25 Aralık 2010 Cumartesi

GERÇEMEK SAYI 24

GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Kasım 2010
İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 4
Sayı: 24

Gerçemek,
kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

FRENKİNCİRİ (Opuntia ficus-indica)

Yöremizde frenk yemişi ya da dikenli incir olarak bilinen bitkinin bilimsel adı frenkinciridir. Kaktüsgillerden olup yaprakları etli ve yayvan, dikenli bir bitkidir. Boyu iki metreyi aşar. Susuzluğa karşı dayanaklıdır. Genellikle kendiliğinden yetişir. Baharda sarı çiçek açar. Ağustos ayından itibaren yaprak uçlarında yeşil yemişler meydana gelir. Eylülde meyveler kızarır ve yumuşamaya başlar. Üzerinde siyah lekeleri, onların da içinde beyazımtırak dikenleri olur. Batarsa, fena acıtır. Zor çıkar battığı yerden. Dikenlerin kolay çıkması için çoğu kez zeytinyağı sürülür.

Anavatanı, Meksika olan frenkinciri, bu ülkede soğuk meyve olarak yenir, sıkıp suyu içilir, Tequila adındaki alkollü içki bundan imal edilir, hatta iri çekirdekleri kavrulduktan sonra kahve değirmeninde çekilerek kahvesi yapılır. Meksikalılar bu yemişi öylesine sevmişler ki yaprakları bayraklarına bile koymuşlar.

Frenkinciri meyvesinin kabuğu soyulduktan sonra içinde yüzlerce küçük tohum bulunan etli kısmı, buzdolabında bir süre bekletildikten sonra yenir.

C vitamini, magnezyum ve demir bakımından zengindir. Şeker ve kolesterol düşürücü özelliği vardır. İdrar söktürücüdür. Sindirim sistemine iyi gelir. Ayrıca cinsel gücü arttırdığı söylenir.

EDİTÖRDEN



TAŞ ÜSTÜNE
Mustafa B. YALÇINER

Kocaman yontma taşlardan yapılmış, Dörtayak Anıtmezarı’nın yanındaki taş evimde, Osman Bolulu’nun, imzalayıp gönderdiği Taşın İyisi’ni okuyorum.

Taş sözcüğü, Taşeli’nde, bir taş evde doğuşumdan mı, yoksa babamın Taşoluk köyünden oluşundan mı bilemiyorum, çıkardı beni uzun bir yolculuğa. Düşürdü, ayağımı taş kakan yollara.
“İlimon ektim taşa/ Bitmedi kaldı kışa” ya da “Anamur yolları gayrak da çakıllı/ Bir yar sevdim uyar akıllı” türkülerinin yalan yanlış söylendiği yıllara gittim önce.

Uyar akıllı bir çocuktum. Arkadaşlarla deniz kenarından çakıl taşı toplar, elimizde kuş lastiği, telefon direklerinin fincanlarını taş yağmuruna tutardık. Sonra da “ben çok kırdım, sen az kırdın” tartışması kavgaya dönüşürdü. Dövüleceğini anlayan eline bir taş alır, yarardı diğerinin kafasını. Akşam eve gelince de büyüklerimiz, “Yaramazlık yapanı Allah taş eder,” derdi de çok korkardık.
Sığır güttüğüm yıllardı, o yıllar. Hayvanları sulayıp, gölgeye yatırdığımız zaman başlardık beştaş ardından da kapma taş oynamaya. Ütülen, ertesi gün badem ya da ceviz getirirdi. Üten de taşla kırıp yerdi onları, ötekine zırnık bile koklatmadan.

Ben orta sondayken, taş gibiydi babam ama bir araba kazası sonucu ayrılıverdi aramızdan. Onu gömerlerken, yaşlıca bir adam cebinden çakıl taşı çıkarıyor, okuyup üflüyor ve atıyordu babamın kefeni üzerine. Rahmetliye taş vuruyor diye nasıl da kızmıştım adama. O ise, babam saptırmaya yüzü kıbleye gelecek şekilde yatırılıncaya dek sürdürdü taşlarından atmayı. Kocaman saylar saptırmanın ağzını kapatıp, çukur toprakla doldurulmaya başlayınca da hüngür hüngür ağlamıştım.

İşte, o yıllarda gelmeye başlamıştı kasabamıza, Avrupalı turistler, kadınlı erkekli, şortlu tişörtlü. Bikiniyle denize girerlerdi; kumsalda ele ele dolaşırlar, çekinmezlerdi de öpüşmekten. “Başımıza taş yağacak” sözleri dolaşmaya başlamıştı ortalıkta.

Lise yıllarımda en sevdiğim köşe yazısı Taş’tı. Taşlıyorduk biz de düzeni ve onu savunanları. Bu yüzden ben ve yoldaşlarım şeytan taşlanır gibi taşlanmıştık. Son sınıftayken de, Silifke’deki Taşköprü’de taşbebek gibi bir kıza laf atmıştım da, “Git işine, taş arabası” yanıtını almıştım. Nedense taşı gediğine koyamamıştım bir türlü. Üstelik taşı sıksam suyunu çıkaracak yaştaydım ama taşlaşıp kalmıştım.

Lise bitmiş, tenceremde taş kaynattığım yıllar geride kalmıştı artık. Taşı toprağı altın denilen İstanbul’da, Eğitim Enstitüsü’nde yatılı öğrenciydim. Hamamla da Çemberlitaş’ta tanışmış, ilk kez bir göbek taşına uzanıvermiştim.

İşte o yıllarda öğrendim, okuduğum kitaplardan, taş atıp da kolu yorulmadan varlığına varlık katanların, taş kalpli patronların olduğunu.

Yükseköğrenimimi tamamladıktan sonra taşlar yerine oturmaya başladı yaşamımda. Öğretmenliğe başladım. Sakal tıraşı için berbere gidiyordum artık. Kan taşını da tanıdım bu arada. Ayda, taş çatlasa beş yüz lira alırken nasıl birikimim olurdu ki! Borç harç evlendim ertesi yıl.

Daha sonra yoluma taş koyan olmadı, yurtdışı sınavını kazandım ve Fransa’ya gittim. Gördüklerim, öğrendiklerim karşısında, fal taşı gibi açıldı gözlerim.

Dönüşte, Gazi Eğitim’e atandım. Nevzat Yalçıntaş, Şaban Karataş, Cengiz Taşer gibi muhteremlerin TRT’de hüküm sürdüğü yıllardı. TRT’de “Taş Devri” vardı. Fred Çakmaktaş ile Barny Molostaş da dizinin en sevilen karakterleriydi.

Gençlerin birbirlerine taşlı sopalı saldırdığı yıllar gelip çattı. Ardından da kayaya çarptı, demokrasimiz. Fidanların başucunda taş, yakınlarının gözlerindeyse yaş. Bağrımıza taş bastık. Taşı yutsa öğütür dediğimiz, taş gibi midelerimiz rahatsızlandı. Mide kanaması geçirdik.

Arkamızdan sapan taşı yetişmezdi, el yakan kirayı ödeyebilmek, eve bir lokma ekmek götürebilmek için.

Taş günler, taş yıllar yormuştu beni. Artık doğduğum topraklara, bir nebze olsun, vefa borcumu ödemek istiyordum. Ve taş yerinde ağırdır diyerek emekli olup, baba ocağına döndüm. Dağlar, taşlar benim oldu. Elimi taşın altına koymaya da hazırdım ama derdimi ancak taşlara anlatabildim.

Taşların, tüm ülkede, yerinden oynamaya başladığı günleri yaşıyoruz şimdi de. Askere, polise taş atanlar çoğaldı. Yoksulluksa oturdu üstümüze, taş gibi. Taş üstüne taş koyan olmadı. Satıp savurdular ne varsa.

İnsani duygularımız taşlaştı. Yardımlaşmanın, dostluğun yerinde yeller esiyor şimdi. Benim de en yakın arkadaşım, dert ortağım Taşmasa oldu. Dün oradaydım. Eteğimdeki tüm taşları döktüm oraya. Ta uzaklarda, iki mavi arasındaki Kıbrıs’ın Beşparmak Dağları’na el salladım.

“Bir of çeksem, karşıki dağlar yıkılır” türküsünü mırıldanırken, bir de taş alıp fırlattım solumdaki kayaya. Tanıdık bir ses, yankılanarak geldi kulağıma.
“...
Atınca taşın iyisini / Devireceksin / Herifin birisini” diyordu, ağzının iki yanında iki şirin gamzeyle Osman Bolulu…


GERÇEMEK İÇİN GEÇ KALMIŞ BİR YAZI...
F. Saadet BİLİR

Gilindire (Aydıncık), Gülnar’ın Akdeniz’e açılan kapısıdır. Gülnar’da yaşayanlar fırsat buldukça denizle buluşmak için oraya gider.

Gittiğimizde, oradaki Pecheur Restoran’ın (neden balıkçı lokantası değil) sahibi Veysel Abi’nin (ışıklar içinde yatsın) tuttuğu, taze ve değişik cins balıklarla damak tadımızı zenginleştirirdik. Çocuklarımız onun balıklarıyla büyüdü nerdeyse. Biz, hazırladığı değişik lezzet ve tatları yerken o, bir yandan bardağındaki rakısını yudumlar; diğer yandan ilginç balıkçılık anılarını paylaşırdı bizimle. Sohbetimiz arasında Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan kardeşinden de söz ederdi.

1997 yılıydı sanırım. Yine bir hafta sonu eşim Ali ile Aydıncık’a gitmiş; Veysel Abi’nin lokantasında balık yiyorduk. Kardeşinin emekli olduğunu oraya yerleşmek üzere geldiğini söyledi. Tanışmamız için de ona haber yollayıp çağırttı. Biz yemeğimizi bitirirken sözü edilen Mustafa B. Yalçıner geldi. Tanıştıktan sonra yaptıklarımızı, yapacaklarımızı anlatmaya başladık. Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan eşi Canan Hanım, henüz emekli olmamıştı o sıralar aklımda kaldığına göre.

O sıralar ben, ‘Merv’den Anaypazarı’na Gülnar ’ adlı yapıtımın hazırlığı nedeniyle yoğun bir çalışma içindeydim. Mustafa B. Yalçıner de ‘Aydıncık Günaydın Kelenderis ’ adlı yapıtı için bilgi toplamaya başlamıştı bile. Konularımız ortak olunca hemen kaynaşıp derin bir sohbete dalmıştık.

Aydıncık’a geldiği o zamandan bu yana ilçesi, yöresi için ‘ne yapabilirim?’
sorusunu kendine soran ve yanıtlayan bir aydın, sorumlu yurttaştır o.

‘Aydıncık, Günaydın Kelenderis’, ilçenin geçmişine ışık tutan, sözlü kültürü gelecek kuşaklara aktaran belge niteliğinde bir yapıt.

Mustafa B. Yalçıner, ayrıca yayımladığı iki öykü kitabında da, ‘Toroslar’da Yaşam Erken Başlar ’, ve ‘Sümbül Gölü’ işlediği konuların büyük bir bölümü, o yörede yaşanmış, tanık olunan olaylar. Bunları yöresellikten uzak bir anlatımla evrensele taşımaya özen gösteren bir yazar .

--------------------------------------
[1] Etik Yayınevi,İstanbul, 2003.
[1] Fıra Ofset, nkara, 2004.
[1] Etik Yayınevi, İstanbul, 2008.
[1] Etik Yayıevi, İstanbul, 2009.
Bu yapıtlarla Aydıncık, tarihi, coğrafyası, kültürü, bitki örtüsü, yaşanan olaylarıyla, kısaca her yönüyle yazın dünyasına tanıtıldı.

Bu arada ‘Gerçemek’ adlı Taşeli yöresi kültür ve düşün dergisini de yayımlamaya başladı Mustafa B. Yalçıner.

Bir yerde okumuştum. Anadolu’da bir yerde, bir süredir yayımlanan aylık dergiyi tanıtmak için bir toplantıda karşılaştığı Çetin Altan’a veren yazara Çetin Altan, ‘Kutlarım, ne zaman kapatıyorsunuz?’ diye sorunca karşısındaki birden ne sorulduğunu algılayamaz. Çetin Altan da, ‘Özellikle Anadolu dergiciliği bizde birkaç sayıdan öteye gidemez, onu söylemek istedim,’ der.

Yukarıdaki anekdot (kısa anlatı), bizdeki dergiciliğin zorluğunu anlatıyor. Buna karşın heyecan ve istekle bu işi sürdürenler de yok değil. Mut’ta Nihat Mustul’un ‘Çıtlık’ı, Konya’da Zeki Oğuz’un “Çalı’’sı gibi. Bunlar, Anadolu’nun gözü, kulağı, sesi. Yaşayan, yaşanan olayların belleği, kültür koruyucuları bir bakıma. Bu dergilerde yazılanlar, onlardan süzülenler, damıtılanlar önemli bana göre. İsterdim ki, yurdumuzun her köşesinde böyle dergiler yayımlansa. Bunlar çoban ateşleri. Düşünsenize, her yöredeki çoban ateşlerinin yanışını. Özellikle gençlerin bunlardan etkilenişini, ilgili olanların yazın dünyasında çıraklığını yaşamasını...

‘Gerçemek’ dergisi dört yıldır yayımlanıyor. 23. sayıya ulaştı. Bilirsiniz, böylesi dergilerin yazı kurulunda birilerinin adı olsa da; dergi genelde bir kişinin özverili çabası ile yayımlanır.

Dergi zaman içinde reklamlardan kurtarıldı. İlk sayılarda belki de bilerek Aydıncık yöresinin kültürel öğelerine fazlaca yer verilmişti. Sonra ülkemizin birçok yerinden, hatta yurtdışından yazılarla beslenmeye başlandı. Kısaca ‘Gerçemek’ rüştünü ispat etti artık. Dergi ayrıca Aydıncık Belediyesi’nin desteğiyle geçtiğimiz yaz, 42 yazarın, 56 öyküyle katıldığı bir de öykü yarışması düzenledi.

Yerel yönetimler aslında, dünya görüşlerine bakmaksızın böyle özveriyle çalışan kültür adamlarını danışman olarak almalı, almalı ki; o yerleşimin sosyal, kültürel, turistik tanıtımı yapılsın. Tabii böyle dergileri de belediyeler, siyasi kimliklerini yansıtmadan, kültür adına desteklemeli.

Elinde fotoğraf makinesi yöresinin dağını taşını, börtü böceğini, bütün yönleriyle tanıtmaya çabalayan, bunları kendine dert edinen ‘Gerçemek’ dergisi sahibi ve genel yayın yönetmeni Mustafa B. Yalçıner, tek kişilik bir ordu aslında. Eşi Canan Hanım da onun gönülden destekçisi.


TOROSLARDA BİR YER: SÖĞÜT ÖZÜ
Celal Necati ÜÇYILDIZ

1978 Temmuz ayında Mut’tan Galip Usta’nın cipi ile yola çıktık. Köşk, Kozlar ve Söğüt Özü Yaylasına ulaştık. Kanimini’nin evinin yakınında indim. Katran, iledin ormanının altında bir bahçe kurulmuş. İçinde şırıl, şırıl su akmada. “TAHTACILARDA GELENEKLER” konusundaki bir bildirimin kaynak kişisi Kanimini (baba Musa Eroğlu) idi. Onunla söyleşi yaptım. Gece beni çardağın içinde konuk ettiler.

Sabah kalktım yola çıktım. Her adım başında bir su. Pınarlardan su içe içe Kozlar’a kadar yayan olarak geldim. Oradan da Mut’a dolmuş ile geldim.

Aradan 42 yıl sonra aynı yerleri görmek için eşim ile birlikte 26 ağustos 2010’da Sartavul’dan yola çıktık. Şifalı Su, Dandı yoluna saptık. 10 km. stabilize yol. Etrafı Toros sediri, var 30-40 yaşlarında. Bu koruluğun ekiminde emeği geçen Hüseyin Özbakır’a ve ekim dikim ekibinin emeklerine sağlık. Göklere yükseliyor. Birbirleri ile yarış ediyorlar.

Alt tarafta koruluk, üstte boz ardıçlar kaynaşmışlar.

Boncuk Çeşmesi’nden su içip, hem yola devam edip, hem koruluğun güzel kokusunu ala, ala Dağpazarı yoluna ulaşıyoruz. Tüneller kazılmış, borular döşenmiş Dağpazarı, Çivi suları kış aylarında Yapıntı Köyü’ne ulaşıyor. Orada hidroelektrik üretimi var. Orman işletmesinin gölet projesi devam ediyor. Dağpazarı’nda, Kilise’nin yanından Söğüt Özü yoluna sapıyoruz. Tozlu yolları aşarak Söğüt Özü’ne vardık. Bakkal, yörenin tek bakkalı. Taze balık bile satıyor. Biraz dinlenip, Kanimini, Musalı yurdunu soruyoruz. Vadiyi gösteriyorlar. “ Ilgın ılgın görünen servi ağaçlarını gördünüz mü? İşte orası.”

Yolları tozutarak vadiden devam ettik. Bir Yörük çadırına ulaştık. Bir kızımız var. Musa Demir’in evini sorduk. “ Onlar Mut’a gitti.” Biz de ağır ağır bahçelerin içine doğru gittik. Baktık bir kesim sahası. Tahtacı çardağı var. Onlara konuk olduk. Bozyazı ilçesinden Hasan Mülayim eşi ve çocukları. Kesim bitmiş. Orman işletmesinin adamları ölçüp, teslim alacaklar. Bu yıl yaz çalışması bitmiş. Bulurlarsa, bir yere daha göçecekler. Yoksa Bozyazı’nın yolunu tutacaklar. Oğlu Mehmet Eskişehir’de Muhasebe bölümünde, diğer oğlu Ercan ise Taşucu’nda Tarım bölümünde okuyor. Diğer çocukları küçük. O da babasının yaptığı tahta kamyon ve satın alınmış naylon oyuncaklarla oynuyor.

Oraya Fahri Kiraz Amca geldi. 1978 gelişimi anlattım.

“Bura Musalılar Yurdu . Burasını ben satın aldım, emanet sayılır. Onun için iyi bakıyorum. Erik, armut, ceviz, elma ağaçları var. Aşı yapmasını biliyorum. Kanimini Goca’nın ağaçlarına ek ağaçlar diktim, aşı yaptım. Onlar adeta yarışıyor. Şu elmalara bak. Ya armuda. Şu gördüğün yer, eski evin yıkığı. Şurası sonra yapılmış. 1985 yazıyor.”

Bize armut, erik koparıyor. Birlikte ağaçlar içinde resim çektiriyoruz. Söyleşimiz devam ediyor.
“Kanimini ile benim babam Ali Kiraz avcıydılar. Sabah erken kalkarlar, şu vadiye, dağlara giderlerdi; sabah çorbası keklik etinden olurdu. Şu karşıda görünen inlerde domuzlar olurdu. Onları ininde vururlardı. Geçenlerde beş artı bir tüfek aldım. O inlerde üç domuz da ben öldürdüm. Sanatçı Musa Eroğlu’nun çocukluğu hep buralarda geçti. Bir gün Zeynel diye birisi, onları sıkıştırmış, dövecekmiş. Babam yetişip kurtarmış onları.

Şu karşı vadinin bitiminde bir yurt vardı. Oraya Tahtacı Yurdu derlerdi. En güzel DERİM EVLERİ (*) orada yapılırmış. Goca Musa ve akrabaları çok derim evi yapmışlar. Yörükler bu derim evlerini kapış kapış ederlerdi.”

Fahri Kiraz amca Çatalharman köyünden, kış aylarında Mut’ta, yazınsa Söğüt Özü’nde Musalılar yurdunda oturuyor. Eşi ile birlikte elma, armut, erik ve ektikleri, avarlara bakıyor. Su sıkıntısı yok. Kendi suları var. Mehmet Yaşar diye biri hayrat bir pınar yaptırmış. Buz gibi su içiyoruz.

