23 Ocak 2010 Cumartesi

GERÇEMEK SAYI 19


GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Ocak-Şubat 2010
İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 4
Sayı: 19

Gerçemek,
Kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

DAĞLALESİ (Anemone coronaria)


Anemon diye de bilinen dağlalesi, Akdeniz Bölgesi’ne özgü, çok yıllık, soğanlı, otsu, lale görünümlü bir bitkidir. Dağda, ormanda, yol kenarlarında, taşlık arazilerde, güneşli yerlerde ya da hafif gölgede, içinde kum ve kil karışımı bulunan gevşek topraklarda yetişir.
Maydanozunkini andıran yapraklarının ortasından, 30 cm kadar boylanabilen bir çiçek sapı yükselir. Bu tüylü sürgün, yaklaşık 20 cm sonra, gövdesini dairevi şekilde saran her biri saplı üç yapraklı, üç dalın arasından geçip yoluna devam eder ve ucunda çiçek açar. Mavi, mor, beyaz, pembe, eflatun açanlara aralık, kırmızı açanlara da şubat ortalarından itibaren rastlanabilir. Dağlaleleri nisan ayına kadar da açmaya devam eder.
Dağlalelerinin çiçekleri, yalın kat olduğu gibi katmerli de olabilir.
Kırmızı açan dağlalelerinin bazılarında kırmızı taçyaprakları, üreme organının hizasına kadar beyazdır.
Yunan mitolojisine göre, Afrodit, Adonis’e âşık olur ve onunla dağda ormanda gezmeye başlar. Afrodit’in kocası Ares, bu yakışıklı delikanlıyı çok kıskanır. Bir gün, Afrodit şerefine düzenlenen bir av partisinde Ares, bir yabandomuzu salar Adonis’in üzerine. Hayvan yaralar onu. Ölümle pençeleşir Adonis. Afrodit onu kollarına alır ve sağaltmak üzere götürürken damlayan kanlar, kırmızı dağlalesine (anemon) dönüşür.
Yine Yunan mitolojisine göre Anemon, tanrısal dişi bir varlıktır. Rüzgâr Tanrısı Zefir, bu güzel periye vurulur. Kıskançlıktan deliye dönen karısı da periyi bir çiçeğe dönüştürür. Çiçeğin tohumları da rüzgârla çok uzaklara götürüldüğü için bitkiye Yunanca rüzgâr anlamına gelen anemon denmiştir. (EDİTÖRDEN )



OSMAN ŞAHİN’İN 18 ARALIK 2009 GÜNÜ,
MERSİN KENTİ EDEBİYAT ÖDÜLÜ
TÖRENİ İÇİN HAZIRLADIĞI KONUŞMANIN TAM METNİ.


SAYGI DEĞER KONUKLAR, DEĞERLİ MERSİNLİLER, HEMŞERİLERİM,

‘Mersin Kenti Edebiyat Ödülü’nün bu yıl bana değer görülmesi, ben fazlasıyla gönüllemiş, onurlandırmış, yüceltmiştir. Otuz sekiz yıllık yazarlığımda, pek çok değerli ödül, benim yapıtlarıma değer görülmüştür. Ama bir yazarın doğup büyüdüğü, öykülerinde anlattığı öz yurdunda değerlendirilmesi, beğenilmesi ve alkışlanması kadar güzel bir onur yoktur. Bu değerlendirme, bu ödülün ödüllüğünü arttırmıştır. Sevgilerimi, saygılarımı sunuyor, yürekten teşekkürler ediyorum.
Bu ödül, büyük bir sorumluluk yüklemiştir. Yoksul kökenden geldiğim için şımarmaya vaktim olmadı. Ve bu ödül aksine, daha da alçakgönüllü olmayı öğütlüyor bana. Bu yüzden bu ödül, benim yazma şafağımı daha da tutuşturmuştur.
Mersin kenti edebiyat ödülüne ta İstanbul’dan kalkıp gelerek, siz Sayın Mersinlileri onurlandıran, edebiyatımızın cumhurbaşkanı saydığımız Sayın Doğan Hızlan’ a, Sayın Özdemir İnce’ ye, Sayın Atilla Dorsay’a ve Sayın Semih Gümüş’e binlerce saygılar, sevgiler sunuyorum. Ayrıca Mersin kenti edebiyat ödülünün seçici kurulunda görev alan, başta değerli şair, edebiyatçı, gazeteci Sayın Özdemir İnce’ye, Prof. Dr. Dilek Doltaş’a, değerli yazar İpek Ongun’a, değerli şairlerimiz Hüseyin Ferhat ile sevgili Celal Soycan ve Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Sayın Şefaattin Aşut’a bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum.
Bu yıl kaybettiğimiz iki güzide insanı, Sayın Nevit Kodallı ile Gündüz Altan’ı, geçen yıl kaybettiğimiz değerli ressam Doğan Akçay’ı da burada saygıyla anıyorum.
Ve büyük beyaz bulutlar diyarı Toroslarla Arslanköy. Suyun ve havanın en saf halinin orada görüldüğü, suyun akmayı ilk öğrendiği yerler Toroslar. Suyu bardaktan, tastan içeceğinize, gider kaynağın gözünden içersiniz. Başınızı yukarı verip, bulutları seyredeceğinize, gider bulutları orada içinden seyredersiniz. Parmağınızda bulutun nemini duyumsarsınız. Rüzgârı dorukların, boğazların ağzında tanırsınız.
Çok eski Pagan kültürlerinin yurdu, Luwi ve Hitit tanrıçalarının yüksek kaya yüzlerine resimlerinin oyulduğu, dağ tanrılarının gözü sayılan mağaralar, kaya mezarları ve antik yerleşimler yurdu Arslanköy. Öykülerimin dokusuna sinen arkeolojik doku ve renk oradan geliyor. 1994 yılı Sait Faik hikâye armağanına değer görülen benim “Selam Ateşleri” kitabımda anlattığım dev mağara, köyümün karşısındaki dev Şaymana mağarasıdır. Pagan kültürler döneminde tapım görmüş olan bu dev mağaranın sessiz çığlığı, derin kazılmış ağzının damağında, yüz binlerce yıldan beri donmuş, kalmış gibidir.
Benim kuşağım, Dedem Korkut öykülerine, Yunus Emre ilahilerine, Karacaoğlan’a, Pir Sultan Abdal’a ve Dadaloğlu türkülerine doğmuştur. Öykülerimde kullandığım dil yurdum, dil yatağım oralardır. Bu dil Toros insanlarının ana memesidir. Dil, düşüncenin toprağıdır. Bu dil Yörük ve Türkmen dilidir. Yörüklük ve Türkmenlik özünde çok büyük bir doğa ve insan birikimidir.
Bir Arslanköy ağıtında “Damlaydım, bir akara karıştım, denizden denize savurdu beni” dizeleri gibi, yaşam beni ve benim kuşağımı da savurdu. Kuşkusuz yukarıda anlattıklarım, her yazar için eşsiz bir malzemedir. Ama yine de bunlar bir insanı yazar yapmaya yetmez. Yaşar Kemal de bu kültüre doğmuştur. Bu kültürle Hemite köyünde kalsaydı, çevresinde tanınan sıradan halk âşıklarından biri olurdu. Ne zaman ki, Adana ortaokuluna gitti, Abidin Dino ve çevresiyle, en önemlisi de Adana İl Halk Kütüphanesinde kitaplarla tanıştı. Ve Yaşar Kemal’i Yaşar Kemal yapan yol böylece açılmış oldu. Benim ikinci doğum yerim saydığım Köy Enstitüsünde de “kitapla ekmeği” bir tutmak anlayışı yaygındı. Ekmek doyururdu, kitap ruhunuzu açar, zenginleştirirdi. Kitap okuma alışkanlığını orada öğrendim. Bir insanın yeryüzünde sahip olabileceği en büyük şanslardan biridir. “En iyi at üstüne binen kadardır” derler. İyi bir insan, iyi bir yazar okuduğu kitaplar kadardır. Çağdaş Portekiz yazarı Fernando Pessoa’nın bir sözünü burada anımsamanın tam zamanıdır. Şöyle diyor Pessoa; “bir insanın gerçek boyu görüp yaşadıklarıdır.” Ben bu güzelim sözü, “Bir insanın gerçek boyu okuduğu kitaplar kadardır” şeklinde değiştirebilirim.
Büyük sessiz birikimlerin, sessiz çığlıkların adıdır kitaplar. Bu yıllık bir yazar olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, en güzel semtlerde, köşklerde yaşamaktansa kitap sayfaları arasında kaybolmayı yeğlerim. Çünkü bir yazar okudukça ve yazdıkça insana ulaşabilir. Sanat, insana ulaşabilmenin biricik yoludur zaten.
Çok çalışarak, çok okuyarak, çocuklarıma olan babalığımdan, eşime olan kocalığımdan, arkadaşlarımdan ve kendi uykularımdan çalarak öyküler yazmaya çalıştım. Geçmişimin acımasız, zalim kabuğunu kırarak, kendi kalemimle kendi yüreğimin iç şimşeğini çaktırmaya çalıştım. Öykülerimdeki insanların çoğu özünde acı çeken, yoksul insanlardır. İşsizlik derdi, geçim, adam hesabına alınmama, eziklik, güvensizlik, hastalık ve ölüm korkusu onların temel yasasıdır. Karakolu, Jandarmayı ve polisi ve Hastaneyi iyi bilirler. Mahkemeleri de.. Yürekleri iyilik ve haset doludur. Haklarının biraz yenildiğine, yaşamlarında hep yanlış yerde olduklarına inanırlar. Yaşadıkları yanlışların kökleri hem geçmişlerinde vardır, hem de bu günkü zaman içinde vardır. Onlar fazlasıyla acı çekerler. Bu insanlar ülkemiz nüfusunun en büyük tabanını oluştururlar. Sözün burasında, şiirimizin büyük ustası Nazım Hikmet’in dizeleri geliyor usuma:
“Boşlukta çürür kelam,
Topraktan gelmemişse,
Toprağa dalmamışsa,
Kökünü salmamışsa,
Acı yazarların temel konularından biri olmuştur. Tolstoy’a: “Kardeşiniz de roman yazıyor” demişler. Tolstoy: “Hayır o roman yazamaz” demiş. “Niçin yazamaz? diye sorduklarında, Tolstoy: “ Çünkü o acı çekmedi” demiş.
Ünlü yazarlardan Elias Canetti: “ Halkın açılmış yaralarını yazmaya çalışmalıdır yazar. Acı insanı edebiyatçı yapar. Kanayan, yarası olmayan bir yazar edebiyatçı değildir” diyor.
Anadolu kökenli ünlü; ABD’li yazar William Saroyan; “ Türkçe acının dilidir, Türkçe kalbin ve ağıtın dilidir” diyor.
Buna benzer örnekleri çoğaltabiliriz. Kentlerde de acı çeken, karmaşık ilişkiler içinde olan insanlar milyonlarcadır. Ülkemizde işsiz sayısı 6-7 milyonu buluyor. Kutsal kitaplarda anlatılan “Nuh Tufanı” aslında durmuş değildir, bütün gücüyle sürüyor. Böyle bir durumda biz yazarlara, şairlere büyük işler düşüyor.
Yeni yeni yazacağım kitaplarda buluşmak üzere, sevgilerimi, saygılarımı sunuyor, hepinizi kucaklıyorum, hoşça kalınız.



