GERÇEMEK SAYI 37
GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ
ISSN: 1307–4881
İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN
Yıl: 7 Sayı: 37
Sahibi ve
Sorumlu Yönetmeni: Mustafa B.Yalçıner 05327220674 yalciner_mustafa@yahoo.fr
Sorumlu Yazı
İşleri Müdürü Hatice Canan Yalçıner yalciner_canan@yahoo.com.tr
Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2 33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
05327220674 E-posta: gercemek@yahoo.com.tr
Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan F. Saadet Bilir Güngör Türkeli Songül Saydam
Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km . Oğulbey/ANKARA (0312) 615 54 54
Baskı Tarihi: 18 Mart 2013
Gerçemek,
kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır.
Katkıda bulunmak
isteyenlere şükranlarımızı sunarız. Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/
Aydıncık Şubesi TR930001001020307582605005
Gerçemek,
gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin
tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.
NERGİS
(Narcissus)
Çok yıllık,
soğanlı, otsu bir bitkidir. Yaprakları uzun ve dar olup, uzunluğu 50 cm civarındadır.
Yöremizde iki
tür nergise rastlanır: Biri dağda bayırda, taşlı, kayalık arazilerde
kendiliğinden yetişir, yabani nergis diye bilinir.
Güzel kokulu,
ortası sarı taç yaprakları beyazdır. Kasımda bir köksap üzerinde çiçek açar.
Diğeri bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilir, ortası sarı beyaz çiçekleri
katmerlidir. Aralık ortalarında çiçek açar.
EDİTÖRDEN
Mustafa
B. YALÇINER
Orta
Toroslar’da yer alan Taşeli, adından da anlaşılacağı gibi taşın bol olduğu yer
anlamına gelir. Taşeli yöresindeki ilçelerden Aydıncık’ta, bir sonbahar
günü, günbatısı sertçe esiyor, ben de deniz kıyısında bir çayevinde, tavşankanı
çayımı yudumluyorum. Yoldan geçen yaşlıca birisi, “Aman Hocam! Bu gök yel, çok
fena çarpar adamı” diyor. Gök yel sözü
gülümsetiyor beni.
Gök renk adıdır. Gök gözlü örneğinde
gök, mavi ya da yeşile çalan mavidir ama gök soğan, gök domates ve gök ekin
örneklerinde de yeşil anlamına gelir, gök.
Gök yel örneğindeyse daha farklı bir anlam üstleniyor, bu sözcük. Başka
örnekler arıyorum sürekli; tanıdıklarıma, köylülere soruyorum. Kafa yoruyorum
bu konuya.
Bir gün, yine yaşlı bir köylü başına gelen bir olayı anlatırken, “Kadın
yanımıza gök ter içinde geldi” deyiveriyor.
Bir örnek daha yakalıyorum birkaç gün sonra. Yaşlı bir kadın, torunlarını
azarlıyor: “Anam, ne gök görmedik çocuklarsınız, siz!”
Bu üç örnekten, gök sözcüğünün aşırılık belirttiği anlaşılıyor.
Meyveler için ham anlamında gök sözcüğünün kullanıldığını anımsıyorum bir
anda. “Neden kopardın bunu, baksana daha gömgök” derdi ışıklar içerisinde
yatası anam.
Ancak boz, mavi biraz da mor karışımından
oluşan renk için de gök sözcüğü kullanılır bu yörede. Söylenceye göre gök
karga, Anamur Yörükleriyle Ermenekliler arasındaki otlak sorununun,
Anamurlulardan yana çözümünde katkısı olan bir karga türüdür.
Bu renkteki keçiye gök keçi, derisine gök deri denir.
Gök deri deyince de yöresel bir fıkra düştü usuma. F.Saadet Bilir ve Ali
F. Bilir’in Orta Asya’dan Toroslar’a
Gülnar kitabının 509. sayfasındaki fıkra şöyle:
“Ermenek’ten gelen “taktak helva”
satıcısı, bir okka helvaya karşılık, bir davar derisi alıyormuş. Köylünün biri,
“ Gök deri var, alır mısın?” diye sormuş. Helva satıcısı da alacağını söylemiş.
Köy odasının da iki kapısı varmış. Bir kapıdan girip davar derisini gösteren
öbür kapıdan çıkıyor, deriyi arka tarafa bırakıyormuş. Helva satıcısı hep gök
deri ile karşılaşınca, “ Sizin derilerinizin hepsi gök müydü?” diye sormuş. Bir
teneke helva satmış, derileri deveye yüklemek için arka tarafa geçince bir de
ne görsün, bir tek gök deri var, uyanmış ama biraz geç olmuş.”
Taşeli’ndeki yer adlarında da sıkça geçer gök sözcüğü:
Gökgedik, bir dağ geçidinin adıdır. Geçide geldiğinizde, karşınızda
yukarıya doğru masmavi gökyüzü, aşağıdaysa yemyeşil ağaçlar görürsünüz.
Göksu ırmağı ise bulanık bir yeşildir.
Gökbelen, bir dağ geçidinde çukur yeşili bol bir yerleşim alanıdır.
Göktaş da adını burada bulunan boz, mavi, mor karışımı bir kayadan alır.
Ad, önad ve belirteç olarak kullanılan gök sözcüğünden türetilmiş ad ve
eylemler de var dilimizde.
Gövermek, “Meşeler gövermiş, varsın
göversin” tümcesinde, yeşermek anlamında olmasına karşın “Tokat izleri göverirdi yanaklarımızda”
tümcesindeyse morarmak anlamındadır.
Vurma ya da çarpma sonucu vücutta oluşan morartıya da göğerti denir yöremizde.
“Göklük yiye yiye gödenim
göverdi,” tümcesinde geçen göklük yöresel
bir sözcük olup, sebze ya da yeşillik anlamında kullanılmaktadır.
Arpacık soğanına da göğer
derler bizim buralarda.
Karındanbacaklılardan, denizde kayalara tutunarak yaşayan, olta yemi
olarak kullanılan, sarmal kabuklu hayvana da renginden dolayı gökçül denir.
Göküş, mavi gözlü kişilere takılan
bir lakaptır.
Yöremizde har vurup harman savurmak anlamında Gök iken yemek diye bir de deyim vardır.
Gövel ise yeşil ile mavi
karışımıdır.
E, gövel denince Karacaoğlan anımsanır elbette. Haydi ona bırakalım son
sözü:
“Boynu yeşil gövel ördek
Sana bir göl gerek idi.”
İsmail
BİÇER
İstasyonun tahta banklarından birine oturdum. Bu banklara ne zaman
otursam, üzerimde biriken yorgunluğun hafiflediğini hissediyorum. Bir süre
karşı perona boş boş baktıktan sonra, okumaya yeni başladığım romanı çantamdan
çıkardım.
