1 Haziran 2012 Cuma

GERÇEMEK SAYI 33




GERÇEMEK TAŞELİ YÖRESİ

KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

İKİ AYLIK YEREL SÜRELİ YAYIN

Yıl: 6

Sayı: 33

Sahibi ve Sorumlu Yönetmeni:

Mustafa B.Yalçıner

05327220674

yalciner_mustafa@yahoo.fr

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Hatice Canan Yalçıner

yalciner_canan@yahoo.com.tr

Yönetim Yeri:

Merkez mahallesi

Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2

33840 Aydıncık/ MERSİN

Telefon: 05327220674


Yazı Kurulu:

Mehmet Babacan

F. Saadet Bilir

Güngör Türkeli

Songül Saydam

Basıldığı Yer: Evren Yay. AŞ Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km. Oğulbey/ANKARA

(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: 21 Mayıs 2012

Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır. Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/ Aydıncık Şubesi

TR930001001020307582605005

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

KIRMIZI DAĞLALESİ (Anemone coronaria)


Dağlalesi çeşitli tür ve renktedir. Dağlarda, taşlık arazilerde, yol kenarlarında, ormanda güneşli yerlerde ya da hafif gölgede yetişir. Soğanlı, tüylü, otsu bir bitkidir. Yaprakları yerde ve parçalıdır. 5 ile 10 cm yükseklikteki sürgünü çiçeğe yakın bir yerde, kendisini dairevi şekilde saran dalların arasından geçer ve ucunda mart başında bir adet, 6 ya da 7 taçyapraklı kırmızı çiçek açar. Bazı türlerinin taçyapraklarıysa, üreme organlarının hizasına kadar beyazdır.
Yunan mitolojisine göre Aşk Tanrıçası Afrodit, yakışıklı Adonis’e âşık olur ve onunla ormanda gezip tozmaya başlar. Tanrıçaya vurgun olan Savaş Tanrısı Ares, Adonis’i çok kıskanır. Ve bir gün, Afrodit şerefine düzenlenen bir av partisinde Ares, bir yabandomuzu salar Adonis’in üzerine. Hayvan yaralar onu. Ölümle pençeleşir Adonis. Afrodit onu kollarına alır ve sağaltmak üzere götürürken damlayan kanlar, kırmızı dağlalerine dönüşür.

EDİTÖRDEN


BİTKİ PEŞİNDE II

Mustafa B. YALÇINER

Nisan ortaları. Yer yeşil, gök mavi. İçimdeki çocuk ve ben biniyoruz arabaya, düşüyoruz yola. Sırası gelen bitkiler, sergiliyor tüm güzelliklerini; çiçek açıyor, meyveye duruyor. Biri, o yılki görevini tamamlayıp çekilirken sahneden, bir başkası selamlıyor seyircileri. Sarı elbiseli azganlar, hoşça kalın dercesine el sallıyor ve yerini çobançıralarına bırakıyor.
Yol boyu kıpkırmızı gelincikler. Duruyorum bir tarlanın kenarında. Kimi giymiş dört parçalı, kıpkırmızı elbisesini, kiminin boynu bükük, kimi ise iki yeşil çanakyaprağının arasından göstermeye çalışıyor kırmızı giysisini. Ölümsüzleştiriyorum hepsini fotoğraf karelerinde.
İçimdeki çocuk, “Gelincik şerbeti yapalım mı” diyor. Bu soru alıp götürüyor beni çocukluğuma.
Gelinciğin taçyapraklarını topladıktan sonra, kapsülüne yakın siyah kısımlarını koparıp atardık. Geriye kalan kırmızı yaprakları bir şişeye tıka basa doldurur, bir kahve kaşığı limontuzu koyar, şişenin alacağı kadar da su eklerdik ve güneş gören yerlerde, özellikle pencere kenarlarında su kızarıncaya kadar bekletirdik. Daha sonra yapraklarını çıkarıp atardık. Su bardağının yarısına kadar gelincik suyu doldurur, üzerine su ekler ve tozşekerle tatlandırıp içerdik. İçimdeki çocuğa uyuyor ve gelincik dolduruyorum plastik su şişesine.
Çiçekleri kopardığımdan mı oldu bilemiyorum, bulutlar başlıyor ağlamaya. Ben arabaya varana değin gelip geçiyor yağmur, yufka ekmek sular gibi. Yine de toprak kokusu karışıyor, çiçek kokusuna.
Devam ediyorum yoluma. Sele yokuşu Zeytinli dönmedeki küçük, taşlı ve kumlu, bol güneş alan bir yakada domuz baklaları. Beş yaprağıyla, bir eli andırıyor. Ucu kuş gagası şeklinde mor çiçek açmış. Onların da birkaçı giriyor fotoğraf makinesine. Tepede, sol tarafta yol boyu papatyalar dizili, bakan karşılayan ilkokul çocukları gibi. Özgür bırakıyorum içimdeki çocuğu, koşup oynasın papatya tarlasında, bir çiçek koparıp fala baksın diye: “ Seviyor, sevmiyor, deliler gibi…”
Köyün gömütlüğüne varınca, sağa sapıyorum, Eskiyörük Köyüne doğru. Köyün Çiçek Alanı denilen yerinde, kıpkırmızı yabanıl Osmanlı laleleri. Uzun ve kıvrık yaprakları arasından yükselen sürgünün sonunda iri ve ucu sivri çiçek açmış. Altı taçyaprak. Üreme organlarının hizasına kadar siyah, üstü sarı, araları beyaz, geri kalanı kıpkırmızı. Yörede eskiden çok daha fazlaydı lale. Nedense soyu kurumakta.
Menekşe Deresi’ne inmeden sola sapıyoruz. Bir tepede park edip iniyoruz arabadan. Mis gibi çam kokuyor. Sağda, aşağıda göz alabildiğine kıvrılarak gidiyor dere. Solda develik, meşe, çobançırası, melengiçler komşu olmuş birbirlerine.
Yeniden biniyoruz arabaya. Kızılçamlarla çevrili yolda ilerliyoruz. Gözüm rengârenk yoğurt çiçeklerini arıyor. Söküp çadırlarını göçmüşler. Oysa birkaç hafta öncesine değin süslüyorlardı meşelerin, pırnalların diplerini; nasıl da tutunmuşlardı kayalara!
Bir tepeye yaklaşırken “Dur” diyor çocuk “bir bitki gördüm, kocaman üçgen şeklinde dalı vardı. Üstüne de sanki yeşil çam iğneleri düşmüştü.”
Çekiyorum arabayı iyice sağa. İniyoruz. Gövermeye başlayan meşelerin arasındaki bitkiyi görünce, “İşte şu” diyor. Dedem değneği, dedem kamışı ya da çavşır denir buna. Yaşlılar kullanır onu diye de ekliyorum. Bitkinin ortasından bir kamış çıkar, boğum boğum, içi dolu. Kuruyunca sert ve hafif olur. Baston yapılır ondan. Dedem değneği diye de bundan demişler. Yaşlılar kullanır onu deyince, Osman Şahin’in bir öyküsü çalıyor aklımın kapısını. Evinin önünde çavşır yetiştiren, iki evli, o yaşlı adam gelip dikiliyor gözümün önüne.
“Haydi” diyor çocuk, “var mısın baldıran kökü yemeğe?” Varım diyorum ve biniyoruz yeniden arabaya. Çeşmeden sağa sapıyoruz. Şimdi de Kalebeleni tarafına gidiyoruz. Yol boyu sütleğenler. Biliyor musun diyorum çocuğa. “Daha sormadın ki nereden bileceğim” yanıtı, güldürüyor beni.
Dinle bak. Çocukluğumda, İncekum tarafında sığır güderdik. Öğleyin de hayvanları Büyükalan’daki Köşk deresinde sulardık. Gelirken bu sütleğenlerden kucak kucak yolardık. Sığırlar yukarıda sulanırken, biz derenin denize döküldüğü yerin biraz yukarısına atıverirdik onları. Az sonra da kefaller kabak gibi suyun yüzüne çıkardı. Girerdik dereye ve birer birer toplardık balıkları. Sonra da pişirip yerdik. “Vay sizi gaddarlar vay” diyor çocuk.
Yol sapağına varıyoruz. Toprak yolda araba hoplaya zıplaya ilerliyor. Neyse ki çok sürmeden varıyoruz Kalebeleni’ne. Yıkıntıların bulunduğu tepeye doğru ilerliyoruz. Taşların arasında, aynı kökten gelen birkaç dal üzerinde, kalp şeklinde yeşil yapraklarıyla baldıranlar karşılıyor bizi. Sağa sola bakınırken evinin önünü süpüren bir kadın ilişiyor gözüme. Gidip kazma istiyorum. Taşları çekiyorum bir kenara ve başlıyorum kazmaya. Bir süre sonra bakıyorum kök hâlâ derinde. Biraz daha, biraz daha. Sonunda iki elimle tutup asılıyorum. İnce uzun kök, kopup geliyor. Üzerindeki kahverengi kabuğu soyup atıyorum. Çocuk ve ben, ortaya çıkan beyaz kısmını yemeye başlıyoruz. Baharatlı, hoş bir tadı var.
Teşekkür ederek kazmayı teslim ediyorum sahibine. Dönüş yolunda, “Soğalak sökmeye de gidelim mi” diyor çocuk. Daha zamanı değil, nohutlar şöyle bir karış boylansın bakalım. Ancak o zaman ortaya çıkar, kenger. Nerden aklına geldi şimdi? Ağzımı sulandırdın vallahi.
“Zamanı gelince beni götürür müsün soğalak yemeye” diyor.
Söz veriyorum ve sapıyoruz geldiğimiz yöne…

