16 Ağustos 2012 Perşembe

GERÇEMEK SAYI 34

GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ

KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN

Yıl: 6

Sayı: 34

Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni:

Mustafa B.Yalçıner

05327220674

yalciner_mustafa@yahoo.fr
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Hatice Canan Yalçıner

yalciner_canan@yahoo.com.tr

Yönetim Yeri:

Merkez mahallesi

Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2

33840 Aydıncık/ MERSİN

Telefon: 05327220674

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Yazı Kurulu:

Mehmet Babacan

F. Saadet Bilir

Güngör Türkeli

Songül Saydam

Basıldığı Yer:

Evren Yay. AŞ

Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.

Oğulbey/ANKARA

(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: 01 Temmuz 2012

Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır. Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/ Aydıncık Şubesi

TR930001001020307582605005

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.



ARAP SÜMBÜLÜ (Muscari)

Sümbülgiller familyasından olan Arap sümbülü, tarlalarda, taşlık arazide kendiliğinden yetişen, ayrı ayrı bulunduğu gibi küme halinde de yaşayan, soğanlı, otsu, çok yıllık, arıların sevdiği bir bitkidir. Etli, koyu yeşil, ince uzun oluk biçimindeki yapraklarının uzunluğu bazen sap uzunluğuna denktir. Yapraklarının arasından yükselen 20 cm civarındaki sapı yapraksızdır. Martta bu sapın üzerinde kümelenmiş, 40 kadar, ucu açık ama dar, küçücük bir çanı andıran mor çiçek açar. Bazı türlerinin çiçekleri çok güzel kokar. Latince adındaki “musc” zaten mis anlamına gelir.
Çiçek açıp, tohum verdikten sonra kaybolan Arap sümbülü bir sonraki baharda yeniden merhaba der yaşama.
Bitkinin bilinen bir özelliği yoktur. Soğanının yendiği söylenir.
EDİTÖRDEN

3. KELENDERİS ÖYKÜ YARIŞMASI BİRİNCİSİ

SAPAN
Turan Ali ÇAĞLAR

Sabahtan beri kuru bir kütüğe balta sallıyordu Mahmut. Sertleşmiş, çeliğe dönmüş yüzyıllık meşe gövdesi, her balta darbesinde çın çın ötüyor, pek az kıymık veriyordu. Odunun da sertliğinin de ayrımında olmadan vura vura söyleniyordu:

“Allahsız Hacı! Davarını öte süreceğine, ‘Ekinini kaldır oradan’ diyor. Davar mı öte gider, ekin mi?.. Amma, kuyruk acısından yapıyor bunu. Güreşlerde burnunu az sürtmedim toza toprağa. Ondan da önemlisi Nezihe. Nezihe’nin beni istediğini bildiği halde paraya boğarak aldı babasından. Ah Nezihe! Kaçalım dedim de kaçmadın! Şimdi mutlu musun o meşe kütüğüyle?”

***

Cennet dün akşam babasının üzgün geldiğini görmüş, nedenini sormaya fırsat bulamamıştı. Sabahleyin evde göremeyince meraklandı. Aramaya çıktı. Bir an önce bulup derdini bölmek istedi.

Çevreyi dinledi köyü çıkınca. Dikenli Gedik’ten gelen balta seslerini izleyerek oraya vardı.

Babasının sert bir kütüğü kesmeye çalıştığını gördüğünde şaşırdı. Kolay kesilecek onca odun varken neden o kütüğü seçmişti acaba? Üstelik sesli sesli söyleniyor, “Davar mı öte gider ekin mi, a kör olası Hacı?” diyerek indiriyordu baltayı. Kim bilir, belki de öfkesini odundan çıkarıyordu adam.

Yanına vardı babasının.

Karşısında kızını görünce baltayı bıraktı Mahmut. Suçüstü yakalanmış gibi gözlerini indirip yere çöküverdi. Gömgök tere batmıştı kuluncu.

“Hayrola kızım, burada işin ne?” diye sordu.

Cennet sözü dolaştırmadı: “Kendi kendine konuştuğunu duydum baba. Hacı’yla alıp veremediğin ne? Davarı yine bizim ekini mi bastı?” dedi. Babası başını salladı. Cennet, “Ona gittin ama her zamanki gibi tersledi, değil mi?” deyince babası yine başını sallayıp anlatmaya koyuldu:

“Akşam olurken çadırına vardım. ‘Hacı Ağa, davarların ekinimi yemişler. Çobanları sıkılasan da bir daha yedirmeseler,’ dedim. Gözlerini dikerek, ‘Kaldır ekinini, benim davarlarım yayılacak orada!’ demez mi! Kaynar sular döküldü başımdan. ‘Ulan Hacı, davar mı öte sürülür, ekin mi? Davar mı kalkar yerinden, ekin mi, vicdansız!’ dedim. Dememle birlikte oğullarıyla çobanları üzerime yürüdüler. Kollarımdan, ayaklarımdan tuttular, getirip Yanık Harman’a atıverdiler. O yetmezmiş gibi büyük oğlu böğrüme zorlu bir tepik vurup gitti. Silahım yok, tek başınayım…”

Cennet babasının uğradığı haksızlık karşısında ağlamamak için kendini zor tuttu. “Allah belalarını versin! Devir kötülerin devri!” dedi. Kolundan tutup kaldırdı babasını. Eşeği önlerine kattılar. Yol boyu başka söz etmeden eve döndüler.
***

Ana babasının tek çocuğuydu Hacı. Yokluğu, umarsızlığı bilmeden büyümüş, babasından büyük bir davar sürüsüyle geniş tarlalar kalmıştı. Çevrede hükmünü sürdürürdü. Kimini döverek, kimine söverek sindirmişti köylüleri.

Üç oğlu, bir kızı vardı. Kızının adını ağzına almazken oğullarıyla övünürdü. Oğullarını da kendi gibi zorba yetiştirmişti.

Tuzlu, sarı bir su çıkardı Sarıkoyak denilen yerde. Kimse o sudan içmezdi. Suyun tuzuna kanarak içen hayvan, karnı şişerek ölürdü birkaç saat sonra.

Hacı, sürünün bu suya yaklaşmaması için çobanlarını uyarırdı. Mahmut’un kovulduğu gün sürü Sarıkoyak’a dolanmış, birkaç davar o sudan içmiş, çatlayarak ölmüşlerdi akşam.

Durumu öğrenen Hacı çobanı karşısına aldı. Bir yandan sorguladı, bir yandan tokatladı. Çoban bin bir yemin ederek sürünün Sarıkoyak’a gitmediğine inandırınca, öfkesi Mahmut’a yöneldi. “Öyleyse, o deyyus zehirledi davarımı. Ekininin çevresine zehirli yem bıraktı muhakkak,” dedi. “Kıçındaki yamalı donu düşünmeden benimle yarışacağını sanıyor çulsuz! Ona öyle bir ders vereyim de aklı başına gelsin, Hacı’yla oynanmayacağını anlasın!” diyerek homurdandı. Sonra çobana, “Git o deyyusu bul, buraya getir!” diye bağırdı.

Çoban belayı savmanın yeğniliğiyle fırladı. Bir solukta köye vardı. Mahmut’un Meşelik’e gittiğini öğrenince tazı gibi o yana koştu.

Vadi tabanında, verimli bir tarlaydı Meşelik. Çevresiyle birlikte geniş bir yaylım alanıydı. Bu tarlada gözü vardı Hacı’nın. Vaktiyle orayı satın almak istemiş ama Mahmut, “Baba yadigârıdır,” diyerek satmamıştı.

Tarlanın ortasındaki pınarın önüne küçük bir havuz yapmış, domates, biber fideleri dikmişti akanağına. Çoban yanına geldiği sırada sebzelerin bakımıyla uğraşıyordu.

Çoban yaklaştı, bir ışılayan bir kararan yüzüyle selam verdi önce. Birkaç saniye durduktan sonra, "Mahmut Ağa, Hacı Ağam seni istiyor," dedi.

Mahmut’un kaşları çatıldı, “Ne yapacakmış beni ağan?” diyerek doğruldu. Çoban, “Bilmem, bana bir şey söylemedi,” dedi. Ardından bir yalan uydurdu: “Dünkü zararını ödeyecek herhal.”

Mahmut, Hacı’nın zarar ödemek için çağırmayacağını bilirdi. Almasını bilir ama vermeye yanaşmazdı o. Çobanın karıncalı sesinden de kuşkulandı. “Bu çağırma işi hayırlı bir çağırma değil ama gitmemek olmaz,” dedi içinden. Çobana, “Sen gidedur. Ben şu son karığın otunu da kesip geleyim,” dedi. Çoban uzaklaşırken tezce işine koyuldu.

“Ulan hayvan herif! İnsan özür dileyeceği adamı ayağına çağırır mı? Ah arkasızlık ah! Cenabı Allah, dölümü sürdürecek bir oğlan vermedi ki!.. Oğlumun olmayışı belimi büküyor. Kızıma kötülük etmeyeceklerini bilsem çıkarım ortaya, mertçe dövüşürüm,” diyerek yola koyuldu. Çoban ileride onu bekliyordu. Mahmut varınca, birlikte Hacı’nın yurt yerine çıkan yokuşu tırmanmaya başladılar.

Hacı çadırın önündeki dibek taşına dayanmış, kehribar tesbihini şakırdatıyordu durmadan. Yanına koymuştu öküzsiniri kırbacını. Oğullarıyla çobanları az ötede oturuyorlardı.

Mahmut yaklaştı, Hacı’nın kötü bakışlarını beğenmese de müslümana görevdir diyerek “Selamünaleyküm!” dedi.

Hacı doğruldu. Kırbacı yerden alır almaz, “Selamını da, ananı da, avradını da…” diyerek sıradan geçti. “Ulan köpek! Davarlarımı nasıl zehirlersin?” demesiyle kırbacı Mahmut’un yüzüne indirdi. Oğullarıyla çobanlar, ağızları kulaklarında izlemeye başladılar.

Mahmut, suçlanmasının şaşkınlığını atamadan kırbacı yiyince atıldı. Hacı’nın boğazını tuttu, iri elleriyle sıkmaya başladı. Öyle bastırdı ki Hacı’nın sesi hırıldadı.

Görülmüş şey değildi bu. Gırtlağını sıkmayı bırak, parmağını doğrultan olmamıştı bugüne dek ona. Oğullarıyla çobanlar koştular. Mahmut gelenleri görünce yumruğunu öyle bir indirdi ki Hacı’ya, çadırın ön direğine çarpıp, serildi kaldı Hacı. Sol yanağı patlamıştı, burnundan oluk gibi kan akıyordu.

Çobanlarla oğullar, Mahmut’a saldırıp, vurmaya başladılar. Nezihe aralarına koştu. “Yeter edin, öldüreceksiniz adamı!” dediyse de dinleyen olmadı. Ölü mü, diri mi olduğu belirsiz oluncaya dek dövdüler.

Burnunun kanını ceketinin koluna silerek doğrulan Hacı, “Durun!” diye bağırdı. Herkes durdu. İlkin karısına bir tokat atıp kovdu. Onun Mahmut’u korumasını eski nedene bağlamıştı. Gitti, kıpırtısız yatan Mahmut’a birkaç tekme de o attı. “Bir de ölüsüyle uğraşmayalım şunun. Köpek leşi gibi sürüyün, evininin önüne atın gelin,” dedi.

Oğulları Mahmut’un iki yanına geçtiler, kollarından sürüyerek götürdüler onu. Akşam karanlığında, herkes içerdeyken evinin önüne atıp döndüler.

Sofanın karaltısından izleyen Iraz, onların uzaklaşmasıyla birlikte, “Yetişin! Mahmut Abiyi öldürmüş Hacı’nın adamları!” diye bağırdı. Komşular hemen toplandılar. Buruk bir sessizlikle Mahmut’u izlemeye koyuldular. Yaşlılardan biri kalabalığı ite kaka ilerledi. Eğildi, Mahmut’un göğsünü dinledi. “Yaşıyor, götürüp yatağına yatıralım. Dudu’ya da söyleyin ilaç hazırlasın,” dedi. İki genç adam Mahmut’u yatağına götürdüler.

Güneş aşıp da babası gelmeyince endişelenen Cennet, Meşelik’e gidip onu aramış, kaygıyla eve dönüyordu o sıra. Evlerinden yanda yüksek sesler duyunca koştu, bekleşenlere ne olduğunu sormadan babasının yanına çıktı. Hürü Hala’sı ağlayarak Mahmut’un kanlı yüzünü temizliyor, bir yandan Hacı’ya ilençler yağdırıyordu. Dudu Nine ilaç hazırlıyor, yakınları üzüntüyle bakışıyorlardı.

Babasının yüzünü tanıyamadı Cennet. Gözleri yumruk gibi şişmiş, dudağı yarılmıştı Mahmut’un. Soluk alıp almadığı belli değildi. Bıyıkları, çenesi kan içindeydi.

Babasını o durumda görünce ne konuşabildi ne kıpırdayabildi. Gerilmiş yaya döndü. Bakışları delici, yumrukları sıkılıydı. Komşuları dağılıncaya dek öylece dikildi kaldı.

Gece boyunca Mahmut’un durumu değişmedi. İdrarını tutamıyor, idrarla karışık kan sızıyordu durmadan. Boğazından hırıltı çıkıyordu yalnızca.

Babasının başını bir soluk bırakmadı Cennet. Sabaha karşı Mahmut’un mırıltılar çıkardığını, kıvrandığını görünce umutlanarak halasını çağırdı. Halası geldi. Birlikte ilaç damlattılar ağzına.

Jandarmaya gitmeyi düşündü. Olan biteni komutana anlatmak istiyordu. Ne var ki karakol epey uzaktaydı. Gidip gelirken gecelemek zorunda kalacaktı. Bu da genç bir kızın göze alabileceği şey değildi. Yoldaş olmaları için dayılarına gitti. Amcası yoktu ama üç dayısı vardı. Dayıları Hacı’nın gölgesinden korkardı. Bin dereden su getirerek bahaneler buldular. Büyük dayısı, “Canım, Mahmut sakatlanmadı, şükür ölmedi de. Bu vaziyetteyken oraya buraya gitmek gerekmez,” dedi. Cennet dayısına kahırla baktı, söylene söylene eve döndü.

Mahkemeye gitse karakoldan da uzaktaydı orası. Üstelik kenti, adliyeyi bilmezdi. “Hacı şimdiden savcıyı, candarmayı görmüştür. Boşuna kendini yorma,” dedi komşuları.

Cennet bu sözleri, bu haksızlığı sindiremedi. Bir şey yapamasa da, “Dünyada adalet olmalı,” diye düşündü durdu.

Mahmut ertesi gün yaşam belirtileri göstermeye başladı. Kan işemesi durmuş, soluk alması kolaylaşmıştı. Tereyağı ile balı karıştırıp azar azar yedirdiler. Yavşan, kantaron otuyla yapılmış ilaçlar içirdiler. Birkaç gün sonra zar zor konuşur oldu.
***

O günlerde Hacı’ya kentin yolu göründü yine. Her gidişinde olduğu gibi kara kovan balı, tereyağı, taze peynir hazırlattı. Doru atına binerek kentin yolunu tuttu. Armağanları uygun bulduğu kişilere dağıttı. Yine ileri gelenlerle birlikte Ulu Cami’de öğle namazı kıldı. Akşam yine Babil Pavyon’a gitti, sabaha kadar bar kadınlarıyla içip eğlendi. Ertesi gün akşam dönebildi çadıra.

***

Haftasını geçmeden ekin tarlasına yeniden girmeye başladı Hacı’nın davarları. Cennet her gün davar çıkarıyordu tarladan. Ekinin bir bölümünde başaklar sapa karışmış, birbirine dolanmış, üzerinden çalı sürünmüşe dönmüştü. Çobanlar aldırışsız duruyor, Cennet’le alay ediyorlardı sanki. Dişlerini birbirine geçirse de o dağ başında yapabileceği bir şey yoktu Cennet’in. Kini, öfkesi arttıkça arttı. “Bu derdin çaresi yılanın başını ezmek ama nasıl yapılacak bilmem,” diye düşünmeye başladı.

***

Birkaç gün sonra Hacı’nın çobanı, Arap Mahir’in çobanıyla dövüştü. Armutlu tarlasında yıllardır Hacı’nın sürüsü otlardı. Mahir’in davarları Armutlu’ya girince çobanlar arasında dalaşma başlamış, bir süre sonra sürü sahipleri de katılmıştı kavgaya.