Bu romanın ilk sayfaları sıkıca gelse de, sonraki sayfaları beni peşinden
sürüklemeyi başarıyor. İçindeki olayların nereye doğru akacağı konusunda
oldukça sabırsızım… Ayrıca; yazarının, yazmak için hekimlik mesleğini bırakmış
olmasına şapka çıkardım.
Banka oturduğumda yanımda kimseler yoktu. Roman beni bir çırpıda içine
çekmeyi başardığından, sonradan oturanların farkında bile değilim.
Bir süre sonra, yanıma oturanlardan birinin bakışlarını üzerimde hissettim.
Genelde öyle olur ya… Elinizde kitap ya da gazete varsa, yanınızdaki mutlaka
kaçamak bakışlarla yönelir size… Özellikle elinde kitap bulunduranlar benim de
dikkatimi çeker, ne tür kitap okuduklarını hep merak ederim. Gerçi toplu taşama
araçlarında, eskisi gibi kitap okuyanlara rastlamak çok zor… Ellerinde cep
telefonları dakikalarca konuşuyorlar, ya da tuşlarıyla oynayıp duruyorlar.
Toplumda kitap okuma alışkanlığının ne düzeyde olduğunu öğrenmek için, bazen bu
görüntülerin yeterli ipuçları verdiğine inanıyorum.
Artık farkındayım… Yanıma oturanlardan biri, bakışlarıyla dikkatimi
çekmeyi başaran sevimli bir kız çocuğu… Göz göze geldik ve hızla başını
annesine doğru çevirdi. Tekrar romanın beni sürükleyen sayfalarına döndüm.
Trenin istasyona girmesine birkaç dakika var. Hep zamanında gelmesini istediğim
trenin bu sefer geç gelmesini, romanın heyecan dolu sayfalarından beni
koparmasını istemiyorum.
Yanımdaki bu küçük sevimli kızın, ürkek bir o kadar ilgi dolu
bakışlarının tekrar üzerime yöneldiğini fark edince, dönüp kendisine uzun uzun
baktım. Ne de olsa, artık yabancı değiliz birbirimize.
“Adın ne senin?” diye sordum. Gözlerini benden koparıp önüne baktı.
Annesinin yanıtlaması türünden uyarısı karşısında, utangaç bir sesle;
“Jiyan” dedi…
“Ne kadar güzel bir isim” diye geçirdim içimden. Tam o sırada, tren
kıvrılarak perona girdi. Kitabı çantama koydum ve ayağa kalktım… Jiyan’la son
kez birbirimize bakarken el salladım; gülümsedi.
***
Günler sonra aynı istasyondayım… Oturduğum banktan yine karşı perona bir süre boş boş baktım. Bu kez acelem yok; tembellik konusunda daha rahatım. Çünkü elimdeki roman çoktan bitti. Şu sıralar edebiyat-sanat dergilerini taramakla meşgulüm. Yanımda ise sadece gazete var.
Günler sonra aynı istasyondayım… Oturduğum banktan yine karşı perona bir süre boş boş baktım. Bu kez acelem yok; tembellik konusunda daha rahatım. Çünkü elimdeki roman çoktan bitti. Şu sıralar edebiyat-sanat dergilerini taramakla meşgulüm. Yanımda ise sadece gazete var.
“Bu kadar tembellik yeter” dedim; gazeteyi çantamdan çıkardım ve okumaya
başladım. Gözüm iç sayfalardaki haberlerden birine takıldı:
“Komşusunun oğluyla konuşan Jiyan adlı genç kız ailesi tarafından töre
cinayetine kurban gitti...” Şu sıralar, gazete ve televizyonlarda benzer
haberlerden geçilmiyor olmasına rağmen, ilk kez karşılaşmış gibi ürperdim.
Gazeteyi katlayıp çantama yerleştirdim. Haberin etkisi olsa gerek, bu konu bir
süre kafamda dönüp durdu.
Tren perona girince ayağa kalktım.
Ürkek bakışlarıyla, küçük sevimli Jiyan aklıma geldi. Trene bindim…
ÖZÜR VE DÜZELTME:
İsmail Biçer’in geçen sayıda yayımlanan Jiyan adlı öyküsü yanlışlıkla
eksik basılmıştır. Yazarımız ve okurlarımızdan özür dileriz.
TÜRK-ERMENİ AŞKININ ROMANI:”KARİN” (*)
Hasan AKARSU
Yazar Burhan Garip Şavlı 1927 Muş
doğumlu olup bir süre Muş milletvekilliği yapar. Şiirleri ve öyküleriyle
tanınır. Deli Zala romanından sonra yayımlanan Karin adlı romanında yazar, Türk
genci Kenan ile Ermeni kızı Karin’in (Züleyha) sevilerini anlatırken
Ermeniler’in zorunlu göçünü, Türkler’in kıyımlarını da yansıtır. Ermeniler’in
Ruslar’la birlik olup Türkler’i kırmaları, Ermeni olan Cezayir amcanın Müslüman
olarak bu topraklarda kalışının öyküsü iç burkucudur. Onun için yazar, “1915,
1915’te kalmalı” anlayışıyla yaklaşıp “Yunmuş, arınmış, güneşe durmuş”
kardeşliği savunur.
Romanda anlatıcı olan Kenan’ın dedesi
şehittir Doğu’da. Küçük yaşta babasını yitirir ve ailesi Hunan Köyü’nden Muş’a
taşınır. Muş’ta komşuları Ermeni aileler vardır. Cezayir amca ile karısı Maral
teyze ve kızları Karin unutulmaz komşulardır. Karin’le okul arkadaşıdır Kenan
ve çocukluğunun geçtiği yerleri, büyüklerden duyduğu olayları anlatır. Çarçayı,
Dere Mahallesi, Kasap Temür, Reben İsmail, Kamil amcaların bağında altın arama
çabaları, Kuyumcu Hacı’nın fal bakıp yönlendirmeleri, altın arayışının boş
çıkması vb başarıyla anlatılır. Kente pazara gelen Emin amcasıyla at üstünde
köye gidişlerini unutamaz. Köyü çok güzel betimler:”Köyün önünde ırmağı
geçer, evin kapısına varırdık. Anneannem, dayılarım, teyzelerim bizi karşılardı.
Derken, büyükbaş hayvanlar, atlar dönerdi akşamla…Toprak koniler yükselirdi ev
diye. Toprak konilerin tepesinden, yuvarlak bacalar açılırdı gökyüzüne.
Tandırlar, ocaklar yandığı zaman tüterdi bacalar. Bir yerlere seslenmek
gerektiğinde, bu konilere çıkılırdı…” (s.17). Döne Ana, (annesinin
babaannesi, Hacı Ömer’in eşi) Rus işgalini, Ermeniler’in yaptıklarını anlatır
Kenan’a.
