18 Ocak 2013 Cuma

GERÇEMEK SAYI 36

 
GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ
 
ISSN: 1307–4881 İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN
Yıl: 6 Sayı: 36
Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni: Mustafa B.Yalçıner 05327220674 yalciner_mustafa@yahoo.fr Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hatice Canan Yalçıner yalciner_canan@yahoo.com.tr
Yönetim Yeri: Merkez mahallesi Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2 33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon: 05327220674 E-posta: gercemek@yahoo.com.tr
Yazı Kurulu: Mehmet Babacan F. Saadet Bilir Güngör Türkeli Songül Saydam
Basıldığı Yer: Evren Yay. AŞ Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km. Oğulbey/ANKARA (0312) 615 54 54
Baskı Tarihi: 03 Aralık 2012
Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır.
Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız. Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/ Aydıncık Şubesi TR930001001020307582605005
Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.
 
BOYACI SUMAĞI (Cotinus coggygria) Boyacı sumağı, 2m ile 3m kaday boylananbilen, yine bir o kadar da yayılma alanı gösterebilen, bol ışık alan yerlerde yetişen, sık dallı çalımsı bir bitkidir. Dalları kızıla çalar. Oval, parlak yeşil, tam kenarlı, geniş yapraklarını kışın döker. Mayıs sonlarında küçük ve sarıya çalan çiçek açar. Daha sonra bitki duman altında kalmış gibi bir izlenim bırakır. Maki alanlarında hemen dikkat çeker. Gövde ve dallarının özü kahverengimsidir. Kırıldığı zaman yapışkandır. Sepet yapımında kullanılır. Kök ve gövdesi eskiden boyacılıkta, yaprakları da deri eylemede kullanılırmış.
 EDİTÖRDEN
 
 
BİTKİ PEŞİNDE
ADAMOTU
 
Mustafa B. YALÇINER
 
Aydıncık’ta, güneşli bir şubat günü fotoğraf makinesi elimde, yeşil ile mavi arasında, Han Yıkığı’na doğru tarihin derinliklerine bir yolculuğa çıkmıştım. Yolun sağındaki ilk zeytin ağacının hizasına vardığımda, dibindeki bir bitki ve çiçekleri dikkatimi çekmişti. Yüzeyi pütürlü, sert, geniş, uzun, ucu sivri, kenarları kesik ve oval yaprakları, toprak hizasında yan yana dizilip, bir daire oluşturmuş ve beş yapraklı mor çiçekler açmıştı. İlk kez gördüğüm bu bitkinin hemen birkaç fotoğrafını çektim. Yanında bulunan ve henüz çiçeği olmayan bir başkasını da kökünden çekmeye çalıştım ama çıkmadı ve toprağa yakın bir yerden koptu. Bitki elimde çarşıya döndüm. Önüme gelene bu bitkiyi tanıyıp tanımadığını soruyordum. Ne yazık ki tanıyan çıkmadı. Bitki solmaya başlamıştı; umudumun da bir kuş olup uçmaya hazırlandığı bir sırada, bir kadın “Buna atalması derler. Nisan ortasında erik büyüklüğünde ve hoş kokulu sarı meyvesi olur. Bizim köyde bir çocuk meyvelerinden yemiş, sarhoş gibi davranmaya başlamış şimdi ise biraz safça” dedi. Çeşitli araştırmalardan sonra yöremizde “atalması” diye bilinen bu bitkinin bilimsel adının adamotu olduğunu öğrendim. Bir süre sonra bir bahçede rastladım adamotuna ve sahibine bitkiyi sordum. Bir anısını anlatıverdi bana: “Çocuktum. Oğlak güdüyordum. Eve dönerken atalması gördüm. Meyvesi çok hoş kokuyordu, ben de koparıp koparıp yedim. Bana bir şeyler olmuştu eve geldiğimde. Uykum var diyerek hemen yattım. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Sabah oldu. Anam bana, ‘Kız neydi akşamki o halin? Sabaha kadar sayıklayıp durdun’ dedi. Ne dedim ki dedim. ‘Tuz çuvalına yılan girdi, diye bağırıp durdun’ dedi.” Öğrendiğim bilgilere göre, başka kültürlerde adamotunun afrodizyak ve kısırlık giderici özelliklerinden başka, sahibine şans getireceğine yıllarca inanılmış. Ayrıca büyücüler adamotu kökünü hazine bulacak, geleceği okuyacak, güç, zafer vb kazandıracak canlı bir yaratığa dönüştürebildiklerini iddia etmişler. Bunun sonucu adamotu kökünün fiyatı da hızla yükselmiş. Adamotu tacirlerine gelince, onlar da başkaları bitkinin kökünü