MEYDAN DAYAĞI

Mehmet BABACAN

Bir zamanlar, iri yarı bir arkadaşım vardı. İki metreye yakın boyu ve 140-150 kiloyu aşan cüssesiyle, yarım dünya gibi bir şeydi.

Zayıflama konusunda söylenenlerin hiç biri kafasına girmiyordu. Daha doğrusu, zayıflamanın yararına ve gereğine inanmıyordu. Kilosunu ve göbeğini, yiğitliğin şanından sayıyor, “ Balkonsuz ev mi olur” diyordu.

Balkonlu da olsa, balkonsuz da olsa, ev dediğimiz yapının betonarme ve kereste yığınından başka bir şey olmadığını anlamıyor gibiydi. Yani taş ve oduna benzetilmek, rahatsız etmiyordu onu.

Kahvede ya da misafirlikte, tek sandalyenin yetmezliği de umurunda değildi.

Arabasının koltuk düzenini kendine göre yaptırmıştı. Çünkü normal koltuklara sığması olanaksızdı.

Gerçi, şişman görünümünün yararı da oluyordu bazen:

Bir gün, yaylaya giderken bir kamyonla karşılaşmışlar. Yol köy yolu, tenha mı tenha. İn cin top oynuyor. Kamyon, iniş aşağı kaptırmış geliyor. Ansızın, burun buruna gelmişler, keskin bir virajda. Kamyon şoförü, yukarıdan aşağıya bakıp;

“Ulan! İnersem yerim seni” diye bağırmış.

“Ye gardaş” demiş bizimki ve yavaş yavaş arabadan çıkmaya başlamış. Yarısının çıktığını gören şoför;

“Yenecek bir lânete benzemiyorsun” diyerek, gazlamış.

Meydan dayağını yiyinceye kadar, şişmanlıkla geçinip gidiyormuş bizim arkadaş.

Ne var ki insanoğlu rahat bırakmaz insanı. Kendi köyünden biriyle dalaşmış bir gün. Adam sıska, çelimsizin biri. Zekât keçisi mübarek. Şişman, dostça uyarmış;

“Git başımdan oğlum. Seninle kavga yakışmaz bana. Elalemi güldüremem kendime. Belanı benden bulma” dediyse de adam inatçı, adam yürekli, adam sakız mı sakız. Belki, intihar etmek istiyor. Şişman onu küçümsedikçe, o bir ateş parçası oluyor; ele avuca sığmıyor.

Köylü meraklı. Yan yana dursalar, görüntünün çeyreğini kaplayamayan bu adam, meydan okuyor ki Köroğlu bile durup, düşünür.

Köylü meraklı. Ayırmak için kimse kılını kıpırdatmıyor. Böyle, biletsiz, bedava tiyatro nerde bulunur… Tartışma gittikçe alevleniyor. Birileri tırnağını mı sürtüyor ne?

Küçük adam, yakalanmamaya çalışıyor. Biliyor ki yakalandığında un ufak olacak. Şişmanın çevresinde çekirge gibi sıçrıyor. Ağıldan çektiği uzun bir sırıkla hem vuruyor, hem de şişmanı yaklaştırmamaya çalışıyor. Bir ara, sırığı yakalamış şişman. Hem savuruyor hem de adım adım yaklaşmaya çalışıyor. Ama yerinde durmuyor ki çekirge. Onun dönüşüne şişman ayak uyduramayınca, sırık zorlanıyor, kırıldı kırılacak. Nihayet kırıldı işte. İkisinin de elinde birer parça sopa.

Şişman, yakalamak için tüm gücüyle ve hışmıyla atılıyor ama adam orada değil. Ardına dolanmış, eşek dövercesine vuruyor ha vuruyor. Şişman, hışımla dönüyor o tarafa. Bir İspanyol boğası gibi saldırıyor. Eyvah! Gene orda değil. Sopayı yedikçe, sirklerde palyaço gibi dönüp duruyor ortada.

Ayırmak şöyle dursun, gülmekten kırılıyor köylü. Sanki kavga değil de bir tiyatro oyunu.

Şişman kan ter içinde kalmış. Çelimsizse, hâlâ çekirge gibi sıçrıyor. Akşama kadar sürebilir bu gösteri.

Sonunda, pes ediyor bizim şişman. Zayıflamanın yararına da gereğine de bir güzel inanıyor. İnandırır elin oğlu gardaş.

Daha mı ne oluyor? Rakibiyle de barışıyor ve adamın adını “Diyet Uzmanı” koyuyor.