Karinler, orta ikiden sonra ailece
Ankara’ya göç ederler. Kenan, ortaokulu bitirip Diyarbakır lisesine gider. Üç
yıl okuduğu okulda çektiği sıkıntıları anlatır. İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır,
heryerde kıtlık vardır. Yollardan insan ölüleri toplanır. Kenan, şiire ilgi
duymaya başlar. Karin’den mektup alır. Ermeni olaylarını inceler. Enver
Paşa’nın 02 Mayıs 1915’te Talat Paşa’ya yazdığı yazıyla tehcir (zorunlu göç)
başlatılmıştır. Kenan, Karin’e olan aşkı karşısında bir süre bocalar. Okulu
bitirince Ankara’ya gideceğini, üniversite sınavlarına gireceğini belirtir
karşılık verdiği mektubunda. Okulu bitirip önce Muş’a gider, aile özlemini
giderir. Arkadaşı Selahattin’le dolaşırlar çevreyi. Hunan Köyü’nde kalır bir
gece. Yaygın beldesindeki Ermeni manastırını gezerler.
Kenan Ankara’da, Gençlik Parkı’nda
Karin’le buluşur, aradan beş yıl geçmiştir, Karin alımlı bir kız olmuştur.
Evlerine de giderler, Maral teyzeye, Cezayir amcaya Muş’u anlatıp özlemlerini
gidermeye çalışır. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazanır, okula başlar, öykü ve
şiir yazmayla ilgilenir. Ünlü ozanları, Cahit Sıtkı’yı tanır. Behçet Kemal
Çağlar’ın evine konuk olur. Karin de Gazi Eğitim’in İngilizce bölümüne girer.
26 Eylül 1948’de Dil Bayramı kutlamalarına katılırlar Halkevi’nde. Kenan,
şiirini okur, beğenilir. İstanbul Pastanesi’nde Orhan Veli’yi tanır, dinler.
Serbest şiire yönelir, Nazım’ın şiirlerini ezberler. Karin’in ailesiyle
ilgilenir, onları Ayaş yakınlarında pikniğe götürür. Üç yıl sonra Muş’a gidip
ailesiyle görüşür. Kardeşi Suna orta ikidedir, resim yapmaya ilgi duyar. Sinan
lise ikidedir. Cezayir amca için gezer Muş’u, Ankara’ya dönünce anlatır her
şeyi. Demirkıratlar iktidardadır. Fakültenin son yılında olaylar başlar. Şiir
kitabı yayımlanır. Anıtkabir’in yapımında öğrencilerle birlikte çalışırlar.
Okulu bitirip Ankara’da göreve başlar Kenan ve Karin’le nişanlanır. Yedek subay
olarak askere gider. İzmir Gaziemir’de ulaştırma bölümünden sonra İstanbul ve
Erzurum’a gönderilir. Erzurum-Uzunahmetler’de, Ermeniler’in Türk kıyımı
anlatılırken etkilenir olaylardan. Karlı kışta, zorlu geçer askerliği. Bir
buçuk yıl sonra 1954’te terhis olup Ankara’ya döner. İçişleri Bakanlığı’nda bir
göreve atanır. Karin de okulu bitirince evlenirler. O da bir ortaokulda
öğretmenliğe başlar. Kenan, Siyasal’a asistan olarak girer. Evlenirler, bir
kızları olur, adını sevil koyarlar. Sevil dört yaşına gelince ailece Muş’a gidip
özlem giderirler. Cezayir amca, Maral teyze yaşadığı yerlerde gezerler. Sağ-sol
kavgaları yayılır heryere. Sefer Balaban Hoca dövülür. İzlenmektedirler. Kenan,
karaciğer rahatsızlığıyla hastanede yatar bir süre. Bir sabah evlerini polis
basar, Kenan’ı emniyete götürüp şiirlerini, solculuğunu sorgulayıp bırakırlar.
Bu olaylı günlerin sonunda 1960 İhtilali’nin geleceği sezdirilmektedir.
Yazar Burhan Garip Şavlı, Karin adlı
anı romanında, 1940’lı yıllardan 1960’a değin geçen sürede yaşananlara tanıklık
etmekte, Ermeni zorunlu göçünü, Ermeni ve Türk kıyımlarını irdelerken yaşanan
acıları ve bir Türk genciyle, bir Ermeni kızın aşkını başarıyla anlatmaktadır.
(*) Karin-
Burhan Garip Şavlı, Anı roman, Payda Yayıncılık, Ankara, 1. Baskı, Ocak 2013, 104
s.
KELEBEKLER
DE KARIŞTI ŞİİRLERİME
ABDÜLKADİR
BULUT
Kuşlardan
sonra
Kelebekler de
karıştı şiirlerime
Sonra
havalanıp gittiler bir bir
Kalmadı artık
içimi dökeceğim
Taş tutuyorum
artık her gün
Önüme çıkan ne
varsa şu dünyada
Yağmurda yola
çıkan atlıları
Suları ve
şimdi benim için
Bir göçebe
olan rüzgârları
CEZAEVLERİ
OLGUNLAŞTIRIR MI?
Mehmet
BABACAN
Büyük şair ve dava adamı Nazım Hikmet, 111. doğum yılı nedeniyle anıldı.
Daha doğrusu doğumu kutlandı.
Ancak, bu arada dile getirilen, özetle “ Hapishane hayatı Nazım’ı
olgunlaştırdı” yargısı, düşündürdü beni:
Dedim ki, Türkçenin en büyük şairi
ve Sosyalizm düşüncesi içinde, emeğin ve emekçinin yılmaz savunucularından biri
olan Nazım Hikmet, göğüs kabartıcı biçimde anılırken; bu öngörü neyin nesiydi?
Nazım’ı, cezaevleri mi böyle Nazım
yapmıştı?
Bu görüşe yandaş olanlara kızmıyorum, kınamıyorum. Özgürlüğüdür onların.
Onlara bir şey kanıtlamak zorunda
da değilim, vallahi değilim.
Ben, bu yaklaşıma karşıyım
arkadaş. Bu da benim özgürlüğüm.
Bu yazıyla ne mi yapmak istiyorum?
Niye karşı olduğumun, kendimle
muhasebesini yapmak istiyorum, anlatabildim mi?
O anlamda düşünüyorum; Nazım adlı
o harika insan, doğuştan getirdiği şairlik yeteneğini, daha da geliştirmek için
mi toplumcu mücadeleyi seçti; yoksa Sosyalist Devrim mücadelesinde, halkın
Devrimci dinamizmine katkı getirebilmek için mi sanatını kullandı?
Yüreğindeki şiir sevgisinin ötesinde, edebiyat kaygısıyla şiir yazmaya
çalıştığının bir tanığı varsa gelsin.