sökmesin diye çeşitli yollara başvurmuş: Bitkinin kendisini söken her canlıyı öldürme gücüne sahip olduğu, sökülürken çıkardığı çığlığının sökeni öldürebileceği söylenmiş. Kutsal günlerde, dini usullere göre ve bazı ilahiler eşliğinde sökülmesi gerektiği düşüncesi yayılmış. Yazılanlara göre, papazlar büyülü bir hançer ile adamotunun etrafına ortak merkezli üç çember çizip, dua ederken, bir genç kız da adamotunun başında ağlarmış. Bitkinin etrafındaki toprak kazılıp temizlenir, açığa çıkan köke uzun bir ip bağlanır, diğer ucu da bir hafta aç bırakılmış siyah bir köpeğin boynuna geçirildikten sonra, bir parça et köpeğe koklatılır ve hayvanın hemen ilerisine fırlatılırmış. Üç çemberi geçerek eti yemek için fırlayan köpek, kökü sökmeye çalışırmış. Bu sırada bitki kulakları sağır edecek bir çığlık atarmış. Papazlar ve ağlayan kız ise çığlıktan etkilenmemek için kulaklarını mumla tıkarlarmış. Üç denemeden sonra köpek bitkiyi sökemezse, vazgeçilirmiş. Eğer köpek adamotunu söker ve de ölürse, bu kök kullanılabilirmiş. Sökülen kök yıkandıktan sonra bir beze sarılırmış. O andan itibaren sahibine şan, şöhret ve para kazandırmaya başlarmış. Doğurganlık sembolü olarak kabul edilen adamotuna, bazı kültürlerin yazınsal yapıtlarında da rastlamaktadır: Fransız yazar Flaubert (1821–1880), “Hérodias” adlı öyküsünde, Salome’nin dansıyla ilgili olarak “Siyah şalvarının üzeri adamotlarıyla doluydu… Bir kelebekten daha da hafif, Salome uçmaya hazır görünüyordu” diye yazıyor. İtalyan düşünür ve politikacı Niccoló Machiavelli (1469–1527) de “La Mandragore” adlı komedisinde adamotuna değinir: 20 yıl Paris’te yaşadıktan sonra Floransa’ya dönen çapkın Callimaco Guadagni, altı yıllık evli olmasına karşın, bir türlü çocuğu olmayan Nicia’nın güzel eşi Lucrezia’nın peşine düşer. Arkadaşı Ligurio ile bir plan kurar. Ligurio, Nicia’ya Paris’ten kısırlık uzmanı bir doktorun geldiğini, adamotundan bir şurup yaptığını, bu şurubu içen kadının yüzde yüz hamile kaldığını ama ilacı içen kadınla yatacak ilk erkeğin bir hafta içinde öleceğini söyler. Ayrıca böyle bir tehlikeye maruz kalmaması için, karısının bir defalık başka erkekle yatmasına izin vermesini önerir. Saf koca da bu sözlere kanarak, hiç tereddüt etmeden, karısını yabancı bir erkeğin kollarına atar. Şubat ortaları eski bir evin bahçesinde de görmüştüm adamotunu. İki ay sonra ağabeyim ile yanımıza kazma, bel ve kürek alarak o adamotunu sökmeye gittik. Önce dallarını kestik, sonra bitkinin 50 cm uzağından kazmaya başladık. Merak ediyordum, acaba denildiği gibi kökü adama benziyor muydu? Açtığımız çukur gittikçe büyüyordu. Hava sıcak, toprak kuru. Güneş tepemizde, gömleği de çıkarmak zorunda kaldık. Elimize yüzümüze konan toz, terle çamura dönüştü. Elimizde ne hançer vardı, ne de adamotunun etrafına üç daire çizmiştik. Ne dua eden papazlar, ne de ağlayan bir genç kız. Aç bırakılmış kara köpeğimiz de yoktu. Korku ile karışık bir heyecan kaplamıştı beni. Ürperiyordum. Bir kurt içimi kemiriyordu. Ya okuduklarım doğruysa ya başımıza bir iş gelirse? Ağabeyim çok rahat, bense telaşlıydım. Kökün yan taraflarından kazarak devam ettik ve sonuçta şekil tam ortaya çıktı: Bir gövde ve iki kol. Sonuna kadar kazacak olsaydık herhalde akşamı ederdik. İkimiz birden asılıyorduk; kök ne çığlık attı ne de başka bir ses çıkardı. Koparıp aldık. Aman Tanrım! Gerçekten insana benziyordu. Gövde 45 cm, kollardan biri 35 cm diğeri ise 20 cm idi. Dönüşümüzde bizi adamotuyla görenler, “Hayrola? Bu yaşta çamurdan adamla mı oynuyorsunuz” dediler. Duştan sonra, adamotu masamda, kahvemi yudumlarken bir tenis topu gibi kültürler arasında gidip geliyordum. Bu bitkinin çok etken olduğu bir kültürde yaşıyor olsaydım, herhalde adamotu kökü sökmeye gidemezdim. Edindiğim tecrübenin mutluğunu yaşarken bireylerin kültür yoluyla da sömürüldüklerini bir kez daha düşünmeden edemiyordum.
 
GÜLNAR’IN DELİLERİ
Mehmet BABACAN
 
Kırsallığın, acımasızca kısıtladığı yörelerden biridir Gülnar. Taş, orada yaratılmıştır ama dağıtıma fırsat bulunamamıştır. Akarsuyu, gözyaşı kadardır; kaderine ağladığı zamanlarda akar, ipil ipil. Orada doğup büyüyenler, ekmeklerini hep dışarıda ararlarsa da; devlet, yönetim gereği, durmadan kaymakam gönderir, dağ başına. Ne var ki, kaymakamlar da fazla durmazlardı Gülnar’da. Kimisi, mahrumiyet yeri deyip, bir torpil yardımıyla kaçıp- gider; kimisi de, şikâyet yüzünden, sürgün olup giderdi. Canından bezip gidenlerse cabası. Daha doğrusu, altı aydan fazla kalan kaymakam için “Bu herif, kök mü saldı ne?” dendiğini duyanlardanız. Yanlış anlaşılmasın, eskiden böyleydi. Şimdilerde aranan bir yayladır Gülnar.
***
Günün birinde, yeni mezun bir Kaymakam, sessiz- sedasız, çıkıverip, geldi Gülnar’a. Yüreği görev aşkıyla dolu, idealist bir gençti. Gece- gündüz, başarılı olabilmek için, neler yapmak gerektiğini düşünüyor; uykuları kaçıyordu. Hangi açıdan bakarsa baksın, hep, aynı sonuca varıyordu; 1- Bilgili olmalı. 2- Halkı iyi tanımalı. Bilgilenmek kolaydı. Okul bilgilerinin üstüne, kitapları, ansiklopedileri yığarak, yeterince bilgili olunabilirdi. Ama halkı nasıl tanıyacaktı? Halk, bir kitap değildi ki, açıp, sayfa sayfa okuyasın. Çevresinde kümelenen insanları, dikkatlice gözlemliyor; yağcıları, dalkavukları, çıkarcıları, tek tek ayıklamaya çalışıyordu. Amacı, “Akil” adamlardan oluşan bir ekip kurup, onların düşüncelerinden yararlanmaktı. Bu çaba, bir hayli uzun sürdü. Etiketlemekte usta olan çevreler, “ Bu Kaymakam, toplantıdan başka bir şey bilmiyor” demekte, gecikmediler. Eninde sonunda Akiller ekibi oluştu ve çalışmaya başladı. Bu arada, “Kaymakam gizli örgüt mü kuruyor?” diyenler olduysa da; o zamanlarda “Silivridaşlık” yoktu daha. Akiller toplantısının ana gündemini “ Halkı tanımak için, ne yapmalı? Nasıl yapmalı? Hangi araçları kullanmalı?” soruları dolduruyordu. Bu doğrultuda çıkan önerilerin en önemlilerini, şöyle sıralamak olasıydı: 1- Halkla sık sık toplantı yapıp, onları dinlemeli. 2- Halk önderlerini dinlemeli. 3- Yörenin halk söylencelerini, mizahını ve taşlamalarını taramalı. 4- YÖRENİN DELİLERİNİ DİNLEMELİ. Delileri dinleme önerisi, çok ilginç gelmişti Kaymakama. Bu öneriyi savunanlarsa, görüşlerini şu temellere dayandırıyorlardı: 1- Deliler, yalan söylemezler; sözlerini sakınmazlar. 2- Deliler, yağcılık ve çıkarcılık etmezler. 3- Deliler, hatır gönül için, kıvırmazlar, takla atmazlar. Öyleyse, gerçek görüş onlardan alınabilirdi. Delileri bulmak da, zor olmasa gerekti. Onlar kendilerini saklamazlardı ki. Zaten,“ Her köyün bir delisi olur” dememiş miydi atalar?
***
Kaymakam Bey’in aklına yattı bu fikir. Çalışmalar bu yönde yoğunlaştırıldı. Köylerin listesini önlerine açıp, delilerini yazmaya başladılar. Amaç, onları ilçeye getirip, ağırlamak ve konuşturmaktı. Sıra Koçaşlı Köyü’ne geldiğinde, grubun en yetkin üyesi söz aldı: “Efendim, o köyde deli aramaya gerek yoktur. Görevliler, kimi bulurlarsa, tutup getirsinler; hiç fark etmez” dedi. Bu yargı, daha çok ilgisini çekti Kaymakamın. “Havasından mı, suyundan mı, neden öyle?” dediyse de, doyurucu bir yanıt alamadı. “Belki açık sözlülüklerindendir” diye düşündü, tarafsızca. Bir yandan da, köy gezilerine başlamıştı Kaymakam. Yaptıkları gezi programına göre geziyor; ama Koçaşlı Köyü hiç aklından çıkmıyordu. Sonunda sıra Koçaşlı’ya geldi. Yanına kimseyi almadan, makam aracı jeep’e bindi, “Koçaşlı’ya sür” dedi şoförüne. Köye girerken rastlayacağı ilk erkekle konuşmayı aklına koymuştu. Sınava giden bir öğrenci gibi heyecanlıydı. Orman yolundan, ağır ağır ilerlediler. Tam köye girecekleri sırada, 55 ile 60 yaşlarında, sırım gibi bir adam çıktı karşılarına. Adam, arabayı görmüyor gibiydi. Üstelik de, çakıllı yolda, hafiften ıslık çalarak, keyifle ilerliyordu. Durup, beklediler. Adam tam yanlarından geçerken; “Merhaba amca” diye seslendi Kaymakam. O zaman dönüp, umursamaz bir bakışla baktı adam. Kaymakam, hemen arabadan atlayıp, yanına vardı ve “Amca, sığara içer misin,” dedi. “Bulsam, anasını bile ağlatırım da, hani yiğen?” Bir sığara verip, yakıverdi Kaymakam. Taşların üstüne karşılıklı oturdular. Konu bulup konuşmak gerekiyordu. “Amca, nereye gidiyorsun böyle? Atın yok, eşeğin yok” “Hayırlı bir iş için gidiyom yiğenim. Defterimizin bir ucuna, bu sevap da yazılır belki.” “Amca, bir sakıncası yoksa bize de söyler misin bu hayırlı işi? “Yoksa kız istemeye mi gidiyorsun?” “Yok yok. Kız mız değil. Kaymakamlık bir iş bu” Kaymakam, iyice meraklanmıştı; “Allah Allah1 Neymiş bu iş yahu? Çatlatma bizi be amca, deyiver şunu.” “Tamam, yiğenim tamam, anlatacağım. Merakta koymak günahmış zaten. Dün, bizim muhtar dedi: Yeni bir kaymakam gelmiş. Tıfılın biriymiş hem. Üstelik de, garipliğine bakmadan, köy gezilerine çıkıyormuş. Buraları bilmez o şaşkın. Gülnar’da koltuk boş bırakılır mı hiç? Hemen biri gapıverir koltuğu. Gidip, bir bir anlatacağım bunları. Dinlemezse, kulağını çekivirecem” Adamın lâfı bitmiş miydi, bilmiyorum; Kaymakam hızla ayağa kalkıp, şoföre bağırdı; “Çabuk arabayı çevir, geri dönüyoruz!”
 
KOMŞU
Hikmet KURTER
Bir arkadaşımla birlikte beş altı günlük bir iş gezisi için Almanya’ya gidiyorduk. Üç saatlik bir yolculuğun ardından Stuttgart’ta uçaktan indik. Havaalanının kapısında bekleyen taksilerden birine bindik. Kızıl sakallarıyla bir Zeus heykelini andıran taksi sürücüsü nazikçe, -Nereye gitmek istiyorsunuz efendim? diye sordu. -Bad Urach Kasabasına, diye İngilizce karşılık vererek elimdeki adresi adama uzattım. Yola çıktık. Gün batmak üzereydi. Hareket halindeki arabanın penceresinden geçtiğimiz yerleri, güneşin ufuk çizgisinde yavaş yavaş kayboluşunu seyrediyorduk. Bir ara, dikiz aynasında gözlerimiz karşılaşınca, sürücü kırık dökük bir İngilizceyle, -Yabancısınız galiba, dedi. -Evet, iyi tahmin ettiniz, dedim. -İtalyan olmalısınız siz. -Yoo, değiliz! -İspanyol?.. -Hayır!.. -Yoksa Arap mı? -Gene bilemediniz. Sizi daha fazla merak ettirmeden söyleyeyim. Biz Türk’üz. Konuşmamız birdenbire bıçak gibi kesiliverdi. Arabanın içinde sanki soğuk bir yel esmişti. Sürücünün rengi uçmuş, neşesi kaçmıştı. Bana bir asır gibi uzun gelen bu sessizliği bozmak için, -Siz de Alman’dan çok Akdenizlilere benziyorsunuz, dedim. Nasıl yanılıyor muyum? İçini çekerek, -Yanılmıyorsunuz, Yunanlıyım ben, dedi. -Ooo, demek ki komşu oluyoruz! diye bir çığlık attım. Sıkıntıyla, -Tabii ya, tabii ki komşuyuz, dedi. -Eee, komşu nasılsın bakalım, ne arıyorsun burada, Yunanistan’da taksi sürücüleri iş bulamıyorlar mı kendilerine? Biraz rahatlamıştı. Kesik kesik konuşmaya başladı. -Almanya’ya tıp öğrenimi için geldim… Araya bir de evlilik girince okulu bitirmem gecikti… Ailemi geçindirebilmek amacıyla sürücülüğe başladım... Fakülteyi bitirmeme az kaldı… Diplomamı alır almaz karımı ve çocuklarımı yanıma alıp Ege’de bir adaya yerleşeceğim. Sustu. Şimdi arabayı dalgın dalgın sürüyordu. -Demek bir adaya yerleşeceksiniz, diye yeniden söze girdim. -Biliyor musunuz, benim büyük dedem Ege’deki bir adada, Girit’te yaşarmış. Sonradan mübadil olmuş, Türkiye’ye gelmiş. Dikiz aynasında gene gözlerimi bulduktan sonra, -Şimdi söyleyeceklerime de siz şaşıracaksınız, dedi. Büyükannem Marika, Ayvalıklıymış. 1923-1924’ teki ‘Büyük Mübadele’ de Yunanistan’a göç etmiş. Küçükken beni kucağına alır, “Anastas yavrucuğum, “ derdi bana, “biz Türklerle çok iyi anlaşır, gül gibi geçinir giderdik. Aramızda hiçbir sorunumuz yoktu. Ama, o kör olası politikacılar yok mu, ne yaptılarsa onlar yaptılar.” Anlatırken gözyaşlarını tutamazdı. “Ölmeden, “ derdi, “bir görebilsem doğduğum, büyüdüğüm yerleri, eski komşularımı.” Ama kısmet olmadı, ömrü yetmedi büyükanneciğimin. Anastas hıçkırarak ağlamaya başladı. Ağladı, ağladı… Ağlamak onu tamamen rahatlatmıştı. -Adalar gözümde tütüyor, diye konuşmasını sürdürdü. Zeytin ağaçlarıyla kaplı tepelerini, zakkumların, limon ve iğde ağaçlarının sıralandığı tozlu yollarda ağır ağır yürüyen yüzleri kurak topraklar gibi çatlamış yaşlılarını, ay ışığında kıpır kıpır oynaşan lacivert sularını, eşek anırtılarını, martı çığlıklarını, taze tezek, fesleğen, yasemin kokularını öyle özledim ki!.. Bir şeye takılmış gibi sustu. Parmaklarını şaklatarak, -Neydi, neydi? diye bir sözcüğün İngilizcesini anımsamaya çalıştı. Sözcüğü bulamadıkça sıkılıyor, suratını ekşitiyordu. Bir an için boş bulunup Yunanca, -Kalamari, deyiverdi. Ben de ayırdında olmadan, -Kalamar ya, evet kalamar, dedim. Zeytinyağını bol bol dökeceksin, üzerine de limon sıkacaksın. Oh, yeme de yanında yat! Artık İngilizceyi bir kenarda bırakmış kendi dillerimizde konuşuyorduk. Anastas Yunanca soruyor, ben Türkçe yanıtlıyordum. -Kefali?.. -Kefali nasıl bilmem yahu, koskoca kafası olan bir balıktır. -Çipura?.. -Şimdi İzmir’de olacaktık da sana çipuranın hasını yedirecektim. -Karides?.. -Karidesin güvecine bayılırım mirim. -Çiftetelli?.. -Çiftetellide benim üstüme göğüs, göbek titreten, gerdan kıran adamın alnını karışlarım. Mutluluktan esrimiş bir halde arkadaşıma dönerek, -Gördün mü, dedim. İki ülke, iki kültür birbirine ne kadar yakın. Bazı sözcükleri ortak, dansları aynı… Arkadaşım hiçbir şey söylemeden boş gözlerle suratıma baktı. Bu arada arabamız kasabaya varmış, bir otelin önünde durmuştu. Anastas, eliyle işaret ederek, -İşte, oteliniz burası, dedi. -Borcumuz ne kadar? diye sordum. -Ne borcu, komşular arasında borcun lafı mı olur? -İş başka dostluk başka. Hadi söyle ne kadar? -……………….. -Söyle dedim ama, bak üzme beni! -Peki komşu, üzülme. Seksen Mark versen, yeterli. -Hah şöyle, yola gel işte! Ücreti ödedim. Arabadan indik. Bagajdan bavullarımızı aldık. Anastas’la salya sümük sarıla öpüşe vedalaştık. Ayrılırken, -Kalispera, dedi. -Kalispera , dedim. Araba gözden kayboluncaya kadar arkasından el salladım. Az sonra otelin lobisinde otururken arkadaşıma, -Nasıl kaynaştığımızı sen de gözlerinle gördün, dedim. Etle tırnak ayrılır mı hiç? Ayrılmaz… Biz iki halk birbirimizle ne güzel anlaşıyoruz. Gerçekten de aramızı bozan hep politikacılar… Arkadaşım susmakla yetindi. Beş altı gün göz açıp kapayıncaya kadar geçivermiş, dönme vakti gelip çatmıştı. Havaalanına gitmek için otelin önünden bir taksiye atladık. Kısa bir yolculuğun sonunda havaalanında taksiden inerken sürücü parmağını tarife üzerinde gezdirdikten sonra, -Ücretiniz, yirmi yedi Mark efendim, dedi. Sürücüye afal afal bakarak, -Emin misiniz? dedim. -Evet, bayım. Bakın, tarifede Bad Urach ile Stuttgart Havaalanı arasının tam tamına yirmi yedi Mark olduğu yazılı. Bunun ne eksiğini kabul edebilirim ne de fazlasını. Adamın parasını ödedim. Bavullarımızı yüklenip yolcu salonuna geçtik. Kendi kendime, -Nasıl olur, hani seksen Mark’tı, Anastas’ın yaptığı komşuluğa sığar mı hiç? diye söylenirken, şimdiye kadar ağzını açmayan arkadaşım: -Doğrusu, böyle sızlanmana bir anlam veremiyorum, diye sessizliğini bozdu. Sevgili komşun muayenehane açabilsin diye küçük bir katkıda bulundun, hepsi bu!
 
NEŞET ERTAŞ VE ABDALLAR
Celal Necati ÜÇYILDIZ
 
“Dost Elinden Gel Olmazsa Varılmaz Rızasız Bahçanın Gülü Derilmez Kalpten Kalbe Bir Yol Vardır Görülmez Gönülden, gönüle Yar. Oy Yar Oy Yol Gizli..” Bir köy vardı uzakta. Gidildi, görüldü. O köy Kırtıllar (Gırtıllar ) köyü. Eski adı Abdallar Köyü. Bir sel gelmiş, sonra birkaç km. öteye yeniden köy kurmuşlar. İşte ozanımız Neşet Ertaş bu köyde doğmuş. Eli saz tutan, keman tutan, zurna tutan çalmış, söylemiş. Ekmek tekneleri bunlar. Keskin’in bir köyü iken şimdilerde bir mahalle. Açlık, yokluk. Göç etmişler, Kaman, Kırşehir, Çiçekdağı, İzmir, Ankara, İstanbul. Kaman’da belediye arsa vermiş, onları iskân etmişler. Her yıl Kaman’da Abdallar Şenliği yapıyorlar. Geçen yıl katıldığım 2. Abdallar Şenliğinde pankart asılmıştı. Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Neşet Ertaş. Onlar İç Anadolu’da Dadaloğlu’nu yeniden yaşatmaya başlamışlardı. O yürekli sesleri Dalaoğlu’nun bozlaklarından geliyordu. O kendilerine has; gırtlak namelerinin iç dünyasında Toroslar’da Türkmenlerin yaşamları sergileniyordu. Ağıtlar, bozlaklar İç Anadolu’dan Toroslar’a uzanıyor. Köyde, kentte yaşlı, genç onların türkülerinde kendini buluyordu. Neşet Ertaş, don değiştirdi. Ama onun adı yaşıyor. Her kentte bir Neşet var. her kente bir Ertaş var. Silifke’de bir dostumuz var. Adı Ali Topuz’du. Neşet Ertaş sevgisi ile oğluna Neşet adını koydu. Gitti mahkeme kararı ile soyadını Ertaş yaptırdı. Şimdi oğlu Neşet Ertaş yaşamına devam ediyor. Onun sevgisi yüreklerinde. Silifke demişken, bir gün Neşet Ertaş Silifke’ye konsere geldi. Rahmi Doğanlar Sineması yeni yapılmıştı. Yaklaşık 1968–1969 yılları olmalı. Salon tıka basa dolu idi. O gece ben otelde yatmam, beni topraklarım ile buluşturun dedi. Say mahallesinde yaşayan Abdal hısımlarının yanına gitti. Hüseyin Say’ın (Foforlu Hüseyin) konuğu oldu. O dostlarını sevdi. Bir hafta kaldı. Akşamları oturuyorlardı; kemanını, gırnatasını alan geliyordu. Sabahlara kadar muhabbet ettiler. Sabahları kalkıyordu, Ağa’nı kahvesinde kahvesini içiyor, sohbet burada devam ediyordu. Küçük Hüseyin Say onun mihmandarı idi. Yanından ayrılmıyordu. “Hüseyin oğlum, sazımı getir.” Hüseyin bir çırpıda gidiyor, evden sazını alıp, geliyordu. Kahvede onlara saz çalıp, türkü çığırıyordu. Sonra birlikte eve gidiyorlardı. Bir hafta sonra Ankara’dan bir telefon geldi. “Artık gel gayri dediler.” O da Ankara’nın yolunun tuttu. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Hiç baba mesleği ile ilgilenmeyen oğul Hüseyin Say’a bir ilham geldi; saz çalıp, türkü çağırmaya başladı. Şimdi hâlâ çalıyor. İşte Neşet Ertaş’ı orada tanıdım. Ondan sonra radyolarda Almalı Dağlar, Acem Kızı, Hacıbektaş, Mühür Gözlüm, gibi türkülerini dinliyorduk. Gençler bir araya geldiğinde onun plaklarını çalıyor, sonra sazı eline alan onun türkülerini çalıyorlardı. O Toroslar’da Tahtacı köylerinde plakları hem çalıp, dinliyorlar hem ağlaşıyorlardı. Yetmiş dört yıllık yaşamı boyunca, o mahalli sanatçılıktan, ülke ve dünya sanatçılığına adım, adım gitti. Zor yollardan geçti. Sağlığı bozuldu. Yurt dışına gitti. 20 yıl Türkiye de değildi. Ama türküleri ile biz onu yanımızda hissettik. Onun, o yaşam sürecini biz bilmedik. Onun yaşam zorluklarını o kültür camiası görmedi. Herkes kendi sevdasında. Ama TRT ona bir hediye verdi. Dostumuz Ali Bozkurt ona Bozkırın Tezenesi Belgeselini yaptı verdi. İşte bu belgesel sanatçıya yaşadığı dönem içinde, buhranlı yaşam sürecine renk kattı, yeşertti yeniden Neşet Ertaş’ı. Yeniden aldı sazı eline, çaldı söyledi. Yorumlar getirdi. İşte Yalan Dünya, Tufan Altaş’dan bu türküyü dinlemek gerekir. Onun yüreği, onun tezene vuruşu, onun gırtlak süslemeleri. Neşet Ertaş ölmedi. Ölemez. O yaşayacak. Özellikle Kırşehir yöresinde onun yolundan giden, Horasan Erenleri, Abdal geleneği var. o babası Muharrem Ertaş, Ali İzet Özkan, Çekiç Ali’den bu bayrağı aldı getirdi buralara. Şimdi onun kültürünü yaşatmak için Kaman’da Abdallar Derneği kurulmuş. Her yıl şenlik yapıyorlar. Dadaloğlu’nu anıyorlar. Dadaloğlu’ndan esin alıyorlar. Onun yürekli davranışını devam ettiriyorlar. Osmanlı’dan bu yana, bu toplum üzerinde asimilasyon uygulaması devam ediyor. Kırtılar Köyü’nün ortasında bir cami var; gittiğimde İlahiyat Fakültesi mezunu bir imam vardı. Köyden birkaç kişiyi, Fak Fuk fonu desteği ile hacıya gönderdiklerini ballandıra, ballandıra anlatıyordu. Ağaç dikilmişti. Meyve vermeye başlamıştı. İşte çocuklarının cenazeyi camiden kaldırmak istemelerinin altında yatan neden bu. Kutluyorum başardınız, Neşet Ertaş gibi ikrarı, musahiplik yolunu bilen birini cem evinden inancına uygun töreni yaptırmadınız. Neşet Ertaş’ın canları iki kere üzgün, bir o aralarından don değiştirdi gitti, diğeri ise bir cem evinde onu Türkçe Gülbenkleri, Hayırlı Duaları ile son kez uğurlayamadılar. Bu işi başaran başta devlet erkânını kutluyorum. Tarihe geçtiniz. Yıllarca bunu konuşacaklar. Sizi alkışlayanlar kadar, gerekli yerlere havale edenlerde çıkacak. Buna da katlansınlar. Kırşehir yöresinden Taşeli yöresine giden Abdallar, halen geleneklerine bağlı yaşamlarını sürdürüyorlar. İkrar, alma, musahiplik inançlarını yerine getiremeseler de cuma akşamları bir araya gelip, yanlarında getirdikleri lokmaları birlikte yenip, nefeslerini söylüyorlar. Abdalların dede ocağı Yağmurlu Ocağı’ndan dedeler gelmez olmuş, onun için zaman zaman kendilerine en yakın hissettikleri Tahtacı, Bayat Dedelerini çağırıp cem yaptıkları oluyor. Diyeceğim şu ki kim ne yaparsa yapsın. Neşet Ertaş’ın topraklarım dediği Abdallar, onun ruhunu rahat ettirecekler. Gün gelecek, Kırşehir de asimile buyruğundan çıkıp, kendi benliklerine geri dönecekler. Buna inanıyorum. Bu duygularla, Hak’a yürüyen can Dostumuz Neşet Ertaş’a Tanrından rahmet diliyorum. Tüm onu sevenlerin başı sağ olsun.
 