Mahir’in ataları geçen yüzyılda yerleşmişti buralara. Suriye çöllerinden zorla getirtmiş, ovaya yakın bir köye iskân ettirmişti padişah. Kışın o köyde, yazın bu yaylada yaşarlardı. Hırsız, zorba insanlardı. Kıyıcılıkta Hacı’dan geri kalmazdı Arap Mahir.

***

Hürü bir akşamüstü yine bakır bir sahanla çıkageldi. Cennet o sıra eşekteki çıra yükünü indiriyordu. Kendir çekişini, çıra kütüklerini kaldırıverip dizmesini görünce baktı kaldı Hürü. Çıra da çıraydı hani! Kibriti göstersen yanacaktı neredeyse. Öyle kalın kütükler, yağlı çıralar ta Baldıranlı Tepe’den beride bulunmazdı.

“Vay, eşek sıpası!” dedi içinden. “Şunun yaptığı çırayı değme erkek kesip getiremez. Getirdiği yer desen cehennemin öte yanı. Bir başına korkmadın mı o ıssızlarda?” Sonra bakışlarını Cennet’in üzerinde gezdirdi. “Kolları erkek kolu gibi amma göğüsleri dümdüz. Yarın evlenip de çocuğa karışınca nasıl doyuracak bebelerini bilmem.”

Gürültüyü duyup doğrulmaya çalışan Mahmut da gördü çıraları. Bir kütüklere, bir kızına baktı. “Maşallah!” dedi. “Erkeklere taş çıkartır benim kızım. Şunun getirdiği çıralara hele!”

Cennet çırayı indirdikten sonra gördü halasını. Koşup sahanı aldı elinden. “Canım halam! Yemek de yapamamıştım, ne iyi ettin!” dedi. Sahana göz gezdirince, “Vay! Övcel çorbasıymış, hem de kekikli. Babamın sevdiğini nasıl da bilir!” deyip halasını öptü.

Mahmut’un onları dinlediğinden habersiz, merdivenin ilk basamağına oturuverdiler. Hürü kucağına çekti Cennet’i. Saçlarını okşayarak, “Bahtsız kızım. Anan öldüğünde üç yaşına girmemiştin daha. O günden beri evin hem kızı, hem oğlu oldun. Abim de biriyle evlenip kurtarmadı seni bu işlerden. Çok şükür geliştin, büyüdün amma onca ıssızlara yalnız gitme bir daha. Bir kötüye rastlamandan korkarım,” dedi.

Cennet beline doladığı sapanı gösterdi: “Korkma halam. Bu varken bana kimse yaklaşamaz.”

“İnşallah o sapanı kullanman gerekmez. Ara sıra taş atıyor musun onunla? Kollarını da püskülünü de ben örmüştüm. Atınca şırrak diyor mu püskülü, kayalarda yankı yaptırıyor musun gene?”

“Yaptırıyorum ama babam böyle olduğundan beri hiçbir şeyin tadı yok ki.”

“Babanı dert etme. Maşallah, güçlüdür abim. Tez günde ayağa kalkacaktır. O domuz Hacı’yla oğulları boklarına bulaşmışlar nasıl olsa.”

“Ne olmuş ki?”

“Mahir’in büyük oğlunu öldüresiye dövmüş Hacı’nın tayfası. Yarın Mahir’in dölleri de onlara karşılık verir. Yakında birbirlerini yerler inşallah!” dedi.

Cennet, “Ya!” diyerek doğruldu. Bir süre dikildi kaldı. Halasının, “Sağlıcakla kal,” dediğini duymadı, gittiğini görmedi. Neden sonra kendine geldi. Eşeğin yemini, samanını verir vermez sahanı alarak merdivenleri çıktı.

***

Aradan iki gün geçti. Üçüncü günün sabahı, Hacı uyandığında sürü yaylıma dağılmıştı. Kadınlar süt, peynir derdindeydiler ama olabildiğince sessiz çalışıyorlardı. Tencereden, sahandan azıcık gürültü çıkarsa, yiyecekleri tokada, işitecekleri sövgüye yabancı değillerdi.

Yatağında doğrularak üç kez öksürdü Hacı. Bu, karısını çağırma imiydi. Nezihe elindeki kabı yere bırakıp koştu. Çadırın kapısını açarak, “Hayırlı sabahlar Hacı Ağa,” dedi. Ağa esenlemenin karşılığını vermeden, “Sofrayı hazırla!” diye gürledi.

Karnını tez doyurdu. Atını istedi hemen. Çevresindeki insanlara gözlerini dikerek baktıktan sonra ata atlayıp çobanların peşine düştü. “Bugünlerde Mahir’den gözümü ayırmamalıyım,” dedi kendi kendine.

Cennet tepeye çıkmış, çadırdan beri çalımla gelişini izliyordu Hacı’nın. Çaltılı Boğaz’a girdiğini görünce korunağına geçti. İki gündür sıkı hazırlanmıştı. Hacı’yı öldüremezse, kurşunundan kaçacağı geçitleri bile hesaplamıştı.

Üç kez “Allah’ım bana yardım et!” dedikten sonra yumurtadan irice bir dere taşını sapana yerleştirdi. Ölçüsüz bir heyecanla beklemeye başladı. Çok geçmeden atın başı göründü. Cennet sapanı salladı, salladı. Hacı’nın çalılıktan çıktığı an tüm gücüyle savurdu. Hacı atın üzerinde iki büklüm oldu. Sol göğsünün altındaki kaburganın çat diye kırıldığını duymuştu. Soluk almaya çalıştığı bir an, sağ alnına oturan ikinci taşla gözleri karardı. Bir yanının üzerine kayarak yer ile ayni düzlemde, pütürlü bir kayanın üzerine serildi. Canının kesildiğini duyumsarken tabancasını sıyırdı. Haber vermek için bir kurşun sıktı. Kurşun sesi zayıf geldi kulağına. Gücünün son kırıntılarıyla ikincisini de sıktı. Sağ topuğunun o kurşunla yırtıldığını duyumsayamadı. Tabanca elinden düştü, kayadan aşağı yuvarlandı.

***

İlk tabanca sesi çadırdan duyuldu. Yankılanarak gelen ikinci sesle birlikte Nezihe küçük oğluna seslendi: “Çaltılı Boğaz’dan tabanca sesleri geldi. Baban, Mahir’in adamlarıyla çatışmış olmasın! Git, bak bakalım!”

Oğlan koşarak Boğaz’a vardı. Babasına birkaç kez seslenip yanıt alamayınca aramaya çıktı. Az ileride başıboş yayılan atı gördü. Kaygılandı. Hemen tepeye koştu. Göremeyince esikten yana yürüdü. Yürümesiyle birlikte onu gördü. “Babaa!” diyerek koşup atıldı. Omzundan birkaç kez sarstı. Kıpırtı olmayınca eğilip yüzüne baktı. Hacı’nın gözleri yarı açıktı. Ağzından kan gelmiş, kaya çiziklerinden aşağı sızmaktaydı. Babasını o durumda görünce korktu çocuk. Üstelik kan kokusu midesini bulandırmıştı. Çadıra koştu ağlayarak. Gördüklerini soluk soluğa annesine anlattı.

Dondu kaldı Nezihe. Aklı böyle bir şeyin her an olabileceğini söylese de, “Neden şimdi?” der gibi şaşkındı bakışları.

Kendini toplar toplamaz oğlunu sürünün başındakilere, kızını komşu çadırlara haberci gönderdi. Kendisi koşarcasına Çaltılı Boğaz’a yürüdü.

Ölüsünü tez buldu kocasının. Kimi kadınlar gibi saçını başını yolmadı, başucuna varıp oturdu ölünün. “Rüzgâr eken fırtına biçermiş Hacı. Sonunun böyle olacağını göremedin. Ne var ki onca yükü üstüme yıkıp gittin,” dedi, ağladı.

Çok geçmeden oğullarıyla çobanlar sökün ettiler. Koca göbekli büyük oğlu, “O Mahir çakalının Allahını, kitabını!.. Tekini sağ komayacağım onların!” diyerek geldi. Ölünün başına toplandıklarında bir hayhuy kopardılar. Bağırıp ağlarlarken biri karakola, biri köylülere duyurmaya gitti.

Köylüler geldi, Çaltılı Boğaz insanla doldu taştı. Gelenler, Hacı’nın nasıl öldürüldüğünü merak ediyorlar, çevresinde dönüp dursalar da nedenini anlayamıyorlardı. “Bir kurşun topuğunu yırtmış. Onunla adam ölmez. İkincisi kalbine saplanmış olmalı,” dedi biri. “Hacı da tabancasına davranmış ama neden düşürmüş onu acaba?” dedi öteki biri. Savcıyla hükümet tabibi görmeden de ölüyü çevirip bakamıyorlardı. O iki kurşun sesinin katilin tabancasından çıkması gerektiğini düşünüyorlar, türlü yorumlara giriyorlardı.

Ama hiçbirinin yüzünde üzülme belirtisi yoktu. Kimi kırbacını yemiş, kimi sövgüsünü işitmişti Hacı’nın. Yamulup kalmış ölüye döne döne, duygusuzca baktılar.

Durmuş avcıydı, topal karıncanın hangi kömeye girdiğini bilecek kadar da usta izciydi. Kırbacını yememişti ama nice sövgüsünü işitmişti Hacı’nın. Geldi, ötekiler gibi ölüyü izlemeye koyuldu. Eğilip bakınca sağ alnında, yumurta büyüklüğündeki morarmış bereyi gördü. O bere çenesindekinden, yüzündekilerden daha koyuydu. İşkillendi. Yanına, yöresine bakınırken birkaç adım aşağıda; otların arasında, ucu görünen, kan bulaşıklı dere taşını gördü. Ölünün ayakucundaki ikinci dere taşını da görünce doğruldu. İçinden, “Sapanla öldürülmüş bu kâfir. Hem de apak dere taşlarıyla. Acaba kim öldürdü?” diyerek en uygun sapan atılacak yeri araştırmaya başladı. Göze çarpmadan tepeye doğru yürüdü. Bakınırken bir kadın ayakkabısı izi gördü. Peşine düştü. İz bırakan kişi tepeden gelmiş, çalılıktaki bir kuytudan aşağı inmemişti. İlkin bir şeyler sezinledi. Sonra birden kafasına dank etti. “Vay be!” dedi. Der demez oradaki izleri ayaklarını sürüyerek yok etti. Ölünün yanına indi. Çevresini kolaçan ettikten sonra, ayağının ucuyla o iki dere taşını da aşağıdaki kökü kaba otlu, dikenli çalının içine itiverdi. İşini bitirince ötekiler gibi savcıyı, tabibi beklemedi, doğru köye gitti.

Mahmut’un arkadaşıydı Durmuş. Köye vardığında önce onun evine saptı. Merdiveni çıkar çıkmaz sofaya göz gezdirdi. Mahmut sırtı dönük uzanıyor, Cennet ortalıkta görünmüyordu. Eğildi, ayakkabılıktaki kadın ayakkabısını çevirip baktı tabanına. Bu, Cennet’in günlük giydiği lastik ayakkabıydı. Bakar bakmaz başını salladı. Ayakkabıyı yerine koyup Mahmut’un yanına vardı. Selamlaştıktan sonra hal hatır söyleşisine girdiler.

İçeride, giysilerini değiştirmekte olan Cennet, Durmuş’un sesini duyunca dışarı çıktı. “Hoş geldin Emmi!” dedi, el öptü. Sonra, “Şöyle, iki kahve yapayım da babamla birlikte için, olur mu?” dedi. Durmuş, “Olur be kızım,” dedi. “Hem de şekerli olsun.”

Cennet içeri koştu. Birkaç dakika sonra getirdiği kahve fincanlarını uzattı. “Afiyetle için. Sebzelere su salmıştım, karıklar taşmasın,” dedi. Lastik ayakkabısını giydiği gibi bahçeye koştu.

Durmuş arkasından bir süre baktı, sonra Mahmut’a döndü. Hacı’nın sapan taşıyla öldürüldüğünü söyledi ilkin. Ardından sesini düşürdü, başıyla Cennet’in gittiği yönü göstererek, öldürenin bir kadın olduğunu ekledi.

Mahmut yekindi: “Ne diyorsun Durmuş? Yeni yetme çocuk camız gibi birini sapan taşıyla öldürebilir mi?”

“Öldürmüş,” dedi Durmuş. “Hem de iyi etmiş. Hiçbirimizin yapamadığını o yapmış. Elleri dert görmesin yeğenimin.”

Mahmut sancılanmış gibi kıvrandı: “Yahu Durmuş nereden belli Cennet’in yaptığı? Kızımı katillikle suçladığını biliyon mu? En iyi arkadaşımsın amma yanılıyorsan düşmanım olacağını da düşündün mü?”

“Düşündüm Koca Herif, düşünmez miyim? Bak, neden Cennet’in aklıma geldiğini anlatayım: Onun ne yaman bir atıcı olduğunu, kaçan tavşanı bile sapanla vurabileceğini söylememe gerek yok. Bildiğin gibi, Çaltılı’nın taşları hep kahverengi, ufalanan, kayrak taşıdır. Hacı’yı öldüren taşlar apak, sert, dere taşıymış. Pütürlü taşlar hedeften sapabilir amma yuvarlaklaşmış dere taşları sapmaz. Dün ikindi Cennet’i dere yatağında görmüştüm de ne aradığını soramamıştım. Onun için aklıma geldi. İkincisi; Hacı’nın öldüğü yeri araştırırken bir kadın izi bulmuştum. Demin, Cennet’in ayakkabısını çevirip bakınca onunki olduğunu tastamam anladım.”

“Allah Allah!.. Aklım almıyor amma diyelim ki o yaptı. Araştırıp bulurlarsa ne yaparız? Ben ayağa kalkamıyorum daha. Beni bırak, kızım hapse girerse ölürüz be Durmuş!”

“Yavaş konuş, biri duymasın. O işi kafana takma. Şüphelenilecek izlerin hepsini yok ettim. Allah’ın oğlu araştırsa bile Cennet’e uzanan bir ipucu bulamaz. Zaten suçu şimdiden Mahir’e yıktılar bile. Hacı’nın büyük oğlu tüfek elinde, yekinip duruyordu Mahirgilden yana. Belki şimdiden savaş patlamış, bir ikisi serilmiştir yere. Gönlünü ferah tut. Hadi, bana eyvallah! Gene uğrarım,” diyerek merdivene yöneldi.

Mahmut’un içine zorlu bir kurt düştü. Cennet yapmış olabilir miydi bu işi? Birden beyninde şimşek çaktı. Kızının eve iki akşamdır beline sapan dolamış halde geldiğini görmüştü. “Acaba?” dedi kendi kendine.

Kuşku içini kemiriyordu. Dayanamadı. Istar tahtalarının arasından bahçedeki kızına bir göz attıktan sonra sürünerek odaya girdi. Sapanın asılı olduğu yere varınca, “Vay canına, ses çıkarmasın diye püskülünü de ütmüş eşşoğlu eşşek!” dedi. Sapana bir süre baktıktan sonra gözlerini indirip düşüncelere daldı.


3. KELENDERİS ÖYKÜ YARIŞMASI İKİNCİSİ

ÜSTÜMÜ ÖRT
Arda İNAL

Etrafıma toplanmaya başlayan insanların şaşkınlık dolu bakışlarından anlamaya çalışıyorum olan biteni.

Asfalt soğuk, biliyorum ama üşümüyorum.

Annemle babamın haberi yoktur daha, sıcacık evimizde uyuyorlardır bu saatte. Sabahın daha güneşle bütünleşmediği bu anların evimdeki aksini biliyorum. Hukuk okuduğum yıllardan kalma hüzünlü ama lezzetli bir tat bu. Şu an aldığımdan çok daha farklı bir tat... Şafak sökeli biraz olmuş, otobüs, lastiğinin tozu ve kaptanının uykulu gözleriyle girmiştir memleketimin il sınırlarına. Otobüsten hele bir inmeyegöreyim; en güçlü, en başarılı, mağrur ve onurlu öğrenci benimdir bana kalsa. Çünkü muhakkak fakültemle girdiğim çetin bir savaştan zafer dolu haberlerle gelmişimdir evime. Tatlı, şımarık ama biraz da haklı bir vakar ile yürürüm evimize doğru. Ev, sıcacıktır, buram buram uyku ve suskunluk kokmaktadır. Tüm evlatları bir inci kolyenin taneleri gibi bir yerlere dağılmış, karı koca bir başlarına kalmış olduklarından, pek de bozmamışlardır havasını evimin. Kapının zilini uzunca ve kesik bir ritimle çalışımdan ben olduğumu anlar ve o heyecanla açar kapıyı annem. Gözleri şişmiştir, çünkü önceki gece beni beklemiştir merak ve hasret içinde. Özlem vardır gözlerinde; şefkat, vuslatın verdiği mutluluk ve ayrı kalmış olmanın hüznü... Zor şartlarda okuyor olmamın verdiği ağırlık bir de… Ve daha neler neler...