Ama Sosyalist Devrim
mücadelesinde, inancını ve bu inancın gerektirdiği mücadelenin önemini halkına
ve dünya halkların kavratmak için, her zulmü göğüslediğine, her yeteneğini
kullandığına, yüzlerce olay tanıktır. Hapishane yaşamı da bunların bir bölümü.
Şimdiye değin, hapishane yaşamının okul görevi gördüğünü söyleyen oldu mu
bilmiyorum?
Bildiğim bir şey varsa: yaşamın
ana ekseni özgürlüktür. Özgürlüğün her kısıtlandığı yerde, yaşamın gelişim
süreci dumura uğramakla karşı karşıya kalmıştır. Bu dumura uğrayış, iç dünyanın
zenginleşmesi gibi algılansa da, metafizik anlayışa gömülmekten başka bir şey
değildir. O yaklaşıma bağlanan insanın özverisi olmadığına; onların tüm iyilik
çabalarının, Cennete ulaşmayı sağlayacak puanı kazanmak için olduğuna
inanıyorum ben. “ Her koyun kendi bacağından asılır” lafını, o yüzden yineleyip
dururlar.
Nazım ve onun gibiler, yaşanmamış
yılların açlığıyla nasıl kıvrandılar, kim biliyor?
Gerçeklik o ki, uzun yıllar
cezaevlerinde kalmış olanlar, olgunlaşıp, gelişmek şöyle dursun, tükenmekle
karşı karşıya kalmışlardır hep. Oradan diri çıkabilmeleri, bir mucize olmuştur.
Bana göre, o koşullarda diri
kalabilmeyi ve en az kayıpla çıkabilmeyi, Sosyalizm davasına olan inancına
borçludur Nazım. “ Sosyalizmin bir ütopya olmadığını” dilinden düşürmeyişi de,
o yüzden olmalı.
Demem o ki, devrimcilerin, içeride bir nokta kadar bile, olgunlaşıp,
gelişeceklerine inansaydı burjuvazi, onları asla içeri almazdı.
Oysa hem tüketip saf dışı bırakmak; hem de gözdağı olarak kullanmak, bir
taşla iki kuş vurmaktır burjuvazi için…
Tarikat anlayışındaki “ çilehane”ler mi anımsanıyor yoksa?
Cezaevleri, Nazım’ı böylesine
olgunlaştırdıysa, onu içeri tıkanlara, işkence edenlere, çile çektirenlere
teşekkür mü borçluyuz?
Hatta niye sıraya girmiyoruz,
cezaevine girmek için? Şu halimize bakın. Bu kadar hamlık yakışır mı bize?
M.
Demirel BABACANOĞLU
Dünün öykücülüğü, destanlara, söylencelere, masallara dayanıyordu. Sözlü
yazın/sanat bu damardan besleniyordu. Türkmen ‘goca’ları, köy odalarında, ocak
başlarında aktarıyorlardı bu öyküleri. Onlar ‘hekaye’ diyordu öykülere.. Bir
anlatmada, dinleyenlerin belleğinde kalıyordu. Buna karşın, dinleyici defalarca
dinlese de bu öyküleri, dinlemekten bıkmıyordu. Yeni, taze, şimdi anlatılmış
gibi geliyordu onlara..
Ayşe teyzem de böyle bir öykücüydü. Çok doğal bir sesle hiçbir ayrıntıyı
kaçırmadan olduğu gibi anlatırdı. Onun dilinde “müstehcenlik” diye bir kavram
yoktu. Bu öyküler kasabaya, kente gelince “müstehcenlik” kavramı öne çıktı.
Müstehcenlik, kapitalist burjuvazinin uydurduğu bir kavram..
Yüzyılımıza gelince sözlü yazın geriledi. Yerini olay öykücülüğü aldı.
Sözgelimi; Ömer Seyfettin öykücülüğü bir örnektir. Yazar, başından geçenleri,
gördüğü, tanığı olduğu, gözlemlediği olayları anlatıyor/yazıyor. Ardından
denemesel öykücülüğe geçildi. İlgi gördü. Daha çok şair kökenli öykücüler bu
tür öyküler yazdılar. Öykülerinde şiirsel izler yer aldı. İmgelere,
eğretilemelere, tersinlemelere yer verildi. Söz gelimi Sait Faik öykücülüğü
böyle bir öykücülüktür.. 12 Eylül’den sonra öykünün rengi değişti. Soyut
öykücülüğe yönelindi. Bu öykülerin bir anlamı yok değildi. Ama, kapitalizm bu
tür öyküleri, öykücüleri istemiyor.. Anlamsız, bir okumalık öyküler olsun
istiyor. Sonra, “post/modern” öykücülüğe geçildi. Bu oluşum, bu sayrılık, bu
gerileyiş; yalnızca öykücülüğe değil, diğer sanat dallarına da bulaştı.
Denildi ki, öyküler halkın işine yaramasın, yararsa, halk uyanır, baş
kaldırır, hakkını aramaya başlar.. Öyleyse kimi yazarlar niçin halkın işine
yarar öyküler yazsın? “İşte sana para, post/modern’ öykü, yaz gitsin!” İşi, aşı
olmayan ses çıkarmasın; bizim yazdığımız yazgıya boyun eğsin, köle olsun!..
dediler. Peki, sanat oluyor mu bu tür öyküler, yazılar? Olmuyor. İşte düzen..
Bu düzen üzre gidiyor bizim öykücülük..
Size sözlü yazından bir örnek öykü anlatayım:
Zamanın birinde, çevreyi çok tanımayan, bilmeyen bir adam bir köye
gidiyormuş. Yolu köyün mezarlığından geçiyormuş. Mezar taşlarındaki yazıları
görmüş, okumuş. “Bir yaşında öldü, üç yaşında öldü, beş yaşında öldü, on
yaşında öldü, on beş yaşında öldü..” yazıyormuş.Adam şaşmış kalmış; oraya
bakmış, buraya bakmış, daha büyük yaşta ölen yok.. Köye varmış. Köy odasına
konuk olmuş.. Orada bulunanlar bakmış, ak sakallı, ak saçlı yaşlılarmış. İyice
şaşmış bu kez bu işe. Sormuş:
Bakıyorum size büyük yaşta, koca yaşta insanlarsınız.. Mezar taşlarınızda
yazılı olanlar nedir? Bir yaşta, üç yaşta, beş yaşta, on yaşta, on beş yaşta
öldü yazıyor; sizin köyde hep böyle çocuk yaşta mı ölüyor insanlar?
Köylüler gülümsemişler. Demişler ki; mezar taşlarına kazınmış ölüm
yaşları dünyada kalma yaşı değil, dünyada önemli, yararlı iş yapma yaşıdır..
Haaa demiş adam, bunu hiç düşünmemiştim..
Önemli olan bu değil mi?
İnsan ne denli yaşarsa yaşasın, yaşadığı yıllardan yararlı, önemli bir iz
bırakmalı..
YAZMAK
YARATMAKTIR OSMAN ŞAHİN’DE
M.
Şehmus GÜZEL
Bu yapıtını diğerleri izledi:
Kıraleli, Acenta Mirza, Ağız İçinde Dil Gibi (1980 Nevzat üstün Öykü ödülü’nü
aldı), Acı Duman, Kolları Bağlı Doğan, Ay Bazen Mavidir, Başaklar Gece Doğar
(Yazarın ilk romanı) … Ve bunları diğerleri izledi, izliyor, izleyecek.
Osman Şahin’in bir özelliği de
sinemaya en çok uyarlanan yazarımız olmasıdır. Birçok öyküsü senaryolaştırıldı,
filme alındı. Sinemayla bu git-gel ve gel-git serüveni/süreçi içinde bizzat
kendisi de özgün film öyküleri yazmaya başladı: Kurbağalar, Derman, Kum, Firar,
İpekçe bu konuda en çok bilinen örneklerdir. Bu işi de sürdürdü, sürdürüyor.
Yaşamını artık bir yandan
yayınevleri, öte yandan film çekimleriyle paylaşmak zorundaydı. Günümüzde de bu
paylaşımını sürdürüyor.
Osman Şahin giderek adından en çok
söz edilen öykü ve özgün film öyküsü yazarımız oldu.
Şahin yaşadıklarını, duyduklarını, dinlediklerini, kendisine
anlatılanları, Yörüklerin alışkanlıklarını, hayat tarzlarını, deyişlerini,
ağıtlarını, türkülerini, bizzat tanık olduklarını, gördüklerini kaleme alan ve
onları okuyucularıyla paylaşmak isteyen bir yazar.
Yazdıklarında özgeçmişinden derin
izler bulmak olası. Çocukluğundan günümüze yaşamını öykülerinden izlemek bile
mümkün.
Yapıtlarında Toroslar, Çukurova,
Antik Kilikya yani ve bunun son derece önemi var, yani o koskocaman Adana
ovası, Mersin ve öğretmen olmak için eğitimini tamamladığı Dicle Köy
Enstitüsü’nün bulunduğu Ergani (benim de doğduğum, büyüdüğüm şirin kasabam) ve
“ıssız istasyonu”, öğretmenlik yaptığı Şanlıurfa’nın ünlü Siverek ilçesine
bağlı Kalemli köyünde dinledikleri, yaşadıkları, köylülerin, yoksul ve kimi
zaman ezik Kürt köylülerinin yaşam ve çalışma koşulları üstüne dünya kadar
bilgi, öğe, veri sunuyor. Tarihten, tarih öncesinden ve günümüzden. Olağanüstü
bir zenginliktir bu. Anlattığı insanlar, destanları ve efsaneleriyle yaşayanlar
kuşağındandır. Ayakları, vücutları yanı özetle fiziki olarak belki
“burdadırlar” ama akıl ve fikirleri “burada” olmayabilir. Akıl ve fikirleri
işte Şahin’in de zaman zaman aktardığı o derin destanlarıyla efsaneleriyle alış
veriştedir çoğu zaman. Belki her zaman. Bu tür insanları iç konuşmaları ve dış
konuşmalarıyla anlatmak ta kolay değildir. Maharet ister. İşte Osman Şahin de
bu yetenek, bu maharet olduğu için onu diğerlerinden ayırtedebiliyoruz.
Anlattığı insanlar çoğu kez dinlerin, mezheplerin veya Torosların işte o
bildiğiniz aşılmaz duvarların arkasında veya içindedirler, bir hayat boyunca bu
duvarları aşıp bir kente, bir kasabaya gitmeye veya “inmeye” bile gerek
görmeyenleri vardır “kahramanlarının”. Onlar gerçek yaşamlarında da öyledirler.
Osman Şahin, Yaşar Kemal gibi,
“köylülerinin” bilerek veya bilmeyerek, bilinçli ya da bilinçsiz, belki
bilinçaltı ve bilinçüstüyle, rüyalarıyla ve ölüleriyle, ölülerinden akıl ve
fikirlerinde sakladıklarıyla, ölülerinden kendilerine ve kendilerinde, en derin
“içlerinde”, kalanlarla yaşadıklarını sergiliyor, sunuyor, gözlerimizin önüne
seriyor.
Evet bu köylüler öyle sıradan
köylüler değildir: Rüyaları ve ölüleriyle yaşayanlardandırlar. Peki. Bu yaşam
tarzı ve davranış biçimleriyle, dilleri ve ağız içindeki dilleriyle ve onun
kullanılışı, sesi ve sözüyle, bu insanların her biri bir “kahraman” mıdır?
Evet. Yazılınca kesinlikle. Hele Osman Şahin tarafından yazılınca. İşte yazma
sanatının mucizelerinden biri de budur.
Osman Şahin kendisinden önceki
birçok usta gibi, ve en başta Yaşar Kemal gibi, dinleyen ve yazandır. Önce
dinleyen, sonra bu sözlü tarih unsurlarını, destanları, ağıtları, efsaneleri,
anlatıları, kendince yeniden “okuyan” ve yazandır.
Osman Şahin’in yazdıklarını,
kendisine anlatılanların, anlatılmış olanların yeni tür bir “okunması”
biçiminde değerlendirmek de mümkündür. Bu nedenle yapıtlarını irdelemeye
çabalayan ve yıllar önceki Fransızca makalede Fransızcada o yıllarda yeni
üretilmiş olan bir terim bu yorumlamaya tam da uyuyordu : “orature”. “orale”
(sözlü) ile “lecture” (okuma) sözcüklerinin harmanlanmasından, birincinin ilk
üç, ikincinin son üç harflerinin derlenmesinden, oluşan terimin aynı zamanda
“anlatmak” eylemini de içermesi, çağrıştırması amaçlanıyordu. Enazından bu
terimi yaratanların amaçlarından biri de buydu : “Orature” nam kişi, yazar,
usta, anlatmak eylemini de üstlenen sözlü okuma işini yapan/yazan olmalı(ydı).
Osman Şahin’in birçok öyküsünde yaptığı eylemin ta kendisi yani. Anlatılanların,
anlatılan kişilerin yaşam koşullarının ve aynı zamanda “iç yolculuk”larının
aktarılması, yazılması, açıklanması, dışarıya, okuyucuya sunulması eylemi.
Sözlü ve hemen sonra yazılı olan (ama ille yazılı olması da şart olmayan)
“şey”, öykü, anlatı böylece aynı anda bir eyleme de dönüşüyor. Birlikte
yaratılıyor sunulan.