GELMEYEN SON ÇAĞRI
Mehmet ÖNDER
 
“Öyle her gördüğün sofraya bağdaş kurulmaz!” İşte büyüklerin bu uyarısı, çoğumuzun bir yandan takdir edilmesine, öte yandan da defalarca aç kalmasına sebep olmuştur. Misafirlikte karın doyurmak zordur; hele hele çekingen biriyseniz. Ev sahibi bir kez çağırır, bir daha çağırır, ısrarla bir daha çağırır; artık bu kadarla yetinmek gerekir. Yoksa fırsat kaçar. Haydi dersin içinden, “Sesini de yükseltip, okkalıca bir daha çağır. Hatta zorla sofraya oturtacakmış gibi, el hareketleriyle de davetini pekiştir.” Biz de görgüsüzlük olmasın diye geri duruyoruzdur. Ev sahibi o son ve en etkili çağrıyı yapsa, artık ne yabancılık kalacak ne çekingenlik. Öyle ya adamın “Otur sofraya” diye bir bıçak çekmediği kalıyor. Bundan sonrası çalakaşık.
***
Bu konularda özenli yetiştirilmemiş insanlar da çıkıyor: Çocukluğumda bir Hasibe teyze vardı; karşı komşumuz. Her boyda, yaşta çocuğu olan Hasibe teyze, adeta çalar saat gibiydi. Hep yemek saatlerinde o önden çocuklar arkadan tek sıra halinde sokak kapısından girerler, aynı disiplin içinde sofranın çevresinde ikincibir daire oluştururlardı. Nedense o gün yalnızca en küçükleri olan sümüklü Fuat’ını getirmiş. Annem buyur etti; Hasibe teyze “Tokuz” dedi. Biz devam ediyoruz; ama Fuat tek durmuyor. Arada dilini çıkarıp her iki yandan akmış sümüklerine deyirip geri çekiyor; gözü de sofrada... Abim çok hassas, Fuat’ın güzel çocuk yarışmasına gönderilecek resmini görse, içi bir hoş olacak kadar. Arada beni dürtüyor. Ben de usulca “Devam et. Kafanı çevirme” diye uyarıyorum. Ama Fuat kıpırdak. İhtimal sofraya oturacağım, diye annesini dürtüyor. Annesi “Hımm” filan yapıyor. Bir yandan da kızıyor, söyleniyor: -Niye tokuz dedin ha!
***
Abim, Fuat’tan kurtulmak için, hem hızlı hızlı yiyor, hem de kendisi yiyip savuşuncaya kadar sofraya gelmesin, diye caydırmaya çalışıyor: -Anne be, bu patlıcanı neden bu kadar acı pişirdin? Zehir gibi! Ağzımdan ince bağırsağıma kadar bütün güzergâh yangın yerine döndü. Bir yandan da elini yelpaze edip, sözde içini serinletiyor. Ama iştah kaçırmak için söylenen sözler Fuat üzerinde ters etki yapıyor. Başlıyor mızıldanmaya: -Anaaa, çok güzelgahmış, acı patlıcan yiyecem işte!
***
Bir gün halamdayız. Halam yemeğini yedirmeden dünyada bırakmaz. O gün, aksilik ya, akşama kadar hiç bir şey atıştırmadığım bir gün. Kurt gibi açım, derler ya, öyleyim. Sofra kondu, doğal olarak herkes benim gibi aç. Ama onlar ya evin çocukları ya da benim gibi ımsık olmayan, girişken çocuklar. Hemen sofradaki yerlerini aldılar. Baktım “Burası da senin yerin” diye ayrılmış bir yer yok. Kenardaki kanepede oturdum kaldım. Açken her şey hoş gelir ama bunlar özellikle çok sevdiklerim. Halam yeniden odaya gelip beni kenarda görünce: -Haydi otur sofraya. Biraz kibarlık yapıcam ya: -Ben yedim de geldim. Bu kadar davet iyi de, sofradakilerin de biri, şöyle yüzüme bakıp yarım kişilik yer gösterse, “Haydi çok ısrar ettiniz” deyip yumulacağım. Dönüp bakmıyorlar bile. Haydi onlar bir yana, halam “Tok mok anlamam, otur sofraya!” diye kibarca bir paylasa. Hele hele çekip oturtacakmış gibi elini uzatsa… Hiç biri olmuyor. Artık ben halamın, son bir kez, usulca, “Haydi otur.” demesine bile razıyım. Bir şey demiyor. “Tokun ağırlaması zordur” diye mi düşünüyor, yoksa “Çocuk zaten tokmuş, eziyet etmiş gibi olmayayım” diye mi düşünüyor, kim bilir?
***
Ne Fuat gibi olmalı ne de benim gibi.
 