İşte o tat geliyor şimdi hatırıma, umutlarla dolu bir çağın yaşanmayı bekleyen hatıraları... Şimdi, hepsi akıyor, başımdan ellerime doğru. Sıcak, ürkütücü, gözyaşı ve elem veriyor insana... Banaysa, hiçbir şey vermiyor yaşanmamış hatıralardan başka. Annemle babamın, haberi yoktur daha... Duysalar... Peki ya o duysa? Duymuşsa?..

Ağlamak istedim bir an. Haykırarak, hıçkırarak ve çılgınlar gibi ağlamak... Ama olmuyor sanırım, ya da oluyorsa bile ben bilmiyorum. Neyse, o duyduğunda burada olmak istemiyorum. Nasıl olacağını tahmin ediyorum işte, lanet olsun ki parçalanacağım onu öyle durmuş, gözyaşları içinde haykırırken seyrettiğimde... Üstüme kapanacak, küfredecek tanrısına, dinine, bana kızacak bırakıp gittiğim için, biliyorum. Ve içim acıyor işte bir tek bunun için, ama nafile... Bir ömür boyu onun içinde kapanmayacak bir yaranın her dem kopuk kalan mühresi olacağım. Belki bir ömür taşıyacak ak koynunda fotoğrafımızı... Yaşamaktan da zormuş bu...

“Nasıl olmuş? Bilen var mı?”... “Ters yönden gelen arabanın teki çarpmış, çok hızlıymış, çocukcağız kaç metre uzağa fırlamış... Kafasını şu direğe çarpmış diyorlar...” Rahatça ve yüksek sesle konuşuyorlardı, ben orada değilmişim gibi... Halbuki tek bir noktayı da olsa, hâlâ görebiliyordum her nasılsa... Ve konuşulan her şeyi duyabiliyordum. Ağzımdaysa, kanımın metalimsi tuzlu tadı vardı. Belki de, bu duyuların hepsi birer tahayyülden ibaretti, bilemiyorum...

İlkokulda aynı sırayı paylaşırdık Onunla. Öğretmenden aynı azarları yer, aynı hayalleri kurardık. Birbirimizin hatıra defterlerine yazmıştık, onu hatırlıyorum. Böyle tanışmıştık onunla biz. Aradan tam on yıl geçti. Üniversitelerimizi yıl kaybetmeksizin bitirdiğimizin hemen ertesi aylarında karşılaştık bir gün. Nerde, nasıl hiç önemi yok şimdi, ama tek anımsadığım şey vardı; tertemizdi o. Hiç kirlenmemiş ve insanoğlunun bozuk yüreklerinin ayak basmadığı bir limandı benim için, ebediyete demir atacağımı o an hiç bilmediğim... İlk karşılaşmamızdan birkaç ay geçti geçmedi, bir gece rüyamda gördüm onu; evlenme teklifi ediyordum. Güzel bir yemek, şık elbiseler... Rüyamdan bir gün sonra ona ansızın ulaşacağımı, çay içmeye ve ilk anılarımızı yad etmeye davet edeceğimi, onun bu teklifi kabul edeceğini, her şeyin hızla gelişeceğini ve bu kadar kısa sürede bir kadını bu kadar sevebileceğimi hiç tahmin edemezdim... Daha bir yıl önce hiçbir şeyimken, şimdi her şeyimdi... Aldığım en doğru karar, seçtiğim en doğru insan, attığım en güzel adım, çiğnediğim en güzel ilke idi o benim için... Sadeliğinin, masumiyetinin ve tertemizliğinin altında bir dünya yatıyordu içine sığabileceğim denli büyük... O, bunu bilmiyordu. Artık biliyor. İşte, işin acı veren tarafı da bu ya... Onu, böyle bir durumda yalnız bırakmak... Evlenmemize, aynı çatının altında yemek yiyip geceleri başka evlere dağılmadan aynı odayı paylaşmamıza kaç ay kalmıştı ki şurada... Yaz gelince, memleketimi gündüzleri dev bir fırına dönüştürür gibi insanlarıyla büsbütün yakıp kavurup, akşamında da insan yüzleri arasında gezinen yeliyle bizi kendine bağlayacağı yaz günlerinde atılacaktı konfetiler üzerimizden. Onun en büyük hayali, evinin merdivenlerinden benimle ve gelinliğiyle inmekti. Şimdi, başkasıyla inmesi belki de yıllarını alacak, belki de hiç inmeyecek o merdivenlerden ak gelinliği içinde... Belki, ben de onun rüyasına girmeyi başarır ve beni unutup hayata geri dönmesini söyleyebilirim ona bir gün... Kendi ağzımla ona başkalarının kollarında uyumasını söylemek zorunda kalacağım için, ruhumdan da kanlar akıyor şimdi sanki yere...

Öyle bir zamanda gelmişti ki, vazgeçmek mümkün olmadı. O, öyle berrak ve öyle masumdu ki, gözümü karartıp her türlü adımı atmıştım onun için ve onunlayken... Asla yapmam dediğim şeyleri yapmıştım, o da öyle... Biliyordum, son durağımı bulmuştum ve gayrı onsuz iflah olmazdım...

Her şey çok güzel giderken... Olmamalıydı, yaşanmamalıydı bu. Yaşanacağını bilseydim, ne teklif eder ne de bu kadar bağlanırdım ona... Onu üzer, benden ayrılmasını sağlamaya çalışırdım belki... Umut vermez, büyük adımlar atmaz, ailemle tanıştırmaz, ailesiyle tanışmazdım. Şiirler düzmezdim ona, resmini çizmez, ellerine âşık olmaz, çehresini her insanda görmez, sesini her uyanışımda duyumsamazdım... Bilseydim öleceğimi, bu denli sevdirmezdim kendimi...

Ambulans sireni yaklaşıyor uzaklardan. İnsanların bir an için de olsa umutlandığını görüyorum. Başım yana düşmüş, koyu kırmızı kanım ellerimin etrafında birikmiş. Dokunmaya korkuyor insanlar beyaz ellerime, sağ elimdeki nişan yüzüğüme bakmak içlerini acıtıyor... Sevdiğim kadın geliyor usuma... Ve artık ağladığımı anlıyorum. Gençten bir kız “Aaaa, ağlıyor...” diyor arkadaşına. Arkadaşı “saçmalama Ayşe, ölüler ağlar mı hiç,” diyor ama kendisi de inanmış içten içe ağladığıma... Söyleyemiyor. Diğer seslere kulak veriyorum. “Pek de gençmiş zavallı... Ya ben bu çocuğu tanıyorum, avukat bu, off içim parçalandı bakamayacağım...” Diğer sesleri duyabilsem de, baktığım yöndekilerden başka insanları göremiyorum. Bakışlarımın yönü değişmiyor çünkü. Gözbebeklerimi oynatamıyorum. Her ne kadar kendi kanımı hissetmesem de, sağ elimde duran yüzüğe kan değsin istemiyorum. Ne önemi var onu da bilmiyorum ama istemiyorum işte...

Bugüne dek, yani biraz önceye dek, ölüm gerçeğinin farkındaydım ve bir yandan da çok merak ediyordum. Ama bu kadar adaletsizce, bu kadar kahpece bulacağını bilsem beni, her şey çok farklı olurdu. Sevdiceğimi hiçbir şart altında incitmez, hatta onunla derhal nikâh kıyar, ona dair söyleyemediğim tüm güzellikleri söyler, yapmak istediğim her şeyi yapardım onunla birlikte. Varımı yoğumu kullanarak hem de. Parayı, masrafları nasıl ödeyeceğimi düşünmeden borç harç bir şekilde edinir, sevdiğimle kurduğumuz hayalleri gerçekleştirirdim.