Daha vurucu olan şudur: Anlatılan
ve/veya anlatan bir insanoğlu olabilir. Bu pek şaşırtıcı değil. Ama anlatılan
ve/veya anlatan bir bitki, bir ağaç, bir hayvan, bir kuş, bir kartal, bir
güvercin, bir şahin, bir dağ, bir nehir, bir su, bir çiçek, bir kurt, bir
köpek, bir kuzu, bir patika, bir yol, bir karınca, bir örümcek, yeryüzü,
yeraltı… da olabilir. Evet evet işte çarpıcı olan budur: Toroslar’ın, Fırat’ın
sesini duymak ve bu sesi okuyucularına iletmek de az şey değildir hani. Osman
Şahin bu işi onlar adına yapıyor yapıtlarında.
Osman Şahin’in köylüleri
vücutla-canla ruh, canlıyla cansız arasında ayrım yapmazlar: İnsanoğlu,
bitkiler, ağaçlar, hayvanlar hepsi canlıdır ve yaşıyor. Hepsinin bir ritmi, bir
hareketliliği var. Gökyüzü ve yıldızlar, güneş ve ay “yatıyor”, “kalkıyor”,
“doğuyor”, “batıyor”, büyüyor, güçlü kuvvetli anlar zamanlar yaşıyor, zamanı
gelince ise pılını pırtını toplayıp onlar da ölüyorlar. Kaya, taş, araç ve gereç
gibi şeylerin de bir ruhu var, onlar da kendilerini yaşatan ve hareket ettiren
bir varlığa sahiptir.
Osman Şahin aynı zamanda
Toroslar’da öteden beri yaşayan Yörükler’deki şaman alışkanlıklarına, izlerine
ve artıklarına öykülerinde değiniyor. Birçok araştırmacı, halkbilimcisi, bilim
kadın ve adamı Anadolu köylerinde Orta Asya Türklerinin şaman inanışlarının
izlerini daha önceki araştırmalarında göstermişlerdi. Osman Şahin kendi
yöresinin, kadim Toroslar’ın, bağrında yaşatılanlardan örnekler veriyor.
Son derece orijinal, coşkulu,
çağlayan, bağırbağırbağıran, yeri gelince koşan, terleyen, ölüme yatmak
isteyen, kendine özgü ve epey şaşırtıcı bir yazım tarzına sahip Osman Şahin’in
yazmak ve yaratmak işine başlamasının ilk adımlarını aramak istersek yazarın bu
konuda söylediklerine kulak kabartmamız gerekiyor:
“Siverek’in Kalemli köyünde ve Fırat yöresinde tanık olduğum, yaşadığım
olaylardır asıl beni yazarlığa, yazmaya iten. Anlattıklarıma kimse inanmıyordu.
Bari yazayım dedim. Kalemli köyü Fırat nehrine çok yakındı. Mayıs ayında taşan
Fırat nehrinden odun çıkaranlar, Zengüçür çayında telp adı verilen tuzakla
geceleri balık tutanlar, kavgalar, hırslar, sevinçler, toprağı, ağayı, ‘reşim’i
[dikkat resim değil. MŞG] yani harmanlara vurulan ağa mühürünü, ağalık kurumunu,
aşiretlerin içyüzünü, yarıcıları, emeğinden başka hiçbir şeyi olmayan
marabaları, yakından tanıdım. Onlarla birlikte doğumlarında bulundum, ölülerine
ağladım. Fırat sellerinin kenarına vurduğu ölülerin tutanağını tuttum.
Unutulmaz olaylar yaşadım. Notlar aldım. İncelemeler yaptım. Sırası gelmişken
söyleyeyim: Dünyanın en güzel insanlarıdır onlar. Onların önüne her zaman
yüreğimi çıkarır da korum. Öylesine müthiş güzel insanlardır onlar. Yıllar
sonra öyküleştirmeye çalıştığım insanlar işte o insanlardır. O insanların ağır
dinsel korkulara, muskalara sürgün edilen umutları, içlerindeki yaradan sızan
kanı, kısa, yalın sözcüklerle yazmaya çalıştım.
Fırat insanı, içgüdüleriyle,
yaşamlarını kaplayan rezilliğe karşı çıkarken, dış görünümleriyle aynı düzene saygılılarmış
gibi sürekli bir ikilemi yaşarlar. Çelişkilerle yüklü karşıtlıkların
insanlarıdırlar. Fırat’ın öksüzleri, Güneydoğu tarımının Siyah köleleridir
onlar. Kırışıklıklarla dolu yüzleri, binlerce yıllık Sümer tabletlerini
andırır. Korku ve baskı yüzünden yaşama olan isteklerini asla dillerine
vuramazlar. Duygularının adını anmaktan bile çekinirler. Topraksızlıklarının
bir yazgı olduğunu ve bu yazgının hiç değişmeyeceğine inanırlar. Ağaları
sırtlarını okşayınca : ‘Ağam bana, kapımdaki köpek demiş!’ diyerek çocuk gibi
sevinirler. Bu ve buna benzeyen birçok gerçeği, o günlerde öğretmenlik
günlerimde, yanımda taşıdığım defterime gizlice yazardım.
Beni yazmaya iten bir başka neden
de, küçükten beri yaşamımın her anına sinmiş olan yoksulluğumun iç dünyam üzerinde
bıraktığı izler olmuştur. Köy kökenli oluşumun zamanla hor görülmesi ve buna
karşı duyduğum öfke olmuştur. Bu duyguların ayırdına daha çok kentlerde
vardığımı söylemeliyim. ‘Bu adam köylüdür. Kültürü de köylüdür’ gibisinden
alaylarla çok karşılaştım. İnsanlara tepeden bakan böylesi tuzak anlayışların,
Beyaz Adamın Siyah Adama ‘bakışından’, yani Avrupa-Amerikancı ‘Ben Merkezci’
yaklaşımdan kaynaklandığını biliyorum. İnsan insana, kültür ve gelir düzeyi ne
olursa olsun, yandan, üstten bakmamalı. Günümüzde övünülecek, örnek alınacak
insan, çağımızın ünlü insan-bilimcilerinden rahmetli Claude Levi-Strauss’dur,
ve örnek alınacak anlayış da yine onun kültürleri ve yaşam biçimleri ne olursa
olsun hiç kimseyi hor görmeyen, herkesin uygarlığına, yaşam tarzına saygı
gösteren, sayan ve seven anlayışıdır.”
Bu başlanğıçtır: Yazar olacak kişiyi yazmaya iten, yazmaya teşvik eden.