YANGINLI GENÇLİK
 
Bir kış günü Iğıl ığıl lapa lapa
Kar yağarken
Sıkıca sarıldın boynuma
Çığlık atıp
Çılgın dedin yabanıl dedin
Yasladın başını bağrıma
Dünya akıp gitmişti altımızdan
Durmuştu bir an için zaman
Bakışların yüreğime taht kurup oturdu
Yaşama sevincimiz uçuyordu karlı havada
Nasıl yoğurmuştum göğüslerini unuttum
Karlara bulanmıştı bedenler
Ağlamakla gülmek arasında İnim inim inledin
Sallandı yerler gökler
Sen gideli mevsimler de
Bulandı gitti
Sisler bürüyor buluşma yerimizi
Yıllarca giz gibi sakladım
Şimdi o kutsal anılar bile
Solup savrulup gitti
Mehmet AYDIN
 
 
ÖĞRETMENİM
 
Öğretmenim Ali babanın çiftliğinde
Söyletirken bize
Çiftlikteki köpeklerin hav hav
Kedilerin miyav miyav
Diye söyletiyorsun da
 
Neden öğretmenim
Ali babanın çiftliğinde
Hayvanlara bakan işçilerin
Ne diye bağırdıklarını
Söyletmiyorsun
Abdülkadir BULUT
 
 
JİYAN
İsmail BİÇER
 
İstasyonun tahta banklarından birine oturdum. Bu banklara ne zaman otursam, üzerimde biriken yorgunluğun hafiflediğini hissediyorum. Bir süre karşı perona boş boş baktıktan sonra, okumaya yeni başladığım romanı çantamdan çıkardım. Bu romanın ilk sayfaları sıkıca gelse de, sonraki sayfaları beni peşinden sürüklemeyi başarıyor. İçindeki olayların nereye doğru akacağı konusunda oldukça sabırsızım… Ayrıca; yazarının, yazmak için hekimlik mesleğini bırakmış olmasına şapka çıkardım. Banka oturduğumda yanımda kimseler yoktu. Roman beni bir çırpıda içine çekmeyi başardığından, sonradan oturanların farkında bile değilim. Bir süre sonra, yanıma oturanlardan birinin bakışlarını üzerimde hissettim. Genelde öyle olur ya… Elinizde kitap ya da gazete varsa, yanınızdaki mutlaka kaçamak bakışlarla yönelir size… Özellikle elinde kitap bulunduranlar benim de dikkatimi çeker, ne tür kitap okuduklarını hep merak ederim. Gerçi toplu taşama araçlarında, eskisi gibi kitap okuyanlara rastlamak çok zor… Ellerinde cep telefonları dakikalarca konuşuyorlar, ya da tuşlarıyla oynayıp duruyorlar. Toplumda kitap okuma alışkanlığının ne düzeyde olduğunu öğrenmek için, bazen bu görüntülerin yeterli ipuçları verdiğine inanıyorum. Artık farkındayım… Yanıma oturanlardan biri, bakışlarıyla dikkatimi çekmeyi başaran sevimli bir kız çocuğu… Göz göze geldik ve hızla başını annesine doğru çevirdi. Tekrar romanın beni sürükleyen sayfalarına döndüm. Trenin istasyona girmesine birkaç dakika var. Hep zamanında gelmesini istediğim trenin bu sefer geç gelmesini, romanın heyecan dolu sayfalarından beni koparmasını istemiyorum. Yanımdaki bu küçük sevimli kızın, ürkek bir o kadar ilgi dolu bakışlarının tekrar üzerime yöneldiğini fark edince, dönüp kendisine uzun uzun baktım. Ne de olsa, artık yabancı değiliz birbirimize. “Adın ne senin?” diye sordum. Gözlerini benden koparıp önüne baktı. Annesinin yanıtlaması türünden uyarısı karşısında, utangaç bir sesle; “Jiyan” dedi… “Ne kadar güzel bir isim” diye geçirdim içimden. Tam o sırada, tren kıvrılarak perona girdi. Kitabı çantama koydum ve ayağa kalktım… Jiyan’la son kez birbirimize bakarken el salladım; gülümsedi. *** Günler sonra aynı istasyondayım… Oturduğum banktan yine karşı perona bir süre boş boş baktım. Bu kez acelem yok; tembellik konusunda daha rahatım. Çünkü elimdeki roman çoktan bitti. Şu sıralar edebiyat-sanat dergilerini taramakla meşgulüm. Yanımda ise sadece gazete var. “Bu kadar tembellik yeter” dedim; gazeteyi çantamdan çıkardım ve okumaya başladım. Gözüm iç sayfalardaki haberlerden birine takıldı: “Komşusunun oğluyla konuşan Jiyan adlı genç kız ailesi tarafından töre cinayetine kurban gitti...” Şu sıralar, gazete ve televizyonlarda benzer haberlerden geçilmiyor olmasına rağmen, ilk kez karşılaşmış gibi ürperdim. Gazeteyi katlayıp çantama yerleştirdim. Haberin etkisi olsa gerek, bu konu bir süre kafamda dönüp durdu. Tren perona girince ayağa kalktım. Ürkek bakışlarıyla, küçük sevimli Jiyan aklıma geldi. Trene bindim…
 