Oradan ayrılırken bir mutluluk duyuyorum. 42 yıl önce gördüklerimi yaşıyorum. Pınarlar, bahçeler. Tepelerde görünen Toros servileri, köknarları azalmış; orman kesim yaptırmış. Ama yenileri ekilip dikiliyor. Onlar da gıdım gıdım büyümeye devam ediyorlar.

7 ya da 8 köy, Söğüt Özü yaylasına göçüyor. Hâlâ elektrik yok. Yolları tozlu. Muhtarlar dilekçe üstüne, dilekçe vermişler sonuç alamıyorlar. Elektrik gelmesi halinde, sulanacak alan artacak, üretim artacak. Birilerinin bir çalışma yapıp 2011 programına bunu aldırması lazım. Ama her şeye rağmen, onlar mutlu. Elektriksiz, televizyonsuz yaşamaya devam ediyorlar.

13 km. aşağıda Kozlar yaylarına ulaştığımızda, asfalt yol görüyoruz. Elektrik direkleri dikilmiş. Elektrikli yaşam devam ediyor. Mut’u yönetenler burada yaşıyor. Üretenler ise yukarıda. Onları da bir düşünseler!

Uzun süredir görmediğimiz dostumuz Dr. Rasim Tunca’nın Kozlar’da olduğunu öğreniyoruz. Özlem gidermek için evlerine uğradık. Ama Silifke’ye gitmiş. Bizi yaşlı teyzeler konuk ediyor. Bir kahve içip, oradan ayrılıyoruz. Mavga Kalesi’ni gezip, fotoğraf çekiyoruz. Poyraz deli deli esiyor. Asfalt yoldan kıvrıla kıvrıla iniyoruz. Kara Ekşi yolundan, Yeşilyurt Köyü’nden Mut-Sartavul yoluna ulaşıyoruz. Sıcak yüzümüze vurmaya başlıyor. Son hızla tırmanıyoruz. Sartavul’a ulaştığımızda bizi soğuk esen poyraz karşılıyor.

Gün dolup, akşam olduğunda Musa Eroğlu’nun sobasının bacasından dumanın tüttüğünü görüyoruz. Yaz günü sıcaktan bunalanlar. Üşüyüp sobayı ateşleyenler. İşte Toroslar’ın günlüğü böyle.

(*) Derim Evi, Yörük çadırının iskeleti tahtalardan olur, üzerine dokuma keçeler koyarlar. Genellikle yuvarlak çadırlar. Bunların, göçerken söküp takması kolay olur. (Bektiklerin topak çadırları bu yörede en ünlü çadırlardır.)

SABRİ DAYI
Mehmet BABACAN

Sabri Dayı bir gurbet kuşuydu. Onu her gördüğünde, “ Bu adam kim? Nerde doğmuş? Buraya neden gelmiş” gibi sorular, çengel gibi, takılırdı aklına.

Gerçi, “ İnsan doğduğu yerli değil, doyduğu yerlidir.” denmişse de, tabiatın genlerimiz üzerinde oynadığı oyunu ve yörelere göre yarattığı tiplemeleri görmezden gelebilir miyiz?

Sabri Dayı, her şeyiyle bu diyarın insanı değildi. Uzunca bir süredir burada yaşasa da, kaynaşamadığı apaçık belliydi. Olsa olsa, Güney’den ya da Orta Anadolu’dan olabilirdi. Öyleyse, Karadeniz’in bu uç noktasında, Kaçkarların dibinde işi neydi?

Sabri Dayı, yapayalnız biriydi. Soyadını bile bilen yoktu. Herkesin dilinde Sabri Dayı söylemi sürüp gidiyordu. Küçücük kulübesinde ölse, kimsenin haberi olmayacaktı.

Onun huyları da, kaderi gibi, saplantı sınırına dayanmıştı. Gün doğmadan kalkar, kulübesinin önünü, en az on metre uzaklığa kadar süpürürdü. Sonra, kuşların kısmeti saydığı ekmek kırıntılarını, her zamanki yere, kuşları okşar gibi bir özenle serpiştirirdi. Kahvaltı ettiğini gören yoktu. Davranışın üçüncü sırasında, heybe yarımı torbasını omuzlayıp, kıyı boyunca yürümek yer alırdı. Geçtiği yerlerde, işe yarar, sahipsiz ne bulursa torbasına atardı. Sadaka vermeye kalkmak küfür gibi gelirdi ona. Zaten, herkes tanıdığı için, böyle bir davranış da görülmez olmuştu.

Gücünü zorlamayacak işleri seçerdi. Sıva, badana, bağ bahçe işleri gibi hafif şeyler olurdu. Çay, fındık işleri ağır geliyordu ona. İş sahipleriyle asla pazarlık etmez, ne verirlerse onu alırdı. Kalıcı bir saygınlık kazanmış olmalı ki, ücretini ödemede asla haksızlık etmezlerdi.

Vaktini ne ile geçirmiş olursa olsun, akşamüstü mahalle kahvesinin bir köşesine oturur, torbasında kalan son ekmek kırıntılarını, bir bardak çay yardımıyla yer ve kulübesinin yolunu tutardı. Zorunlu kalmadıkça kimsenin yanına oturmaz; sorulmadan bir şey söylemezdi. Söylemesi gerektiğinde de, konunun can alıcı ana hatlarını, umulmadık netlikte, ortaya koyuverirdi. Sözün kısacası, kişilikli bir garibandı Sabri Dayı. Ama bir kapalı kutuydu o. Nerde doğmuş, nerde yaşamış, buraya neden gelmiş, bilen yoktu? Onu, adeta saklanır gibi yaşamaya zorlayan bir sır olmalıydı. Zihinlerde kümelenen merak, gittikçe büyüyordu. Gidip, açık açık sormalı mıydı? Belki bir fırsat çıkar da öğrenirim diye bekledi uzun süre. Ama gittikçe sabrı tükeniyordu. Zaten, aklına bir şey takıldı mı, rüyalarına bile girecek kadar, kıvrandırırdı onu. O yüzden mi nedir, Sabri Dayı, sık sık konuk oluyordu düş dünyasına.

Ne ilginç ki, öyle bir gecenin sabahında, ansızın karşılaştılar. Rüyanın etkisinden olacak, “Merhaba!” deyiverdi Sabri Dayı’ya. Sabri Dayı ise, hiç beklemiyor olmalı ki, şaşmaya bile vakit bulamadan, cansızca karşılık verebildi. Aslında ikisi de şaşkındı. Dokuz on adım sonra, merakla dönüp bakınca, o da bakıyormuş ki, göz göze geliverdiler. Bu kez, büyülenmiş gibi, “Merhaba” sözü, iki ağızdan birden çıktı. Yollarına devam ederlerken, tatlı bir gülümseme, gelip oturmuştu yüzlerine.

Bu selâmlaşma, Sabri Dayı’nın gönül kapısını ardına kadar açmıştı; yüzü daha bir aydınlık, bakışları daha bir canlıydı artık.

Bir dost bulabilmiş, ya da birine dostluk elini uzatabilmiş olmaktan ötürü öğretmen çok mutluydu. Çok geçmeden, aralarında sımsıcak bir dostluk doğdu. Artık, çok şey sorulabilir; çok dert paylaşılabilirdi. Öğretmenin durumu belliydi. O, devlet zoruyla gelmişti buraya. Ekmek kavgasıydı yaptığı. Geçim derdi olmasa buralarda işi neydi? Ömrünün de, mesleğinin de ilkbaharındaydı daha. Gurbet şarkılarının gözleri buğulandırdığı dönemleri yaşıyordu. Bakışları ufuklara dalıp gittiğinde, bir yanda annesinin şefkatli eli saçlarını sıvazlıyor; diğer yanda, yavuklusunun hayali, yüreğine ıpılık bir pınar akıtıyordu. Sabri Dayı’da bulduğu baba şefkati, ona sunulmuş eşsiz bir şanstı. Buluşmaları gittikçe sıklaşıyordu. Çünkü bir gün görüşemeseler, özlemleri çığ gibi büyüyordu.

Bir söyleşi sırasında, kullandığı şivesel bir sözcük yüzünden, öğretmene, nereli olduğunu sordu Sabri Dayı. Sevindi öğretmen. Soru kanalı açılıyor olmalıydı. Sorana sorulabilirdi elbet. Hiç acele etmeden, doğup büyüdüğü yöreyi; eğitim gördüğü okulları; gezip gördüğü yerleri, geniş geniş anlattı. Bazı konularda yüreği kabardı, sesi gırcılandı, gözleri doldu. Alın damarlarını ovalayarak önleyebildi gözyaşlarını. Sabri Dayı’nın duygularını da kabartarak, anlatma isteğini uyandırmaktı amacı. Böylece, o gizem kutusunu açabileceğini umuyordu.

Çayları tazelediler. Anlatma sırası Sabri Dayı’ya gelmiş olmalıydı, ama o, bir türlü başlamıyordu. Dayanamadı, korka korka sordu öğretmen:

“ Ya sen? Sen nerelisin Dayı?

“ Buralıyım.”

“ Değilsin Dayı, değilsin. Senin, buralarla ortaklığın hava ile su.”

“ Uzun hikâye çocuk, boş ver ” dedi.

Karadeniz’in mor ufuklarına dalıp gitmişti gözleri. Öylece kaldı bir süre. Bekleyen için bir dakika, bir saatti belki. Dalıp giden için bir ömürdü zaman. Ufkun tüllerine serdiği bakışlarını toplamadan ısırdı dudaklarını. Tanıdık kimsenin çıkmayacağını umduğu bu yerde, “Hiç açmamak üzere kapattım” dediği sır kutusu açılıyor muydu ne? Öksürdü. Çaydan bir yudum aldı. Sandalyesinin yerini hafifçe değiştirdi, başladı anlatmaya:

“Babayiğit bir Sabri vardı bir zamanlar. Bir evin bir oğluydu. Kuşlar, izinsiz geçemezlerdi üstünden. Ona selâm verebilmek için yarış ederdi rüzgârlar. Tanrı bile, Sabri’yi yarattığı için gurur duyuyor olmalıydı. Dere boyunda söğüt gibi büyüdü. Vaktinde askerliğini yaptı; çift çubuk sahibi oldu. Vaktinde de evlendi, bir kızı dünyaya geldi.

Sabri’nin en büyük kusuru, bileğinin gücüne fazla güvenmesiydi. Çünkü kimseden yumruk yememişti daha. Kendi yumruğunu balyoz sanması doğaldı. Balyoz da ne kelime; yan bakanın vay halineydi.

Ne hikmetse, bir gün, bir deli çıktı karşısına. Köylüsü, akranı Müslim’di bu. Köye yarım saat uzaklıktaki tarlada dalaştılar. Sorun tarla sınırıydı. Karşılıklı sözlerle atıştılar, yetmedi. İtiştiler, yetmedi. Hiç biri geri adım atmıyordu. Çevrede, ayıracak kimse de yoktu. Vuruştular. Alt alta üst üste saatlerce cebelleştiler. Ne var ki, Sabri’nin gücü tükeniyor gibiydi. Sonunda, Müslim galip gelmiş, Sabri’yi epeyce hırpalamıştı. Ama hırsı dinmiyordu bir türlü. İnsan evlâdı demeden; Allah yaratmış demeden vuruyordu. Kırk yıllık intikam alıyordu sanki. Sabri, yattığı yerden bağırdı:

“Tamam, sen galipsin. Şayet sağ bırakırsan, silâhımı getirip, seni vuracağım. Erkeksen kaçma, burada bekle beni.”

Müslim, aşağılayıcı bir kahkaha ile yanıtladı:

“Haydi lan! Sen kargayı bile vuramazsın. Senin her yerin silâh olsa ne yazar, düdük?” deyip, salıverdi Sabri’yi.

Sabri, kararını ve önerisini bir kez daha yineledi, oturduğu yerden:

“Bak, köye gidip gelişim, nerdeyse, bir saati bulur. Kaçıp gideceksen, boşuna yorma beni.”

“Ulan oğlum, silâh getirmezsen, yedi sülaleni topla gel. İşte buradayım. Bu söz erkek sözüdür, anladın mı?”

Sabri, köye doğru koşarken, bir yandan da söyleniyordu: “ Elimi çabuk tutmalıyım, kaçar gider bu ödlek.”

Zaman geçtikçe siniri yatışıyordu Sabri’nin. Köye yaklaştıkça sorumluluğu daha bir bilince çıkıyor gibiydi. Yapacağı işi daha net düşünmeye başladı. Silâhı götürüp, Müslim’i “dan” diye vuracaktı. Sonra ne olacaktı? Kendisi hapse düşecek, eşi ve çocuğu perme perişan olacaktı. Ya vurmazsa ne olacaktı? El âleme rezil olacak; dövülmüş horoz gibi. Her yerde pusup oturacaktı. Köyü terk etmedikçe, yaşamanın haram olacağı anlamına gelirdi bu.

Hışımla girdi eve. Silâhı alırken, eşi görmeliydi. Asla bırakmazdı. Belki, komşular da duyar, hep birlikte engel olurlardı. “ Ama ben epeyce direnmeliyim” diye geçirdi aklından. Ne var ki, eşi evde değildi. Komşularda da kimse yoktu. Biraz oyalanarak aldı silâhı; gizlemeden, sallaya sallaya yürüdü yola. Nasıl olsa, köyden birisi görüp, “ Ne o len, tavşan avına tabancayla mı gidilir oldu?” deyince; kükreyerek anlatacak; onlarda “ Sen deli misin?” deyip, silâhı elinden alacaklardı.

Neyleyim ki, köyü bir baştan bir başa geçtiği halde, kimsecikler yoktu. Sanki yer yarılmış da içine girmişlerdi. Yolun uzununu seçti. Hem de ağır ağır gidiyordu. Belki, bir yerlerden birileri çıkardı. Çıkmadı. İnsanoğluna kıran girmişti. Çevreyi sürekli tarıyordu gözleri. Birini görse, çağıracaktı nerdeyse.

Silâhı mermisiz götürmek olmazdı, alay konusu olurdu. Acaba, ateşlemez hale getirebilir miydi? Baktı, kurcaladı, beceremedi. Son bir umut kalmıştı: “ Belki, kaçıp gitmiştir. Ya da beklemekten bıkıp, çekip gitmiştir.”

Bir yandan yürüyor, bir yandan da, “ Allahım, gitmiş olsun, ne olur gitmiş olsun” diye, yalvarıyordu içinden.

Tarlayı görebileceği son tepeyi de tırmanıp, korka korka baktı; Müslim, bıraktığı yerde, heykel gibi, dikilip duruyordu. Yapacak bir şey kalmamıştı. Ağır ağır yaklaşırken, gene başladı Müslim:
“Haydi bakalım yiğit, neremden vuracaksın?”

“Uygun bir duruş ister misin?”

“Oğlum, senin elin titrer, yatarak ateş et bari.”

“Daha yaklaş, daha yaklaş, uzaktan vuramazsın sen.”

Onun sözlerini duymaz olmuştu Sabri. Başı dönüyor, kulakları uğulduyordu. Tüm dünya kararmış, yalnızca Müslim’in göğsü görünüyordu, nişan tahtası gibi.

Sonrasını anımsamıyordu. Kendine geldiğinde, Müslim kan gölünün içinde; kendisi de otların arasında sırt üstü yatıyordu. Bayılmış olmalıydı. Hiç kimse yoktu çevrelerinde. Silâh sesini bile duyan olmamıştı Olmamış ama, ölümü böyle yiğitçe bekleyene verilecek yanıt da yiğitçe olmalıydı, değil mi? Öyle yaptı Sabri. Silâhını gene eline alıp, sallaya sallaya, karakolun yolunu tuttu. Bu kez, insan çoktu ortalıkta. Akıl veren de çoktu:

“ Kaç, suçüstü olma” dediler.

“ Nasıl olsa tanık yol; silâhı sakla, inkâr et” dediler.

Hiç birine kulak asmadı Sabri. Kimseye yalvarıp yakarmadan teslim oldu. Mahkemede, tüm duygularını ve yaptıklarını bir bir anlattı. On sekiz yıl ceza verdiler. Epeycesini yattı. Kalanıysa affa uğradı. “ Haydi, serbestsin,” dediler bir gün.

Tahliye sözü anlamsız gelmişti Sabri’ye. O eski Sabri ölmüştü artık. Eşi ve çocuğu, o günahsız insanlar, soysuzların eline düşmüştü. Yalnız kendi ailesi mi? Her iki aileyi de viran etmiş biriydi aynada gördüğü. Bir kör gurur uğruna; lânet olası bencillik uğruna değer miydi bunlar? Bir küçücük hoşgörünün; bir tutam sevginin güllük gülistanlık edebileceği bir yaşamı, böylesine zehir edenlere, insan denebilir miydi? Yalnız insanların mı, taşın toprağın bile yüzüne bakacak hali kalmamıştı Sabri’nin.

Günahını ne kadar çekti; ya da üstüne ne kadar eklendi, hiçbir zaman bilemedi?

Şu torba, o gün, Sabri’nin omzuna takıp çıktığı torbadır. Çekilen cümle kahırlar; cümle hasret ve özlemler, o torbanın içinde.

O, yiğit Sabri’nin enkazıysa, benim içimde…


BİR DARBE MASALI
Mehmet ÖNDER


Yıllar yıllar önceydi. Belki anımsayan bile çıkmaz. Bizim köyde yakacak meşe odununun parayla satıldığı, muhtarlık seçimlerinde oyların hediyesiz verildiği ilkellik yıllarından bahsediyorum.
Kimi komşu köy muhtarları köyümüzün huzurunu, zenginliğini kıskanmış olmalılar; bozmak için sinsi planlar yapmaya başlamışlar.

O yıllar okulun önünde gevrekçiler, macuncular olurdu. Bir gün satıcıların arasında mantar tabancası, kızkaçıran, çatpat gibi patlayıcı oyuncaklar satan satıcılar türedi. İlkokul çağı ya, bayram seyran olmasa da çocuklar başladı harçlıklarını böyle şeylere vermeye, gürültü yapmaya. Hatta okul çıkışı köy meydanından geçerkenki patlamalardan bütün hayvanat ipini koparıp sağa sola kaçışır oldu.

Köyün sözü dinlenen yaşlılarının bu patlayıcı oyuncak satıcılarının köye sokulmaması için muhtarı defalarca uyarmalarına, muhtarın da önlem alacağını söylemesine karşın satıcı sayısı gitgide arttı.

Artık öğlen araları, akşam paydosu saatleri sıkıntıya dönüşmüş, köylü ipini koparacak diye hayvanlarını uzak yerlere bağlamaya başlamıştı.

Çocuklar oyun olsun diye yapıyorlardı ama komşu köy muhtarlarının ve özellikle Erikli köyü muhtarının amacı başkaydı.

Köyün yaşlıları muhtarla bir daha görüştüler, hatta eski muhtarla, muhtarlığa aday olmuş köylülerle de görüştüler. Hepsini bir araya getirmeye, çare bulmaya uğraştılar; olmadı.

***

Bu arada olayları izleyen birileri daha vardı. Köyün birinci bekçisi Kani efe ile kır bekçisi ve gece bekçisi.

Bunlar sık sık toplantılar yapıyorlar, önlemler düşünüyorlar, hatta muhtarı da uyarıyorlardı. Ama çözüm bulunamıyordu.

Bir gece Kani efeyi uyku tutmadı; kalktı köy kahvesine gitti. Kır bekçisini de uyku tutmamış, gece bekçisinin yanına gelmiş çay içiyorlardı:

-Arkıdeşla! dedi, Kani efe; hayvan haşat ipini koparıyo, her bir şey telef oluyo. Bu muhtar Süloman satıcıları bile kovamadı, yönetimi ele alalım. Başka çare yok.

Nasıl nasıl? derken “Önce muhtarı etkisiz hale getirelim” dediler. Keza, eski muhtarı da yine üyeleriyle birlikte etkisiz kılmak uygun olurdu. Başladılar kapı kapı adam toplamaya. Bu muhtardı, bu üyesiydi; bu eski muhtardı, bunlar da onun ihtiyar meclisi üyeleriydi; aha bu da aday olduydu da seçilemediydi, derken; kim var kim yok toplandı, muhtarlık konukevine yerleştirildi.

Kilidi bozup dışarı çıkamasınlar, diye de kapının üstünden zincirle bağlandı.

Artık yönetim yetkisi ellerindeydi. Malum eski başbekçi Kani efe, sabaha karşı kendi sesinden bir duyuru yaptı:

-Diyerli Ekmekçi köylüleri, sevgili hemşerilem; gulanızı açın, dinlen! Pamık topluma, haman savırma, susam silkme işlerini böyünkü gün arı verilmiştir. Bundan sonu yollara çıkman, eenizde oturun.

Bu duyuru, olağanüstü hal ilanı ile sokağa çıkma yasağı getirildiği anlamına geliyordu. Köy önemli günlere gebeydi.

O gün patlayıcı oyuncak satıcılarının hiçbiri gelmemişti.

Yine aynı gün, elinde mantar, mantar tabancası, kızkaçıran olan ve olabilecek bütün çocuklar arandı. Bu çocukların ıslahı için köyün en dövüşken adamlarından şaplak ve kamçı ekipleri kuruldu.

Kani efe kendini genişletilmiş muhtarlık yetkileriyle donattı. Her geçen gün, yumuşak görünen kişiliğinin altında sert bir adam saklandığını belli etti. Hatta o denli insafsız davrandı ki, “Efe dövme şu çocukları diye” çağrıda bulunanlara:

- Dövmeyem de macun mu ikram edem gadeşim? diye çıkıştı.

***

Yeni muhtar Kani efenin getirdiği yenilikler bununla sınırlı kalmadı:

“Yüreğim yufka, dayanamıyorum” deyip birinci ve ikinci sınıf öğrencilerini dövenlere büyük cezalar getirdi. Ardından bütün birinci ve ikinci sınıfı üçüncü sınıfa yükseltti.

Çocuklar bir şeyler öğrenir de büyüyünce muhtarlığı elinden alırlar diye ellerindeki tüm tarih, masal, şiir ve öykü kitaplarını toplattı, köy meydanındaki havuza attırdı.

Yasaklar çocuklara getirilenlerle sınırlı kalmadı; köye okunacak gazete sokulmasını da yasakladı. Daha çok, hamamdan yeni çıkmış da esvabını sırtına geçirmeye fırsat bulamamış bayan resimleri basan gazetelerin girmesine izin verdi. Kahvelerde oturanlar birbirlerinden gazete isterken “Okudun mu?” yerine “Baktın mı?” diye sormaya başladılar.

Bu durum bilinmeyen kimi şeylerin ortaya çıkmasına da sebep oldu. Bakkal Bayram efe, dükkânın önüne sandalyesini atar, boş kaldıkça gazetesini okurdu. Bir gün baktık ki, sarışın bayanın ayakkabıları yukarda, saçları aşağıda.

***

Bunlar yaşanırken darbeci muhtar Kani efenin getirdiği yenilikler kültürel alanla da sınırlı kalmadı, siyasal ve ekonomik alanlara taştı:

Erikli muhtarı ile çok yakın arkadaşlık kurdu. Onun hiç bir ricasını kırmadı; köye ait terzi ve berber dükkânı ile has ekmek fırınının işletmesini, ticari yetenekleri çok deyip, mantar tabancası ve kızkaçıran satıcılarına verdi.

Köy arazilerinin Erikli köylülerine kiralanmasına, hayvanlarının başıboş ve sürüler halinde köy meydanından geçmesine, bizim köyün meralarında serbestçe yayılmalarına karşılıksız izin verdi.
Eriklililer, bizim bir kuzumuz sınırı geçse ceza kestiği halde, onların başıboş eşek sıpalarının ve taylarının köyün en yaylımlı meralarında yayılıp karın doyurmalarına da izin verdi.

Artık köy bizim köyümüz değildi; Erikli Köyü’nün bir parçasıydı.

Hatta Erikli muhtarının bacanağının köyü olan ufacık İzmeilköylüler bile çamışlarını bizim çayın kıyısında gütmeye, bizim çayda serinletmeye başladılar.

***

Kani efe kendi muhtarlığını tam güvence altına aldıktan sonra, konukevinin kapısını açtı. Ancak, içindekilere kahveden eve evden kahveye gidecek kadar serbestlik tanıdı.

IRGATLAR

Emekçiler akıyor sabah sabah
Beşer onar
Kentin alanlarına
Yürekleri tedirgin
Belirsiz bir bekleyiş içinde
Bakışları bulanık
Elleri şakaklarında
Ayakları çağrıya hazır
Kadınlı erkekli
Bir yanları üryan
Bir yanları yamalıklı
Güvenceden yoksun
Dünden bugüne
Sigortaları ise
Büyükten küçüğe
Hak getire

Mehmet AYDIN

ACININ GÖLGESİ

Kendi gölgesiyle sevişiyordu temmuz
Ay yok
Bulut yok
Gökyüzü yok

Acının pençesinde sevişiyordu gün
Baskının
Sömürünün rahminden
Sökün ediyordu gün

Aydınlanıyordu bir bahar dalı
Solgun yüzlerde
Ve acının gölgesinde parlıyordu
Özgürlük ateşi

Ahmet Yılmaz TUNCER



GİLİNDİRE DENİNCE
Arif YILMAZ

Gilindire, şimdiki adıyla Aydıncık, Toros dağların eteğinde, bir sahil kasabasıydı. Berrak havalarda, gündüz Kıbrıs’ın dağları, gece ise Girne’nin ışıkları görünürdü.

1940 ortalarında, Gilindire’de yüz kırk ya da yüz elli kadar ev vardı. Evlerde elektrik yoktu, su yoktu. Geceleri gaz lambası, fener, bazı ev ve işyerlerindeyse lüks kullanılırdı. Yemekler odun ateşinde, ekmekler de sacda pişirilirdi. Kullanma suyu ise ya kuyu ya da pınarlardan sağlanırdı.

Gilindire halkı çiftçilikle geçinirdi. Balıkçılıkla uğraşanlar da vardı. Balık, sallama ya da kamışla, yasak olmasına rağmen dinamitle de avlanırdı. Aslında balıkçılık yapabilmek için balık avlama karnesi, ilkbahar ve sonbaharda gece avlanabilmek için de izin almak gerekirdi. Yalnız Ömer Yılmaz’ın, karnesi vardı.