“ZERRİN YA DA DAĞLARIN ÖTESİ” (*)

Hasan AKARSU


Ozan, yazar Ramazan Teknikel’in 23 Eylül 1974 ve 07 Mayıs 1976 tarihleri arasında tuttuğu köy öğretmeni günlüklerini kapsıyor “Zerrin ya da Dağların Ötesi” adlı yeni yapıtı. Teknikel, iyi ki Meslek Dersleri öğretmeninin öğüdünü tutmuş diyoruz. Yoksa bundan otuz beş yıl önceki köy yaşantısını anımsamak zor olurdu.

Teknikel’in öğretmen günlükleri eğitici, öğretici niteliktedir. O yılların köy yaşantısını, köy koşulların yansıtması bakımından önemlidir. Doğu Anadolu’da bir ilçenin Toygar Köyü’ne atanan öğretmen, günlerce köye gitmeye çalışır. Onunla birlikte atanan öğretmenlerle tanışır, köylere yürüyerek giderler. Yörenin doğasını birçok özelliğini resim çizer gibi anlatır bize Teknikel:” Sonunda köye ulaştım işte. Toygarlı ilk gördüğüm köylü kırk elli yaşlarında biri. ‘Eve gidelim dinlenirsin, bir çay içeriz, sonra seni okulun bulunduğu mezraya yollarım, hatta birlikte çıkarız’ diyor. Anlıyorum ki görev yerim birçok mezradan oluşan bir köy…” (s.17). Köylülerin geçim kaynağı on üç ay uğraştıkları tütündür. Okul uygunsuz yere yapıldığı için kullanılmaz. Onun yerine uygun yere köylülerin yaptığı taş duvarlı, toprak sıvalı iki odalı bir yapı kullanılır. Okul bahçesi çalıyla çevrilidir. Muhtarın ilgisi öğretmenin işini kolaylaştırır. Üç-beş mezradan oluşan köy toplam olarak yirmi hanelidir. Köy öğretmeni, kahvenin, bakkalın, hiçbir sosyal yaşantının olmadığı köyde iki yıl kalma ve öğrencileri, köylüyü eğitme başarısını gösterecektir. Önce iyi anlaşacağı kişileri seçer, onlar da köylünün sevdiği kişilerdir. Muhtar, “çok konuşan” Aykut, sonradan bakkal dükkanı açan Haceli, Almanya’da işçi olarak çalışıp köye izinli gelen Behzat, komşu köylerdeki öğretmenler, kaval çalan Gürbüz, Özdemir, Yalçın, Semerci Rasim Usta, Nalbant Hasari vb. öğretmenin kaynaştığı kişilerdir. Köy yerinde, pilli radyodan radyo oyununu dinlemek bile büyük bir zevktir o yıllarda. Kışın kar yağdığında ilçeye yürüyerek gitmek çok zordur. Kurt sürüsüyle karşılaşmak tehlikesi vardır. Gönüllü postacı Aydemir’in her zorluğu yenerek köylere mektupları ulaştırması büyük bir özveridir. Köye gezici sihirbazın gelmesi, kalaycının, marangozun, berberin gelmesi köyü renklendirmeye yeter. Bir “Ajans İbrahim” var ki bebekliğinde çocuk felci geçirmiş belden aşağısı tutmadığı halde on beş yaşından beri evde tahta kaşık yapıyor, bağlama çalıyor, radyosu her zaman açık, tüm haberler ondadır. Kente gidip iş arayanların, hamallık yaparak geçinenlerin mutlu olmadığını belirtiyor öğretmen. İstanbul’a gidip hamallık yapanların durumu da içler acısıdır. Bir an önce köye gelip yaşamlarını sürdürmek isterler. Öğretmen, köyde yalnız kalınca kitap okur, ilçeye gidince kitapçıya uğrar, aybaşlarında maaşlarını almak için gelen öğretmenlerle buluşur, dertleşir.

Müfettişler, atlarla köylere ulaşıp köy öğretmenlerini denetlemektedirler. Bir köyün öğretmeni, kendine ve müfettişe at bulur, kendi köyünde denetim bitince, müfettişe atıyla eşlik eder, diğer köye götürür. Bu iş böyle sürer. Teknikel’in dördüncü sınıfta çok zeki bir öğrencisi vardır, adı Zerrin olan öğrencinin durumunu değerlendirirler ve okuması için arayış içine girerler. Köye atanan Pınar Ebe de devreye girip kız öğrencinin annesini, kızını okutması için inandırır.

Köyde avcılık önemli uğraşlardandır. Öğretmene de av tüfeği verir köylüler, avcılığı öğretirler. Öğretmen için kırları gezmeye bir olanak daha çıkar böylece. Köye gelen halk ozanlarını dinledikleri gibi komşu köylere gelenleri dinlemek için de giderler. Geceleri gaz ocağında aydınlanırlar, gaz bitince çıra yakarlar. Ağır hastaları sedyeyle ilçeye taşırlar.

Öğretmen, iki yıl süresince köyün çocuklarını okutur. Köylülerin su aldığı pınarın çamur olan çevresine beton döktürür. Okul adına muhtarla birlikte belirledikleri bir yere, iki yüz elli asma çubuğu dikerek, bağ kazandırarak, okula gelir kaynağı sağlar. İkinci öğretim yılı sonunda Akdeniz Bölgesi’nde bir ile atandığında, aklında Zerrin vardır: “Toygar Köyü benim ilk göz ağrım, elbette hiçbir zaman unutamayacağım. Bu köyde olmasını istediğim, beni oldukça mutlu edecek tek şey var; yolların ötesindeki bu okuldaki öğrencimin, Zerrin’in parasız yatılı sınavlarını kazanması. Bu haberi duymak istiyorum, ama mutlaka! Hoşça kal Toygar” (s.126).

Günlükleri okuduğumuzda, Ramazan Teknikel, iyi ki öğretmeninin sözünü tutarak güncelerini yazmış demeden edemiyoruz. 1974-1976 yılları arasında Doğu’da bir köyümüzdeki yaşantıyı, insanlarıyla, doğasıyla birlikte tanıyoruz. Yazar da o yıllara tanıklık ederek önemli bir işlevi yerine getiriyor.



(*) Zerrin ya da Dağların Ötesi- Ramazan Teknikel, Günce, Sobil Yayıncılık, Ankara, 1. Baskı, Kasım 2011, 126 s.


ANAMUR AHMET BÜLBÜL’Ü KAYBETMİŞ, HABERİMİZ YOK!

Nevzat ÇAĞLAR

Son günlerde sürekli aklıma geliyordu Ahmet Bülbül. Görmeyeli uzunca bir zaman olmuştu. Hasta olduğunu biliyordum. Bileklerinde şişlikler vardı, irili ufaklı, içi sulu. Sanırım bir çeşit romatizmaydı. Nedenini, yıllarca elinden düşmeyen kemana bağlıyordu. Bu yüzden arada bir hastaneye yatar, tedavi görür, çıkar gelirdi, Cumhuriyet Meydanı’nın köşesindeki Sinanoğlu Eczanesi’nin önüne. Çaycının alçak iskemlesine oturur, çantasından çıkardığı kasetleri, yerde yazılı küçük bez parçasının üzerine sıralardı, titizlikle. Çünkü kasetlere kendi sesi gizlenmişti. Kemanıyla çalıp söylediği Anamur Yolları, Danışman, Sarı Yaylam, Koyun Okşaması, İrfani, Türkmen Kızı… Kendi sesini kendisi satmaya çalışırdı meraklısına, vefalısına, değerini bilene. Yoksa her dakika onlarca insanın geçip gittiği kaldırımda Ahmet Bülbül’ün varlığından haberi olan bir elin parmaklarını geçmezdi. Öğleye kadar burada kalır, akranlarıyla eski günleri yâd eder, belki bir iki kaset satar, öğle yemek parasını çıkarırdı. Yemekten sonra da omuzundaki kaset çantasıyla Jandarma Karakolu’nun karşısına sıralanmış, ağzına kadar dolu kahveleri dolaşırdı. Bu kahvelere Bahşiş, Boğuntu, Akine, Ormancık gibi köylerden gelenler olurdu. İçlerinden kaset alan olursa, kendince gününü kurtarmış sayardı. Ne de olsa o köylerde, bir zamanlar, bir hafta süren köy düğünlerinde, Ahmet Bülbül’ün kemanından çıkan nağmeleri herkes duyardı. Bülbül’ün Çukurabanoz’dan Karaağa’ya kadar gitmediği köy, çalmadığı düğün kalmamıştı belki de. Bazen hiç kaset satmadığı günler de olurdu. Bu durum onu yıldırmaz, kaset çantasını yanından ayırmazdı.

Sağlığında birkaç defa görüşme fırsatı bulmuştum Ahmet Bülbül’le. Kendisini yakından tanımak, Anamur’un türkülerini öyküleriyle birlikte, birinci ağızdan dinlemek istemiştim. Biz tanıştığımızda yaşı bir hayli ilerlemişti. Beyaz saçlarının altındaki yüzü zayıflamış, yanakları çökmüş, beli de eğilmeye başlamıştı. Adımları küçük ve yavaştı. Bir zamanlar elinde kemanına rağmen halk oyunlarının ritmine dayanamayıp keklik gibi seken Ahmet Bülbül’den doğal olarak fazla bir şey kalmamıştı. Lise yıllarımdan hatırlıyorum, sık sık okulumuza gelirdi. Okulun halk oyunları ekibinde keman çalıyordu. Çıra pardısı gibiydi o zamanlar. Güz sonunda yayladan yeni dönen insan misali. Kendisine klarnette Ali Küçükderya, davulda Hakkı Küçükderya eşlik ederdi. Edebiyat öğretmenimiz Aydın Doluoğlu ise başlarındaydı. Yarışmalara katılmadan önce uzun bir çalışma maratonuna girerlerdi. Aynı türküler belki onlarca defa çalınır, oynanırdı. Ekibimiz ilde, bölgede, Türkiye genelinde yapılan yarışmalarda kaşık dalında birincilikler almıştı. Milliyet’in Türkiye liselerarası Müzik ve Halk Oyunları yarışmalarında alınan sonuçları unutamam. İlkbaharda olurdu yarışmalar. 19 Mayıs’ta kutlamaların yapılacağı şehir stadına doğru yalın ayak yürürken; Anamur Lisesi’nin Türkiye birinciliğini haber veren pankartları taşırdı öğrenciler.

Anamur Lisesi, Ticaret Meslek Lisesi, Endüstri Meslek Lisesi gibi okulunda halk oyunları ekipleri kuran müdürlerin ilk başvurduğu kişilerden biri Ahmet Bülbül olurdu.

Kimdi Bülbül? 1936 da Evciler Köyünde dünyaya gelmiş. Kendisi gibi kemancı olan babası Mustafa Bülbül’ü aklı ermeden kaybetmiş. Mustafa Bülbül, aynı köyden Âşık Mustafa’yla amca çocuğu olurlarmış. Halk hekimliği ve âşık tarzında söylediği şiirleriyle tanınmış biridir Âşık Mustafa. Ahmet Bülbül’ün halk sanatçısı olmasında aileden gelen etkenler rol oynamış olmalı. İlk kemanı çaldığı zaman on dokuz yaşındaymış. Keman çalmayı kendi çabalarıyla öğrenmiş. Askere giderken kemanını yanında götürmüş. Asker dönüşü düğünlerde keman çalmayla geçimini sürdürmüş Ahmet Bülbül. Babasını tanıyanlar, “Şu havayı baban çok iyi çalardı, sen de bir çalıver” diye ısrar ederlermiş. Silifke’nin yetiştirdiği, halk müziğimizin değerli araştırmacısı Özcan Seyhan, Ahmet Bülbül’ü ziyaret ederek kendisinden derleme yapmış. Bunu söylerken gururlanırdı. Görüştüğümüz günlerde yakınırdı Bülbül. Haklıydı. Unutulmuştu. Bir zamanlar peşinden koşanların arayıp sormadıklarını dile getirirdi sık sık. Bir de çok sevdiği kabak kemanesini satmak zorunda kalması kendisini çok üzmüştü.

Birkaç gün önce, bir arkadaşım telefonda, “ Ahmet Bülbül vefat etmiş, biliyor musun,” dedi. Bir anda dilim damağım kurudu. Yüzümün rengi attı. Bilmiyorum diyebildim sadece. Yerel gazetelerden birini aradım. “Haberi yapıldı mı acaba” diye. Onların da haberi yoktu. Sessiz sedasız gitmiş Bülbül. Kendime kızdım. Atatürk’ün bir sözü aklıma geldi şimdi: “Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz; hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz, fakat sanatkâr olamazsınız." Bir flütü bile doğru dürüst çalamayan biri olarak kulağımda her zaman küpedir bu söz.

Işıklar içinde yat keman üstadı Ahmet Bülbül. Mekânın cennet olsun. Anamur’dan bir yaprak daha düşmüş.

KOYUN OKŞAMASI

Koyunu güddüm güddüm de eğriğine yatırdım

Abılası sağdı da ben südünü getirdim

Meleme mor goyunum, ben guzunu getirdim

Yol ver başı dumanlı dağlar, biz de geçelim



Evlerinin önü gatıran torusu

Dibinde yayılır keklik sürüsü

On beş kızın içinde yoktur sağan birisi

Meleme mor goyunum ağlattın sen bizi

(Türküde geçen çoban bekârmış. On beş kızın içinde koyunu sağıveren biri olmamış. Eski bir inanışa göre de bekâr bir çobanın koyununu sağan kızla kimse evlenmezmiş, Ahmet Bülbül)


İNCE MEMED YURDUNDA

Celal Necati ÜÇYILDIZ


Oğullarımız Ümit Halit ve Ümit Haydar’ın Kadirli’de Şehit Aileleri yemeğine sanatçı olarak daveti vardı. Onlarla birlikte biz de Kadirli’ye gittik. Asker arkadaşım İlhan Ekşi ile geçen yıl iletişim kurmuştum. Hem onu hem de Alevi Kültür Derneği Kadirli Şube Başkanı İbrahim Tunç dostu ziyaret etmekti amacımız.

Taşucu, Adana, Ceyhan ve Kadirli yollarına düştük. 50 km yol boyu Tarım İşletme Çiftliklerini gördük. Akçasazın ağalarının yerleri Devlet Üretme Çiftliklerine dönüşmüş gibi. Kozan sapağı ve Kadirli’ye ulaştık.

İlk durağımız Öğretmenevi oldu. Gençler konser hazırlığı içinde iken, eşim ile birlikte Alevi Kültür Dernekleri Kadirli Şube Başkanı İbrahim Tunç dost ile dernek binasında buluştuk. Dernek yöneticilerinden dostlar ile söyleşi yaptık. Daha sonra % 80 tamamlanan Cem evini ziyaret ettik. Kadın Kolları bir araya gelmişler. Çay ile lokmalarını bizlerle paylaştılar. Üç katlı bir cem evi yapılmış. Cenaze hizmetleri, kiler,yemek salonu ve meydan evi, kütüphanesi, çalışma odaları. Bahçede anfitiyatro yapma planlarını anlattılar. Çağdaş eğitim, kültür yapılanmasının göstergeleri yer almış. İnanç yeri olmanın ötesinde çağdaş anlamda bir kültür yuvası olmuş.

Yılanlı Kale, Anavarza Kalesi ve Toroslar’ı görünce, Yaşar Kemal ve İnce Memed romanı aklımıza geliverdi. Halka zulmeden Abdi Ağa, onu takibende yeni ağaların ölümü. Her kayboluşta Anavarza kalesine ulaşma. Orası eşkıyaların sığınma yeri. Kadirli’ye, Çukurova’ya egemen bir yer. Eşkiya için ulaşılması kolay bir yer. Hele yol üzerinde sana dostluk elini uzatanlar varsa, iş daha kolay.

İnce Memed’in halkı topladığı Uluçınar’ı hâlâ ayakta imiş. Ama bakım istiyor. Kadirli sokaklarında gezerken, İnce Memed’i omzunda heybesi ile görür gibi oluyorum. Sonra Toros dağlarına bakıyorum. Karlı akpak duruyor. Bir sivri dağ görüyorum. İnce Memed’in sonsuzluğa ulaştığı dağ. Orada hâlâ parlayan ışıkları görür gibi oluyorum. Vadiden soğuk kar havası geliyor. Güneşin sıcaklığı vurmak istiyor. Cemile toprağa inmek istiyor ama bir türlü inemiyor.

Kadirli Cem evinin içerisini dolaşırken, İnce Memed toplumundan kalan imece ruhunun yansımasını görüyorum. Herkes bir taş, bir tuğla getirmiş. Orada yaşayan, Alevisi, Sünnisi hep katkı sunmuşlar. Yerel yönetimler öcü gibi görmemiş katkı sunmuş. Başkan İbrahim Tunç ise belediyecilikten gelme bir çalışma bilinci ile kaynaklara ulaşmasını bilmiş.

Asker arkadaşım İlhan Ekşi’yi (askere geç geldiğinden, biz ona Dede lakabı takmıştık) işyerinde ziyaret ettik. Zirai aletler galerisi var. İki oğlu ile üretim ekonomisine katkı sunmuşlar, sunmaya da devam ediyorlar. Çocuklar hem öğretmenlik yapıyor hem baba mesleğini devam ettiriyorlar. Yaşar Kemal’i soruyorum.

“Kardeşi benim arkadaşım, hâlâ görüşüyoruz. Ama Yaşar Kemal pek uğramıyor.”

Ben de yöneticiler bir vesile ile davet eder ise mutlaka gelir dedim. Adana’ya geliyorsa Kadirli’ye de gelebilir.

Belediye parklar bahçeler yapmış. İstiklal Anıtı, 16 Türk Devleti anıtı. Yaşar kemal’in de bir anıtı yapılırsa, açılışına gelebilir. Ya da bir konferans düzenlenirse de. Örneğin Kadirli Cem Evi alçılına davet edilesin, sanatçı dostları beraber gelebilir. Arkadaşım,“Biz o tarafını düşünmedik” dedi.

16 Türk Devleti Anıtını izlerken baktım, Şah İsmail yoktu. Hem de hükümdar olduğu gün Türkçe hutbe okutan biri. Anadolu’da tüm Türkmenler onun yanında bunun için yer almışlar. Bu Devletin ayıbı. Cumhurbaşkanı forsunda yer almamış. Demek ki hâlâ Osmanlı zihniyeti. Safavi Devletini yok sayma zihniyeti devam ediyor. Biz biliyoruz ki eğer Cumhurbaşkanlığı forsunda olsaydı, Kadirli’deki o parkı yapan Belediye başkanımız onun da heykelini koyardı. Buna inanıyoruz.

Kadirli, Osmaniye ilinin en büyük ilçesi. Bazı yatırımları almaya devam ediyor. Onların sosyal yaşamına renk verecek. Bir İnce Memed olgusu var. Bütün dünyanın tanıdığı bir Yaşar Kemalleri var. Akçasazın ağaları artık yok olmuş. Çukurova’da pamuk bitmiş. Fabrika ağaları da İzmit’e , İstanbul’a kaymış. Ama hâlâ Çukurova üretime devam ediyor. Pamuk bitmiş ise yerini başka ürünler almış. İnce Memed’in bıraktığı imece ruhu hâlâ dolaşıyor. Bu güzel ruhları yaşatırlar ise, İnce Memed yurdunda çok güzel gelişmeler olabilir.

Şimdi kitaplığımda bulunan İnce Memed romanını bir kez daha okuyacağım. Sizlere de şunu önermek isiyorum. İnce Memed romanını bir kez okuyun daha sonra da Kadirli yöresine gidiniz, Anavarza Kalesi’ni, Yılanlı Kalesi’ni geziniz. Uluçınar’ın altında bir çay içiniz. O zaman Çukurova’nın o bereketli topraklarını daha yakından tanıma şansını elde ederseniz. Çukurova güzel, hele o İnce Memed romanında, kepirleri, dikenli tarlaları yaşadıktan sonra, bitek tarlaları görünce. Cenneti görürsünüz. Üretim yapıp, sıcak ve sivrisineği görmemek için Toroslar’a kendinizi atarsanız. O zaman Toroslar daha anlamlı olur. Belki o dağlarda gezerken İnce Memed ile karşılaşırsınız. Bir akşam otururken dağın tepesinde harlayan bir ateş, yalım görürsünüz. Ya da kayan bir yıldız. Toroslar’dan Çukurova’ya inen bir yıldız.



NEDİM'İN BİR ŞARKISINA NAZİRE

Tahsin ELMAS


Gel şu çilekeş gönle bahşedelim bir safa

Gidelim tan mavisi gözlüm haydi Gülnar’a

Bak Gülnar dolmuşları hazır yolcularına

Gidelim tan mavisi gözlüm haydi Gülnar’a



O zaman seyret ne fırsatlar geçer ele

Gör ne gönül çalan ay yüzlü güzel gözlüler gele

Nazlı taze sevgilim bir iki gün sabret hele

Gülnar seyrini sen bir kere yaz olsun da gör



Gerçi vardır onun her mevsim başka ziyneti

Kış günlerinde de inkâr olunmaz haleti

Şimdi layıkıyla anlaşılmaz hoş değeri kıymeti

Gülnar seyrini sen bir kere yaz olsun da gör



Dur çıksın hele her köşeden bir dilrüba

Kimi gitsin bağa doğru kimi kırlardan yana

Bak nasılmış dünyada gerçek sohbet zevki ve safa

Gülnar seyrini sen bir kere yaz olsun da gör



Nazlı taze sevgilim hepsini gördüm diye aldatma beni

Görmedin hakkıyla sen dahi o daüssıla bahçesini

Selvi boylum gel aşkınla inleyen gezdirsin seni

Gülnar seyrini sen bir kere yaz olsun da gör...



DAĞDEVİREN TIRMANIŞIN ÖYKÜSÜ

HÜLYA SENDAY TUNCER


Bu yokluk sensizlik aldı götürdü beni

Dağlar gibi uzanan boşluk içinde

Bu kaybediş ruh soğukluğundan değil

Hiç olup toplumsal kargaşada yok olmada



Yanılsamaya düşebilir her bir birey

Sırtında yükü çıkarırken yokuşta



Bırakmayı dener birey gönül sıkışmalarını

Bir türlü beceremez

Düşüp kayar



Korkmaz tekrarlar bu hareketi

Direngen kişiliğiyle

Ve başarıdır artık sonu

Toplumsal keşmekeşlikte




GÜNGÖR GENÇAY’IN ARDINDAN…

İsmail BİÇER



Bu yılın baharında sana veda edeceğim

Biliyorum sigara kotikleri tanıklık yapmaz

Benim örtüsüz acılarıma.

Acılar ki gördükçe alışılır

Uzadıkça umursanmaz.

(Güngör Gençay)


İkinci şiir kitabım ‘Töz’de, ‘Kıyısında Dolaştığım Şairler İçin Sözlük’ adını taşıyan bir bölüm oluşturmuş ve bu bölümde sevgili Güngör Gençay için “Anlam kanayan devrimci nehir” ifadesini kullanmıştım. Anlam kanayan o devrimci nehir, 21 Nisan’ı 22 Nisan’a bağlayan gecede aramızdan akıp gitti.

Yaşadığı gibi yazan, yazdığı gibi yaşayan ender isimlerden biridir Güngör Gençay… Arkasından sayısız eser bırakan edebiyat ve düşünce dünyasının bu değerli çınarı, toplumcu-gerçekçi sanatın yılmaz savunucularındandı.

Yaşamı boyunca işçi sınıfından ve emekten yana saf tutmuş, bu harcı karanlar arasında yer almıştır. Şair-yazar Nuray Gök Aksamaz, ‘Kimler İçin Şiir?’ adını taşıyan yazısında Güngör Gençay’ın şiirine konu olan unsurları sıralayarak onun devrimci yazın kimliğine vurgu yapar:

“Ölüm orucunda yaşamını yitirenler, görmeyenler, Filistin yüzlü kız, Malazlar grevini yapan işçiler, kömür ocaklarında yaşamlarını yitiren işçiler, Balaban, Kemal Ahmet, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Terzi Talip Ataç, Muzaffer Arabul, Abdullah Rıza Ergüven, Kemal Bayram, Adam Miçkeviç, Maria Konopnicka, Kerwin, barış eylemcisi Rachel ve gönlünün buyurduğu ülkeye giden Pelin için… (…)” (Kar dergisi, sayı: 25).

Kurucusu olduğu (sanatın ve tüm yazın türlerinin öğreticilik, eğiticilik, yol göstericilik yanını öne çıkaran) ‘Gerçek Sanat Yayınları’, yılmadan yoluna devam etmiş, edebiyat dostlarının buluşma yeri olmuştur. Güngör Gençay, bu durumu “bir koro içinde tek ses olmak” şeklinde ifade eder. Bu koronun içinde kimler yok ki:

Hasan İzzettin Dinamo, Müştak Erenus, Bilgesu Erenus, Zihni T. Anadol, Mehmet Kemal, Ruşen Hakkı, Muazzez Menemencioğlu, Abdullah Rıza Ergüven, Nahit Ulvi Akgün, Fürüzan Toprak, Ömer Nida, Şükran Kurdakul, Refik Erduran, Orhan Asena, Aydın Hatipoğlu, Hüseyin Topçugil, Hasan Akarsu, İbrahim Yıldız, İsmet Kemal Karadayı, Yılmaz Elmas, Zühtü Bayar, Yusuf Ziya Bahadanlı, Hasan Kıyafet, Eray Canberk, Afşar Timuçin, Metin İlkin, Murat Tuncel, Fikret Otyam, Güngör Dilmen, H. Hüseyin Yalvaç, Melahat Babalık, Ruhan Odabaşı, Sıtkı Salih Gör, Zeynep Aliye, Nuray Gök Aksamaz, Nalan Çelik, Mustafa Aslan ve daha nice isimler…

Güngör Gençay ve onun gibi ustaların yerini doldurmanın kolay olmayacağı düşüncesini taşıyorum. Kuledibi’nde bulunan ‘Gerçek Sanat Yayınları’, hasta olduğu güne kadar, edebiyat ve şiir dünyasının uğrak yeri olmaya devam ediyordu. Bu mekânı çok sık olmasa da ziyaret eden isimlerden biriydim.

Genç şair ve yazarlara kucak açan biriydi Güngör Gençay… Birçok genç yazar ve şair ilk kitaplarını bu yayınevinden çıkarma fırsatını bulmuştur.

En son ziyaretimi ‘Kıyı’ dergisinin emekçilerinden sevgili Ali Mustafa ile gerçekleştirmiştim. Ali Mustafa ile İstiklal Caddesinde bir kitabevinde karşılaşmış ve birlikte Güngör Gençay’ı ziyarete gitmiştik. Kendisine gelen yeni kitaplar ve dergilerin üst üste bulunduğu masasında her zamanki gibi notlar alırken bulmuştuk…

Yaşamı umuda uyarlama ustası olan Güngör Gençay’ın aramızdan ayrılmasını çocuklarımız için de bir kayıp olarak görüyorum. Çünkü, sayısız çocuk eserlerine imza atmış, bilinçli ve yüreği aydınlık dolu bir neslin yetişmesine de katkı sağlamayı ihmal etmemişti. Kadir İncesu’nun kendisiyle gerçekleştirdiği bir söyleşide “Hem yetişkinler hem de çocuklar için yapıtlar veriyorsunuz. Hangisi daha önemli sizin için. Çocuklar için yazmanızda ‘Bugün bize yetmez’ düşüncesi mi etkili oldu?” sorusuna vermiş olduğu yanıt son derece anlamlı:

“İkisi arasında bir önem sıralaması yapmayı hiç düşünmedim. İkisi de önemli benim için. Çünkü ikisinde de doğru bildiklerimi hayattan ve gerçeklikten koparmadan yazmaya çalışıyorum. Bu yöntemin, herkesin hoşuna gitmesini beklemek hayalcilik olur. Despot bir baba, özgürlük isteyen bir çocuğu konu alan öyküyü, kendi çocuğuna okutmak istemez. Bu ve buna benzer çelişkiler toplumun değişik katmanlarında yaşayan insanlar arasında yaşanıyor. Ama bana göre önemli şey, çocuğun duyarlık ve sorumluluk kazanmasının yolunu açmak. Bu bağlamda ‘Bugün bize yetmez’ saptamasının, son dönemde çocuklara ilişkin yazdığım kitapların ana fikri olduğunu söyleyebilirim. Çünkü bugünün kendilerine yetmemesi durumunda, yarının güzellik kapılarını açabileceklerine inanıyorum. (Kar dergisi, sayı: 25).

Güngör Gençay’ı, şair Gülsüm Cengiz’in deyimiyle “ışığı yaratanların arasına uğurlarken” dostları yalnız bırakmadı. 23 Nisan’da, Türkiye Yazarlar Sendikası’nın bulunduğu Beşiktaş Yıldız Sarayı Dış Karakol Binası önünde bir tören düzenlendi. Törende konuşan dostları onun edebiyat, düşünce ve siyaset dünyasındaki önemini vurgulayan konuşmalar yaparak yolculadı.

Edebiyatımızın, şiirimizin, düşüşünce ve siyaset hayatımızın bu güzel ve anlamlı çınarı, hep aramızda yaşayacak ve unutulmayacaktır.


EKİN TARLASI

Mehmet Ali KILINÇ


Bizim köyde mayıs başında ekin tarlaları yeşil denizdir. Neredeyse insan kaybolur içinde. Ekin başaklarına da kelle denir. Mayıs ortalarına doğru kellelerin içi dolmaya ardından da boyunları eğilmeye başlar. Yavaş yavaş ütmelik olur daha sonra da ekinler sararır.

Ülker yıldızı doğunca, ekinin içine orak atılması da bir gelenektir. Yoksa o yıl tarladaki kellelerin yetkinleşmeyeceğine, kavuz kalacağına inanılır. Tıpkı ayın yenisinde kesilen çam ağacından düzülen merteklerin çabuk kurtlanıp çürüdüğüne inanıldığı gibi.

Çocukluğumdaki gibi yaptığım geçen gün. Emektar boz eşeğimize bindim, ucu sikkeli yuları elimde, yanımda bir orak, tarlamızın yolunu tuttum. Kenarları diz boyu yeşil mi yeşil otlarla kaplı, dar yollardan, ince taraklardan, tarlaların arasından geçerek karakılçık sarı buğday ekili tarlamıza ulaştım. Kenarlarında sanki özellikle ekilmiş gibi çeşitli otlar vardı. Her renkten çiçek deseni işli, duvardan duvara, özel dokunmuş halı gibi. Üzerine uzanan insanın, içinde kaybolacağı kabalıkta. Halı, çingilli otlardan, erezlerden, ayrıklardan, yabani fasıllardan, nalçekenlerden, topalaklardan, hardallardan, gelinciklerden dokunmuştu sanki.

Eşeğimizin uzun zincirli yuların ucundaki sikkeyi, tarlanın kenarına, otun en bol olduğu yere çaktım. Orağı da ekinin içine attım. Hayvan vakit kaybetmeden iştahla otlara saldırdı. Ben de soluklanmak için ta ilerideki yayvan, yaşlı çamın gölgesine doğru yürüdüm. Önümden, otların arasından birkaç çekirge zıpladı. Sarı çiçekli bir hardal yaprağının üzerinde bulunan uzun boyunlu peygamberdevesi, ağır bir tempoyla durduğu yerde ileri geri hareketlerle bir iki defa yekinerek diğer yaprağın üzerine geçti. Gelinciğin çiçeğine konmuş, kırmızı, siyah benekli minik bir uç uç böceği kanatlarını açıp, uzaklaşmaya niyetlendi ama nedense vazgeçti. Yaşlı çama yaklaştığımda, sırtı bir törpüyü andıran, sanki birileri dilini biliyormuş da söylediklerini tercüme etmiş gibi, “kafalarını sallayarak Allah’a sövdükleri” söylediği ve biz köy çocuklarının gördüğümüz yerde öldürmeye çalıştığımız koçmarlardan irice biri, ağacın gövdesinden hızla aşağıya indi, kaçarak uzaklaştı. Biraz ileride bir taşın üzerine çıkıp, her zaman yaptıkları gibi kafasını yukarı aşağı sallamaya başladı. Bu sefer koçmarın dediklerini duymazdan geldim; yaşlı ağacının gölgesindeki bir taşın üzerine oturup, etrafı dinlemeye başladım.

Bir alabak, havada bir aşağı, bir yukarı yükselip alçalma şeklindeki uçuşuyla, çığlık atar gibi “ceek, ceek” diye bağırarak, az ilerdeki murt ormanından sonra başlayan çamlığa süzüldü gitti. Hep süpürge çalılarına komşu olarak yaşayan tırmıklarla kaplı alandan sonra gelen derenin karşı kıyısında başlayan dağın yamacından, uzaktan uzaktan, önce bir keklik sesi geldi, arkadan, yuvalarını hep alttan bakıldığında yumurtaları görünecek kadar çer çöpten basit ve baştan savma yapan, bu nedenle ne zaman görsem veya sesini duysam, mümkün olsa da bunlar öğretmenliğini kırlangıçların yaptığı bir yuva yapma kursuna gönderilse diye içimden geçirdiğim, şehirli kuşlar kumruların kuzeni bir üveyiğin, uzun uzun “gurruk, gurruk” diyerek ötüşü duyuldu. Yıl boyunca sadece “cuk cuk cuk” diye öterek uçup uzaklaşan karatavuklar, bu mevsimde az daha gayret etseler insan gibi konuşup, derdini anlatabileceklermiş gibi değişik öterler. Murt ormanı öbeklerinden birinin tepesine tünemiş, uzaktan seçilebilen bir karatavuk, bir başka karatavuğa cevap yetiştirmek için, aralıklarla, ıslığa benzer ötüşüyle, tekrar tekrar, çok değişik bir makamdan ustaca bir melodi çaldı. Kendisi görünmüyordu ama kuru ağaç gövdelerine yuva yapmak için, gagasıyla sanki matkap kullanmış gibi delik açan kırmızı siyah alacalı bir tıkdelen yine iş başında olacak ki, çamlığın içlerinden bir yerlerden, tırıl tırıl matkabının sesi geliyordu.

Eşeğimizi bağladığım yerin hemen yanında bulunan develik çalısının yanındaki piynarların tepesine, ağaçların hep tepesine konan, adını bilmediğim, kanatları kurşuni renkli, kuyruğunu sağa sola sallayarak, şarkılar söyleyen sürmeli gözlü küçük bir tarla kuşu gelip kondu. Ta ileride komşu tarlanın tam ortasında tek başına duran taş armudunun tepesine konmuş, ötüp duran bir diğer sürmeli kuşa tekrar tekrar, bıkıp usanmadan cevap vermeye başladı. Bu arada eşeğimiz başını ottan kaldırıp, kulaklarını dikti, bir süre dikkatlice uzaklara baktı. Ardından da komşu tarlaların birinde anıran hem cinsine kuyruğunu sallaya sallaya cevap yetiştirdi.

Otların üzerine boylu boyunca uzandım. Çamdaki ağıların tozuntularından mıdır nedir, hafiften kaşındım. Bacağımı ısıran karıncayı parmağımla ezdim. Sonra da tatlı bir uyku bastırdı. Piynarın tepesindeki kanadı kurşuni sürmeli kuş coşkulu coşkulu bir öttü, bir daha öttü, bir daha. Derken canım geçmiş, uyumuşum.

Uyandığımda kendimi, birkaç yıl önce büyük bir orman yangınında bu güzelliklerin bir çoğunu kaybeden köyümden birkaç yüz kilometre uzakta, evimizde, üçlü koltukta uzanmış buldum. Küçük torunum da düğmelerine basınca değişik kuş sesleri çıkaran Çin malı elektronik oyuncakla oynuyordu…


ÖRDEKLER

Mustafa B. YALÇINER

Liman derin uykudaydı. Ne martı çığlığı ne de balıkçı motorlarının pat pat sesleri duyuluyordu. Kahveci, lokantadan getirdiği artık pideleri koparıp, denize atarken homurdanıyordu: “Müşteriye de kıran girdi.”

Yalnızca iki kişi vardı, tavanına kargı döşenmiş, salaş çay bahçesinde. Onlar da suskundu. Dalmışlardı gazetelerine. Garson, tavşankanı iki çay koydu masaya. Gözlükler çıkarıldı, gazeteler kapandı.

Belediye hoparlöründen yapılan duyuru bozdu kurşun geçirmez sessizliği. “Hal Müdürlüğü’nden: “Patlıcan 25, salatalık 20 kuruş.”

“Fiyatları duydun, değil mi, Murat? Yazık şu üreticilere yahu! İki kilo patlıcan satacak da bir bardak çay içebilecek…”

Yıl yılı aratır olmuştu. İyice batağa saplanmıştı üretici. Verilen sözler yerine getirilemiyordu. Söz namus olmaktan çoktan çıkmıştı. Güven de kuş olup, uçup gitmişti.

Kaderine küsmüştü üretici. “Ne gelir ki elden? Böyle yazılmış yazımız” dil pelesengi olmuştu. “Şunlara bak, Cesur, şunlara” dedi Murat, parmağıyla iskeleyi göstererek.

Tek sıra halinde ördekler, pide parçalarına doğru palet sallıyordu. Liderleri bembeyazdı, diğerleri sütlü kahve. Yanlarında, biraz daha uzakta, yeşil başlı bir ördek daha.

Kapanın elinde kalıyordu pide parçaları. Sütbeyaz, bir hışımla saldırdı Yeşilbaşlı’ya. Biri kaçıyor diğeri kovalıyordu.

“Vay, be! Hayvanlar da ekmek kavgasına düştü.”

Güldü, Cesur:

“Onlarınki ekmek kavgası değil koltuk kavgası.”

“Dalga geçme, be kardeşim. Ne koltuk kavgası, baksana düpedüz ekmek kavgası.”

“Dinle bak. Geçen haftaya kadar, sürünün lideri Yeşilbaşlıydı. Şu beyazı getirip salıverdiler diğerlerinin arasına. Sütbeyaz ile Yeşilbaşlı öyle bir kavgaya tutuştu ki görecektin! Saç saça, baş başa. Beyaz olanı, diğerini ümüğünden yakaladı, yan yatırdı, başını suya sokup sokup çekti. Öldürecekti neredeyse. Sonunda da geçip oturdu koltuğa.”

“Bir yaşıma daha girdim” dedi Murat, “hayvanlar bile koltuk kavgasına düşmüş, demek!”

“Evet, ama benim sinirimi asıl bozan, onların koltuk kavgası değil, öteki ördeklerin tüylerini bile kıpırdatmaması.”

Karnını doyuran ördekler girdi, duvardan akan tatlı suyun altına. Kanatlarını açıp sonra da çırpan, geçti iskelenin hemen kuzeyindeki kumsala. Yattı güneşe. Her biri boynunu kıvırıp koydu sırtına, kapattı gözlerini.

Yaklaşmakta olan ayak sesine çevirdi Cesur bakışlarını. “Bu densiz de nereden çıktı şimdi. Allah vere de kaçırmasa huzurumuzu!”

Takım elbiseli, şakakları yeni ağarmaya başlamış biriydi, gelen.

“Selamünaleyküm, Ağalar. Haydi, gözünüz aydın! Az önce haberlerde dinledim. Emekli maaşlarına zam yapılmış. Bilmem artık ne yapacaksınız bu kadar parayı. ”

Ceketinin yakasındaki parti amblemini düzeltir gibi yaptı.

“Bir de eleştirip durursunuz bizim hükümeti.”

Cesur kafasını salladı sağa sola. Yutkundu. Ardından da bakışlarını çevirdi mendireğin ucuna. Murat’ınsa gözleri irileşti. “Sen hep böyle ham armut mu kalacaksın, be Şaban?”

“Ne var bunda, be Murat Emmi? Bir müjde verelim dedik. Eee! Haydi, bu güzel haberin hatırına, bir çay söyleyin de içsin şu gariban!”

“Allahını seversen, kes be! Gariban kim, sen kim! Devletin yatalak kardeşine bağladığı maaş yetmiyormuş gibi bir de bakım parası alıyorsun. Kömürün, erzak torban da geliyor ayağına. Sense elin kıçında geziyorsun. Ulan, Allahtan kork be! Bir benim üstüme başıma bak, bir de seninkine! Ben otuz sene hizmet ettim bu devlete. Ya sen ne halt ettin de benden daha çok alıyorsun?”

“Size ne be? Babanızın cebinden çıkmıyor ya o para. Boşuna mı oy verdim, ben bu partiye!”

Cesur, öfkeli bakışlarını çevirdi Şaban’a. “Senin gibi asalağa çay ısmarlayacak paramız yok bizim. Haydi çek arabanı. Zaten bozdun bozacağın kadar huzurumuzu. Git başımızdan da daha fazla turp sıkma keyfimize.”

Şaban kulakmemelerine kadar kızardı ama kalkıp gitmedi. “Şakadan da anlamıyorsunuz yahu…” dedi yalnızca.

Cesur, bir sigara yaktı, derin derin iki nefes çekti. “Evet, Murat, görüyorsun değil mi şu ördekleri? Nasıl da mışıl mışıl uyuyor. Heriflerin umurunda değil kimin yönettiği…”

Şaban’ın dili kaşındı yeniden: “Biri nasıl olsa yönetmeyecek miydi? Sonra, ekmek elden su gölden, dokunmayın adamların keyfine.”

Cesur vurdu yumruğu masaya. “Şaban Efendi! Senin ne farkın var ki bu ördeklerden!”

Şaban, “Sen ne demek istiyorsun, be adam,” diyerek yürüdü Cesur’un üstüne. Murat girdi araya. Yumruklar havada kaldı…

Sur duvarlarının gölgesi düştü suya. Siyah karıştı maviye. Murat şakaklarını ovuştururken, Cesur bağırıp çağırıyordu, Şaban’ın ardından:

“Yazıklar olsun götürdüğün gövdeye!”

Ağzı kilitli, Şaban hızlandırdı adımlarını yere bakarak…