Peki sonrası nasıl gelişti? İşte yazarımızın yanıtı:
“Yazmaya ilkin inceleme ve makale türünde başladım. Malatya’da yerel
gazete ve dergilerde mesleki sorunlar içeren yazılar yayınladım. Ankara’da
yayınlanmakta olan Türkiye Bedeneğitimi Öğretmenleri’nin (Derneği’nin?)
çıkardığı Bedeneğitimi Dergisi’nde sürekli yazılar yayınladım. Ama bütün bunlar
kuru birer hevesten öteye geçmedi. Öykü yazmaya asıl 1960’ların ikinci
yarısında başladım. Aslında ilkin bir roman yazmak istedim. Köy enstitülü
yazarlar gibi köyü değil de, bir köylü gözüyle kenti yazmak istiyordum. Ama
üstesinden gelemedim. Roman yazmak uzun soluk istiyordu. Yazmanın yokuşlarını o
ilk denememde gördüm, bizzat yaşadım. Sonra kısa öykü yazmaya yöneldim. Oysa
kısa öykü yazmanın roman yazmaktan da zor olduğunu yıllar sonra anlayacaktım.
İlk öykümü Kırmızı Yel adıyla 1968 yılında yazıp bitirdim …”
Yazarlık alanında ilk adımını böyle attı Osman Şahin. İlk zorlukları da
böyle aştı.
Kırmızı Yel öyküsünün de yer aldığı ilk öyküleri, 1971’de, aynı isimle
kitap biçiminde okuyuculara sunuldu: “Kırmızı Yel’deki öykülerde aşırı bir
yoksulluk, saflık, dinsel baskı ve topraksızlık görülür. O dönemde Güneydoğu’da
yeterli fabrika, işletme yoktu. Tek üretim aracı topraktı, o da büyük aşiret
ağalarının elindeydi. Bu durum ora köylülerinin her yıl biraz daha köleliğe
itilmeleri demekti. En çok ta kadınların ezilmeleri demekti. Adları sanları
bilinmeyen, sesleri solukları duyulmayan, değil okuma yazma, yeterince Türkçe
bilmeyen, kentten gelen kadına, erkeğe ‘komutanım’ diye hitap eden, o
insanların yaşamlarına vuran şaşkınlık, kendi iç dünyalarında hiç eksilmeyen
kederli bir türküye dönüşmüş gibiydi. Bu gizli sesin dilini Kırmızı Yel’deki
öykülerimde biraz olsun yakaladığımı sanıyorum.”
Kırmızı Yel 1970’de TRT Öykü Büyük ödülü’nü aldıktan sonra hem öykünün
hem yazarının önü açıldı. Kırmızı Yel daha başından itibaren çok yoğun bir ilgi
gördü. Osman Şahin o günleri anımsıyor:
“Umduğumun ötesinde bir ilgiyle karşılaştım. ‘Edebiyatımızda taze kanlar’
başlığıyla gazete ve dergilerde boy boy fotoğraflarım yayınlandı. Öyküm
Cumhuriyet gazetesinin kültür-sanat ekinde yayınlandı. Doğan Hızlan, Adnan
Özyalçıner, Rauf Mutluay benimle söyleşi yaptılar. Edebiyat dünyamızın ortasına
paraşetle inmişim gibi duygular yaşadım. Kırmızı Yel kitabım için Hasan
İzzettin Dinamo, Ömer Faruk Toprak, Tahir Alangu, Mehmet Seyda, Ahmet köksal,
Tomris Uyar, Selim İleri ve Mehmet Ergün ve daha birçok yazar, şair ve gazeteci
yazılar yazdılar, görüşlerini açıkladılar, olumlu olumsuz, haklı eleştirilerde
bulundular.”
Sonrasını biliyoruz.
Bitirirken şunları da eklemek
lazım mutlaka: Osman Şahin’in öyküleri Almanca, Sırpça, Lehçe, İtalyanca, Macarca,
Fransızca başta birçok dile çevrildi. Kırmızı Yel 1984’te Den Röde Vinden
ismiyle İsveççeye çevrildi. İsveç’te medya, basın ve edebiyat dergileri,
yapıtın yayınlanmasına çok büyük bir ilgi gösterdi, son derece olumlu yankılara
yer verdi, bunun sonucunda o günlerde yirmi kadar tanıtım yazısı yayınlandı.
Yabancı ülke radyolarında Osman Şahin ve eserleri üzerine özel programlar
yapıldı, basın yayın organlarında övgü dolu makaleler yayınlandı. Evet
Toroslar’ın çocuğunun ismi böylece ülkesinin sınırlarını aştı ve birçok Avrupa
ülkesinde yankılanır oldu. O artık yurtiçinde ve yurtdışında tanınan bir
yazardır.
Onu kendi ülkesinin okuyucularına,
kadın, erkek ve çocuklarına biraz daha tanıtabilmek arzusuyla bir kitap yazmam
son derece doğaldı. Hatta bir tür görev. Aralık 1983’te Acı Duman’ı okur okumaz
vurulduğum bu yazı tarzına tiryakiliği sizlere de aşılamam gerekiyordu çünkü.
Umarım siz de denersiniz. Birkaç gün önce Kaynak Yayınları’nın “İz Bırakanlar”
dizisinin beşinci kitabı olarak meraklılarına sunulan Öykücülüğümüzün Toros
Zirvesi Osman Şahin kitabı bu konuda yol açıcı olursa amacına ulaşmış
olacaktır.
HAYVAN SEVGİSİ
Cevdet KAYALAR
Aydıncık’ta
güzel bir ilkbahar sabahı kumruların ötüşleri, serçelerin cıvıltısı ile gün
başlamış, güneş çoktan Yörük Tepesi’ni aşmış, sarı bukleli, ay yüzlü kızın
odasının camından girmiş, kızın pembe yanaklarından öperek uyandırmıştı.
Kız heyecanla yatağından fırladı.
Oysa sabah uykusundan, sıcak yatağından çıkmadan çok sevdiği kediler gibi
gerinerek, mırıldanarak babasının öpmeleriyle ve annesinin; "Haydi haydi
çabuk işe geç kalıyorum senin bu miskinliğin yüzünden" serzenişleri ile
uyanmaya alışıktı. Bu gün günlerden perşembeydi. Öğretmenin çok önemli bir işi olduğu için bu
gün gelmeyecekti; o da her öğrenci gibi çok sevinmişti bu günün tatil oluşuna.
Akşamdan babasına durumu anlatmış derslerini bitirme koşuluyla yarın babasının
yapacağı köy gezisine katılma iznini almıştı. İşte bu yüzdendir yataktan
fırlayışı. Köye gidecek orada daha de önce yaptığı gibi kuzuları oğlakları
kucaklayacak onlara isimler takacaktı. Hatta şansı varsa köpek yavrularını
görecek onları da kucaklayıp isimler takacaktı. Çok seviyordu hayvanları,
büyüyünce veteriner olmak istemesi bundandı. Böceklerden tiksiniyordu ama
olsundu büyüyünce onlara da alışacaktı. Bir koşuda babasının yanına gitti.
Babası hâlâ uyuyordu, olamazdı böyle önemli bir günde hâlâ nasıl uyuyabilirdi?
Kuzular oğlaklar otlamak için dağa gidecekler onları göremeyecekti. Babasının
ona yaptığı gibi onu öpücüklere boğarak;
"kal artık sabah oldu
her taraf sesle
doldu"
Şarkısını da
söyleyerek onu uyandırmaya çalıştı. "Baba! Baba! Haydi, geç kalıyoruz
kuzular oğlaklar hep dağa gidecek göremeyeceğiz "diye yalvarıyordu. Sanki
babasının da tek derdi kuzular ve oğlaklarmış gibi. Sanki kızının neşesi ve
enerjisi ona geçmişti. Hiç yapmadığı gibi yataktan fırladı.
Annesi her zamanki gibi herkes
uyurken erkenden kalkmış kızı ve sevgili eşi için sevdikleri yiyeceklerden
oluşan kahvaltı masasın hazırlamış tam onlara seslenecekti ki eşi ve kızı
mutfakta bitiverdiler."Günaydın anneciğim diyerek kahvaltı masasına
yöneldi küçük kız. Anne de bu alışılmadık durum karşısında şaşırmıştı.
Kahvaltıyı hazırladıktan sonra ez az on defa seslenirdi küçük kızın kahvaltı
masasına oturması için. O da istiyordu kızının her gün böyle onu yormadan
kahvaltı masasına oturarak mükellef bir kahvaltı yapmasını. O bir ev
ekonomistiydi çocukların gelişimi için kahvaltının önemini çok iyi biliyordu.
Her günkü kavgası buydu aslında. Günaydın hayatım diyerek masadaki yerini aldı
eşi de. Anne çayları doldururken; "Kızımla bugün köye gideceğim" diye
başladı söze Dr. Cevat. "Bakalım bugün köyde neler yapacak neler
görecek." Kahvaltısını neredeyse yarılamış olan Egemen, "Evet anne
kuzuları oğlakları göreceğim hatta köpek yavruları da varmış. Annesi izin
verirse onları da seveceğim" diye atıldı. Annelik içgüdüsüyle itiraz etti
annesi. "Asla köpeğe yaklaşma, dalar seni bir sürü de aşı olmak zorunda
kalırsın." "Merak etme sen " diye araya girdi Doktor Cevat.
Kahvaltı biter bitmez hiç hızlı olmadığı kadar hızlı bir şekilde evden çıkarak,
babasının arabasına bindi ve babasını beklemeye başladı. Babası gelir gelmez
Aile Sağlığı Merkezine doğru yola çıktılar. Orada onu bir sürpriz bekliyordu...
En sevdiği arkadaşı Zeynep.
Zeynep'i görünce sevindi. Her ikisi
de birbirlerine doğru koşarak sarıldılar. Sanki çok eski iki dost yıllar sonra
kavuşmuş gibiydiler.
O uyuduktan sonra babası kızına bir
sürpriz yapmaya karar vererek, beraber çalıştığı hemşire hanımı aramış, kızıyla
aynı sınıfta okuyan ve kızının en samimi arkadaşı olan Zeynep'i de yarın
isterse köy gezisine getirmesini, geziye Egemen’inde katılacağını haber
vermişti. O da evde yalnız kalacağından endişe duyduğu kızını yanında götürerek
endişe duymayacaktı, kızı için de bir değişiklik olacaktı.
Hazırlıklar tamamlandı ve köy
ziyareti için yola çıkıldı. İki küçük yaramazın içi içine sığmıyordu.
Hayallerinde canlandırdıkları tüm kuzuları, oğlakları kucaklayacak, onlara
isimler koyacaklardı. Lekesiz, bembeyaz bir kuzu varsa; adı tartışmasız Pamuk
olacaktı. Köpek yavruları hakkında karar verememişlerdi. Çok geçmeden siyah
araba Sele yokuşunun, yılan gibi kıvrım kıvrım yolunu tırmanarak yangın
istasyonunu solda bırakarak ilerledi. Dağ kokusu arabanın içine dolmuştu.
Doktor Cevat ve hemşiresi köyde
yapacaklarını planlarken afacanlar arkada kıkırdıyorlardı. Siyah araba köy yolu ayrımına gelmiş
mezarlığı sağda bırakarak köy yoluna girmişti. Doktor Cevat aniden frene
basarak arabayı durdurdu.
Arkada kıkırdayan yaramazlar sertçe öne doğru savrulmuş sesleri
kesilmişti. Araçtaki herkes bu ani frenin önlerine aniden bir şeyin çıkmış
olduğunun habercisi olduğunu anlamış tüm dikkatler yola çevrilmişti.
Siyah arabanın önünde siyah asfaltın
ortasında kırılmış kısa kalın küt bir pelit dalı gibi duran Akdeniz engereği
ile göz göze geldiler. Bir an kimse ne olduğunu anlamadı. Hemşire hanımın
çığlığı sessizliği bozdu."Neden öldürmüyorsunuz doktor bey" diye
seslendi. Doktor Cevat hâlâ göz gözeydi kış uykusundan yeni uyanmış, belki de
yılın ilk kahvaltısını arayan, nesli tehlikede olan, birçok özelliği ile bu
habitatın nadide bir parçası olan Akdeniz engereğiyle.
Gaza bir dokunsa üzerinden
geçiverecekti oysa neden durmuştu? Bunu anlayamıyordu hemşire hanım. Engerek de
başını kaldırmış bu siyah asfaltın koruyucusu gibi görünen bu siyah düşmanın
neden kendisine saldırmadığını anlamaya çalışıyordu. Bir süre sonra içgüdüsel
olarak geri döndü, son bir teşekkür babında bakışla geldiği yöne doğru hızla
gözden kayboldu. Hemşire hanım tekrarladı sorusunu; "Neden ezmediniz
yılanı?" Arkada gözleri fal taşı gibi açılmış pembe yanaklı sarı bukleli
kız atıldı. "Biz hayvan dostuyuz bize zarar vermeyen hayvanları boşuna
öldürmeyiz. Onun da bir canı var. Bu dünyada yaşamaya bizim kadar hakkı
var" değil mi baba.
Babası arabayı tekrar hareket ettirirken onu
onaylarcasına başını salladı. Ailesine aşıladığı hayvan sevgisi ve gereksiz
yere hiçbir canlının canının alınmaması dersini küçük kızı bu sınavda hakkıyla
vermişti. Kendisiyle gurur duyabilirdi.
Bu duygularla ulaşılacak hedef için
siyah arabanın gazına biraz daha bastı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder