzından şu sözler dökülüverdi: “ Gençlikte delilik yapmasaydık, bize nasıl delikanlı derlerdi? Haydi, şerefe, dostluğa ve güzel günlere!”



UMUDUNU YİTİRMEYEN İLÇE, GÜLNAR
F. Saadet BİLİR
Gülnar; Silifke, Anamur, Mut, Ermenek, Aydıncık İlçeleri’yle komşu, Mersin’e 150 km., Akdeniz’e 33 km. uzaklıkta, Toroslar’ın doruğunda küçük, şirin bir ilçe.
W. H. Bartlett’in 1836 tarihli gravüründe, Kelenderis (Aydıncık) limanı için “Konstantinopolis’in Konya üzerinden geçen Anadolu karayolunun Akdeniz’e ve Kıbrıs’a açılan en işlek liman kapısı” yazılıdır. Gülnar, eski adıyla Anaypazarı, bu karayoluyla limana gidenlerin dinlendikleri, kervan yolu üzerindeki son alışveriş yeridir.
Bir söylenceye göre, Orta Asya’da, Altay Dağları’nın batısındaki Gülnar yerleşiminden Horasan’ın Merv Kenti Dört Kuyu Köyü’ne göçmüştür, bir Yörük obası. Başlarında da Yahşi Bey ve eşi Duru Hatun vardır. Doğan, kız çocuklarına Gülnar adını koyarlar. Yahşi Bey, obasıyla birlikte batıya doğru göç yolunda, Araplar tarafından öldürülünce; yönetimi Gülnar Hatun alır ve obasını Anadolu’ya getirirken 769 yılında, Gülek Boğazı yakınlarında Araplar tarafından şehit edilir. Başsız kalan Yörük obası, Göksu’yu geçerek bir yanı Akdeniz’e; diğer yanı Köseçobanlı’ya uzanan, Zeyne (Sütlüce) ile Anamur arasındaki geniş coğrafyaya, ‘Büyük Ece’lerinden dolayı Gülnar adını verirler. Halk yüzyıllarca Gilindire’de (Aydıncık) kışlar; Anaypazarı’nda (Gülnar) yaylar. 9 Mart 1912’de İngiliz bandıralı bir Yunan gemisi Gilindire (Aydıncık) limanını topa tutar. Durum Silifke Sancağı ve Adana Vilayeti’ne bildirilir. İlçe yönetiminin, eski adıyla Anaypazarı, şimdiki Gülnar’a getirilmesine karar verilir. 30 Ağustos 1916’da, Silifke Sancağı’ndan “olur” emri gelir. Gülnar’ın kuruluş gününün, Başkumandanlık Meydan Savaşı’nın kazanıldığı 30 Ağustos tarihine rastlaması da anlamlı. 2002 yılından beri, 30 Ağustos tarihine yakın bir hafta sonu, ilçenin sorunlarını değerlendirmek ve onu tanıtmak amacıyla, ilçede “Geleneksel Gülnar Buluşması, Üzüm Elma Festivali” yapılmakta.
Kuvayı Milliye’nin oluştuğu, Mut ve Anamur’dan sonra Mersin’in üçüncü ilçesidir Gülnar. Ulusal Kurtuluş Savaşımıza, padişah yanlısı Delibaş İsyanı’nın bastırılmasına destek veren Gülnar halkı, ilk Meclis’e temsilci yollamış, Atatürk’ün başlattığı tüm devrimleri hemen benimsemiştir. Sonra da çoğu kez TBMM’ne milletvekili göndermiş, hatta bazen bir dönemde iki tane. Ancak, beklediği olumlu gelişmeler Gülnar’a yansıtılamamış, ülkemizde yıllardır süren kısır politik çekişmelerden, en çok zarar gören yerlerden biri de Gülnar olmuştur.
Gülnar’da okuma yazma oranı %95. Mersin’in ilçelerinden bu yönüyle önde. Tarım alanının sınırlı oluşu, ürünlerin pazar bulamaması halkın gelir düzeyini olumsuz etkilemekte. Bu nedenle Gülnarlı kurtuluşu çocuğunu okutmakta bulmuş. Her evde yükseköğrenim yapmış en az iki kişi bulabilirsiniz. Yurdumuzun her köşesinde üst düzey yönetim kadrosunda Gülnarlıyı görebilirsiniz. İç göçün yoğun yaşandığı ilçede halk, işsiz çocuğu için siyasetçiden medet umuyor.
Akdeniz Bölgesi’nde olmasına karşın, kış sert geçer burada. Poyrazı ünlüdür. Baharla birlikte ağaçlar gelin olma yarışına girerler. Gülnar’ı işte o zaman görmelisiniz. Bir süre sonra rengârenk giysilerle pazara gelirler, kiraz, kayısı, şeftali, elma… olarak. Artık sebze ve meyvenin her çeşidini ilk elden, tazecik yeme şansınız vardır. Pazar sorunu yaşayan Gülnarlı, ürettiklerinin karşılığını alamaz. Her yıl, can damarı ürünler; elma, üzüm, nohut elinde kalır. Ekonomisi tarım ve hayvancılık üzerine kurulu; ama ilçede bu ürünleri değerlendirebilecek küçük işletmeler, ne yazık ki yok… Son günlerde ilçe kaymakamı Hakan Kılınçkaya ve Ziraat Odası Başkanı H. Emiş Işık’ın çabaları ile pekmez üretim tesisi yapılmakta. Bağcılıkla geçinen yöre halkına bir umut.
Yolunuz Gülnar’a düşerse; İ.Ö.7. yüzyıldan beri, yedi uygarlığın izlerini taşıyan Meydancık Kale (Kırshu), doğa harikası Ilısu Şelalesi, Hortu Gölleri, Şeyh Aliyy-i Semerkandi Türbesi’ni görmeli; İpek Yolu üzerindeki Bardat Pazarı’ndan alışveriş yapmalı, Söğüt Yaylası ve Bolyaran katran ormanlarında oksijen depolamalı, Kayrak çınar altında çayınızı yudumlarken köylülerle söyleşmelisiniz.



TAŞMASA
İlhan TAŞ

Ankara’dan Aydıncık İlçesi’ne atandığımda mart ayı idi. Yıllardır deniz kıyısında görev yapmamıştım. Bu nedenle de bir sahil kasabasında çalışmanın özlemini duyumsamıştım.
Haritaya göre çok uzak görünmeyen Aydıncık’a olan yolculuğum beklediğimden daha uzun sürmüş, hem yorulmuş hem de uykusuz kalmıştım. Benim geleceğim önceden bilindiği için, lojman hazırlanmıştı ve orada kalacaktım. Etraf henüz aydınlanmaya başlamıştı. En küçük deniz dalgasının bile sesinin duyulabildiği bir mesafede bulunan lojmana ilk girdiğimde, evin büyüklüğü dikkatimi çekmişti. Bir odasına hazırlanmış yatağa uzanarak dinlenmek istedim. Yatmıştım ama uyumak ne mümkün! Denizin sesi sanki evin içindeydi. Kasabada henüz hareketlilik başlamamıştı ama zaman zaman kıyıya çok yakın geçen balıkçı teknelerinin motor sesleri, dalga seslerini bastırıyordu. Balkona çıktım ve etrafı seyretmeye başladım. Bahar gelmiş, kıyılarda oluşan yeşil, denizin mavisiyle birleşiyordu. İlçenin kuzeyine doğru düz arazi derinliği oldukça az; kıyıdan sonra hemen tepeler yükseliyor, hatta bazı yerlerde yamaçlar denize kadar uzanıyordu. İnsanlar bu yamaçları teraslamak suretiyle seki seki düz alanlar oluşturmuşlardı.
S ık sık kuzeydeki tepeleri aşarak köylere ve ormanlara gidiyordum. İş programlarımız, en çok da Karaseki, Hasancık, Duruhan, Teknecik’e giden yolu kullanarak, bu köylerin etrafındaki ormanlarda çalışmamızı gerektiriyordu.
Kasabanın içinden itibaren kıvrılarak tepeye doğru yükselen yoldan giderken, tepeye ulaşmaya elli metrelik bir mesafede yolun viraj yaptığı bir noktada, bir kaya kütlesi sürekli dikkatimi çekiyordu. Bu kayanın kente bakan kısmı, yüzde yüzlük bir eğimle kanyon oluşturuyor, tepeye bakan tarafı ise genelde düz ama oldukça sivri çıkıntı ve derin girintilere sahipti. Yolun düzleştiği bu alandan geçerken park halinde otomobil ve çokça da motosiklet görüyordum. Özellikle akşam saatlerinde ve geceleri daha fazla araç bulunuyordu fakat araçlardan inmiş olan insanları yoldan göremiyordum. Kimsenin olmadığı bir gün, kayalığa doğru yürüdüm. Taşların üzerine çıktığımda karşılaştığım manzara beni büyülemişti. Sanki Aydıncık ayağımın altındaydı. Oltayı sallasam, misinası denize yetişecekmiş gibi, Akdeniz gözümün önünde uzanıyordu. Ama kayaların üzerinde güçlükle ayakta durulabiliyordum. İki insanın zor sığabileceği bir oyukta onlarca içki şişesi, kuruyemiş kabukları ve atılmış poşetler vardı. Kayanın dibinde de orada bulunanlardan daha fazla şişe kırıkları ve poşetler görünüyordu. Bu güzelim manzara noktasının bilinçsizce kirletildiğini düşündüm.
Başka bir gün aynı yoldan geceleyin dönerken o noktaya tekrar geldiğimde gördüğüm manzara beni daha da büyülemişti. Kasabanın ışıkları boğaz köprüsünü andırıyor, Akdeniz’in üzerine vuran ışık yansımaları tek kelimeyle harikaydı.
Artık oradan geçerken mutlaka mola verip manzarayı seyretmeden edemiyordum. Ama onu birkaç dakikalığına da olsa, rahatça seyredebilmek için oturacak yer yoktu. Hele iki kişi gelse, yan yana durabilmeleri olanaksızdı.
Bir seferinde orada iki kişi gördüm. Şişelerini sürekli ellerinde tutuyorlardı. Çünkü onların düz durabileceği yüzey oldukça sınırlıydı. Bu güzelim seyir noktasına bir şeyler yapma fikri, işte bu gözlemlerimin sonucu oluştu.
Poyrazlı bir günde yine araziden dönerken, birkaç dakikalığına, hem manzarayı seyretmek hem de azıcık dinlenmek için durdum. Araçta üç kişiydik. Kayalıkta bir arada oturmamız, mümkün olmamıştı. Etraftan taş toplayarak, çukurları doldurmak istedik. Birkaç taş attık ama yorgunduk. Oracıkta kararımı verdim. Burada düz bir zemin oluşturacaktım. Ertesi gün kazma, kürek ve balyoz gibi aletleri yanımıza alarak, yangın işçileri ile oraya gittik ve çalışmaya başladık. Yoldan geçerken “Orman şefi ve yangıncıları burada ne yapıyorlar” diye merak edenler duruyor, ben de gelenleri çalışmaya davet ediyordum. Bu şekilde 15 kişi olduk.16. kişi Karaseki Köyü muhtarı idi. Muhtara “ şu tepedeki Yörük’ten bir oğlak alacak olsan, kaç para ister acaba?”diye sordum. O da “25–30 ister galiba” dedi. “O zaman herkes birer milyon versin” dedim. Topladığım miktarın üzerini yirmiye tamamlayarak muhtarı gönderdim. Aramızdan iki kişiyi de kasabaya diğer erzakları alması için yolladım. Böylelikle oradakileri gayretlendirmeye çalışıyordum. Yaklaşık bir saat sonra oğlak kesilmiş, ateş yanmış, kebaplar kokmaya başlamıştı. O iştahla biraz daha çalışarak iki masa sığabilecek kadar bir alanı düzledik.
Ertesi gün için randevulaşarak ayrıldık. Sabahleyin çimento, kum, tuğla ve mermer parçalarıyla yine oradaydık. Bizler çalışırken, oradan geçen Duruhan köylülerinden birkaçı da merak ederek yanımıza geldi. Onlara “Bakın biz bu taşların üzerine masalar yapıyoruz. Gelin siz de bir masalık yer düzleyin. Oraya da Duruhanlılar masası diyelim.” Onlar da katıldılar çalışmaya. O gün ayakları tuğladan, üzerleri mermerden, oturakları ise demir ve ahşaptan 3 adet masa yaptık.
Daha sonra güvenlik için kayanın uçurum tarafına korkuluk da çaktırdık. Çevrede bulunan kaya yarıklarına toprak doldurduk ve fidanlar diktik. Zaten kayalığın yakın çevresi ağaçlandırma (orman fidanı) sahası idi.
Gün geçtikçe oraya ilgi artıyor, ziyaretçisi çoğalıyordu. Fakat önemli bir sorun çıkıyordu ortaya, etrafta çöpler birikmeye başlamıştı. Bir tabela asarak, önceki çalışma ya da malzemeler de olduğu gibi, yöre insanından katkıda bulunmalarını istedim. Tabelaya da şunları yazdırmıştım:

Bakmaz isen bana,
Bir daha seninle barışmam,
Arkandan küfrederler,
Sonra karışmam.

Aradan birkaç gün geçmeden her fikirde ya da işte olduğu gibi, bu konuda da karşıtlar olmuş ve diktiğimiz tabelayı kurşunlamışlar, masaları da kırılmışlardı. Yeniden yapmak istediğimde, önceki yardım edenlerin hevesleri kalmamıştı. Ama ben farklı düşünüyordum. Bu bir süreçti ve her yıkılışta tekrar yapılmalıydı. Aydıncık’tan ayrılana dek üç kez kırılan masaları ısrarla onardım. Her defasında da gönüllülerden yardım alıyordum. Şunu da biliyordum ki burada bu masayı isteyenler, istemeyenlerden daha çoktu.
Aydıncık’tan başka bir yere atanmıştım. Eşten dosttan oluşturduğumuz bu yeni mekânın, “ Seyirlik ”, “Balkon” vb. adlarla anıldığını duyuyordum. Gerek yaptığımız işi takdir eden vefalı dostların oraya ısrarla adımı vermek istemeleri, gerekse tepenin taşlık olması nedeniyle, yöre halkı, daha sonra buraya “ Taşmasa” adını uygun görmüş. Masalarına da sahip çıkmış.
Bugün Aydıncık’a gelenlerin genellikle uğramadan edemedikleri bu tepenin, artık benim adımla anılıyor olmasından müthiş haz alıyor ve gurur duyuyorum.

Hiç yorum yok: