25 Nisan 2011 Pazartesi

GERCEMEK SAYI 26

GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ
ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Nisan 2011
İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 5
Sayı: 26

Gerçemek, kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup, parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.
Mustafa Yalçıner, Ziraat Bankası Mersin/Aydıncık Şubesi TR930001001020307582605005

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836
E-posta: gercemek@yahoo.com.tr
Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

AZGAN (genista spinosa)


Akdeniz bölgesine özgü, baklagiller ailesinden, 150 ile 200 cm boylanabilen çalı görünümlü dikenli bir ağaççıktır. Sarı çiçekleri ve bezelyeyi andıran meyvelerinin tohumlarının zehirli olduğu söylenir. Azganın iki türü vardır: A) Deve azganı B) Sarı azgan.
Deve azganı, domuz dikeni olarak da bilinir. Develerin sevdiği bir bitkidir. Yeşil zeytin renginde yaprakları vardır. Bir dal üzerinde değişik yönlere bakan ve ucu kahverengi iri dikenleri bulunur. Aynı yöne bakan dikenleri birbirine paraleldir. Şubat ortalarından itibaren yarım ay şeklinde çiçek açar. Bu çiçek önce ikiye ayrılarak bir dudak oluşturur. Daha sonra da bu iki dudak tekrar yarılır. Nisan ortalarında meyveye durur.
Sarı azgan, mart sonlarına doğru çiçek açar. Dikenleri daha küçüktür. Meyveleri mayıs sonlarında kendini gösterir.
Yöremizde yakacak odun olarak kullanılan azganın bilinen bir özelliği yoktur.


KOLCU İBİL AĞA VE DURSUN TEYZE
Mustafa B. YALÇINER


İbil Ağa, 1800’lü yıllarda, Alanya’dan Gülnar’ın ilçe merkezi Gilindire’ye develerle mal getirip götüren tüccar Göğ Ese’nin oğludur ve Gilindire’de kolculuk yapmaktadır. Bir başka deyişle deniz kıyısındaki yalaklarda oluşan tuzu toplatmamakla görevlidir.
Kolcu lakaplı İbil Ağa, üç kez evlenmiş. Son karısını da kaybetmiş, sonbahar rüzgârında savrulmak üzereyken, bir çocuklu, dul Dursun Kadınla yolu kesişir. Serik Bahşişlerinden Mehmet Ağanın kızı Dursun Kadın girer bu kez de yaşamına.
Yörük ana Dursun Kadın, Serik Jandarma Karakolu’nda görevli bir rütbeliyle evlidir ve bir de oğlu vardır. Tayini çıkan komutan ev tutmak üzere kentten ayrılır. Gidiş o gidiş. Bir süre sonra Dursun Kadın, alır oğlunu yanına, düşer kocasının peşine. Ama rastlayamaz izine. Nasıl olduysa kendini Gülnar’ın yeni ilçe merkezi olan Anaypazarı’nda bulur. Oğlu da artık on beş yaşlarına gelmiştir. Yeniyetme, anasını bu ilçede bırakarak çeker gider. O günden sonra Dursun Kadın, oğlundan hiç haber alamaz.
Genç Seriklinin, Tuzcu İbil’den nur topu gibi bir oğlu olur. Çocuğa iki dedenin adlarından oluşan “Memed Ese” adı verilir. Dursun Kadın’ın tek oğlu Mehmet İsa okuyup öğretmen olur. İsa Çevik olarak bilinen “Mehmed Ese”, Gilindire’nin ileri gelenlerinden Tevfik Yıldırım’ın kızı Gülseren ile evlenir.
Ben1950’li yıllardan anımsarım Dursun Teyze’yi. Dörtayak Anıtmezar’ın hemen dibinde, iki katlı bir evde yalnız yaşardı. Anıt ile batısındaki dere arasına sıkışıp kalan küçücük bir patika, varır dayanırdı, derme çatma bir kapsaya. İşte oradan girilirdi biberiye ve haşhaş bulunan bahçesine. Evinin önünde, kenarında çok sayıda saksının dizili olduğu yüksekçe bir de tahtalığı vardı.
Dursun Teyze bahçesine girilmesinden pek hoşlanmazdı. Oraya giren çocuklara çok kızar ve onları bazen taşla, bazen sopasıyla kovardı. Alt sekide koca koca badem ağaçları vardı. Şubat gelince, çiçeklere bürünür, mart içinde de iri iri çağlaların yüküyle yerlere kadar eğilirdi. Kütür kütür çağlalar. «Ye beni, ye,» der gibiydiler. Ama onları Dursun Teyze’ye yakalanmadan yemek bayağı zor olurdu.
Bir gün, ağaçlardan birine tırmandım. Tepesine varınca, dala oturmuş çağla devşiriyordum. Dursun Teyze beni görüp, ağacın altına gelmiş, bağırıyordu:
-İn aşağı, bacaksız!
İnmeye başladım. Çok korkuyordum. Kanatlanıp uçuvermek istiyordum. Derken bastığım dal kırılıverdi ve sırtüstü düştüm. Çakılıp kaldım yere. Ağzım kocaman açılmış, sanki dilim boğazıma akmaya başlamıştı. Nefes almakta zorlanıyordum. Bir anda dünyam karardı.
Sopası elinde, sert bakışları üstümde, Dursun Teyze bağırıp duruyordu:
- Vurayım mı sopayı? Bir daha çıkacak mısın ağacıma?
Ellerimi havaya kaldırmış, ona yalvaran gözlerle bakıyordum. Bir yandan da ölümle pençeleşiyordum. Soğuk bir ter boşandı ve ölüm bir hışımla sıyırıp geçti beni.
- Kalk ayağa, diyorum sana.
Zorlanarak kalktım. Sık sık nefes alıp veriyordum. Üstümü başımı silkeledim.
- Tövbe et. Bir daha yapmayacaksın değil mi?
- Valla billa, bir daha yapmam.
Değneğini bir iki kez vurdu kıçıma. Ama acıtmadı.
-Bahçemde seni bir daha yakalarsam, bacaklarını kırarım, anladın mı? Çabuk defol şuradan.
İpinden boşanmış dana gibi koşmaya başladım…
Aynı akşam, Dursun Teyze, yemek saatinde, titreyen elinde içi turşu dolu bir sahanla bize geldi. Sofraya davet edildi. O da otururdu. Yemekte göz göze geldik. «Babana söyleyeyim mi» dercesine bakıyordu. Söylerse, babam kemiklerimi kırardı. Yemek süresince diken üstünde oturup durdum. Babam camiye gitmek üzere dışarı çıkınca ancak rahatlayabildim.
Dursun Teyze, yemekten sonra, biraz kestirdi. Uyanınca da, gemici fenerini aldı, yaktı ve yalnızlığı ile baş başa kalmak üzere çekip gitti evine…
Yıllar sonra, İstanbul’a yükseköğrenim için gittiğim zaman duydum, Dursun Teyze’nin çadırını söktüğünü, yükünü sardığını ve göçüp gittiğini. Yıl 1967 olmalı…


ABDÜLKADİR BULUT’UN ARDINDAN
Mehmet BABACAN

08 Ocak 2011 Cumartesi günü, Mersin Sanat Sokağı’nda Abdülkadir Bulut vardı. 1985 Ağustosunda, acı bir trafik kazasında kaybettiğimiz şair dostumuz aramızdaydı sanki.
Toplantının ana nedeni, şair Abdülkadir Bulut’un kişiliği ve sanatı üzerine, biyografik tarzda yazılmış olan iki cilt kitabın imza töreniydi. Duyarlı sanatseverlerin yığınsal katılımıyla gerçekleşti.
Sayın F. Saadet Bilir ve Sayın Ali F. Bilir’in birlikte yazdıkları;
1.Kitap: “ Abdülkadir Bulut. “ Kasabalı Lorca” ( Yaşamöyküsü, şiir, yazı ve mektupları)
2.Kitap: “ Abdülkadir Bulut’a sevgi Sözleri” adlı kitaplar, 2010 yılı sonunda, e yayınevi tarafından okura sunulmuştu. Bilir çiftinin hazırladığı kitaplar, titiz bir çalışmanın vefa yüklü ürünleri ve örnekleriydi.
Mersin Üniversitesi öğretim üyelerinden Sayın Orhan Özdemir’in yönetiminde sürdürülen toplantı, giderek, Abdülkadir Bulut’u anma etkinliğine dönüştü. Çünkü şairin dostları, yakınları ve sanatsever izleyiciler, özlemlerini, yürek kabartıcı anılarını dillendirerek, selâm yolladılar Abdülkadir Bulut’a. Acılardan, hüzünlerden öte; bir sanatçıya, bir aydına, bir eğitimciye yakışır dolulukta anıldı sevgili dostumuz.
O, okuma- yazma öğretmenliğini boy boy aşmış, eğitimciliğin yaşamsal önemini ve sorumluluğunu kavramış bir öğretmendi.
O, bireysel kişiliği geliştiren temel besinin toplumsal kültür olduğunu; o nedenle, bu kültürün eğitim yoluyla geliştirilip, yaygınlaştırıldığı oranda, yaşamın daha düzeyli ve düzenli hale gelebileceğini savunuyordu. Toplumsal kültürün ana eksenini ise, sanat kültürünün oluşturması gerektiğini biliyor ve bu bilincin yarattığı sorumluluk içinde kıvranıyordu. Toplumsal sorunların, beynini ve yüreğini, bu denli kamçılayışı o yüzdendi. Sorunlara çözüm olabileceği umulan etkinliklere, gözünü kırpmadan, omuz verişi o yüzdendi.
O, kocaman yürekli bir şairdi. Denize karşı, haykırırcasına şiir okurken; o denizin yerinde halkı gördüğünü, sık sık yinelerdi. “ Boğulacaksak, büyük denizde boğulalım ki, boğulduğumuza değsin. Küçük işler bize göre değil dostum” deyişini, dün gibi anımsıyorum.
O, cesur bir aydındı. Dar gelirli memurların, hele öğretmenlerin, sürgünlerde bile, büyük şehre sürülmediğine şükrettikleri bir zamanda, İstanbul’a gönüllü gitti o. Çünkü daha ileri boyutta sanat kültürüyle orda buluşabileceğini sezinliyordu.
Çünkü şimdi bile öyle ya; hele o yıllarda, yerel ve yöresel düzeyde çaba harcayan sanatseverlere destek verip, yardımcı olmak şöyle dursun, dudak bükülüyordu. Nasıl olmuşsa olmuş, ulusal düzeye ulaşabilmiş sanatçılarımızın çoğu, yerelliği ve yöreselliği hiç yaşamamışlar gibi, amatörce çaba harcayan genç sanatseverlere tepeden bakmayı ve olabildiğince uzak durmayı, üstünlüklerinin kanıtı gibi görüyorlardı. Oysa köklerinin orda olduğunu; o küçümsedikleri alandan, daha neler öğrenebileceklerini bir anlasalardı, daha üretken olabilirlerdi. Nazım’ı, ya da Yaşar Kemal’i evrensel kılan öz, kökünden kopmamak değil miydi?
Abdülkadir Bulut’un İstanbul serüveni, bu tavra başkaldırıydı belki. İstanbul’a gitmeseydi, yalnızca Anamurlu bir şiir sevdalısı olarak kalabilirdi. Oysa şimdi, Anamur’da doğmuş, ünü yurt dışına bile taşabilmiş, Türkiyeli bir Abdülkadir Bulut gerçeği var.
İyi ki gitti İstanbul’a. Orada buluştuğu ustalar, yeteneği göz ardı etmeyecek kadar ustaydılar. Bilgilerini, yüreklerini sundular ona.
İyi ki gitti İstanbul’a. Anamur’da bir park levhasına sahip kılınmasa da, sanat kültürümüzün içinde ve sanat dostlarının dost yüreğinde, Anamur Kalesi’nden daha yıkılmaz bir anıt olarak yerini aldı.
İyi ki, bugün, bir Bilir çifti ortaya çıktı da, gıpta edilecek bir çalışmayla, onu, unutulmazlık noktasına oturtuverdi.
Tüm değerlere; tüm emeklere ve tüm özverilere, saygılar, teşekkürler…


İÇİMİ DÖKTÜM

İçimi döktüm
Rafineri işçilerine Mersin’de
Gözümü kaçırmadan yüzlerinden
Meyvesi alınan portakallar gibi,
Döktüm içimi bir bir
Toroslarda pus vardı

Yaramı gösterdim
Zeytin silken köylülere
Sol eliyle kaparak alnını
Ve toplayarak dudaklarını
İçlerinden şahan bakışlı birisi
“Of” dedi
Abdülkadir BULUT

HOCA NASRETTİN

Hoca Nasrettin
Parayı veren çalar
Düdüğü demiş
Bana göre bizim hoca
Bu sözünde yanılmış

O söz şöyle durmalı
Ve işin aslına bakmalı
Parayı veren değil
Düdüğü yapan çalmalı
Abdülkadir BULUT


SULARI ÖPTÜM


Suları öptüm, oturup ağladım
Bir ter damlası olarak aktı
Göğsümden gençliğim neylersin
Artık benim sesimi biraz da
Dağlar denizler yerine
Kelimeler işlesin
Abdülkadir BULUT


UÇURTMANIN YAKINMASI


Gökyüzüne doğru uçunca
Özgür oluyorum
Ama ipin ucunun başkasının elinde
Olduğunu anlayınca
Öfkeyle kendimi
Yere çarpıyorum
Abdülkadir BULUT


KÜLÜN ÜSTÜNDEKİ ZEYTİN AĞACI


Çiçek gösterene kadar
Kül döker güneyin insanları
Kıraçtaki tek zeytin ağacının dibine
Bunun hikmeti nedir diyemem
Vardır bir bildikleri

Göz değmesin diye
Daha üçünde bir fidanken
Yumurta kabukları bağlanır
Yola bakan dallarına
Kimseler görmeden
Abdülkadir BULUT


KARA TREN


Trene çoğunlukla
Kara tren deniliyor da
Niye uçağa
Kara uçak denilmiyor

Yoksa trene bizim gibi
Yoksullar bindiğinden mi
Kara tren denilmiş de
Uçağa varsıllar bindiğinden
Uçak denilmiş
Abdülkadir BULUT


AYDAN YALÇIN’IN ŞİİRLERİ (*)
Hasan AKARSU

Ozan Aydan Yalçın, 1964 Silifke doğumlu olup şiirleri bugüne değin birçok dergide yayımlandı. Onu, sevilerin ozanı olarak gözlüyoruz. “Aşkence” (1) ilk şiir yapıtı olup adından da anlaşılacağı gibi, seviyle acıyı buluşturuyor. Bir öncü kuş olarak zamanı kutsayıp geçiyor. Maviyi, gökyüzünü, özgürlüğe bırakıyor “kelepçeli ellerinden”. Ayrılışlarla çoğalan acıları yaşıyor ve güneşe sesleniyor:”çıkar şapkanı güneş/ hemen yak kandilini” (s.9). Ozan, onursuzluğun çıkmazında aşkın pusuya düşürüleceğini biliyor. Ağlayan kadını betimlerken çok anlamlılığa yaslanıyor:”…gök/ dolu/ su/ yer/ dolu/ su” (s.11). Seviden başkaldıran ozan, “karanlığı bir bez gibi yırtıyor sesim” derken içinde bulunduğu tinsel durumu yansıtıyor ve “tek ciğerle soluyor yaşamı”. Yalnızlığını duvar kağıtlarına çiziyor, kırlangıç olarak duyumsuyor kendini. Kendi kentinde, yitik bir kadın, bir gözyaşı şişesi, bir göçebe oluyor.
Aydan Yalçın’ın şiirlerinde benzetmeler, imgeler çoğunlukta:”…sonra nedense, birden/ dilimden öpen aşklar düşerdi usuma/ ve nasıl da saplanırdı/ gecenin gergin kasıklarına// dilimde bir kaldırım ıslığı/ şaraplanır akardım esrik yalnızlığıma… (s.19)…çıkıyorum işte!/ en yüksek yerine kentin/ ilmekleyip takıyorum boynuma sonbaharı… aşk demlendi…(s.20-21)…göçebe ürpertidir/ yüreğime saplanan sustalı acı… (s.22)…asılı kalır aşk/ acı kimliğime yapışır/ yutkunamam yaşamı// dünya boğazımda kalır…” (s.25). Bu örnekler çoğaltılabilir. Ozan, insan çıkmazının da ayırdında olup insanlığın bozuluşuna üzülüyor. Zamanı kutsayıp bir öncü kuş olarak dünyada yaşanan acıları da yansıtıyor şiirlerine.
Aydan Yalçın, zemheride çiçek açan, yasak meyveyi yiyen, dilinde aşkı ballandıran bir ozan olarak betimliyor kendini. Yaşamı, zamanı, ölümü, aşkı sorguluyor:”…avucumda eriyen bir parça buzdur zaman/ aşkencedir yaşam/ ölüm: son burgu// yasaklanmış bir flüt, seslenirken geceye/ // çarmıha gerer kendini aşk/ başlar yeniden sorgu” (s.37). Aydan Yalçın, sesinden cam kırıkları toplayan, çocukluğuna horoz şekeri uzatan, “korkunun sindiği tüm şiirlerini yıkan”, yaşamı “süte doğranan ekmek bilen”, gözleri yıldızlara susayan, gözlerinde fırtına susan, sevdayı tastamam ezberleyen, sabırsız sevgilerin ozanı.
“Ay Konuşsun” (2) Aydan Yalçın’ın ikinci şiir yapıtı. İlk yapıtındaki benzetmeler, imgeler burada da karşılıyor bizi: “tepemde bakır çalığı gök/ yüzümde düşünceli bir zaman// dilimin arsız kuşları bunlar; yalnızlığım değil/ her şiir mavisini sürüklüyor ardından” (s.5). Mavisi çok bu şiirlerde, seviler, yalnızlıklar çoğalıyor sürekli. “Ezik bir sabah geçiyor içinden” ozanın. Yıllarca göğsünde yanlış bir gökyüzü taşıdığı için üzgün. Yitirdiği sevilere üzülüyor, çiçekleri konuşturuyor, sevilerin kokusunun bile kalmadığını belirtiyor.
Ozanın ne değin duyarlı olduğunu anlamak için birkaç dizesini okumak yetiyor. Denizin soluğunu duyumsayan, kelebeğin kanatlarını ve bulutu giyinen bir ozanla karşı karşıyayız:”…yorgan dikmiş gökyüzünden ay ninem/ örtüyor üstüme/ aman dağılmasın uykum// okyanus eteğini açmış bekliyor//…ürkek bir çocuğun boyalı kalemleriyle çizdiği/ bir bulut giyiniyorum/…yağmur kuşları yuvalanıyor/ saçlarında bulutun…” (s.22).
“Yarım kalmış bir şiire ağlama!”, “içinin ışıklarını kapatma!” diyerek sesleniyoruz ozana. Umutlu olmasını diliyoruz, öneriyoruz. O da sevdiğiyle bir çift yunus olsun:”…bir çift yunus olalım/ tutuşsun denizin kanı/…atlarla gel/ bütün güvercinlerimle bekliyor olacağım” (s.32-33). Şu dizelerde onun şiirini buluyoruz:”…Şiir açıyorum Ruhibey Meyhanesi’nde/ kalemim son damlanın mürekkebiyle sarhoş/ başı dönmüş şiirin/ eteğini kaldırmış imge/ bir sözcük, bir renk asıyorum/ şiir dört köşe…” (s.35).
Aydan Yalçın, “şiiri dört köşe” ozan, saçları yıldız, yüreği ay süzmesi, şafağın oğlunu öpen ozan. “Böğürtlen bakışlı, saka kuşu çocukluğundan”, küçük mutluluklarla çoğalan, “kalbi çok geçişli bir kavşak” olan, sevi sularında yüzen, sevinin iklimine usulca yağan, ellerini fırtınayla değiştiren ozan:”…gül veren elde gül kokusu kalırmış/ ben ellerimi fırtınayla değiştim” (s.71). Yaşamı saçma bir koşturmaca olarak algılıyor:”…parantez içine alıp kendimi/ durdum ve baktım insanlara/ gördüm ki yaşam/ ne saçma bir koşturmaca…” (s.79). Kardeşi Özgür’e sunduğu şiirin son iki dizesi çocukluğuna bir sesleniş:”…hadi kalk sulama kanalında yıkanmaya gidelim/ kuş tüyü sevinçlerden yorgun ömrümüze yastık dikelim” (s.85).
Aydan Yalçın, iki şiir yapıtıyla şiirin doruğuna tırmandığını kanıtlıyor. Benzetmeleri, betimlemeleri, imgeleriyle zengin şiirler yazıyor.

(*) 1. Aşkence- Aydan Yalçın, Şiir, Ürün Yayınları, 2. Basım, Şubat 2010, 72 s.
2. Ay Konuşsun-Aydan Yalçın, Şiir, Hayal Yayınları, 1. Baskı, Mayıs 2010, 88 s.


ISLIKLA MENGİ ÇALMAK
Celal Necati ÜÇYILDIZ

Yolda kendi başınıza yürüyorsunuz. Sazınız yok. Kemanınız yok. Kaval da yok. Yalnızlığı yenmek için bir yoldaş ararsınız. Hele gece yürüyorsanız gölgeniz de yoktur. O zaman bir türkü tutturmak geçer içinizden. Sözlerini anımsamazsınız. Dudaklarınız kıpırdar, sonra bir ıslık çıkar. Islık, melodiye dönüşür. Yalnızlık duygusu biter. Yolculuk daha kolay kılınır.
Ormanda, odun kesen Tahtacı bir yandan nacağı ile tomruğu soyar bir yandan da bir ıslık tutturur. Mengi olur. Sevdaları dökülür çamların dallarlından, koyaklardan ses gelir. Bir ses, iki ses. Aşağılara iner. Bir başka kesimci, o da ıslık çalmaya başlar. Bir de bakarsınız, koyak ıslıklarla çok sesli koraya dönüşür. Melodi, türkülere bırakır sonra yerini. Akşam olunca sazın tezenesi gezinirken türküler dile gelir. Mengi olur. Halay olur.
Mut Köprübaşı köyünden bir Tahtacı kızı Antalya Koyunlar (Altınova) köyüne gitmektedir. Otobüsten iner. 2 ya da 3 kilometrelik yolu yaya gidecektir. Biraz yürür. Bir taksi durur yanında.
“ Bacım köye gidiyorsan götüreyim.”
“ Yok, ben elin arabasına binmem.”
“ Biz yabancı değilik. “
“ Ne bileyim, ispat et.”
“ Nasıl ispat edeceğim.”
“ Islıkla bir mengi çal.”
“ Bilmiyorum.”
“ O zaman binmem arabana. Yürü git .”
Taksi yola devam eder. Biraz sonra bir taksi daha gelir. O da sınavdan geçer. Islıkla mengi çalamaz. Kızımız yaya olarak devam eder yoluna. Köye yaklaşırken römorksuz bir traktör gelir. Genç kızın yanında durur. Sınavda başarı kazanır. Islıkla bir mengi çalar. Kız delikanlının yan tarafına oturur.
Bir süre sonra köye girerken, önceki gidenler görürler.
“Ülen Hasan ıslıkla mengi çal sana.”
Hasan keyifle ıslıkla bir mengi tutturur. Köyün ortasında 360 derece bir tur atar. Traktör durur.
Fatma aşağı iner. Diğerlerine el sallar.
“Gördünüz mü? Islıkla mengi çalmasını bilmiyorsunuz. Bir de Tahtacı geçiniyorsunuz…”


YEMENİ
Suat GÜLŞEN


Bayramların vazgeçilmez konusudur eski bayramlar. “Nerede bizim çocukluğumuzdaki bayramlar? Nerede o eski bayramların coşkusu?” diye söze başlar insanlar. Niçin şimdiki bayramlarda o coşkuyu bulamazlar, hep yıllar öncesinin bayramlarına özlem duyarlar?
Hakikaten bayram kutlama geleneklerimizden uzaklaşıyor muyuz? İnsanlar birbirlerinden uzaklaşıyor mu? İnsani ilişkilerimiz zayıflıyor mu? Neredeyse komşularımızı bile tanımaz olduk! Nerede o eski bayram ziyaretleri? Niçin eskiden olduğu gibi, bayram hazırlıkları yapmak yerine “Bu bayram tatilini nerede geçirsek” diye plânlar yapıyoruz?
Özlem duyuyoruz çocukluğumuzun bayramlarına, bazen kötü anılar yaşamış olsak da…
1960 yılının Ramazan Bayramıydı. Günler öncesinden başlamıştı bizim evde de bayram hazırlıkları. On çocuklu ailede bayram telaşı…
Malatya Sümerbank Fabrikası’nda işçi olan babamın almış olduğu bayram ikramiyesiyle az çok her çocuğa bayramlık birşeyler alınmaya çalışılmıştı. Bayram, bizim için bir bakıma gereksinimlerin karşılanabilmesi için bir fırsat olurdu. Bir pantolona, gömleğe ihtiyacımız olsa, genellikle yaklaşan bayramda babamın alacağı işçi ikramiyesini beklememiz gerekirdi.
O bayram bana siyah bir yemeni ayakkabı alınmıştı. Arkasında çekecek işlevini gören deriden bir uzantısı vardı. Cilalı derisi ayna gibi parıldıyordu bu deri ayakkabımın. İlk kez bir iskarpin ayakkabı giyecektim. Altı delik, lastik ayakkabıdan kurtulmuş olmanın sevinciyle içim içime sığmaz, yerimde duramaz olmuştum.
Bu bayram yalnız bana ayakkabı alınmış olduğu için benim sevincim kardeşlerimden daha fazlaydı. Bayram sabahını iple çekmiştim.
Her bayram arifesi olduğu gibi babam bizi hamama götürmüştü. Hamam tasını, sabun ile lifi alarak, ağabeyim Nihat, kardeşim Fırat ve ben, küçük kardeşimiz Murat’ın da elinden tutarak evimizin hemen arkasındaki Yıldız Hamamına gitmiştik. Hamam kalabalık mı kalabalıktı. Zaten her bayram öncesi çok kalabalık olurdu hamamlar. Çaresiz sıra beklenirdi göbek taşında buram buram terleyerek.
Bu arada boş durmaz, keselerdik birbirimizi. Hamamda yıkanmak çok güzel olurdu. Musluktan akan sular kurnaları doldurur, biz de tas tas dökünürdük. Su boldu. Evde kazanla su ısıtıp yıkanmaya benzemiyordu elbet.
Lifi bolca köpürtüp bir güzel yıkayıp vücudumuzu, bol bol da su dökününce, kuş gibi hafiflerdi çocuk bedenimiz. Hele bir de giyinme bölümünde birer şişe soğuk “Demir Gazozu” ısmar-layınca babam, keyfimize diyecek olmazdı.
Bayramlık giysilerimizi başucumuza koyar, yere yan yana serilmiş iki yatağa girerdik beş kardeş. Bayram ziyaretlerinde akrabaların, komşuların verecekleri bayram harçlıklarını düşünmek uykularımızı kaçırır, şekerlerin çikolataların tadını duyumsamaya başlardık. Biran önce sabah olmasını iple çekerdik.
Bayram namazını kılıp camiden çıkınca, babam bizi Tecde mezarlığına götürürdü. Hemen bir faytona biner yola koyulurduk. Şimdiki gibi otobüsler, minibüsler yoktu o zamanlar. Taksiye binmek de çok pahalıydı. Faytoncu kırbacını havada şakırdattımı atlar dörtnala koşardı. Yol boyu hep fayton konvoyu oluşurdu. Çok geçmeden mezarlığa varırdık. Ben yedi yaşındayken vefat eden annemin mezarını ziyaret ederdik önce. Annem öldüğünde en küçük kardeşim Murat henüz kundakta bir bebekti. Beş kardeş hepimiz çocuk yaşta öksüz kalmıştık. Dua ederken gözyaşlarımı gizlemeye çalışsamda saklayamaz, her ziyarette yaşlar yanaklarımdan süzülürdü.
Eve döndüğümüzde, kız kardeşim Melahat kahvaltı sofrasını hazırlamış, bayramlıklarını giyinmiş, bizleri bekliyor olurdu. Biz de biran önce bayramlıklarımızı giyinmek için aceleyle çaylarımızı yudumlardık. Bayramlaşma evde başlardı.
Babam ile üvey annem divana oturur, biz öz-üvey on kardeş sıraya girerdik bayramlaşmak için. Avcumuza sıkıştırılan yirmibeşer kuruş bizi çok mutlu ederdi. Bu para o zamanların bir sinema bileti demekti.
Bayramlaşma gün boyu sürerdi. İkram edilen şekerleri, çikolataları ve leblebileri yanımızda taşıdığımız kese kâğıdı denilen kağıt torbalara biriktirirdik. Mahallenin çocukları ilk harçlıklarıyla hemen bir mantar tabancası alır, bol bol mantar patlatırlardı. Bayram boyunca bu tabancaların sesi sokaklardan eksik olmazdı.
O bayram sabahı babam bizleri yine erkenden uyandırmış,
-Haydi, kalkın çocuklar, hemen abdestinizi alın, çabuk olun camiye gecikmeyelim sonra yer bulamayız, dışarıda kalırız diye, her bayram sabahı tekrarladığı sözlerle bizleri uyandırırdı.
Sıcacık yataktan kalkmamız zor gelse de Nihat abim, ben ve benim küçüğüm Fırat, uyku sersemi gözlerimizi ovuştura ovuştura kalkmıştık. Biraz oyalanmış olacağız ki avluda bizleri bekleyen babamın sesi tekrar duyuldu:
-Haydi, çabuk olun çocuklar, acele edin, gecikeceğiz.
Abdest alırken yüzümüze değen soğuk su uykumuzu açmıştı, çabucak giyindik. Ben, hevesle yeni ayakkabımı giymiş bağcıklarını itina ile bağlamıştım.
Sokağına çıktığımızda hava henüz aydınlanmamıştı. Soluk sokak lambaları hala yanıyordu. Hızlı adımlarla yola koyulduk. Yolda pek kimsecikler yoktu. Her adım atışımda yeni ayakkabımın çıkardığı ses, caddenin sessizliğini bozarken kardeşlerimin gözleri de ayakkabıma kayar olmuştu.
Camii yolundaki Akpınar Çeşmesinde abdest alan ve atlarını sulayan birkaç faytoncu vardı. Çeşmenin yola sıçrayan sularına basmadan, bize en yakın olan Yeni Camii’ ye çabucak varmıştık. Ayakkabılarımızı kapıda çıkarıp elimize alarak içeri girmiş ve ayakkabı raflarına yan yana sıralamıştık. Benim yeni ayakkabım diğerlerinin arasında ışıl ışıl duruyordu.
Camii boş sayılırdı. Önde üç sıra cemaat oluşmuştu. Zaten her bayram namazı camiye geldiğimizde, en fazla iki üç sıra cemaat olurdu. Hemen yan yana dizilerek bizler de safa girdik. Gün ışıyıp namaz vaktinin gelmesine daha çok zaman vardı. Bize çok uzun gelen sıkıcı bir bekleyiş yine başlamıştı.
Duvardaki büyük saatin “tik tak” seslerini dinleyerek, yelkovanın ağır hareketini izleyerek, gözüm sallanan sarkaçında öylece bakıp vakit geçirmeye çalışıyordum. Tavandan sarkan büyük avizenin üzerindeki küçük ampulleri de saymak oyalayıcı oluyordu.
Yarım saat sonra sabah ezanı okunmaya başlayınca cemaat artmış, arkamızda da saflar oluşmuş ve caminin yarıya yakın bölümü dolmuştu. Ezan sesiyle birlikte bir kıpırdanma, bir toparlanma başlamıştı. Kıldığımız dört rekât sabah namazı bizi biraz olsun oyalamıştı.
Camii kubbesindeki pencerelerin renkli camlarından günün ilk ışıkları süzülmeye başlayınca, duvarlardaki eski yazı tablolar daha iyi görünmeye başlamıştı.
Derken hoca, biraz yüksekçe olan ve üç basamaklı merdivenle çıkılan vaaz kürsüsüne ağır ağır çıkıp oturunca, bütün gözler ona çevrilmişti.
Vaaz dinlemek hoşumuza giderdi, hem hocadan birşeyler öğrenir hem de vakit daha çabuk geçerdi.
İslam’ın farzları, doğruluk, dürüstlük, komşuluk ilişkileri, büyüklere saygı, küçüklere sevgi, yalan söylememe, gibi konularda hocanın uzun uzun anlattıklarını dikkatle dinler bu öğütlerden kendimize pay çıkarırdık.
Zaman geçtikce cemaat iyice kalabalıklaşır. Bazen arkalardan:
-Muhterem cemaat, saflarınızı biraz daha sıklaştırın, dışarıda bekleyen kardeşlerimize de yer açın, diye uyarı sesleri gelirdi.
Bunun üzerine saflarda bir kıpırdanma olur, birbirimize biraz daha sokulurduk. Bayram namazının saati geldiğinde hoca bayram namazının nasıl kılınacağını anlatarak vaazını bitirirdi.
İki rekât kılınan bayram namazından sonra, hocanın hutbesini dikkatle dinler, okunan dualardan sonra bayram namazını bitirirdik.
Bayramlaşma hemen camii içerisinde başlardı. Önce hocanın elini öperek bayramlaşmaya başlardık. Tanıdık olsun olmasın cemaatte birbirleriyle bayramlaşmak için sıraya girerdi.
Camiden çıkışlar biraz izdihama neden olurdu. Onca kalabalığın iki kanatlı tek bir kapıya yönelmesi, haliyle kapı önünde yığılmaya ve itişmelere neden olurdu. Biz hiç acele etmez bir kenarda durup kalabalığın azalmasını beklerdik.
O bayram da yine öyle yapmış, kapıda biriken kalabalık azaldıktan sonra biz de çıkışa doğru yönelmiştik. Ayakkabı raflarına yaklaştığımızda birde ne göreyim! Benim yeni ayakkabımın yerinde yeller esmiyor mu?..
Bütün rafların altını üstünü iyice kontrol etmeme rağmen bulamayınca, ayakkabımın çalınmış olduğunu anladım. O an sanki dünya başıma yıkılmıştı.
Benim ağlamaklı durumumu gören babam ve kardeşlerim hep birlikte tekrar tüm ayakkabılığı kontrol etmiştik. Ama boşunaydı aramalarımız.
Babam durumu camii hocasına söylemiş, hoca efendi de üzülmüştü bu duruma. Çaresiz camii tamamen boşalıncaya kadar beklemeye başladık. Camide kimse kalmayınca ayakkabı rafları da boşal-mış, en alttaki rafta bir “harrik” kalmıştı.
Bu çok eski, her tarafı yırtık, ökçesine basılmış ayakkabının sahibi yoktu. Demekki benim güzelim ayakkabının yerine bu bırakılmıştı.
Çaresizdim. Eve yalınayak gitmektense bu ayakkabıyı ayağıma geçirerek, ayağımda sürüye sürüye, gözlerimden yaşlar aka aka evin yolunu tutmuştum.
Yeni bir ayakkabı için bir sonraki bayramı bekleyeceğimi biliyordum. İçimden, bir daha yeni ayakkabıyla camiye gitmeye tövbe etmiştim.
Benim bu halimi gören kardeşlerim de durumuma çok üzülmüşlerdi. Babam başımı okşayarak:
-Üzülme Suat, bu bayram eskilerinle idare et, önümüzdeki ay maaşımla sana yeni bir yemeni alacağım. Haydi, sil gözyaşlarını, ağlama artık diye teselli etmişti.
Babamın yeni ayakkabı alma sözü beni biraz olsun rahatlatmıştı. Bir sonraki bayramı beklemeden tekrar yemenime kavuşacaktım. Akpınar çeşmesine vardığımızda ağlamayı kesmiş, elimi yüzümü yıkayarak aybaşında alınacak yemeninin hayaline dalmıştım…


TÜRKÜ DİNLEMEK
Mustafa SAĞLAM

Çoktandır kafamda oluşagelen bir düşünce var; ikiye bir kendini anımsatır durur: Şöyle bir şey, hayatı yaşanır, dünyayı çekilir kılan şeylerin en önemlilerinden biri, bir halkın türkülerinin olmasıdır gibi bir fikir bu. Belki biz pek önemsemiyoruz ama kesin inancım şu ki, bir toplum için ekmek, su ve hava kadar gereklidir türküler. Türküler, bir milletin yaratıcılığını gösterir aynı zamanda. Bu yüzden de derim ki, “Ne mutlu türküler yakabilmiş halklara!” Dağlarında, kırlarında, ovalarında, ormanlarında ve çeşme başlarında türküler söyleyen milletlere ne mutlu!
Ayrıca, toplumların geçmişinde yaşanmış duyguların bir birikimidir o uzun havalar, kırık havalar, ağıtlar, baraklar ve öteki bütün türküler. Türkü dağarcığı ne kadar zenginse, geçmişinde başından o kadar çok acılı, sevinçli, neşeli olaylar, o kadar çok aşklar geçmiş demektir o milletin.
Türkülerin toplum hayatındaki yeri bir başkadır; sözlerle, yazılarla veya bakışlarla anlatılamayanların, ezgiler eşliğinde anlatılmasıdır türküler. Duyguları anlatırken, sözlerin tek başına yetersiz kaldığı yerler vardır bazen; dil ne kadar gelişmiş olursa olsun, hissedilenleri anlatmaya gücü yetmez, uygun sözcükler bulunmaz, yaratılmamışlardır henüz. Hiçbir zaman da yaratılamayacaklardır belki. Orda, nağmeler sözcüklerin yardımına koşarlar işte.
Üstünde durulması gereken şeylerden biri de türkülerin doğuşudur; türküler, nerden, nasıl doğar?
Yaşamın en sade, katışıksız bir şekilde sürdürüldüğü yerler her ülkenin kırsal alanlarıdır şüphesiz; oralarda doğayla daha bir içiçedir kişiler. Toprakla, bitkiyle ve tabiat şartlarıyla mücadele içinde geçer günleri. Onun içindir ki, türküler, kentten çok bozkır yaşamından beslenir ve etkilenir. Ve türküler, isterse bir aşkı, bir neşeyi, isterse de bir acıyı anlatsın hepsinde de o yerin, o coğrafyanın, o toprakların damgası vardır hep. Her şeye olduğu gibi ona da yansır bozkırların temiz havası, çiçeklerinin kokusu, armonisi. Bunlardan her biri ayrı bir çeşni katar türkülerin içine; ayrı bir payı vardır hepsinin. Her ülkenin türküleri farklıdır ama her ülkedeki türkülerin esin kaynağı kırdaki, köydeki yaşamdır. Çağımızda, türküsel yaşam ancak oralarda kalmıştır çünkü.
Dünyanın her ülkesinde türkülerin büyük bir kısmı, aşkları, sevgileri ve ölümleri işler temalarında. Türkü, kendine has bir yöntemle anlatır anlatmak istediklerini, kendine has bir anlam katar konuya ve bu yüzden de kulaklar, apayrı bir haz alır onu dinlerken.
Ve asıl türkülerden öğrenilir sevgi. Onca aşığın dertlerini, duygularını, öğütlerini dinleyerek öğrenilir sevgi sözcüğünün anlamı. Ben, “aşk” sözcüğünü önce türkülerde duydum. Âşıkların dilinden dinledim sevmeyi, sevilmeyi. “Hekim kim; başından geçen” dedikleri gibi yani. Nağmelerin gücüyle insanın içine sindire sindire hem de.
Bu yüzdendir ki, bir halk, türküleri kadar sevebilir, türküleri kadar sevmiş, sevilmiştir geçmişinde. Sevmiş, acı çekmiştir ki, türküler yaratmıştır. Türküleri vardır ihtiyacı olduğu zaman söyleyecek, dinleyecek. Acı doludur bazı türküler. Acı da sevginin olduğu yerde vardır neticede; kaybedildiği zaman yaşanır hüzün. Sevinince olduğu gibi hüzünlenince de türkü söyler insan.
Kişilerin insanlaşmasında da önemli bir yeri vardır türkülerin. Bütün sosyoloğlar tarafından kabul edilir ki, türkü dinleyerek yetişen kişiler, türküsel, şiirsel yaşarlar; pek kötülük taşımazlar içlerinde. Severler, gönül kapıları hep açıktır. Türküler, kötülüğü, öldürmeyi, kin gütmeyi öğretmezler çünkü. Hiçbir âşık, seven kişi, başkalarını üzmek, acı çektirmek istemez, böyle bir şeyden haz alan âşık olmamıştır şimdiye kadar; doğasına ters düşer bu.
Sözümün varacağı şu; mademki türküler bir toplum için bu kadar yararlı; evlerimizde, sokaklarımızda, kahvelerimizde, tarlalarımızda ne kadar çok türkü çalar, türkü söyler, türkü dinletirsek o kadar çok sevgi ve aşk esinleriz insanlarımızın yüreklerine. Türkülerle, ninnilerle büyüttüğümüz çocuklarımızın geleceklerine daha bir umutla bakarız.


BİLLUR KUPALAR
Mehmet ÖNDER

Her işyerinde konuşulur ya, “Çayımızı kendimiz yapalım; hem güzelce demleriz, hem de tasarruf ederiz” diye. Bu düşünce, çay kahve işiyle uğraşacak özel bir elemanınız olmadığı sürece başarılı olmaz. Hele bizim gibi çalışanı az, geleni gideni çok olan işyerlerinde başarı şansı hiç yoktur.
Yine de denemekle bir şey yitirmeyiz, dedik, biz de kalkıştık. Öyle iddialı filan değildik. Bizimki, fırsat buldukça demleyelim; ivedi durumlarda kahveden söyleriz, biçimindeydi. Uygulama, çaydanlık semaver yakma, yangın tehlikesi gibi renkli olaylar eşliğinde bir süre gitti.
Bizim asıl sorunumuz çay bardağı yitirme bağlamında ortaya çıktı. Aldığımız ilk bardak düzinesinden haftasında bir tek kalmadı. İki düzine daha aldık, iki haftada onlar da uçtu gitti.
Hani, aza “Nereye gidiyorsun?” demişler de “Çoğun yanına” demiş ya, bizim bardaklar da o hesap; kaç tane alsak hafta demiyor kahveci bardağı olup çıkıyorlar.
Dikkatli olsun, diye kahveciyi uyardım. Oralı bile değil:
- Yok abi, onlar bizim bardaklar. Üç kuruşluk çay bardağı için laf ettirecek adam mıyız?
Doğru; üç kuruşluk şeye kim döner bakar. Bakmaz da, birilerinin bizim işyerindeki üç kuruşluk çay bardaklarına dadandığı kesin. Bu olsa olsa çay bardağı mafyasının işidir, diyeceğim ama; o da çok inandırıcı gelmiyor. Koskoca mafya düştü düştü de bizim çay bardağına mı düştü?
Şu ya da bu, en iyisi önlemini almak. Bu kez gittim, çiçeklisinden iki düzine daha aldım. Üç beş gün içinde bunlar da yarıya inip Necati’yi de çiçekli çay bardaklarını götürürken yakalayınca yine uyardım. Ama uyarsam ne, savunması hazır:
- Çiçekli çay bardağı bizde de var abi. Valla billa!
Çiçekli çay bardakları da gitti. Hem de yeminle. Ne yapmalı? Bir çare bulamazsak, ara sıra da olsa kendi çayımızı demleyip keyifle içemeyeceğiz.
Bu kez gittim, bir düzine saplı bardak aldım.
Ama, çözüm değil; Necati’nin her koşula uygun savunması hazır: “Kulplu bardak mı dedin? Bizde de var. Hem de ne türden istersen. Vallahi de tallahi de!”
Adam büyük yemin ediyor; nasıl inanmazsın?
Bu arada birer ikişer saplı bardaklar da tüydü.
Çare çare diye düşünürken “Bari çayı fincanla içelim” dedim; ama o da çözüm olmadı. Onlarda türlü çeşitli fincan da varmış. Birkaç günde hepsini süpürdü gitti.



Günlerce onun bulamayacağı kadar değişik çay bardak aradım. Yok yok. Benim bulabildiğim her türlü bardaktan Necati’nin kahvesinde de bol bol oluyor. İşin de ehli ya, gidip buluyor mu, günahını da almayalım “Bizde de var!” mı deyiveriyor, bilmiyorum.
Düşünürken, annemin evlendiğimiz zaman hediye ettiği çay bardakları aklıma geldi. “Zeki Müren Dişi” bardaklar. Bu on bir çay bardağı, annemin en değerli eşyalarındandı. Camlı bir dolapta saklar, neredeyse her gün tozlarını alır, sık sık yıkar siler yerine sıralardı.
Bunlarla öyle herkese çay ikram edilmezdi. Kırk yılda bir İzmir’den Azime teyzemgil ya da o derece hatırlı misafirler gelecek de annem:
“Hatçıgadın, billur kupaları getir” komutu verecek, bunlarla çay içilecekti.
Hatice ablam talimatı alınca konuk sayısı kadar billur kupa çıkarır, altlarında cam piyetalarıyla bakır tepsiye diziler, getirirdi. Bu iş ona çok titiz olduğu için yaptırılırdı. Ablamın adı hem Hatice hem de Fadime idi. Annem anneannemin, babam da babaannemin adını vermiş, her biri kendi anasının adıyla çağrılmasını isterdi. Ben bazı yanılıp, ötekinin verdiği adla sorma yanlışlığı yapar, “Senin enki isimde bir aban yok!” yanıtını alır, paylanmış olurdum.


Babamla annem birbirlerine adıyla seslenmeyi ayıp mı sayarlardı bilmem. Babam anneme “Gı”, annem de babama “Benibak” diye seslenirdi.
Babam sinirli biriydi. Olur olmaz herşeye kızardı. Annemin çay bardağı düzinesinin bir eksik olmasının sebebi de buydu. Altmışlı yılların başları olmalı. Annem mahalleden teyzelerle Tire pazarına alışverişe gitmiş. O zaman ağzı diş diş çay bardakları moda; Zeki Müren Dişi bardaklar. Herkes alınca annem de tamaht etmiş. Eve gelince de heyecanla anlatmaya başlamış. Tam babam birini almış bakarken
“Benibak, billur kupa aldım. Zeki Müren Dişiymiş” deyince, babam yine sinirlenmiş. “Gıı” demiş “Başlatma elin adamının dişinden, dırnağından” Sonra çarpıvermiş yere; ve annemin Zeki Müren Dişi çay kupalarının sayısı düşmüş on bire.
Dedim ya, düşünürken, annemin hediye ettiği çay bardakları aklıma geldi. Annem görse, billur kupalarını işyerinde kullanmama dünyada izin vermezdi. Aslında ben de istemezdim ama, Necati faktörü işte.

Bir sabah on bir bardağı güzelce paketleyip işyerine götürdüm. Artık kozlar benim elimdeydi. İçimden “Haydi bakalım” dedim. “Her türlü bardağı, fincanı buldun. Annemin elli yıllık ‘Zeki Müren Dişi’ kupalarından da bul, seni gözlerinden öpeyim. Bakalım on ikincisi olmayan on bir bardaktan ‘Bende de var’ diyebilecek misin?” diye diye pusuda bekliyorum.
O sıra üç kişi çıktı geldi. Açtım telefonu dört çay söyledim. Çaylar geldi. Tepside altlarının cam piyetalarıyla birlikte dört tane Zeki Müren Dişi çay bardağı.
Hay Allah, adam sabah ilk kez çay getiriyor. Ne zaman içeri girdi? Ne zaman aldı gitti? İnanılır gibi değil.
İçimden, “Yakalandın Necati!” dedim. “Artık hiç bir bahanen kalmadı. Yiten tüm bardakların, fincanların sorumlusu sensin!”
Artık dayanamıyorum:
- Şimdi sen, bunları da mı bizim mutfaktan almadın?
Necati kendinden son derece emin:
- Almadım tabii. Bunlar benim annemin çeyizinden kalma. Sizinkilerle karışmasın diye çayı bunlarla getirdim.
Necati gidince hemen mutfağa koştum. Bizim on bir billur kupanın kutusu bile açılmamış, öylece duruyordu.



LASTİK PABUÇLAR
M. Demirel BABACANOĞLU

-kadınlar gününe sevgiyle-

Tiril tiril giyinmişti yaşlı adam.
Yürüyordu.
Yol tozluydu.
Hava sıcaktı.
Ötüyordu cırcır böcekleri.
Yolun karşılıklı kenarları ağaçlarla sıralanmıştı.
Yaşlı adam ağaçlardan birinin kenarına oturdu. Yüzündeki ter süzüldü çenesinden aşağı. Adam yavaşça cebinden mendilini çıkardı. Sildi yüzünü; rahatladı. Dikildi gözleri bir noktaya. Zaman gerisine döndü. Geçti uzam içinden. Annesi karşısındaydı.
"Al sırtına beni anne!"
"Alamam!"
Annesinin bacakları sızlıyordu. Romatizmal bir rahatsızlığı vardı. Ağrıyan dizlerini ovalamaya başladı. İndi parmaklarına doğru. Çocuk ısrarlı olmadı. Baktı annesinin ayaklarına. Eğri büğrü olmuştu. Damarları çıkmıştı derisinin üstüne. Yumrulaşmıştı eklemleri...
Lastik pabuçları yanındaydı. Burnu kopmuştu. Altı delikti. Çocuk lastik pabuçları gördü. Üzüldü.
Karışık bir duyguyla:
"Romatizman bundan azıyor anne" dedi.
"Bir kunduran olsa!"
Anne hüzünlendi.
"Kız oldum, gelin oldum, hiç kunduram olmadı!"
Çocuk anladı annesini.
"Üzülme anne, bir gün sana kundura alacağım!"
Anne sevindi.
Kucakladı oğlunu.
Bağrına bastı.
"Ölmem ben! Ölmem" dedi.
Çocuk ellerini açtı. Kocaman işareti yaptı.
"Böyle kocaman olacağım!"
"Okuyacağım!"
"Çok çok kazanacağım!"
Annesi sevgiyle baktı oğluna.
Yeşerdi umutları
"Okutacağım seni" dedi kocaman.
Çocuk zıpladı...
"İlk maaşımdan!"
"İlk maaşımdan!"
"Göreceksin, donatacağım seni..."
"Gelin gibi olacaksın, gelin gibi!"
Bu sarada bir kuş geldi, kondu ağaca; durdurdu konuşmayı. Uzun uzun öttü. Yaşlı Adam uyandı; baktı kuşa. Kuş ötüyordu.
Canı sıkıldı Yaşlı Adam'ın, kalktı yürüdü.
Saptı bağ yoluna!
Bağ yolu ince, çılga bir yoldu. Örtmüştü çalılar. Sürtünerek geçti Adam. Bir yaşam ortamına girmişti. Geniş, büyük bitkiler vardı. Kuşlar, böcekler içindeydi. Kelebekler uçuşuyor, arılar çiçekten çiçeğe konuyor, bal alıyordu.
Adam yaşama denizinin içindeydi. Vardı bağa. Altın sarısı üzümlerden kopardı yedi. Rahiyası, kokusu, tadı kaldı damağında. Ya ballı incirler; bir sevgi gibi işledi gönlüne. Gençleşti "Gençlik başka" diye geçirdi içinden. Sonra gezdi bağı baştan sona. Tepeciklerin birinin üstüne çıktı, gözetledi dört köşeyi.
Gölgeler uzanmış, serinlemişti hava.
Mavışlı deresinin yamaçları zümrüt yeşiline kesmişti.
Az sonra bülbül sesleri, keklik sesleri doldurdu koyağı.
Suya indi yavrulu keklikler.
Rahat değildi anneleri.
Her an bir hoyratın korkusu vardı seslerinde. Hemen su içip uzaklaştılar oradan.
Tepecikten indi Yaşlı Adam. Karşı yamaçtaki som yeşile bulanmış çam ağaçlarının yanına gitti: dayadı sırtını yaşlı bir çam ağacının gövdesine. Soludu kokularını çamın, doldurdu ciğerlerine. Etkisi görüldü oksijenin hemen; göğsü genişledi, açıldı burun delikleri. Silindi mikrobik pürüzler. Yepyeni oldu her yeri! Gark oldu neşeyle!
Annesi karşısındaydı. Üzerinde entarisi, başında pullu tülbenti; ayaklarında kundurası vardı. Kaş hizasından kulak üzerine yeni domurmuş bir kırmızı gül sokulmuştu. Kakülü sarkıyordu yandan. Yanakları elma elma olmuş, gözleri cıvıl cıvıl mutluluk doluydu. Bacaklarında romatizmal bir kalıntı görünmüyordu. Capcanlı duruyordu ayaklarının teni.
Yaşlı Adam sevindi.
Çılgınlar gibi bağırdı.
Yürüdüler anneyle oğul.
Yaşlı adam baktı annesine.
Kundura elindeydi!



EYLEMCİ İMAM
Nihat MUSTUL

Yirmi yedi yıldır imamdı. Yirmi yıl kendi köyünde çalışmış, son yedi yıldır da ilçedeki merkez camisinde imamlık yapıyordu.
Aslında imamlık babasından kalmıştı ona, babası öğretmişti her şeyi. Babası yaşlanınca da, babasının ve köylülerin isteğiyle o kıldırmaya başlamıştı namazı köylülere. İlk yıllarda kadrolu değildi, camiye gelen köylüler verirlerdi parasını. Beş yıl sonra da kadrolu olmuştu. Artık devlet memuruydu, maaşını devletten alıyordu.
Son bir haftadır yine derin düşüncelere dalmıştı. Biraz kaygılıydı ama kararlıydı… Ne olacaksa olsundu artık, kopacaksa kopsundu kıyamet. İlle de yapmalıydı düşündüğünü, içinden geçeni, doğru olanı…
Aslında iki üç yıl önce vermişti kararını. Ama ne olur ne olmazdı, henüz emekliliği gelmemişti. Bakarsın kıçına bir tekme vuruverirlerdi, emekliliği yanardı… En iyisi eşeği sağlam kazığa bağlamaktı önce. Başka cezalar verirseler de versinlerdi.
İşte şimdi emekliliği dolmuştu. Kendisini daha özgür hissediyordu artık.
Belki de en yoğun sıkıntıyı dün çekmişti. Karısı ve çocukları bile anlamışlardı durumu. Ama o son kararını vermişti.
İçi fokur fokurdu önce. Ocağa konmuş çaydanlığa benzetmişti kendisini. Suyu kaynatmalıydı ille de. Artık rahatlamıştı şimdi; neşeliydi, gülüyordu, içini gurur bile doldurmuştu.
Yine de sabahtan beri karısının gözü hep üzerindeydi. Yalvarır gibiydi.
“Yapma” diyordu, hem kendini hem bizi yakacaksın, dillere düşeceksin…”
“Hiç endişelenmeyin siz, doğru olanı yapıyorum ben. Hırsızlık, hayırsızlık yapmıyorum ya… Mektebe okul, imtihana sınav diyeceğim, o kadar.”
Yine de işi garantiye almalıydı. Kalkıp masaya oturdu, bugünün tarihiyle emeklilik dilekçesini yazıp altını imzaladı. Yazdıklarını bir daha okudu, tamamdı. Evden çıkınca önce müftülüğe-kaymakamlığa uğrayıp dilekçesini verecek, ilişiğini kesecek, sonra da camiye gidip son namazını kıldıracaktı. Ve de yirmi yedi yıllık imamlığı böylece bitecekti.
Kendisini diğer imamlardan, “Atatürkçüyüm” diyen birçok insandan farklı buluyordu. Konuştuğu hiçbir imam anadiliyle tapınmaya taraftar değildi. Onlara göre bu mümkün değildi. Kuran Arapça inmişti, İslam dini evrenseldi.
Oysa Atatürk zamanında bu yol açılmıştı, hem de Atatürk’ün kendisi tarafından.
“Atatürkçüyüm” diyenlerin çoğu bile bu konuda Atatürkçü değillerdi.
Gerçek bir Atatürkçüydü o, yenilikçiydi… Atatürkçülük sözle değil, onun düşüncelerine, yaptıklarına sahip çıkmakla olurdu oysa.
Yapacağı Atatürkçülüğü üç kişi biliyordu aslında. Biri karısı, biri Mesut öğretmen, biri de en yakın imam arkadaşı Osman’dı.
Mesut öğretmenle otuz yıldır tanışırlardı, köylerinin öğretmeniydi. O okumuş öğretmen olmuş, kendisi okuyamamış imam olmuştu. Taa o yıllardan başlamıştı dostlukları. Ondan neler öğrenmemişti ki… Belki de öğrendiklerinin yarısını. Atatürk’ü en çok o sevdirmişti, o anlatmıştı. Din konusunda bile çok derindi bilgisi, hep aklı öne çıkarırdı.
Kimisi gibi beyni kara değildi kendisinin, gözlerinde Arap gözlüğü yoktu. İşte bunu da, geldiği bu noktayı da Mesut öğretmene borçluydu. Ona güvenirdi, her konuyu konuşurlardı.
Dünkü karşılaşmalarında kesin kararını söylemişti ona. İlle de bu eylemi yapacaktı. Aslında daha önceleri de çok konuşmuşlardı bunu. Her seferinde de, “Seni etkilemek istemem, yap ya da yapma diyemem, karar senin. Sana bir zarar gelmesini istemiyorum. İstiyorsan, toplum için yararlı olacağına inanıyorsan… Sen bilirsin” demişti.
Elbette yararlı olacaktı, en azından bir tartışma ortamı başlayacaktı.
İmam arkadaşına da “Birlikte yapalım bu eylemi” demişti kaç kez. Arkadaşıysa karşı çıkmasa bile, asla yanaşmamıştı.
Üç-dört saat sonra yirmi yedi yıllık işinden ayrılacaktı, bu ayrı bir duyguydu, hüzün karışımıydı ağırlıklı. Öbür yandan da çok farklı bir heyecan yüklüydü içi. Türkiye’de bir ilki deneyecekti.
Artık zaman yaklaşıyordu, saat 9.00’a geliyordu, ancak yetişirdi. Abdestini aldı. Kim bilir kaçıncı abdestiydi bu. Önce beşle üç yüz atmış beş çarpılacaktı, çıkan da yirmi yediyle. Sonra bayramlar, cenazeler… Zor hesaptı şimdi bu, zamanı değildi hem. Dilekçeyi bir daha okudu, fazla kırıştırmadan ceketinin iç cebine koydu. Karışık duygularla, karışık düşüncelerle doluydu. Bu karışıklıkla evden çıktı.
Müftü odasındaydı, kapıyı çalıp içeri girdi. Cebinden çıkardığı dilekçeyi uzattı. Müftü meraklanmıştı:
“Hayırdır… Bu nedir?” dedi.
“Emekliye ayrılıyorum…”
Müftü başını doğrultu. Göz göze geldiler.
“Emekliye mi ayrılıyorsun? Bu da nerden çıktı şimdi?”
“Yeter artık, yirmi yedi yıl çalıştım Müftü Bey.”
“İyice düşündün mü, kararlı mısın?”
“Düşündüm, kararlıyım… İzin verirseniz.”
“Peki öyleyse, haydi hayırlı olsun.”
Bütün işlerini bitirmiş, ilişiğini kesmişti ya, artık özgürdü, daha bir cesaretlenmişti hem de. Son ezanını okuyacak, son namazını kıldıracaktı az sonra. İkindin namazına da yeni bir imam gönderecekti müftü, kendi yerine.
Camiye geldiğinde daha on dakika vardı ezan saatine. Cami avlusundaki ağaçların gölgesinde birkaç yaşlı ezanı bekliyordu, birkaç kişi de abdest alıyordu. İçeri serinceydi, cami imamı olarak son kez giriyordu içeriye. Gece gündüz demeden yedi yıl gelip gitmişti buraya. İçerideki her şeyi dikkatlice gözden geçirdi, her şey yerli yerindeydi.
Heyecanı gittikçe artıyordu. En çok da cemaatin, halkın tepkisini merak ediyordu. Ne olabilirdi, nasıl bir tepki göstereceklerdi?
Birkaç kez babasından duymuştu makamını. Ta o zamanlar kazınmıştı kulaklarına bu makam. Babası, “Atatürk zamanında böyle okunurdu” demişti. Kaç kez söylemişti bile evde kendi kendine.
Ses cihazının yanına geldiğinde saatine bir daha baktı, saat tamamdı. Mikrofonu açtı, parmağıyla tık tık etti. Ses gidiyordu. Atatürk geldi birden gözlerinin önüne, onun dönemi geldi. Bunları hep Mesut öğretmen anlatmıştı. Güç buldu bunlardan. Allah Türkçe de bilirdi. Ve bir bir dökülmeye başladı Türkçe ezanın sözleri ağzından:
“Tanrı uludur…
Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı’dan başka yoktur tapacak…
Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı’nın elçisidir Muhammed…
Haydi namaza…
Haydi felaha…
Tanrı uludur…
Tanrı’dan başka yoktur tapacak…”
Ezanı bitirdiğinde on beş yirmi kişi girmişti bile içeriye. Herkes şaşkındı, merakla kendisine bakıyordu. Dışarıdan da sesler duyuluyordu:
“Delirmiş bu imam, delirmiş!”
“Allah’ın ezanı değiştirilir mi? Namaz kılmam ben bunun arkasında…”
“Valla ben beğendim, Türkçe, dediğinin hepsini anladım.”
“Hükümet, Diyanet bir değişiklik mi yaptı acaba?
“Atatürk canlanmış, Atatürk!”
“Din elden gidiyor, din! Ey Müslümanlar!”



KÜLTÜR VE DİL
Mustafa B. YALÇINER


Bir kültürde ne varsa, dilinde de o vardır. Bir başka deyişle dil, kültürün aynasıdır. Kültür devingen olduğu için dil de devingendir. Kültürde gözlenen değişiklikler, zaman içerisinde dilde de kendini duyumsatır. Bu nedenle bir toplumun dili iyi incelenirse, o kültürde yetişen insanların yaşam tarzı, üretim ve tüketim şekli, dünyaya bakışı, düşünce yapısı bir nebze anlaşılır.
Taşeli yöresinde kullanılan, “Kelete enik, sürüye kurt getirir”; “Sürü ters dönünce, topal keçi başa geçer”; “Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur”; “Teke gibi kokmak”; “Karnım tuluk gibi”; “Kurtlu keş”; “Ayranım ekşi diyen olmaz”; “ Lök gibi oturmak”; “Deve yürekli”; “Maya gibi”; “Deve kini”; “Deveyi havudu ile yutmak”; “O adamla arkadaşlık ya da alışveriş etmek, ısırganla kıç silmeye benzer”; “Bu adam, yaralı parmağa çöğdürmez”gibi atasözleri ve deyimlere bakıldığında, bu sözleri bağrından çıkaran insanların yaşamına egemen olan öğeler ile onların yaşam biçimleri hakkında bazı bilgilere ulaşılabilinir.
Taşeli yöresi, Yörük yurdudur. Yörükler, su ve ot peşinde koşan, yazın yaylaya çıkan, kışın sahile inen, hayvanları ile yaşayan konargöçerlerdi. O zamanki Taşeli insanı çadırda yaşar, ayakyolu olarak çalı diplerini seçer ve silinmek için de taş ya da ot kullanırdı. Dağda, ormanda yaşayan bu insanların en büyük sorunlarından biri de suydu. İçme suyunu, tuluklarla getir yine tuluklarda saklarlardı. Gelenek göreneklerine göre de sağaltma yöntemleri uygulamaktaydılar. Yeni kesilen ve kanamakta olan parmağa çöğdürür, diğer yaralarına püse ya da katran sürerdi.
Yörüklerden bazıları zaman içerisinde yerleşik düzene geçti. Kıl çadırı bırakıp yaşamlarını toprak damda sürdüren köylüler, Yörük kardeşlerini küçümsemeye başladılar: “Gün battı, Yörük yattı”; “Dağdan inmiş Yörük, ne erik bilir, ne koruk”; “Yörük ne bilir bayramı, lak lak içer ayranı” ; “Bahçene erik, kapına Yörük dıkma”; “Erikten maşa, Yörük’ten paşa olmaz”; “Kıllı Yörük”; “Ayranı sinekli” gibi bazı atasözleri ve deyimler bu olguyu çok güzel bir şekilde açıklamaktadır.
Yerleşik düzene geçip de ekip dikmeye başlayan köylülerin yeni deyim ve sözcüklere gereksinim duymaları doğaldır. “Dirgeni yiyen sıpa, bir daha gelir mi sapa”; “ Öğünen öküz tarlayı boklar”; “Dah, kara öküz dönüm başına” gibi atasözleri de toprağın işlenmeye başlandığını dönemlere denk düşmeli. Tarla sürerken karasabanın düzgün gitmediğini gören çiftçi, boyunduruk altındaki öküzlerden güçlü olandan yana bir kayış daha atmış. Böylece güçlü öküze daha fazla yük düşmüş. Yörede bugün hâlâ “Kayış atmak” deyimi mecazi olarak kullanılmaktadır.
Yöre kültüründe bir zamanlar akraba evliliği egemendi. Dışarıdan kız alınmamış, dışarıya da kız verilmemiş. Ata yurdu terk edilmemiş. Eğer bir delikanlı bir yabancıyla evlenmiş ve ata yurdundan uzaklaşmışsa, diğerlerine şöyle bir öğüt verilmiş: “Uzaktan alma düveyi, çeker gider boğayı.”
Evlilik yaşındaki kızlar ya da evli kadınlar için, mal mülk ikinci plandadır. Önemli olan kocanın mertliği, dürüstlüğü ve çalışkanlığıdır. Bu da şu sözle özetlenmiştir: “Erim er olsun da, varsın yerim çalı dibi olsun.” Evlenen kızların boşanması hoş karşılanmamış. Kız evden çıkarken ona şöyle söylenmiş: “Bu evden beyaz gelinliğinle çıkıyorsun, buraya ancak kefeninle dönersin.”
Bir dönem nasıl olduysa, akrabalar arasına nifak tohumu atılmış, birliktelik bozulmaya çalışılmış: İnsanlar kızgınlıkları en ağır sözlerle açığa vurmuşlardır: “Sen dostunu iyi seç, anan nasıl olsa düşmanını doğurur”; “Akrabanın akrabaya akrep etmez, ettiğini”; “Akraba ile ye iç ama alış veriş yapma.”
Zaman içerinde, kendi içlerinden çıkanlara değer verilmez, yabancılar tercih edilir olmuş ki “Evin tosunundan öküz olmaz” demişler.
Bu sözlerin büyük bir kısmı günümüzde ya unutuldu ya da kullanılmaz oldu. Bunda yaşam biçimi, kuşkusuz büyük etmen. O değiştikçe dilde ölen, geçmişte kalan, günlük kullanımdan kalkan, yeni gelip yerleşen sözcükler olacaktır.
Tıpkı yöremizde konargöçerliğin en son temsilcisi Sarıkeçililer’in yaşam biçiminde gözlenen değişiklikler gibi. Kimin aklına gelirdi Sarıkeçili diline “kapsam alanı”, “kontör” ya da “mesaj” gibi sözlerin gelip yerleşeceği.
Günümüz gençliğinin bilmediği ya da kullanmadığı ama Sarıkeçililerin hâlâ kullandığı, tarihin derinliklerinden süzülüp gelen bazı sözcük ve deyimler, bir iki kuşak sonra onların gençleri de kullanmaz olacak. Tuluk da neydi, diyecek belki de. Tıpkı bugün “savran”, “kavas”, “beserek”, “köşek”, “maya” sözcükleri için dendiği gibi.
Bakalım gerçekten kaç kişi anımsayacak bu Yörük sözcüklerinin anlamını?