BİR ANI KUŞ DİRİLMİŞ
Mustafa B. YALÇINER

Bir araba durdu önümde. Tanıdık birisiydi inen: Yenikaş Köyü’nden Tufan. “Merhaba Hocam” dedi “bizim çocuklar yaralı bir kuş bulmuş. Onunla sadece sizin ilgileneceğinizi düşündüm ve onu size getirdim.” Nasıl bir kuştu acaba? Merak ediyordum.
Tufan, gidip aracının yüklüğünden boyu bir metrenin üstünde bir kuş indirdi. Açık pembe tüylü, uzun bacaklıydı. Eğri burnunun ucu siyahtı. Ayakta zor duruyordu. İçim burkuldu, sürüden ayrılan bu yaralı kuşu görünce.
Küçük bir sahil kentindeydim, insanlarının zor geçindiği küçük bir ilçede. Hastanesinde operatör doktorun bile bulunmadığı bu küçük yerleşim yerinde, hayvan hastanesi arayamazdım elbette. Serbest çalışan bir baytar bulmak da olanaksızdı. Yoksulluktan çocukları bile kolay kolay doktora götürmeyen insanlar, hayvanlarını mı hekime götürecekti! İlçe Tarım Müdürlüğünde veteriner bulunur diyerek oraya gittim.
Baytar ve ben, kuşun yanına geldik. “Flamingo, bu” dedi ve onu muayene etti. “Nasıl olduysa düşmüş yere, kalkmak için çırpındıkça da kanatları yaralanıp kanamış. Ama kırık yok,” dedi baytar “yalnızca yaraların temizlenip ilaçlanması gerekiyor.”
Yazdığı reçeteyi alıp eczaneye gittim. Dönüşümde ilk tedavisini hekim yaptı. Bana da nasıl yapılacağını öğretti. Yaralı flamingoyu evimin boş duran alt katına bıraktım.
Hemen duyulmuştu böyle bir kuşun benim evde olduğu. Teneffüslerde öğrenciler koşup geliyordu onu görmek için. İlk kez böylesine büyük bir kuş gördüklerinden kendi aralarında devekuşu demişler adına. Düzeltmeye çalıştıysam da olmadı, çocuklar ısrarla devekuşu diyorlardı.
Flamingonun nasıl beslendiği konusunda hiçbir bilgim yoktu. Suyu rahat içebilmesi için odaya bir teneke koydum. Suyun içine de balık parçaları attım. Yiyecek miydi içecek miydi, orası kendi sorunu deyip geçtim.
Akşam sabah tedavisini yapıyordum. Alamadığından mı yoksa üzüntüsünden mi bilmiyorum balık parçalarını yemiyordu. Yakınımızda onu götürüp teslim edebileceğim bir hayvanat bahçesi de yoktu. İki gün sonra Mersin’e gidecektim. Flamingoyu alıp götürmeyi düşünüyordum. Bunun dışında yapabileceğim pek bir şey yoktu. Tek çıkar yol, beklemekti.
Ertesi gün komşum Ali Rıza, “Beslenemezse, bu hayvan ölür” dedi. Flamingoyu dışarı çıkardık. Komşum, bir balık parçası aldı, parmakları arasında ezdi, ayıkladı. Kuşun çenesini açıp içine itti balık ezmesini. Flamingo, yutkundu, yutkundu, boynunu salladı sağa sola. Gözleri belerdi, düşüp öldü.
Balkonda bizi izleyen eşim başladı ağlamaya. “Kendi haline neden bırakmadınız sanki zavallıyı” diyordu. Biz de pişman olmuştuk. Onu öldürmek için değil yaşaması için böyle davranmıştık ama olan oldu bir kere.
Yanımıza gelen bir başka komşu, Mersin’de kuş dolduran bir tanıdığının olduğunu söyledi ve telefon numarasını verdi. Aradım o kişiyi, kuşun karnından küçük bir delik açıp içini boşaltmamı, ardından da buzdolabında saklamamı önerdi. Dedikleri yaptım, ertesi gün de tuttuk Mersin’in yolunu.
Birkaç gün kaldık orada. Döneceğimiz gün uğradık flamingoyu bıraktığımız kişiye. Kuş doldurulmuş, eskisinden de görkemliydi. Arabanın arka koltuğuna zor sığdı. Öğleden sonra döndük Aydıncık’a.
Arabadan flamingoyu indirmemize yardımcı olmak üzere yanımıza Necat geldi. “Sen gittikten sonra Dr. Meriç, senin hakkında bir dedikodu çıkardı. Şimdi herkesin ağzında o var” dedi. Meriç hoşsohbet birisiydi. Konuşmayı, fıkra anlatmayı çok severdi. Hatta kendisinin bilmediği bir fıkrayı anlatana bir kupa rakı ısmarlayacak kadar da iddialıydı bu konuda. Sevdiği insanlarla da şakalaşmaya bayılırdı. Benim hakkımda kötü bir şey söyleyeceğini sanmıyordum ama yine de meraklanmıştım. Hakkımda ne dendiğini sordum Necat’a. Sıkılarak söyledi Meriç’in sözlerini: “ Hocanın kuşu ölmüş, karısı başlamış ağlamaya. O da Mersin’e kuşunu yaptırmaya gitmiş.” Evet, doğru, dedim. Sen gözünle gördün kuşun son durumunu. Arabadan zor indirdik. Eğer Doktor’u benden önce görürsen, anlatıver ona kuşun nasıl göründüğünü.
Ertesi gün Meriç kuşu görmeye geldi. “Vay, be! Muhteşem görünüyor. Bir gün benim kuşum ölürse, ben de onu böyle yaptırırım,” dedi ciddi bir ses tonuyla. Arkasından da başladı kıs kıs gülmeye…


BİR GEZİNİN ARDINDAN
Mustafa SAĞLAM

Hani bir deyiş vardır, “Çok okuyan mı yoksa çok gezen mi bilir?” diye. Çoğunluk, “çok okuyan” olarak yanıtlar bunu tabi. Doğrusu bir soran olsa ben de öyle yapardım. Esasen çok okuyan, okuduğunu anlamıyorsa, çok gezen de gözlem yeteneğinden yoksun da baktığını doğru dürüst göremiyorsa, ikisi de bir şey bilmez. Sadece gezen gezdiğiyle, okuyan da okuduğuyla kalır.
Ama ben, şu son geziden sonra çok gezmenin de kişiye epey şeyler öğrettiğine inanmaya başladım. Kayseri, Sivas, Erzurum üzerinden Artvin’e inerek Sarp Sınır Kapısı’na kadar varıp, oradan geriye Sinop’a dek kıyıyı takip ederek geldiğimiz, sonra da Boyabat, Çorum, Yozgat üzerinden Mersin’e döndüğümüz bir geziydi bu. Anadolu ve Anadolu’daki yaşamla ilgili yeni yeni fikirler edindim bu gezinin bitiminde. Hele ana yollardan çıkıp ara yollara saptıkça, kıyıda köşede kalmış köyleri, kasabaları gördükçe daha iyi tanıyorsunuz memleketi.
Yetmiş milyon nüfusun Türkiye’ye yettiğini, daha fazlasını besleyemeyeceği söylenir durur ya sık sık, ben böyle düşünmüyorum. Bu ülke, bırak yetmiş milyonu, yüz yetmiş milyon insanı bile besler, hatta daha da fazlasını. Ha, ben demek istemiyorum ki durmadan çocuk yapalım, nüfusumuz arttıkça artsın; o, konumuz dışında, ayrı bir mesele tabi.
Toroslar’ı aşıp iç kısımlardaki Niğde, Kayseri, Sivas yönüne doğru ilerleyince görürsünüz ki arazi dümdüz, tarıma engel taşlık, kayalık da yok öyle; toprak işlenmeye böylesine elverişli olduğu halde büyük bir bölümü bomboş. Ne bir fidan dikilmiş ne de ekin veya başka bir şey ekilmiş. Hatta büyük nehirlerin kenarında sadece sığırlar yayılıyor. Oralar işlense, saban yürütülse neler olmaz ki! Gördüğüm kadarıyla su sıkıntısı da yok fazla bir. Çıkarılabilecek yer altı sularını bir yana bırak, dereler göller gördüm bir hayli. Nehirler filan akıp gidiyor zaten ta Karadeniz’e kadar. “Kan düşse can biter” türünden topraklar ama değerlendirilmemiş.
İnsanı üzen başka bir şey, devlet yasakladığı halde anız yakılmasının hâlâ sürdürülmesi, çiftçilerimizin ne kadar bilgisiz, tarım konusunda da ne kadar geri olduğumuzu göstermiyor mu zaten? Anadolu bir gün gerçekten çölleşirse ki bu gidişle kaçınılmaz görünüyor, bunun en önemli sebeplerinden biri anız yakmadır. Her anız yakmada biraz daha fakirleşiyor, çoraklaşıyor toprak. Bunun bilincine bir varabilsek ah.
En fazla dikkatimi çeken şeylerden biri de şu oldu: Erzurum’dan Artvin’e giderken Tortum Çayı’nın kendine açtığı dar bir vadiden, hatta bir kanyondan geçiyorsunuz. İnsanlar yaşıyor; köyler, kasabalar var oralarda. Evlerin yapısına bakılırsa çok eskiden beri oradalar hem de. Dedeleri, ataları da onlar gibi orda yaşamış. Ev yapacak bir karış bile düzlük yer olmadığı halde nehrin kenarını, hatta nehrin içini doldurup ev yapmışlar, içinde yaşıyorlar çocuk çölmek. Bu şekilde geçiriyorlar ömürlerini. “Pekâlâ, bu adamlar neyle besleniyor” diyeceksiniz; asıl benim ilgimi çeken de o oldu işte.
O evleri, o kişileri görünce anladım ki bir insan bulunduğu yeri, kendisini var eden toprağı, taşı, havayı severse, onlara bağlıysa, beslenmenin bir yolunu buluyor. O memlekete sıkı sıkı yapışıp, orayı terk etmiyor.
Onlar da öyle yapmış, her zorluğa katlanıp, orayı terk etmemişler. Karasaban, traktör, makine bir yana, insanın bile ayakta duramayacağı sırtlarda bir avuç toprak buldularsa orayı işlemişler, ekmişler, biçmişler, ağaç dikmişler, ürün kaldırmışlar. Kayaların yüzünde ancak keçilerin bile zor tırmanabileceği yerlerde bir metrekarelik yer bulabildilerse oraya bir duvar çekmişler, toprak doldurup içine fidan dikmişler. O fidanlar da kendilerinden isteneni anlamışçasına ellerinden gelen gayreti gösterip, kayanın yüzünde kocaman kocaman zeytin ağacı olmuşlar; dalları meyve dolu şimdi.
Sonra Mersin, Antalya bölgesinde dağlarda kendi çabasıyla yetişmiş olan zeytinlerin, harnupların, orda yaşayanlar tarafından nasıl kesilip odun yapıldıkları aklıma geldi. Eğer onlar da, bin bir zahmetle kendileri yetiştirmiş olsalardı o ağaçları, bırak odun yapıp satmayı, balta vurmaya elleri varmazdı. Ama bilindiği gibi güneyin kırsal kesimlerindeki halkın çoğu göçer (Yörük) kökenlidir ve yakın zamanlarda yerleşik düzene geçmişlerdir. Bunun için de yaşlı bir zeytin ağacındaki görkemi, asaleti fark edip, ona saygı duymayı bilmezler; kendilerine üç beş kuruş getirecek apartman dairesi karşılığında arazilerini vermekte bir beis yoktur onlara göre.
Demem o ki bölgeler arasındaki tezatlığı, farklı zihniyetleri görme fırsatı buldum bu gezi sırasında. Yalnızca bunlar değil, daha başka çok şey var sözü edilecek; ama bu yazı fazlasıyla uzar o zaman.
Kısacası, geziler öğretiyor insana. Birçok şeyi daha iyi kavramanıza yardımcı oluyor.


BAYRAMDAKİ AŞURE
Özler YALÇINER KELECİOĞLU

Kurban Bayramı öncesiydi. Bayramı sevdiklerinden uzakta geçirecek insanları düşününce içime bir hüzün çökmüştü. Kimin içindi acaba bu hüzün, kendim için mi yoksa diğerleri için mi? Doğrusunu söylemek gerekirse, onu da bilmiyordum.
Başkaları içinse, yapabileceğim bir şey yoktu ki benim. Kendim içinse, neden?
Eşim yanımdaydı ve onun akrabaları benim de akrabam. İş nedeniyle sıkça görüşemiyorsak, işte önümüzde kocaman bir bayram tatili var. Onlarla birlikte olacağız.
Annem ve babamı özledim desem, bu da gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Çünkü bu yaz sonu üç aya yakın bir süre onlar da Ankara’daki evlerinde kalmışlardı.
Yıllar sonra bayramı annem ve babamla birlikte kutlayacağımızın hayaline kapılmıştım. Onlar burada diye ablamın da İstanbul’dan geleceğini düşünmüştüm. Hepimizin sorumlusu sensin, diye takıldığımız anneannemin evinde toplanacaktık cümbür cemaat. Ama hayallerim suya düştü.
Geçen sene Kurban Bayramı’ndan hemen önce kaybetmiştik amcam Veysel Kaptan’ı. Seneyi devriyesinde Aydıncık’ta olmak istedikleri için önce babamlar ayrıldı Ankara’dan. Ardından “Bayramda kocamın ışığını yakacağım” diyerek anneannem çekip gitti.
Dolayısıyla hasret değildi beni üzen. Onlarsız bir bayram geçirecektim, birlikte kavurma da yiyemeyecektik ama bu da değildi beni hüzünlendiren. Anladım galiba, ben çocukluğumdaki bayramları özlemiştim de ondan hüzünlenmiştim. Anamın babamın ve de anneannemin Ankara’da olmayışları bahaneydi.
Ah, neydi o günler! Bayrama bir hafta kala başlardı bir telaş. Babam arabamızı bakıma sokmadan yola çıkmazdı. “Bakın çocuklar! Öyle, ulu orta bir şeyler istemek yok, ha” deyince anlardık bütçemizde ilk deliğin açıldığını. Ardından annem, tutardı ablamla ikimizin elinden, gider bayramlıklarımızı alırdık. Sonra hediyeler. Ayrıca kutu kutu şeker ya da lokum.
Vardığımızda babaanneme, amcama ve kuzenlerime kavuşmanın, onlara sarılmanın mutluluğunu yaşardık doya doya. Babam kurbanlık peşinde koşardı, sabahtan akşama kadar. Arabanın bagajında gelirdi keçi, eli ayağı bağlı. Sevinirdim kurbanlığı almışlar diye ama ardından da üzülürdüm kesilecek diye. O taş senin bu taş benim diye zıplayıp duran özgür keçinin boynuna bir ip geçirilir bağlanırdı bir ağaca, önüne de birkaç dal atılırdı. Keçiceğiz ise “ Mee, meee!” der dururdu.
Bayramın ilk günü, kesilirdi hayvancağız. Bir sürü çocuk toplanır bakardı nasıl kesip yüzüyorlar diye. Bahçemizde bir dut ağacı vardı; onun dibinde keserler, dalına da asarlardı. Bu arada ateş yakılırdı, dumanlar yükselirdi bahçeden.
O dut ağacının dibinde, koçyumurtası için kuzenlerimle kapıştığım, yer yer küle belenmiş ya da kömür yapışmış pirzoladan kim daha çok yiyecek diye yarıştığımız günleri anımsadım.
Kurban etinden kimlere verileceği tartışılır sonra da o evlere gidilirdi. Daha sonra sacda kavurma yapılır cümbür cemaat yenilirdi, yoldan geçenler bile çağrılırdı sofraya.
Büyük kentlerde nerede bulacaksınız bunları.
Bayramda babamlarla birlikte olamayacağımıza göre, ruhen bari yanlarında olayım dedim. İçimden geldi ve aşure yaptım bayramda gelen olursa ikram eder, biraz da komşulara dağıtırım, hem de amcamın ruhuna yollarım diye. Bir taraftan da bir endişe vardı içimde: Ya kimsecikler gelmezse, koskoca bir tencere aşureyi tek başımıza nasıl bitirirdik?
Amcam için yaptığımdan mıdır, bayramlık olduğundan mıdır bilmem, çok da güzel olmuştu, aşurem. Dökülmesine gönlüm razı gelmezdi doğrusu. Neyse ki gelen giden çok oldu bu bayramda evimize. Kavurmadan çok da aşure beğeniyle yenildi. Sonra misafirlerimizin “Eline sağlık, Allah kabul etsin, ölmüşlerinizin ruhuna değsin” sözleri mutlu etti beni.
İşte bir bayram da böyle geçti ama ben de tekrarlamaya başladım, “Ah, neydi o eski bayramlar” sözünü.
Aslında bayramlar değişmedi, biz değiştik, biz. Ama olsun, bayram yine de bayramdır. Sevdiklerimizin yanında olamasak da onları düşünmek, kendimizi onların yanında duyumsamak da haz veriyor insana.


TEK VE TEK BAŞINA TÜRKAN (*)
Hasan AKARSU

Ayşe Kulin, üretken, yirmi yapıtıyla çok ödüllü bir yazarımız. Şimdi de yakında yitirdiğimiz doktor, aydınlanmacı insan Türkan Saylan’ın yaşamöyküsünü yazdı:”Tek ve Tek Başına Türkan.” Yapıtı okurken bir insanın kısacık yaşamına sığdıracağı ne çok şey olabiliyor demeden edemiyor ve bu yurda özveriyle katkıda bulunan Sıdıka Avar’ı, Nene Hatun’u, Halide Edip Adıvar’ı vb anımsıyorsunuz.
Yazar Ayşe Kulin, Türkan Saylan’ın yaşamöyküsünü yazarken, onun ölünceye değin arkadaşı olan Gökşin Sanal’a yazdığı mektuplarından yararlanıyor. 1949’da başlayan mektuplaşmaları 1990’lara değin sürüyor. Kandilli Kız Lisesi’nde başlayan dostlukları hiç bitmiyor. Yazar, Türkan Saylan’ı konuşturarak anlatıyor yaşamöyküsünü. Ay ile iletişim kuran bir insan Türkan. Kanser tedavisi görürken hiçbir şey yemek istemezken yanından ayrılmıyor arkadaşları. Halime kadın Tunceli’den koşuyor yardımına. Çünkü donduğunda bacakları kesilecekken, parmak uçlarını keserek kurtarıyor onu Doktor Türkan. Sonra da evlenmesine yardımcı oluyor. Türkan’ın çocukluk ve gençlik dönemini mektuplardan öğreniyoruz. Babası tutucu, annesi Avrupalı, sonradan Müslüman oluyor. Türkan, keman öğretmenine platonik aşkla tutuluyor, Ali’ye de âşık oluyor. Ali Ankara Siyasal’da okurken onunla da mektuplaşıyorlar. İlerde Ali evlenmek istiyor; ama Türkan kabul etmiyor. Lise yıllarında dine bağlı, oruç tutan, teravih kılan bir kız. Türkçe Öğretmeni Hafız Ahmet Bey’den özel din dersi alıyor, Tanrı sevgisiyle büyüyor. Bakmayın ölüm döşeğinde bile ona “gavur” diyen din tüccarlarına.
İstanbul Tıp Fakültesi, Türkan için bir “hayat okulu” gibi. Aşk arayışları sürüyor bu okulda. Ali, başkasıyla evleniyor bu sırada. Türkan, “aşkın hallerine âşık” bir kız. Okuldaki asistanı Doktor Atilla’ya ilgi duyuyor ve evleniyorlar. Çağlayan ve Çınar adlarında iki oğulları oluyor. Dokuz yıl sürüyor evlilikleri. İlk doktorluğu Kağıthane Köyü’nde. Muayenehane açıyor; ama hastalarına yanlış tanı koymaktan çekiniyor ve uzman olmaya karar veriyor. Stajda, Bakırköy Akıl Hastanesi’ndeki cüzamlı hastaları görünce dünyası değişiyor. Kendi insanına, kendi bilim adamlarına güvenen bir tutum içinde olup Doğu’da cüzam taramalarına katılıyor, cüzam hastalarıyla dost olmaktan çekinmiyor. Etem Utku Hoca’nın cüzamla ilgili kitaplarını okuyunca hastalığın tedavisinin olduğunu anlıyor ve yaşamını cüzamlıların tedavisine adıyor. Uzmanlığını cildiye alanında yapıyor. Cildiye Doktoru olarak Bursa’da çalışıyor, çocukları için İstanbul’a dönüyor ve Dermatoloji Bölümü Başasistanı oluyor Osman Hoca’nın önerisiyle. O yıllarda hemşire olarak yanına aldığı Sultan ve Ayşe Yüksel hemşireler her zaman yanında bulunuyorlar, özveriyle çalışıyorlar. Osman Hoca, Türkan’ı Londra’ya gönderiyor burs için. Arkadaşı Özden’i ve iki oğlunu alıp gidiyor ve bir yıl kalıyorlar. Orada Doktor Jopling’le tanışıyor ve cüzam tedavisinde onu örnek alıyor. Tezini verip doçent oluyor. Profesör olması için iki dil gerektiğinden, Fransızca öğrenmek için de Dr. Grupper ile eşinin çağrılısı olarak Fransa’ya gidip dört ay kalıyor. Ekonomik yönden eli rahatladığında, yazları Ege kıyılarına geziye çıkıyorlar. Bundan sonra on yıl boyunca, her yıl “Mavi Yolculuk” yapıyorlar tekneyle (1969-1979 arası). Gezilerde Leyla Özbay, Azra Erhat da bulunuyor. Cevat Şakir, S. Eyüboğlu, Ruhu Su ilgi alanlarında olup aydınlanma ve bilgilenme gezileri sürüyor. Bir yolculukta, heykeltıraş Cevdet’le tanışıp aşk yaşıyor ve kısa sürede evleniyorlar. Bu yine, “Âşık olunmaya âşık olma hali” Türkan’ın. Sonunda “denedim ve öğrendim” diyor. Kısa sürede Türkan’ı kıskanıp baskı kurmak istediğinde, ayrılmaya karar veriyor ve boşanıyorlar. Birkaç yıl sonra Elazığ’dan ölüm haberi geliyor Cevdet’in. Oğullarından Çağlayan, Güzel Sanatlar’da, Çınar ise Tıp’ta okuyorlar. Her şeyin güzel olacağı umuduyla sürüyor yaşamı Türkan’ın. Cüzam üzerine makaleler yazıyor, Uğur Dündar’la yaptığı program büyük yankı uyandırıyor ve 1976’da Cüzamla Savaş Derneği kuruluyor. İst. Tıp’ta Dekan Güngör Ertem’in önerisiyle Lepra (cüzam) Araştırma ve Uygulama Merkezi kuruyorlar. Frengiyle, fuhuş sektörüyle de uğraşıyor. Elazığ Cüzam Hastanesi’yle ilgileniyor, beş bin kayıtlı hastaya bakılıyor. Cüzamlıların toplum dışına itilmişliklerini de göz ardı etmiyor. Bakırköy Akıl Hastanesi’nde 21 yıl başhekimlik yapıyor, Bakırköy İmamına bile cüzamlı hastalara yardım edilmesi için vaaz verdiriyor. Hastanede atölyeler kurduruyor, hastalara güven aşılıyor. 1980’e doğru olaylı yıllar, 12 Eylül Darbesi’ni getiriyor. İdil Projesini uyguluyor. Okula yollanmayan yoksul kız çocuklarının eğitim işi de giriyor yaşamına. Van-Bahçeşehir köylerinde cüzam taramalarına katılıyor. Yardımsever oluşu, tek mutluluk nedeni. Yurt sevgisi her şeyden, aşkından da üstün. Yaşamını hastalarına, mesleğine adayan bir kimlikle görüyoruz onu. Kanser tanısı konduğu için sağ göğsünü aldırıyor. 2002’de yeniden karaciğer metastazıyla tanışıyor.
13 Nisan 2009’da, kemoterapi sürerken, Arnavutköy’deki evine polisçe baskın yapılıyor. “Hastalarını ve öğrencilerini hep sevgiyle kucaklayan” kolları, serumdan ve kan vermekten, “iğne yastığı gibi” şimdi. Evde, Ümraniye’deki silahlarla ilgili arama yapılıyor, silah aranıyor, Ergenekon’la buluşturuyorlar Türkan Saylan’ı. Arama için gelen polislerden birisi Van-Bahçesaraylı. Türkan Saylan’ın, Bahçesaray’da cüzam taramasına katıldığını dinleyince şaşırıyor, kendi memleketini bildiği için ona saygıyla yaklaşıyor. Saylan, Muradiye-Çaldıran’da da cüzam taramasına katılıyor, üstelik terör ortamında. Binlerce insanı muayene edip cüzamlıları kayıt altına alıyorlar. Kardelen Projesi’nde, beş bin kızı okuttuklarını anlatıyor polise. Avukatı Hüseyin Bey gelince, beş saat sürecek arama başlatılıyor evde. ÇYDD’nin şubeleri de aranıyor, Türkan’ı darbe girişimiyle suçluyorlar. Oysa “Ne şeriat, ne darbe” diyenlerden Türkan Saylan. Yaşamıyla hesaplaşıyor artık:”Evet, dersimi verdin hayat! Teşekkür ederim”(s.309) diyor. Evinde, kediyle köpek bile insan yerine konulurken, polislerin silah araması ne ilginç! Üstelik dönülmez akşamın ufkundayken. Halk, evinin önünde gösteri yaparken son dileklerini söylüyor pencereden:”…Sade ve sakin bir yaşam biçimini seçtim kendime, hırstan, lüksten uzak, sadece memleketimin kedersiz insanlarına ve çocuklarına hizmet etmeye adanmış! Şimdi şu hale bakın, halk dağılmıyor, bir şeyler bekliyor benden. Oysa ben, son günlerini yaşayan, çalışkan, özverili bir hekimim sadece, sokaktaki kalabalığın tepkisinin bayrağı hiç değilim. Pencereden çekildim, perdeyi örttüm, gidip yerime oturdum ve içimden, bu vatanın çocuklarının sonsuza kadar hep haksızlığa ve cehalete karşı, cesaretle bayrak kaldırmalarını diledim. Tıpkı bir ömür benim yapmış olduğum gibi!”(s.313). Türkan Saylan, ÇYDD’nin 20. Yıl Kutlamalarını görmek istiyor ölmeden önce. “Geminin limandan” ayrılış zamanının geldiğini bilse de, Nazım Hikmet’in söylediği gibi “Hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak” ilkesiyle hareket ediyor. Doping alarak Lütfi Kırdar Salonuna gidiyor, gördüğü ilgiden, kalabalıktan, Kardelenler’den mutlu oluyor. Görüyor ki bir ömrü boşa harcamamış, darbeci yerine konulmasını umursamıyor; çünkü o, yüreği insan sevgisiyle dolu bir doktor. “Hayat geçiyor önümden. Hayat sana teşekkür ederim” diyerek ayrılıyor aramızdan ve bu dünyadan bir de Türkan Saylan geçiyor.
Yazar Ayşe Kulin, büyük emek vererek yazdığı “Tek ve Tek Başına Türkan” adlı yaşamöyküsü yapıtıyla da gönüllerimizi kuşatıyor.

(*) Tek ve Tek Başına Türkan- Ayşe Kulin, Yaşamöyküsü, Everest Yayınları, 1. Basım, Kasım 2009, 332 s.



REMZİ RAŞA İLE PARİS’TE: O KAFELER, O KADINLAR
M. ŞEHMUS GÜZEL


Paris kafelerinde kadınlar çoğunluktadır, garsonlar ve erkekler azınlıkta. Paris tarihi böyle yazıyor ve bunun nedeni niçini de sorulmaz, sorulamaz. Şimdiye kadar da sorulmadı.
Paris deyince ilk akla gelen Eyfel Kulesi ise ikincisi veya üçüncüsü kafeleri ve teraslarında sereserpe yayılmış bir içim su kadınlarıdır.
“Güzel bacaklı” kadınların devam ettiği kafelerin adreslerini hiç sormayın, asla söylemem çünkü. Ama hafızalarımızda yer alan kadınlarla bugünküler aynı mı? Akan zaman duran zaman, gel zaman git zaman Paris ve kadınları da değişmedi mi? Bana kalırsa değişti. Ama hangi yönde? İşte bunu ve buna bağlı birçok şeyi konuşmak için ressam Remzi Raşa ile kısa bir sohbet yapmak istedim. Sohbetimizi sunmadan önce şunu da yazmak lazım:
Aslına bakarsanız o tür kafeler de kalmadı artık.
O güzelim kafeler neredeler şimdi? Montparnasse’daki Le Select, La Dôme artık turistlerin “işgali altında”. Les Halles’deki kafelerin yerinde ise yeller esiyor: Ressam Remzi Raşa’nın, veya kısaca ve eserlerini imzaladığı ismiyle Remzi’nin, bir zamanlar devam ettiği ve mezbahalara et taşıyan, mezbahalardan et taşıyan kasapları çizdiği kafeler artık yok. Hani Remzi’nin resim defteri elinde çizgilerini kâğıt üstüne döktüğü 1950’lerdeki anlar: Bir emekçi görmesin, hemen yanındaki yoldaşına seslenirdi: “Michel, t’es sur le papier ha!”: “Mişel kâğıda resmedildin artık!” O zamanlar artık geçmiş oldu. Ama yine de arşivlerde yerlerini saklı tutan zamanlardır onlar: Arşivlerde ve Remzi’nin tablolarında. İşte bu kısa söyleşimizde Remzi’yle biraz da o zamanlardan bu zamanlara akan ve durmayan anların ve anıların dökümünü çıkarmaya çalıştım:
MŞG: Remzi, Paris’e geldiğin 1950’lerin başından bugüne bakınca neler değişti, neler aynı?
Remzi Raşa: Bugün gözüme en çok çarpan kadınların yalnızlığı. Yalnız kadınların sanki sayısı daha da arttı. Hem o kadar güzel ve hem o kadar yalnız. Neden böyle diye sordum. Ve kadınlar konusunda daha derinlemesine düşünmek ve çizmek istedim. Ayrıca bir gün kadınlar tarafından yanlış anlaşılmak istemem. Öteden beri feministim. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki öğrencilik yıllarımdan beri: Yani kadın sanatçı arkadaşlarla orada alay edildiğinde kadın sanatçıları savunurdum. Onları desteklerdim. Kadın sanatçı arkadaşlarımla eşit eşite ilişkilerim vardı ve bu hep böyle sürdü. Elbette kadın bir sanatçı erkek sanatçıyla eşit olmalıydı. Eşittir. Kadın sanatçıların farklı gösterilmesine çok üzülürdüm. Bunu çok saçma ve son derece yersiz bulurdum.
Paris’e ilk geldiğim günlerde kadın ve erkekler, çiftler, sokak, cadde ve meydanlarda sevişir, öpüşür, koklaşırlardı: Hele kafelerde. Kafe teraslarında evlerinin salonlarındaymışçasına oturur, konuşur, güler ve kimi zaman ağlarlardı... Oysa şimdi sokakta elele tutuşan çift görmek bile mümkün değil. Âşıklar nerede diyesim geliyor. Onları arıyorum. Bulduğumda da üzülüyorum: Çünkü bugün o güzelim kadınlar sokaklarda, parklarda, kafelerde yapayalnızlar. Resimlerimde biraz erotik bir taraf bırakıyorum ki insanlar birbirlerine yeniden bakmayı anımsasınlar. Birbirlerine baksınlar evet. Yani sadece resimlere ve afişlere değil. Bilhassa birbirlerine baksınlar. Çünkü bugünlerde yalnızlık feci biçimde arttı. İnsanlar arası iletişim azaldı.
MŞG: Resminde “masum erotizm” adını taktığım ince bir yön bulunuyor. Bu arada çizdiğin kadınların hemen hemen tümü tek başına. Yalnız kadınları artık bizzat ressam olarak sen çiziyor ve saklıyorsun, bir anlamda arşivliyorsun bile denebilir. Aslında haksız da sayılmazsın: Çünkü Paris’te her iki kişiden biri yalnız yaşıyor. Kadınlar arasında ise yalnız yaşayanların sayısı çok daha yüksek. Onca söylenip yazılmasına rağmen, cep telefonu, bilgisayar veya bilgisaymaz, yalnızlığın üstesinden gelemiyor. Bu aletler yalnızlığın çaresi değil. Bilgisayar ve cep telefonu ile iletişim her türlü insani boyutunu yitirdi: İletişim karşılıklı olmaktan çıktı, neredeyse tamamen makineleşti. Son derece garip. Bugün yalnızlık yeniden ve sanki kalıcı bir biçimde gündemde. İnsanlar sadece tek başlarına olduklarında yalnız değiller. Evet tek başlarınayken yalnızlar ve nereye giderlerse gitsinler, kafede, metroda, sokakta, meydanlarda, sinemada, yalnızlıklarıyla etraflarına bir tür duvar örüyorlar, bir tür zırh takıyorlar: Gözle görülmeyen ama bir koku gibi duyumsanan ve insanı fena halde sarsan bir yalnızlık duvarı. Bazen bu zırh, bu duvar başka biçimler alabiliyor: Örneğin kulaklıkla dolaşanlar ve dolaşırken güya cep telefonuyla konuşanlar, konuşuyor gibi yapanlar, bir yerde “iletişime kapalıyız” diyorlar. Eskiden kitap okurdu yalnız bir erkek veya yalnız bir kadın: Ve bu, sohbete, konuşmaya, alışverişe, “çıkmaya” hazırım anlamına gelirdi. Oysa bugün son derece “gelişmiş” aletler bunu yok ediyorlar. Öte yandan bugün insanların oturuşu, kalkışı, bakışı daha doğrusu BAKMAYIŞI değişti. Bugün taşralarla Paris arasında fark ettiğim bir nokta şudur: Taşrada hâlâ bakış var, bakmayı bilenler var, Paris’te bakış bitmiş. Paris’te artık kimse kimseye bakmıyor. Daha komiği de var: Bir bakışı üstünde hissedip sen de o yöne bakınca, bakan gözler hemen başka tarafa çevrilmiş oluyor. Haydi geçmiş olsun. Sanki sana hiç bakmıyormuş gibi.
Remzi Raşa: Hepimiz aynı durumdayız. Ben de sık sık aynı şeyleri yaşıyorum. Tablolarımda amaçladığım da zaten budur. İnsanların birbirlerine yeniden bakmalarını teşvik etmek. Bazen başardığım oluyor. İşte bir örnek: Ressam bir arkadaşım var: Alain. Geçenlerde bir sabah erkenden telefon etti, epeyce heyecanlı bir biçimde aynen şunları söyledi: “Remzi, sokakta bir kadın gördüm, müthiş etkiledi beni. Tabloların sayesinde kadın(lar)a bakmayı yeniden öğrendim.” İşte resimlerim bir yerde bir işe yaradı. Boşandıktan sonra o kadar yalnız ve o kadar kadın beğenmez hale gelen Alain nihayet bir kadına bakmayı başarabilmiş ve mest olmuştu. Kadınla ilgilenmeye yeniden başlıyordu. Sıkı sıkıya kapadığı, kapı ve pencerelerini içeriden sürgülediği dünyasını güneşe ve yaşama açıyordu. İşte yaşam bu. Alain yapayalnızlığını kırdı nihayet. Ya öbürleri? Paris’te herkes kendi yalnızlığında mahkûm.
Söyleşimiz bitiyor. Remzi Raşa ile atölyesinden çıkıyoruz. Paris kalabalığı bizi yutmadan önce, sokak başında şöyle bir soluklanıyoruz: Birdenbire Yılmaz Güney çıkıyor karşımıza. “İşte yaşam bu” diyor. Ellerini omuzlarımıza koyuyor: Yılmaz, Remzi ve ben yürüyoruz: İŞTE YAŞAM BU. YALNIZLIKLARA VE ÖLÜM(LER)E NANİK! TAMAM MI?



OKUL ÖNCESİ YILLARIM
Mümtaz BOYACIOĞLU

1949-1950’li yıllarmış o yıllar. Sonradan çıkardım o tarihleri. Şehrimizin tam merkezinde büyükçe iki kapılı bir kahve vardı. Şimdiki Eroğlu tuhafiye, Foto Seyfi ve saatçi Nazım’ın dükkânlarının olduğu tek katlı bir yer. Eroğlu tuhafiyenin en arka köşesinde ocaklık, bu ocaklığın hemen yanında büyükçe tahta masa, masanın üzerinde de bir radyo, radyonun yanında ise pil ile bataryası vardı. Ulus, Karagöz gibi gazeteler ve Akbaba Dergisi bulunurdu çoğu zaman. Nerede o yıllarda elektrik, nerede elektronik cihazlar. Babam bu kahveyi çalıştırırdı. Meğer bu kahve, o yıllarda yurdumuzun her köşesinde açılmış olan halkeviymiş.
Meşe odunu ile ısıtılan halkevinin gelen gidenleri eksik olmazdı. Babamın meşe közünde demlediği çayları zevkle içerlerdi yaşlılar.
Halkevine, öğleyin güzel giyimli ve kravatlı biri gelir bu radyoyu yalnız o açar, çevresini saranlarla dinlerdi. Bu gelen kişi haberleri dinlerken babamın meşe közü üzerinde yaptığı, köpüğü üzerinde demir paranın durabileceği kahvesini içer, bir saat kadar oturur, giderken de radyoyu kapatır giderdi. Radyoyu açıp kapatan kişinin hâkim olduğunu çok sonra öğrendim. Hâkim Bey gidedursun, memleketin ahvalini kalanlar tartışırlardı.
Öğleye yakın, radyonun açılış saatinde genelde orada olurdum. Güzel giyimli radyoyu açan kişinin araştırması sırasında bir müzik parçası duyar mıyım hevesi ile. Dili hiç de önemli olmayan bir müzik parçası gelince biraz dursun dercesine gözüne bakardım bu adamın. Daha sonraları yanıma bir iki de arkadaş alır gelirdim, radyo dinletmek için. Babam kızardı ama bir kıyıda veya dışarı gizlenerek olanları izler, dinlerdik her tür müziği.
Yine o yıllarda akşamları sinema gösterilecek diye tellal ile duyuru yapılırdı. Akşama bizim bu kahvenin önüne seyyar bir perde kurulurdu. Şimdi kaldırılan heykelin batısına ve dükkânların hemen yanında bir motor çalışırdı. Meğer bu makine elektrik üretir, sinema makinesine elektrik verirmiş. Halk o akşam gelerek ayakta bu eğitici filmleri izlerlerdi. Ülkenin kalkınması için köylüye yönelik, tarım ve hayvancılığın o günlere göre moderni anlatılırdı bu filmlerle.
O yıllarda ben altı yaşları civarındayım. Yiyecek getirme bahanesi ile halkevine çok geldiğimi anlatmıştım. Ara sıra babamın verdiği 5 kuruş ile aldığım leblebi cebimi doldururdu. Yemekle bitiremezdim. Halkevindeki radyodan müzik duyma ve leblebinin hatırına arkadaşım da eksik olmazdı.
1950’ye kadar CHP hükümette iken babamın yeğeni dava vekili Yakup Gök (Gözlüklü Yakup) uzun yıllar CHP’nin nahiye başkanıdır. Yine o tarihlerde Nahiyemizde Belediye başkanıdır.
O yıllarda Ankara, Kırşehir, Kayseri karayolu Kaman’dan geçmektedir. İlçemizden geçen bu yolun ekonomik ve kültürel kalkınmamıza sayısız faydaları olmuştur. Fakat ileri yıllarda bazı siyasi nedenlerle, bu yol Keskin Akpınar üzerinden ve Kaman’a 15 km uzaklıkta Hamit kasabasından geçirildi.
1944 Yılının Mayıs ayında, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Kırşehir istikametine geçerken Kaman’a uğrar. Belediye başkanı Yakup Gök başta olmak üzere, meclis üyeleri, nahiyemizin esnaf, sanatkârları ve halkımız Cumhurbaşkanını coşku ile karşılarlar. Belediye başkanımız Nahiyemizin sorunlarını anlatır. Bir bir dinleyen Cumhurbaşkanı, “Başka bir isteğiniz var mı,” diye sorar. Başkanımız Yakup Gök; “Halkımız, Kaman’ın ilçe olmasını istiyor paşam,” der. Halk bu sözleri daha çok alkışlar. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü bu isteği de not aldırır, teşekkür ederek Kırşehir istikametine doğru hareket eder.
4-5 ay sonra ilçe olma kararı gelir ve 1 Eylül 1944 de Kaman İlçe olur. İdari yönden gelen hizmetlerle de ilçemiz gelişmeye başlar.
1924 Yılından beri Belediyelik olan ilçemiz her geçen gün biraz daha gelişir
Akşamları babam, yeğeni Yakup Gök’ün oraya sık sık oturmaya giderdi. Ben de bazen izinli bazen de kaçamaklı olarak babamın peşine takılırdım. Babamla birlikte çevre komşulardan gelenlerde olurdu. Burada hem radyodan acans (haberleri) dinlerler, hem de Yakup Gök’ün anlattığı memleket meselelerini dinlerlerdi.
Oturdukları odanın duvarında İsmet İnönü, kalabalık devlet adamları ve içlerinde Yakup Gök’ün de bulunduğu resimleri takılıydı. Bunlar kim, nerede çekildiniz gibi soruları elbette soracak yaşta ve bilinçte değilim o zamanlar. Ama yıllar sonra öğrendim ki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün yanındakiler hükümet üyeleri ve parti ileri gelenleriymiş. Yakup Gök’ de bu kişilerle tanışır görüşürmüş.
1950 yılında DP’nin iktidara gelmesiyle, Türkiye’deki rollerin değişmesinden biz de nasibimizi aldık. Halkevlerinin kapatılması ile babam işsiz kaldı, ben de leblebisiz.

NE OLCAK BU SARIKEÇİLİLİLERİN HALİ?
Celal Necati ÜÇYILDIZ


Bölgemizde, özellikle Taşeli bölgesinde son konargöçer Sarıkeçili Yörükleri kaldı. Son yirmi yıl içinde Boynuinceliler de vardı. Onlar Narlıkuyu / Kız Kalesi gibi belediyelerin katkıları ile maki, taşlık alanlara önce çadırlarını kurdular. Daha sonra da evlerini yaptılar.
Yavaş, yavaş konargöçerliği bırakarak besi ve tarıma dayalı çalışmaları ile yaşamlarını devam ettirdiler.
Geçtiğimiz yıllarda birlikte çalıştığımız Tarsus Orman Araştırma Enstitüsü Müdürü Ersin Yılmaz bana, “Boynuinceli Yörüklerinin yerleşik yaşama uyum sağladıklarını, üzerinde çalışılan YÖRÜK VE TAHTACI KÜLTÜRÜNÜ TURİZME KAZANADIRMA projesine çok sıcak baktıklarını çünkü turizmin kazanımlarını gördüklerini, çok heyecanlandıklarını bildirmişti.
Bu konu ile ilgili Aydıncık, Karaman gibi yerlerde birçok toplantı yapıldı. Bu toplantılara Ersin Yılmaz da katıldı. Ama bir sonuç alınamadı ki bu yıl Sarıkeçili Yörükleri Cılbayır belinde kaldılar. Bu kış zor geçeceğe benzer. Onlar kışın ılık deniz kenarında çadırlarını kurup, yerleştirdikleri yerlere kiralarını da ödeyerek kışı geçiriyorlar, nisan geldiğinde Toroslar’a gidiyorlardı.
Ekim sahalarının çoğalması onların yollarını zorlaştırdı. Artık sürülerini çoğu yerden traktör ya da kamyonlarla geçirye başladılar. Ama en zoru çamaşırlarını çalıların üzerinde unutmaları üzerine o sevdikleri orman ile onun işletmesini üstlenen Orman İşletmeleri ile aralarına kara kedi girdi. O çalılardaki çamaşırlardan rahatsız olanlar yasaları hatırlattılar. Hem de ısrarla. Ne yapalım dediler. Kanun kıldan ince. Kaldılar Toroslar’ın bir belinde.
Burada sorun çözülmez. Yarın birileri de oradan çıkın deyiverir. Derler mi, derler. Yasalar tüm ülke için geçerli değil mi?
O zaman toplantıları geçelim, karar verelim. Bu Sarıkeçili Yörüklerimizi ne yapalım?
Mülki amirlerimiz genişletilmiş bir toplantı düzenlesin, Orman İşletmesi, Özel İdare, Belediyeler ve Kamu Kuruluşları. Ulugöz, Burunucu, Gülümpaşalı, Bolacalı Koyuncu gibi.
Köylerde ucu ormana bağlantılı ne kadar Hazine’ye ait mülklerin envanterini çıkarıp, bunları iskân edecek bir sahanın tahsisini yapıverelim. Yunanistan’dan, Bulgaristan’dan gelen göçmenlere nasıl yer verdiysek, onlara da yer tahsisi yapılsın. Önce çadırlarını kursunlar. Nisanda Toroslar’a yol görününce inşaatlara başlansın. Ekim ayı geldiğinde onlar sıcak yuvalarında, yanlarında ahırları ile yeni mutlu yaşamlarına adım atsınlar.
Bir daha da Sarıkeçili Yörükleri sorun olmaktan çıksın. İstiyor musunuz?
O zaman bir somut öneri daha:
Yer tahsisi yapıldıktan sonra Anadolu Kalkınma Vakfı gibi kuruluşlar, Dünyanın değişik yerlerinde ortaklaşa çalıştıkları Sivil Kuruluşlar aracılığıyla bu bizim Yörüklerimize konutlarını yapıp, teslim edebilirler.
Ya da Toki aracılığıyla bunların konut ve ahırları yaptırılıp, uzun vadede bedelleri talep edilebilir.
Ama bunun için kalkın ayağa. Türk kültürüne hizmet mi etmek istiyorsunuz, yöremizde tek yaşayan Yörüklere sahip çıkmak en güzeli olacak. Bundan hayırlı bir iş olur mu?
Egelilerin dediği gibi “ HADİN GARİ” el verin şu Sarıkeçili Yörüklerimize. El verin ki bir sıcak el elinize değsin.



BİLGİSAYARIN GÖZÜ
Mehmet BABACAN

Emeklilik yıllarını epeyce çoğaltmış bir abi, yorgun argın, söylene söylene geldi yanımıza.
“Arkadaş, bu bilgisayar dedikleri alet var ya, acaip bişey yahu… Bal gibi kıyamet alâmeti… Gâvurun oğlu gâvur, tüm gâvurluğunu yüklemiş üstüne.”
Kim bilir daha neler söyleyecekti de bir arkadaş lâfı kısa kestirdi:
“Abi, eli öpülesi abi, hele bir otur da anlat, nedir seni bu kadar şaşırtan şey? Anlatıver de biz de kurtulalım bu kıyamet gibi meraktan.”
Derin bir of çekerek oturdu. Arka cebinden çıkardığı çarşaf gibi mendille, evire çevire yüzünü silerken, büyük bir güç harcıyor gibiydi. Yılların yorgunluğunun üstüne, belli ki ayrı yorgunluklar da eklenmişti. Temmuzun kavurucu sıcağı da cabası.
Bilgisayarın, yaşamımıza yeni girdiği yıllardı. Cihazın marifetleri öyle çoktu ki hayatına bir daktilo bile girmemiş olanlar, şaşmaktan başka ne yapabilirdi?
“Hele bir soluklan, bir çay iç de öyle anlat derdini,” dedi, arkadaşlardan bir başkası. Herkes iştahlanmıştı. Adam, konuşkan biriydi. Hem de hafiften saflığa yatan bir nükte sezinleniyordu sözlerinde. Yani, tatlı bir söyleşinin eli kulağındaydı.
“Anlatacağım, anlatacağım da hele bir soğuk su içeyim, motorum biraz soğusun. Sonra, zor susturursunuz beni.”
Nerden başlasam der gibi, şöyle bir göz gezdirdi çevresine.
“Nelere şaşacağımı da şaşırdım gardaşlar. Bizim çocukluğumuzda, ‘iğnenin ucunda kuran okunacak’ derlerdi de ‘Allahın hikmeti’ der, geçerdik. Sonra gördük ki pikap iğnesinin ucunda okunuyor gerçekten… Ağzımız bir karış açıldı; gramofonu icat eden herifin marifetine de şaştık kaldık.”
Kerbelâ’dan yeni çıkmış gibi içti, iki bardak suyu.
“Su gibi aziz ol çocuğum” diyerek, garsonun gönlünü almayı da unutmadı.
Bir başka arkadaş karıştı söyleşiye.
“Bunu da anlarsınız be amca. Allah uzun ömürler versin. Siz eski topraksınız. Daha neler görürsünüz, neler…”
“Yok yok yeğenim. Beni süründürecek dilekte bulunma sakın. Bakarsın tutuverir. Görmeye görmem de gördük göreceğiz derken, kafayı üşütmeyelim yeter. Şaka değil vallahi, şaşırmaktan bıktım uşaklar. Torunlarım bile, gülüp duruyorlar. Amaan, varsın gülsünler. Gülücüklerine bile katkıda bulunabiliyorsam, ne mutlu bana. Onların yürecikleri sevgi dolu. Alaycı olmadıklarını bilirim ben. Bilgisayarın gözünden daha iyi görür benim yüreğim.”
Birbirimizin yüzüne baktık. Yaşlılık, yorgunluk anlaşılır şeylerdi de bu bilgisayarın gözü ne oluyordu? Söyleşi içinde, kendiliğinden açıklanır diye bekledik, olmadı. “Ah”ların, “of”ların arkası kesilmedi bir türlü…
Bir arkadaş, dayanamadı.
“Abi, bağışla bizi. Bu bilgisayar konusunu anlayamadık. Merakımızdan, dibimiz düşecek. Hele, şunu bir anlatıver de kurtulalım meraktan. O kıyamet, bize torpil geçecek değil ya. Anlat ki önlemi neyse alalım.”
Gelen açık çaydan, höpürtülü bir yudum çektikten sonra, çok önemli bir sır verircesine anlattı olayı:
“İlâç almak için, nöbetçi eczaneye gittim. Bir saate yakın da sıra bekledim. Sıram geldiğinde, görevli karnemi aldı; bilgisayarın tuşlarını biraz şıkırdattıktan sonra, ‘Amca, sana ilâç veremeyeceğiz’ demez mi?
Tepem attı.
‘Veremeyiz de ne demek? Ben kırk yıl hizmet vermişim. Bana ilâç vermeyecek olanın alnını karışlarım.’ diye, kükredim. Aşağıdan aldı uyanık. “Amcacığım, istediğin ilâç evinde var. Önceden almış olduğun daha bitmemiş.”
Daha da sert çıktım.
“Hayır kardeşim. İlâçlarım tamamen bitti. Hatta bu sabah içemedim bile.”
‘Yapma amca. Bilgisayar yalan söylemez. Bilgisayarın gözünden hiçbir şey kaçmaz. Senin evinde ilâç var. O yüzden, sana ilâç veremeyiz.’
“Ne dedimse inandıramadım. Giderek, benim de aklım karışmaya başladı. Bu sıcakta, tepine tepine eve kadar gittim. Canım burnumda. Çoluk çocuk bir hata yapmış olsa da onlara bağırıp çağırsam, rahatlayacağım. Ama benim dolaba karışmazlar ki. Daha doğrusu, dokunamazlar bile. O hırsla, dolapta ne varsa, saçtım yerlere. Bir de ne göreyim; bir kutu ilâç, bana bakıp durmuyor mu? Ne zaman koydumsa koymuşum. Diğer eşyaların arasına karışmış. Bir utandım, bir utandım ki hiç sormayın. Bakın arkadaşlar, bilgisayara karşı utanmak, başka şeye benzemiyor. İnsan çok kötü oluyor. Kafasızlığımızı tüm dünya görüyor çünkü…
Mahcup mahcup vardım eczaneye; bilgisayardan özür diledim. Tuşları yeniden şıkırdatıp, baktılar; özrümü kabul etmiş. Yalnız, bir hafta kadar kafasını dinleyip, sonra verecekmiş ilâcımı. İnanın, çocuk gibi sevindim. ‘Vermiyorum be. İlâca kurban ol. Kafasızlığın yetmiyormuş gibi; bir de beni yalancı çıkarmaya çalıştın’ dese, ne diyecektim? İyi ki olgun davrandı. Ne de olsa, çağdaş bir âlet canım…”

TERİMİZ KURUMADAN

Bu taşları biz getirdik
Sırtımızla uzak dağlardan
Bir ördük ne umutlarla
Ev oldular okul oldular
Hastane dam kışla

Terimiz kurumadan daha
Bide baktık
Pencerelerde parmaklık
Kapılarda kilit
Dışarıda kalmış kırlar
Dışarda
Gökyüzü deniz özgürlük
Kuşatılmışız duvarlarla

MEHMET BAŞARAN
(PİR SULTAN ÖLÜR ÖLÜR DİRİLİR)


BAHARIN GÜCÜ

Yeni dostlarla donandı sofra
Yemyeşil bir çimenin üstünde
Hışırdıyor ağaç yaprakları tepemizde
Kuşlar cıvıldaşıyor çitler boyunca
Kadehler kaldırılırken birer birer sağlığa
Bir çocuk sevinci yayıldı ortalığa
Kırıldı tekdüze yaşamın beli
Unutuldu günlük yaşayışın tasaları
Gölgelendi geçmişteki
Sürüp giden tartışma sayfaları
Herkes yekinip kendine döndü kurtuldu
Kaskatı kurallar ve söylemlerden
Yenilip içilip eğlenildi
Felekten tatlı bir gün çalınmış oldu
Buğulu özlemler girdi araya
Sınırsız büyüsüne mutluluğun
Götürüyordu bizi

Mehmet AYDIN


toroslar avucumda

yeni bir yolculuk geçmişe
ne günün ağır yükü
ne kaygı, ince hesap
nereye götürürse yüreğim

dingin bir güz sabahı
gün ağarırken
ölüm kadar uzak
doğduğum yere

toroslar avucumda
çaltı dikeni
dokununca kanıyor
çocukluk anılarım
pelit ağacında takılı
mazı torbam
kızıl mazaktan oyduğum
su değirmeni
kişneyen küheylanım
bir söğüt dalı
doldurup terkime
çocukluk düşlerimi
nereye götürürse yüreğim

ALİ F. BİLİR
(GÜZ ANIMSAMALARI)

U-MUT-LAR-I-MIZ

Öyle çok koptular ki umutlarımız
ince yerlerinden
Yer kalmadı düğümlere bile

Öyle çok kar yağdı ki
Güvendiğimiz dağlara

Bundan böyle

Ne umut dokuyacağız boş yere
Ne de kar yağdıracağız
Dağlarımıza

Müslim ÇELİK
(Kızbes)