Onu en çok ölümümle inciteceğimi biliyorum.

“Nabzı atıyor mu?..” Ambulans doktorunun bu sorusunu birinci hemşire başını iki yana sallayarak yanıtladı. Elimi tutmuştu, bıraktı. Yine kanların içine düştü elim. Tıp, nişan yüzüklerini önemsemiyordu demek ki. Umutları, hülyaları, geleceğe dair planları önemsemiyordu. Saydıklarımın hepsiydi işte o yüzük, yüzüğümüzü önemsememişlerdi... Sevdiğim, daha evlenmeden “canım karım” dediğim, o önemser biliyorum. Avucunun içine alır, bir daha asla bırakmamacasına sıkar yumruğunu. Sevdiğimi göstermek için arada bir hafifçe ısırdığım parmağına takılır ıslaklığı hiç bitmeyen gözleri, sessizce ağlaması durmaz sevdiceğimin, biliyorum...

Ekimozların ve kan kaybının büyüklüğü için muayeneye girişmeye dahi gerek duymadı doktor. Kalabalığı dağıtıyordu polis memurları.

Kardeşlerim, ekmeğe mama dediğim günlerden beridir her şeyi paylaştığım bir avuç dostum, sevdiklerim, sevenlerim, arkadaşlarım, hasımlarım, hiç kimse bilmiyor, kimseler bilmiyor öldüğümü. Annemle babamın da haberi yoktur daha, sıcacık evimizde uyuyorlardır bu saatte. Yağmurun bu gece toprakla sevişmesinin kokusu dolmuştur evimizin arka bahçesine. Ama ne olursa olsun açmasınlar pencerelerini, kara haberi götürmesin ardıç kuşları aileme, sevdiğim kadına, dostlarıma...

Üstümü ört doktor, doğmamış oğlumla evlenmediğim karımın tahayyülleri içinde yalnız kalmak istiyorum şimdi, ne olur ört üstümü... Sevdiğimin ince parmaklı beyaz elleri dokunmasın cesedime. Beni böyle görsün istemiyorum...

3.KELENDERİS ÖYKÜ YARIŞMASI ÜÇÜNCÜSÜ

ELLERİM YANIYOR
İbrahim ŞAŞMA

Ellerim o paslı kapının ziline basmakta tereddüt ediyordu. Sadece kapının ziline basacaktım o kadar. Ama bu hiç de kolay gözükmüyordu. Elimdeki tüm hücreler, iş kapı ziline basmak olduğu zaman canlılığını kaybediyor, parmağımda bütün kılcal damarlar kuruyordu adeta. Birkaç kez yine aynı kapıya dayanmış, aynı sıkıntıyı yaşamıştım. Bu kapının ziline bir türlü basamıyordum. Basamayacaktım da. Oysa bin bir ümitle ve yeniden yapılandırılmış bir cesaretle bu apartmanın ikinci katındaki daireye geliyor, sırtımdaki yıllanmış yükü atmak adına umut bağlıyordum.

Emek Apartmanının yıllanmış duvarlarına baktım bir süre. Duvarın üzerindeki kirler ve döküntüler bile değişmemişti. Hâlâ aynı koku. Giriş kapısının camı hâlâ çatlaktı. Demek ki apartman sakinleri hâlâ birlik olamamış, hâlâ çatlak camı değiştirmek için üç dört kuruş atamamışlardı ortaya. Merdivenler yine toz içerisindeydi. Yer yer çikolata ambalajları atılmıştı koridora ve merdiven basamaklarına. Hiçbir şey değişmemişti anlaşılan bu binada. Merdiven silme ve süpürge kavgaları, balkon yıkarken diğer balkona su sıçratma tartışmaları. Küçük bir apartmanda sekiz ayrı daire, sekiz ayrı dairede ise sanki sekiz ayrı devlet mevcuttu. Bir tek bu binanın bu yönünü sevmemiştim. Birlik beraberlik duygusundan ve aynı çatı altında yaşamanın güzelliklerinden yoksun kalmıştı bu binanın sakinleri.

Ne vakit bu binaya gelsem aynı şeyleri yaşıyordum. Suçluluk. Mahcubiyet. Kendimi affedemeyişim. Çok şey birikmişti yüreğimde, taşıyamaz olmuştum. Bu zile bastığım an derdime derman olan şeyi bulacak, kendim olacaktım. Sanki kuş misali kanatlanıp uçacaktım. Kirimden arınacaktım. Yunduğum su arındırmıyordu beni özde kirimden. Bu duygularla adımlarken rutubet kokulu merdivenlerde, her kapıda duraksıyor, o kapının ardındaki dünyalara bakıyordum kendi dünyamdan.

Sıddık Teyze’nin kapısı bu. Kirden sarısını kaybetmiş bu kapının ardında mahallenin en meraklısı, yaşına rağmen en delikanlısı oturmaktaydı. Yaşı seksenlere dayanmış olan bu sevimli teyzeyi merakıyla tanımıştım. Bu apartmana kiracı olarak ilk girdiğimde oturacak olduğum evin anahtarını o teyzeden almıştım. Daha ilk karşılaşmamızda ahret sorgularına maruz bırakılmış, tüm sicilimi şeceremi anlatmak zorunda kalmıştım. Kadın bir sorunun cevabını daha almadan bir başka soruyla üzerime geliyordu. Daha ben sormadan bana hayatından kesitler anlatmaya başlamıştı. Ben sadece bir anahtar almak için çalmıştım kapısını. Böyle başlamıştı kendisi ile tanışıklığımız. Sokağa her çıktığımda pencereden dışarı bakar görürdüm onu. Her geçene laf atar, kimin nerden geldiğine, kimin nereye gittiğine ermeden rahat edemezdi. Sabah mesaisine giderken ayak sesimden mi anlar, yoksa saat mi tutardı bilmiyorum ama, tam sokağa çıktığımda pencereden başını uzatır, akşam gelen misafirlerimin kim olduğunu sorardı. Beni bulamazsa gözleri bir başkasını arardı. O gözler bir radar gibi yolundan alıkonulacak kişileri tarardı. İkindi vakti gelen kargonun kimden geldiğine dair, akşamüstü arabayla nereye gittiğime dair beyanat vermek zorundaydım. Bütün bunları bilmek ona tarifi imkânsız bir mutluk veriyordu. E biz de onu mutlu etmeyi biliyorduk.