BİR NÜKTE USTASI: ŞÜKRÜ KURGAN
Mustafa B. YALÇINER
 
Tane tane konuşan, hazırcevap, nüktedan, ağzından bal akan, her çeşit fıkrayı çok güzel anlatan ve insanları sıkmadan kendisini dinletmesini bilen birisiydi, eski kültür ataşelerimizden eğitimci ve Nasreddin Hoca uzmanı Şükrü Kurgan. Yıllarca Gazi Eğitim, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültelerinde görev yaptıktan sonra emekliye ayrılmıştı. Ankara’da yalnız yaşıyor ve ilerlemiş yaşına karşın, gereksinimlerini tek başına kendisi karşılıyordu. Elinde bastonu, kolunda küçük kulplu bir sepet, ağır adımlarla ilerlerken görülürdü Bahçelievler sokaklarında. Şükrü Hoca ile sık karşılaşırdık; bazen yolda, bazen bir toplantıda. Ayaküstü çok sohbetlerimiz oldu. Hemen bir anı ya da fıkra sıkıştırırdı konuşmasının arasına. Bir gün, Gazi Eğitim’de çalışırken başından geçen bir olayı anlatmıştı: - İki kapılı bir Volkswagenim vardı. Gazi’ye onunla gidip gelirdim. Ders çıkışı bazen öğrencilerim de binerdi Beşevler’e kadar. Bir gün bindim arabama, çalıştırdım; tam hareket edecektim ki öğrencilerimden birinin yanımdan geçmekte olduğunu gördüm. Seslendim ona: - Haydi, gel. Beşevler’e kadar götüreyim. -Teşekkür ederim, Hocam. Benim işim acele. Şükrü Hoca’yı bir akşam eve yemeğe davet ettim. Kırmayıp kabul etti. Akşamüzeri almaya gittim. Giyinip kuşanmış, bekliyordu. Çıkarken, çiçek sepetini alıp bana verdi ve kapısını kilitledi. Bir eliyle bana tutunarak arabaya kadar geldi. Havadan sudan konuşarak evin önüne vardık. Arabayı park ettikten sonra inmesine yardım ettim. Koluma girdi. Eve geldik. Kapıyı eşim açtı. İyi akşamlar diledikten sonra, Hoca ona şöyle dedi: -Şimdiki usul ayakkabıyla girmek ama bana terlik verirseniz, kendisine kâğıtlı şeker ikram edilmiş, küçük bir çocuk gibi sevinirim. Elimden çiçek sepetini aldı ve eşime sundu. Sevecenliği, beyefendiliği ve babacanlığı ile Şükrü Hoca ısıtıvermişti küçücük yuvamızı. Yemek sırasında, edebiyattan, eğitimden ve güncel konulardan söz ettik. Salona geçtiğimiz zaman, eşim kahvelerimizi getirdi. Şükrü Hoca, evimizde puro olup olmadığını sordu. Olmadığını öğrenince de, “ Size bir fıkra anlatayım o zaman,” diyerek konuşmaya başladı: -Adamın biri, bir eve davet edilmiş. Yemişler, içmişler. Ev sahibi misafirine puro ikram etmiş. Ama konuğun verdiği cevap karşısında da şaşırıp kalmış: “Teşekkür ederim. Ben puroyu ancak nefis bir yemekten sonra içerim.” Aradan birkaç hafta geçti. Bir akşam, yemekten sonra gazetemi alıp odama çekildim. Cumhuriyet Gazetesi’nde Mustafa Ekmekçi, 12 Eylül 1980 sonrası Türk Dil Kurumu’nun yeniden yapılanması ve Prof. Dr. Hasan Eren’in başkanlığa getirilmesinden söz ediyordu. Makalesinde bir de anıya yer vermişti: Prof. Dr. Hasan Eren, Prof. Dr. Doğan Aksan ve Şükrü Kurgan’ın Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili Bölümü’nde görevli olduğu yıllarda, sınav döneminde bir kız öğrenci, Şükrü Hoca’nın fakültedeki odasına gelir: - Hocam, beni kız arkadaşlar yolladı. Size sormamı istedikleri bir konu var. - Buyur, yavrum. Seni dinliyorum. - Doğan Hoca’nın sınavına midi etekle girersek, iyi not alıyoruz. Hasan Hoca ise mini eteklilere daha cömert davranıyor. Sizin sınavınızda nasıl giyineceğimizi bilemiyoruz. İşte bunun cevabını almam için gönderdi beni arkadaşlar. - Yavrucuğum, ben giyime kuşama önem veren birisi değilim. Nasıl giyinirlerse giyinsinler, giyinmeseler daha da iyi olur. Gazeteyi kapatıp Hoca’ya telefon ettim. - Hocam, ben Mustafa. Cumhuriyet’teki yazıyı okudunuz mu? - Ay, Mustafacığım, beni ihya ettin. Eski günlerimi anımsattın bana. Eline, diline, kalemine sağlık. Şükrü Hoca, çok sevinçliydi. Bir şeyler söylememe fırsat vermiyor, sözcükleri peş peşe sıralıyordu. Bense suskun, onu dinliyordum. O denli mutluydu ki “Bakın Hocam, ben Ekmekçi değilim” diyemedim. Deseydim, mutluluğu belki de bir kuş olup, uçup gidecekti. Lafı yuvarlayıp durdum ve bir bahanesini bulup konuşmayı kestim. Atladım arabama. Yolda bir kuru yemişçinin önünde durdum. Bir şişe kırmızı şarap ile biraz da çerez aldım. Yolda ne diyeceğimi düşünüyor, planlar kuruyordum. Hoca’nın evinin önüne varınca, arabayı park edip, Hoca’nın kapısının önünde bir süre bekledim. Heyecandan kalbim yerinden fırlayacaktı adeta. Zile bastım. - Gel, Mustafacığım, gel. Bugün çok mutluyum. Cumhuriyet’te beni eski günlerime götüren bir yazı çıktı. Az önce de Ekmekçi aradı. Uçacak gibiyim sevincimden. Vay, vay! Kırmızı şaraba da bayılırım. Bak bu iyi işte. Dur, şuradan iki bardak alıp geleyim de birer tek atalım. - Hocam, şey… - Sen salona geç, geliyorum. Söze nereden başlayacağımı bir türlü bilemiyordum. Keşke telefonda kendimi daha iyi tanıtsaydım! Bir çuval inciri berbat etmiştim. Şükrü Hoca, şişeyi açıp bardaklarla birlikte bir tepsiye koymuş, salon kapısında göründü. Hemen yerimden fırlayıp aldım tepsiyi elinden. - Hocam, az önce konuştuğunuz kişi, Ekmekçi değil, bendim. - Hiç önemli değil. Önemli olan, bu saatte yalnızlığımı şarapta boğmama yardımcı olacak ve mutluluğumu paylaşacak bir Mustafa’nın olması. İster Ekmekçi, ister Yalçıner. Ne fark eder? Emekli olunca, Ankara’dan ayrılmıştım ve oraya da artık pek sık gitmiyordum. Bir gün duydum ki Şükrü Hoca’nın evinden alışılmadık bir koku gelmeye başlamış. Tam da Yunus’un dediği türden: “Bir garip ölmüş diyeler Üç gün sonra duyalar…”