ÖYKÜ TELEFON
Mustafa B. YALÇINER

Çarpan pencere kanadı çekip çıkardı onu uykusundan. Esneyerek gerindi, terliklerini ve sabahlığını giydi. Banyoya giderken boş bir şişeye çarpınca, bastı küfrü. Elektrik düğmesine çöktü, darmadağınık odaya sarı solgun bir ışık yayıldı. Sallanarak vardı kapıya. Banyonun lambasını da yaktı ve kapıyı açar açmaz, küf kokusuyla karışık kirli çamaşır kokusu üşüştü üstüne. Adam suratını buruşturdu. Girince, aynaya baktı, alt dudağını dişleri arasına aldı, başını salladı ve tükürdü aynaya.
Orta yaşlardaydı, suratı buruş buruş, gözlerinin altı torbalanmıştı. Ağzını çalkaladı, suyu tükürdü, yüzüne şöyle bir su çarptı. Havluyu almak için elini uzattığı sırada, tavanın köşesinde bir örümcek gördü, düşürdü onu ve ezdi ayağıyla.
Odaya dönünce, pencereye yöneldi, perdeleri açtı. İçeri dalan ışık, az da olsa kovdu odaya egemen olan karanlığı. Bakışları birden çakılıp kaldı karşı evin penceresine. Tül perdelerinin beyazlığı tutsak etti adamın dikkatini. Kendi perdeleri ayakkabı boyacısının bezine dönmüştü.
Giyinirken, gözleri duvardaki fotoğrafa takılıp kaldı. Karısının fotoğrafıydı, kavgalarını anımsattı. “ Beni bir eş olarak değil de hizmetçi olarak görüyorsun” dediği zaman haklıydı diye söylendi.
Giyinmişti. Canı çıkıp biraz hava almak istedi. Atkısını dolarken boynuna, yerde sürünen ucu, pamukçukları da alıp geliyordu. Telefon çaldı tam çıkacağı sırada.
- Alo, buyurun, ben Mete. Nasıl? Anam iyi değil mi? O zaman hemen yola çıkıyorum. Haber verdiğiniz için teşekkürler.
Kapıyı kilitledi, merdivenleri koşarak indi. Sokağa çıktığında, göğe baktı. Güneş yatmaya hazırlanıyordu. Az ilerideki okuldan çıkan çocukların sesleri duyuluyordu. Bu gürültüde Mete bir an dikilip kaldı. Yedi yaşındaki oğlu geldi gözünün önüne. “Ona adını verdim ama sevgimi asla veremedim” dedi. Yürümeye başladı yeniden.
Çok sürmedi durağa varması. Otobüs görününce de korkunç bir itişme kakışma başladı. Bindi. Yolcular yeni binenlere sadece bakıyor, yerlerinden bile kıpırdamıyorlardı. Mete meşin tutaklardan birine yapıştı, gözlerini yumdu ve annesini düşünmeye başladı.
Kadıncağız yalnız yaşıyor, aldığı yaşlılık aylığıyla zar zor geçiniyordu. İki günde bir komşu kadınlarından biri geliyor, yemeğini yapıveriyor ve etrafı derleyip topluyordu. İki yıldır da Mete annesini görmüyordu. Son olarak karısını kayınbabasının evine getiriverdiği zaman görmüştü onu. Annesi boşanmalarına çok kızmış ve oğlunu kovmuştu evinden. O zamandan beri de konuşmuyorlardı.
Otobüs sarsılarak durdu. Mete açtı gözlerini. Otogara gelmişti bile. Garajın dumanlı ve kirli havasında koşuşturan insanların arasından geçerek bir otobüs yazıhanesine vardı. Köylerine tek otobüs kalkardı her gün saat yarımda. Onu da kaçırdığı için, köyün yakınından geçen bir başkasına binecek, yolda inecek ve oradan da yaya gidecekti.
Şafak sökmeden, otobüs yol kenarında durdu. Elinde şeker kutusuyla indi Mete. Bir sigara yaktı, paltosunun yakasını kaldırdı, yürümeye başladı.
“Oğlum şekeri severdi ama ben sık alamazdım. Görünce çok şaşıracak. Öğretmeni bayanmış, gidip onu da göreceğim. Eğitimiyle ilgileneceğim artık, onu da alıp götüreceğim evime. Onu doktor edeceğim. Karım da isterse, bizimle gelebilir elbette. Söz, alkole paydos, dayak da yok. Sevecen ve uysal bir koca olacağım. İyi de bakalım karım kabul edecek mi benimle gelmeyi?!.”
Mete iniyordu bir vadiye doğru, arkasından da iteliyordu poyraz. Bir süre sonra köyüne vardı, ılımandı burası. Sis de yavaş yavaş dağılıyordu. Gömütlükten geçerken yıllardır uğramadığı babasının mezarını ilk kez ziyaret etmek geçti içinden. Yarısı yıkılmıştı gömütün, Mete’ye “Utan” der gibiydi. Mete, babasının başucunda çömeldi, önce babasına bir Fatiha gönderdi sonra da “Sana layık bir evlat olamadım, beni bağışla, baba” diye mırıldandı.
Hemen uzaklaştı mezarlıktan. Kayınbabasının evi yolun üzerindeydi. Uzun süre baktı ona. Pencerenin kepenkleri kapalıydı. Sessizliğe gömülmüştü ev. Pişmanlık gözyaşları içinde, yoluna devam etti. Eve varınca kapıyı çaldı. Karısı açınca da Mete’nin gözleri fal taşı gibi açıldı. Baktı karısına, sarıp öpmek istedi ama ona çektirdiği cehennem azabını düşününce cesaret edemedi. Ona yalnızca merhaba diyebildi ve şeker kutusunu uzattı.
Karısı da şaşırmıştı onu görünce, birkaç adım geri çekildi. “Hoş geldin, geç” dedi titrek bir sesle.
Mete, kızarmış ekmek kokusunun kuşattığı odaya girdi. Annesiyle oğlu kahvaltı yapıyordu. Oğlan şaşkın şaşkın bakıyordu babasına. Yaşlı kadınsa ayağa kalkmaya çalışıyordu.
-Anacığım, canım anam! Geldim işte, nasıl oldun?
Sıkıca kucakladı anasını.
- Şimdi çok daha iyiyim, oğlum.
Mete eğildi ve kollarını uzattı oğluna. Ne yapacağını bilemeyen çocuk, annesine baktı. O da başını salladı oğluna. Sevinçten kuşa dönen çocuk uçup atladı babasının kollarına.
-Seni çok özledim baba, ne olur bir daha bırakma bizi.
- Tamam, canım ciğerim, merak etme sen. Bundan sonra iyi bir baba olacağım ve hep beraber olacağız.
Sonra da karısına baktı.
Karısı, ailesinin mutlu olması için bulunduğu özverileri geçirdi birer birer kafasından. Yalnızlığını, can sıkıntılarını ve kocasının ona çektirdiklerini anımsadı. Dayanamayıp sordu kocasına:
- Şimdi, bu barışalım demek mi, yani?
- Seni evimizde yeniden görmek, bana büyük mutluluk verir.
Onları büyük bir heyecanla izleyen yaşlı anne, ellerini havaya açtı ve mutluluktan uçarcasına, “Şükürler olsun Tanrım” dedi. Gözleri pırıl pırıldı oğluna seslenirken de:
- Bana bak, oğlum, sana söylüyorum. Şimdi huzur içinde ölebilirim. Vicdanım rahat artık. İki yıldır hep bu anı bekliyordum. Sana telefon etmesini de postacıdan ben istedim. Bunun için bana kızmıyorsun, değil mi?
- Yok, anam, yok. Olur mu öyle şey! Telefon ettirdiğin için de teşekkür ederim sana.
Mete’nin karısı, oğluna baktı. Çocuk okula gitme hazırlığı içindeydi. Ona kutuyu gösterdi, açmasını istedi. Gözlerinden yaş boşandı, boğazı düğümlendi kadının:
-Baban şeker getirmiş. Haydi, al birazını…

GERÇEMEK’E SON GELEN KİTAPLAR

1- KEPİRTEPE GÜNEŞLERİ, öğretmen dünyası, Hasan Akarsu
2- KAR YAĞIYOR ŞİİRDEN, öğretmen dünyası, Hasan Akarsu
3- GÖRDÜKLERİM SİZİN OLSUN, Gerçek Sanat Yayınları, Hasan Akarsu
4- BİR UZAK BİR YAKIN, Gerçek Sanat Yayınları, Hasan Akarsu
5- YAŞAM LİRİKLERİ, Karınca Yayıncılık, Mehmet Aydın
6- AŞKA DOST FELEĞE İSYAN, Can matbaacılık ve Yayıncılık, Kerim Hanedan
7- ANAMI DA ALDIM GELDİM, Bilgi Yayınevi, Muzaffer İzgü
8- YÜREĞİMİN GÖLGESİNDE, Gerçek Sanat Yayınları, Sabahattin Kurtoğlu
9- GÜNAYDIN KOKULU YAZILAR, Mut’un Sesi Gazetesi, Nihat Mustul
10- SEDEF SAPLI BIÇAK MİÇO, Çalı, Zeki Oğuz


DERGİLER

1- İçel Sanat Kulübü Aylık Bülteni
2- Çağdaş Türk Dili
3- Afrodisias-sanat
4- Maki Kültür Sanat-Edebiyat Dergisi
5- İDAkörfez fanzin
6- Mut/ Çıtlık
7- Çalı