Döne Teyze’yi hiç sevmemiştim zaten. Apartmanın birinci katında birinci daire. Birkaç kez selam vermeye çalışsam da verdiğim selam bana alınmayıp geri gelince selam vermeden geçmeye başlamıştım. Dördüncü katta eşimin yıkadığı balkondan akan su onun serdiği çamaşırların üzerine akınca mahalleyi ayağa kaldırmış eşime ağza alınmayacak hakaretler yağdırmıştı. O günden sonra pek muhatap olmamıştım Döne Teyze ile. Yorgun bedenimi sürüyüp geldiğim o akşam eşim bana ağlayarak anlatmıştı Döne Teyze’nin hakaretlerini. Kan beynime sıçramış, doldurduğum bir kova suyu olduğu gibi aşağıya dökmüştüm. Bir ses bekliyordum aşağıdan bir hakaret. Bir çıtırtı. Patlamaya hazır bir bomba gibi beklemiştim balkonda. Çıkmamıştı. Allahtan kaldırıp başını yukarı bakmamıştı. İkinci katta Gülten ablamız vardı. Ekmeğini taştan çıkaran, amele olarak pancar tarlasına çapaya giden eli öpülesi bir ablaydı. İki kızını bu şekilde okutmuştu. Yüzündeki güneş yanığında ve alnındaki çizgilerde yaşadığı zorlukların ve sıkıntıların izleri vardı. Efkârlı efkârlı sigara içerken görürdüm apartman bahçesinde. Gözlerinde hüzün okurdum çoğu zaman. Dört sene oturduğum evde dört kez geldiler evime. İki bayramdan sekiz kez çalabildim kapısını.Celal Amca. Ne apartmanlı onu sevdi, ne de o apartman ahalisini sevebildi. Disiplinli ve düzenli bir yaşam tarzına alışık olduğu için apartmana bir takım kanunları getirmişti ancak hiçbir fikri, buyruğu düşüncesi apartman sakinlerince kabul görmemişti. Apartmandaki hanımların akşamüstleri bahçede toplu oturmasına hiç razı olmuyordu Celal Amca. Oturmayacaksınız apartman önünde. Ayıp denen bir şey var yahu dedikçe hanımlar galeyana geliyor inadına inadına eylem yaparcasına oturdukları yerden kalkmıyorlardı. Özellikle bu oturma eylemlerini Celal Amca’nın işten dönüş saatine denk getiriyorlardı. Apartman kapısı sürekli kapalı kalacaktı ona göre. Merdivenlerden ağır adımlarla inilecekti çocuk olunsa da. Üç güne bir apartman içerisinde bir kuru gürültü kopar bir haneden bir haneye olmadık laf sayılırdı. Trafiği oldukça yoğun bir apartmandı burası. Entrikası bol. Kavgası bol. Bir de Emineler vardı. Garibimin dayak yemek kaderi olmuş. Kadın ne etse ne yapsa yaranamıyordu kocasına. O kadar da korkardı. Eşimle de güzel bir diyalogu vardı. Gelir ona dert yanar, ona ağlardı. Allah var ya ben bile korkardım kocasından. Her akşam alt kattan sesleri düşerdi hanemize. Bak gene bağırıyor yahu. Bak gene çıldırdı adam. Bak gene bir şeyleri sinirinden vurdu duvarlara. Üzülürdüm içten içe. Bir şey yapamazdım. Varıp kapısına da dayanamazdım. Her kapı farklı bir dünyaya açılıyordu bu apartmanda. Her adımımda ve her bir kapının önünden geçişimde değişik bir ruh haletine giriyordum. Özlemişim meğerse bu binayı. Boşaltmış olduğum daire bizden sonra çok kiracı görmüş, hiçbir kiracı bizim oturduğumuz kadar oturmamış. En çok da çıkmadan evvel, hiç çıkmayacakmışım gibi boyadığım, lilaya çevirdiğim o duvarlara yanıyordum. Daha kirletmemiştim bile elimle boyadığım o duvarları. Ayakkabılarımı şuraya çıkarırdım. Kömür kovamızı şuraya koyardık. Ah dördüncü katın sekiz numaralı dairesi. Biz burada kuru ekmekle ama sevdayla doyardık.

Dalıp gitmişim bir anlık da olsa. Yaşadığım her şey hızlandırılmış bir film gibi gelip geçti gözümün önünden. Ellerim hâlâ o zile basmakta tereddüt ediyordu. Bas diyordu içimden bir ses, bas da kurtul. Bir yandan korkularım vardı. Olur mu öyle şey, senin bir kariyerin var, senin bir dik duruşun var, asla taviz verme diyordu daha baskın bir ses. Kalbim yerinden çıkacakmış gibiydi ve ikiye katlanmıştı dakikada aldığım nefes. Ne diyecektim ki kapıyı açana. Nasıl dile getirecektim. Bu borcu nasıl ödeyecektim. Sırtımdaki dağları nasıl devirecektim. Biliyorum yine bu zile basamadan ve yine düşündüklerimi yapamadan döneceğim evime. Ve yine aynı karabasanlar, aynı kâbuslar bölecek uykularımı. Kendime duyduğum saygımdan ödün verecektim. Aynalara her baktığımda kendi gözlerimden ve lal kesilen dilimden utanacaktım. Özellikle ellerimden. Son günlerde iyiden iyiye düşlerime düşmeye başlamıştı bu konu. Rahatsız hissediyordum kendimi. Düşlerimde ellerim yanıyordu. Her defasında suya koşuyordum, koştuğum su yanıyordu. Sabahları uyandığımda evvela ellerime bakıyordum. İs kokuyordu bana göre, çoğu zaman is kokusundan arınmak için yıkıyordum. Kendimle hesaplaştığımda açık veriyordum. Ve bir takım sorular cevapsız kalıyordu. Hayatımda birilerine borçlu kalmaktan ve birilerini istemeden de olsa zor durumda bırakmaktan korkmuştum hep. Bu zile bastığımda içimi yıllardır kemiren bir dertten arınacağım aşikârdı. Bu zile bastığımda kendime veremeyeceğim hiçbir hesabım kalmayacaktı. Bu zile bastığımda kimliğimi tekrar bulmuş olacaktım. Yüreğimdeki ozanla o zaman barışacaktım. Ne vakittir yüreğimdeki ozanın bana küslüğü vardı. İstediğim çok şey istediğim gibi olmuyor, olmasın dediklerimse bir bir başıma geliyordu. Saksılara diktiğim çiçekler boy vermiyor, penceremin pervazındaki ekmek kırıntılarına kuşlar ilişmiyordu. Yüreğimdeki her bir sıkıntının kaynağını bu zile basarak kurutacaktım. Bu zile bastığımda ellerim yanmayacaktı düşlerimde. Ellerim benim olacak, ellerim bana kalacaktı. Bas şu zile. Hayır basma. Bas şu zile dedim. Hayır basma. Yahu bas. Yapamam. Ne diyeceğimi bilemiyorum ki. Beynimi iki komut işgal etmişti ve çeperlerine çarpıyordu kafatasımın. Yorulduğumu hissettim. Vurulduğumu. Yunus’a yakışmadığımı, Mevlana’ya sırt döndüğümü. Bu yüzden erenler diyarından sorulduğumu. Kapadım gözlerimi, köhnemiş kapının çatlamış dokusunda kayboldum. Kayıp gittim dört senenin ardına.

Apartmana taşındığım haftanın o ilk günlerinden birisiydi. Eşyalarımızı yerleştirmiş ve yepyeni bir dünyaya merhaba demiştik. Hayallerimizi de getirmiştik bu haneye. Yeni komşularımız olacaktı. Serin yaz akşamlarında caddeye nazır balkonumuzda çay içecektik. Bu şehirde ilk evimdi bu benim. Annem gelecekti daha hem bize. O nurani bakışlarını bu evde de görecektim. Çilekli patikler örecekti kırık gözlüğü ile. Bu minvalde başladı her şey. Son bir işim kalmıştı, televizyon anteni çatıya monte edecek ve taşınma işlemim böylelikle bitmiş olacaktı. Çatıya çıktığımda bir güzel seyreyledim şehri. Bir güzel oturdum kukumav gibi kiremitlerin üzerinde. Gözüm apartmanın tam ortasından geçen havalandırma boşluğuna takılmıştı. Nedense bu tür boşluklara baktığımda kötü şeyler aklıma gelirdi. Ya içinde kendimi ya da bir sevdiğimi görürdüm. Apartmanın tam ortasından geçen havalandırma boşluğunun zeminine baktığımda aşağıda tahta, kâğıt, paçavralar biriktiğini gördüm. Yetmiş dört yılından bu yana apartmanın havalandırma boşluğunda boyum kadar çöp birikmişti. İçimdeki kör şeytan hemen beni körüklemeye durmuş ve yakıver şu çöpü diyerek kulağıma fısıldamaya başlamıştı. Güzel de yol gösteriyordu hani. Yakıvereceksin bir kâğıdı. Atıvereceksin aşağıya. Ne güzel yanacak çöpler ve sen de çevre temizliğine katkı da bulunacaksın diyordu. Fena da olmazdı hani. Bir ara yakarım dedim kendi kendime. Çatıya anteni monte ettim ve Emek apartmanındaki hayatıma bu şekilde başladım.

Boş durur mu kör şeytan. Gün içerisinde havalandırma boşluğunda çöp olduğunu hatırlatıyor, hafta sonu izin günlerimde gelişlerini sıklaştırıyordu. Yak şurayı. Yak da sen de kurtul ben de kurtulayım diyordu. Ama bir yandan da melakeler çıkıyordu karşıma, yapacak olduğum hareketin hiç de hoş olmayacağını ve ürkütücü sonuçların karşıma çıkacağını söylüyorlardı. Bir ay oldu, iki ay oldu. Ne şeytan şeytanlığından vazgeçti, ne de melakeler melakeliğinden. Aralarında sıkışmış kalmıştım. Otuz yaşındaki adamı oyuncağa çevirmişlerdi adeta. Nereden de görmüştüm ki bu çöp yığınını. Aklıma geldikçe devleşiyordu gözümde gönlümde bu yığın. Bir ara üşenmeden çıktım çatıya tekrar. Şu çöplere bir daha bakayım diyerek. Apartmanın banyo ve tuvalet pencerelerinin bulunduğu boşluğun neredeyse birinci kat hizasına kadar çöp doluydu gerçekten. Bir kısmı inşaat aşamasında atılmıştı büyük ihtimalle. Otuz yıllık bir süreçte de dolmuştu dolacağı kadar. Ne melakelere ne de şeytana hiçbir şey söylemedim. Döne Teyze kurutmalık doğrarken, Sıdıka Teyze yoldan geçenlerin ifadesini alırken, Gülten amele olarak gittiği tarladan yorgun argın dönerken ve Emine akşam olmasa herif gelmese keşke derken, Celal Amca açık bırakılan apartman kapısını hışımla örterken akşam oldu yine. Penceremden çekildi güneş. O gece yaptı yapacağını şeytan. Hanım erken yatacağım ben diyerek yer yatağını sermiş yattığı yerde televizyondaki dizisini seyrederken ilk reklama kalmadan uyuyakalmıştı. Ne ettimse savamadım başımdan ve kabul ettim emrini şeytanın. Banyo penceresinden bir gazete kâğıdının ucu yakılacak aşağıya bırakılacaktı. Çakmağı çaktım gazetenin ucunu tutuşturdum ve elimi banyo penceresinden dışarı çıkartarak bıraktım yanan kâğıdı boşluğa. Sen kâğıt döne döne inerken aşağı, ben yaramaz bir çocuk edasında olacakları bekliyordum. Ama bu kadarını da değil.

Bir an bir sessizlik ve ardından çatırdama sesleri ve dördüncü katın penceresinden görülecek kadar göğe çıkan ateş topu. Bu kadar yükseğe çıkmamalıydı bu ateş. Yanıverip geçmeyecek miydi bu ateş yahu. Yüreğim bir an göğsümden çıkacak gibi olmuştu. Nefesim sıklaşmıştı. Birinci kattan feryatlar yükselmeye başlamıştı bile. Yanıyozzz. Yanıyozz. İçmez gomaz olun o çağraları imiii diye beddualar yükseliyordu. Ne yapacağımı bilemez durumdaydım. Bir hareketlilik vardı apartmanda. Saatler yarımı bulmuşken. Bir kez daha baktım banyo penceresine. Ateş gerçekten dördüncü kata kadar çıkıyordu. Dışarı da çıkamıyordum. Sanki gözlerim, ellerim, yüz halim, çarpıntım beni ele verecekti. Bu işin üstümde kalması bu apartmanı terk etmeme vesile olurdu. Bu da benim felaketim. Çok çaba vermiştim, çok ev aramıştım, nakliyeye para vermiştim. Duvarlarını ben boyamıştım. Çatı katındaki odunluğa bir tonluk kömürü ben çekmiştim. Şehirde ev bulmak öylesine zorlaşmıştı ki, ev istemek kız istemek kadar zora düşmüştü. Ev sahiplerine neredeyse soy kütüğümü sunacaktım. Şimdi bu yangının benden kaynaklı olduğu ortaya çıkarsa aynı sıkıntıları yeniden yaşayacak şehir şehir burnumun direğini apartmanların penceresinde kiralık yazılarına doğrultarak gezecektim. İnkâr en güzeli. Ben yakmadım. Bir rüzgâr gibi süzüldüm usulca yer yatağına. Bilmem kaçıncı düşünde olan eşime ardından sarıldım. Uyuyorum bakın diyordum içimden. Ben uyuyorum. O saatte ben uyuyordum. Aşağıdan sesler geliyordu hâlâ. Yanıyoruzzz. Yanıyoruz.. Her yanıyoruz ifadesinde daha bir sarılıyordum eşime. Kemiklerini kırarcasına. O sıkı kucaklamamdan ötürü uyandığı belliydi ve hoşuna gittiği de. Ama aşağıda olanlardan ve apartmanın ortasındaki ateş topundan haberi bile yoktu. Bu yaşa geldim böyle sıkı sarılmamıştım ona. Usulca seslendi. Şişşt bir şey mi oldu sana. Yoo dedim. Uyu bir tanem uyu. On dakika geçmeden hışımla çalındı kapımız. İçimden otuza kadar sayayım öyle kalkayım. Bu uyanma payıdır. Gözlerimi biraz ovuşturayım. Bu da uykunun verdiği kızarıklık olsun. On beş saniye de giyinme payı. Saniye saniye hesaplayarak durdum kapının önünde. Ve beni tatlı uykumdan uyandıranlara kızmış edasıyla çattım kaşlarımı ve açtım kapıyı hışımla. Burnundan soluyan o adama dikerek gözlerimi. Sigara izmaritini sen mi attın dedi hiddetle. Titreyen sesim her ne kadar beni ele verse de, hayır vallahi billahi ben sigara izmariti falan atmadım. Her ne kadar titrese de sesim, kaşlarımın çatıklığı ve kızaran gözlerimle ikna etmiştim kapımda bana hesap soranı. Sözde beni uyandırmış, bu saatte rahatsız etmişti beni, bunun hicabıyla da bir şey diyemedi adamcağız indi aşağıya. Banyo penceresine baktığımda ateşin kudretini yitirdiğini anladım. Bir şekilde söndürmüşlerdi aşağıdan.

Sabah hasar tespiti. Birinci katın banyo ve tuvalet pencereleri komple yanık. İkinci katın kısmen yanık. Üçüncü katın islenmesi mevcut. Biz dördüncü zayiat yok. Failler de netleşmişti apartmanda. Gülten’in kızları. Sigara içmişler banyo penceresinden atmışlar izmaritlerini. Bilmem ne ettiler, nasıl yaptılar, ne kadar gittiler üzerlerine. Bir müddet konuyu hiç açmadım kendime. Şeytan o günden sonra uğramadı hiç yanıma. Melakeler de gelmedi haneme. Gültenlerin üzerinde kalmıştı ihale. Kulaktan kulağa dolaştı durdu bir müddet bu haber. Karaman ağzıyla o ona fısıldadı o da ona. “Gülten’in gızları yakmışlar cağra içerkene.” Bense kapılarından bile utanır olmuştum, başımı eğiyordum kapılarının önünden geçerkene.

Aradan dört koca yıl geçti. Ben şehrin bir başka yamacına konuyorum. Bir başka kiralık evin anahtarını taşıyorum cebimde. Benimle beraber büyüdü vicdan azabım. Sinemin orta yerinden kan sızmaya başladı bir ara. Gün geçtikçe daha bir derine sirayet etti bu yara. Kabuk bağlatamadım. Ama kendime emir verip de varıp Gülten’in huzuruna içimdeki çocuğu ağlatamadım. Bir özür borcum vardı bu kadına ve çocuklarına. Bir itiraf borcum. İçimde sakladıkça bu emaneti, daha bir yormaya başlamıştı beni. Yunus’u küstürmek, Mevlana’ya sırt çevirmek bana yakışmıyordu. Aynalara baktığımda beni göremiyordum ben. Gülten’i görüyordum. Ateşi görüyordum. Duman görüyordum. Bu böyle olmayacaktı halimi yaman görüyordum

Ah şu zile bir basabilsem, ah şu zile bir basabilsem. O köhne kirli kapının düştüğüm çatlaklarından çıkıyorum tekrar dışarı. Şakaklarıma doğru bir katre ter düşüyor ağır adımlarla. Yüreğime dokunuyorum çıkacak yerinden. Nefes alamıyorum sanki. Vicdan muhakemesinde bu öyle bir an ki. Parmaklarım uyuşuyor zile basmamak için. Sarsılıyorum. Korkuyorum. Ürküyorum. Bas şu zile. Yıllanmış bir günaha uşaklık etme. Bas şu zile, hesabını vermeden gitme.

Saniyeler durmuş, saatler hükmünü kaybetmişti. Ürkek bir çocuğun parmaklarıyla bastım kapı ziline. Eğdim başımı hicapla yere. Ne olacaksa olsun artık. Fırtına kopmuştu bir kere. Gıcırdayarak açılan o kapının ardından uzattı başını Gülten usulca. Gözleri değdi gözlerime. Tebessüm etti, belli ki unutmamış, belli ki tanıyor. İki elimi kollarımdan itibaren uzattım öne doğru. Avuçlarımı gösterdim. Ellerim yanıyor Gülten Abla. Ellerim yanıyor…