Tutulan balıkları satmak oldukça zordu çünkü herkes kendi ihtiyacını kendisi gideriyordu. Bir keresinde, Küçükalan’da, gündoğusunun etkisiyle birkaç metre yükseklikte dalgalar oluşmuştu. Karaya balık atıyordu. Çırpınıp duran balıklar çekilen dalgayla yeniden denizine kavuşuyordu. İşte böyle bir zamanda, ben de yarım sepet çupra ve kefal toplamıştım.

Yol, Gilindire çarşısını ikiye bölerdi. Denize bakan kısmında da kuzeyinde kalan kısmında da dükkânlar ve mağazalar vardı. Çarşının içinde, yol ikiye ayrılarak, biri iskele diğeri Anamur istikametinde devam ederdi. İki yolun arasında kalan üçgen biçimindeki yer, Cumhuriyet alanı olarak düzenlenmişti. Ortasında Atatürk büstü vardı. Milli bayramlarda, davullu zurnalı eğlenceler, geceleri fener alayı tertiplenir, havaların iyi olduğu zamanlar geç vakitlere kadar halk burada eğlenirdi.

İskele denize doğru, on metre kadar, bir taş yapı olarak uzanırdı. Beş altı tonluk mavnalar, bu iskeleye yanaşıp doldurulur ya da boşaltılırdı. Hepsi de insan gücüyle, kürekle gider gelirdi. Mavna ve kayıklar vapura ya da iskeleye sırayla yaklaşırlardı. Yükler on beş kadar hamal tarafından yüklenir ya da boşaltılırdı.

O yıllarda denizden Gümrük ve Tekel görevlileri sorumluydu. İskelenin güneyindeki iki katlı bina, İnhisar (Tekel) müdürlüğüne aitti. Gilindirelilerin, yayla köylerinin, Gülnar, Mut, Karaman ve Ermenek bölgelerinin tuz, sigara, kibrit, rakı ve ispirto ihtiyaçları Gilindire İnhisar Müdürlüğünce karşılanırdı. Gemiyle gelen mallar, Tekel ambarlarında depolanır daha sonra da develerle sevkiyatı yapılırdı. Yine Gülnar ve çevresinden İnhisarın görevli kişileri tarafından halktan kuru üzüm satın alınır, vapura yüklenmek üzere Gilindire’de ambarlarda bekletilirdi.

Liman Müdürlüğü olarak örgütlenen bu kurum, mıntıkası dâhilinde olan deniz ve karanın gözetimini yapardı. Liman Müdürünün görevleri arasında, limana gelen vapurların demir atma yerlerini belirlemek ve kalkış saatini ayarlamak da vardı. Gemi limana gireceği sırada müdür, ön kısmında denizcilik flaması, arkasındaysa Türk bayrağı takılı bir sandalda hazır bulunurdu. Müdürün düdüğünü çalmasıyla vapur demirini atardı. Yine müdürün işaretiyle gemi demirini toplardı. Ticaret vapuru ile Denizcilik İşletmesi vapuru bazen limanda karşılaşırdı.

Denizcilik İşletmesi vapurları, İstanbul yönünden on beş günde bir, Mersin tarafındansa haftada bir Gilindire limanına uğrardı. Bir aralık İstanbul tarafından gelen vapurlar önce Anamur limanına uğrar, oradan da Girne’ye geçerek Gilindire’ye gelirdi. Buradan da Mersin yönüne giderdi. Mersin yönünden gelenler ise, Gilindire’den Girne’ye gider, oradan Anamur’a gelirdi.

Gilindire’de bir de vapur acentesi vardı. Karadan yolculuk çok güç olduğundan vapurla yolculuk tercih edilirdi. Gemi limana girmeden önce yolcular biletlerini acenteden alırdı. Ben gerek öğrencilik gerekse öğretmenlik yaptığım yıllarda hep vapurla yolculuk yapardım. Acente aynı zamanda vapura yüklenecek ya da oradan indirilecek yüklerin işlemini de yapardı.

Gilindireliler hem kendi ihtiyaçlarını gidermek hem de ticareti yapmak için deniz tuzu toplardı. Oysa yasaktı denizden tuz toplamak. Tuzu toplatmamak için, İnhisar İdaresine bağlı korucular (bekçiler) sürekli kıyıları kontrol ederdi. Yakaladıklarını da jandarmaya teslim ederdi.

Çataltaş’ın güneyinde bir in vardı, adı da Koyunini. Buradan Küçükalan’a kadar olan bölgeye Tuzyalısı adı verilmişti. Gilindirelilerin büyük bir çoğunluğu işte bu yalıdan tuz toplardı. Kayalık ve denize düz olarak uzanan kıyı şeridindeki yalaklara dolan deniz suyu yaz sıcağında buharlaşarak tuza dönüşürdü. Halk bu tuzu keselere doldurup evlerine götürürdü. Boşalan yalaklar tekrar doldurulurdu. Serilip kurutulan tuz ise, daha sonra kullanılmak ya da satılmak üzere çuvallarda saklanırdı.

Yasak olmasına rağmen, tuz toplayanlardan biri de bendim…

EDEBİYATIMIZIN KEKİK KOKULU ŞAİRİ: ABDÜLKADİR BULUT

Mehmet ŞAHİNCİLEROĞLU

Mersin’in Anamur ilçesinin Akine Köyü’nde 1943 yılında dünyaya gözlerini açmıştı Abdülkadir Bulut. Sıkıntıyla dolu yaşamında merdivenleri yavaş yavaş çıkarken, kim derdi bir gün Milliyet Sanat Dergisi’nin düzenlediği “1974’ün En Başarılı Genç Şairi” yarışmasında “Övgüye Değer Genç Şairler”den biri seçileceğini. Ama bazen hayatın sürprizlerle dolu olduğunu unutmamak gerekti. Belki, bu onun içinde bir sürpriz olmuştu. Kim bilir…

O, 42 yıllık hayatına 7 şiir, 2 çocuk romanı kitabı sığdırmış, Cemal Süreya’nın deyimiyle tam bir “Kasabalı Lorca”dır. Kullandığı halk motifleri, kendine özgün şiir dili, O’nun toplumcu bir şair kimliği kazanmasını sağlar. Şiirlerinde kullandığı yerel söyleyişlere evrensel bir boyut kazandırmıştır. Yani, yerel dili evrensele taşımış bir şairdir Abdülkadir Bulut.

Onun hayatında İstanbul’un önemli bir yerinin olduğunu vurgulamadan geçemeyeceğim. Çünkü İstanbul’da bulunduğu süre içinde birçok ek iş yapmıştır. O, hem öğretmen, hem yayınevlerinde düzeltmen, hem de dergilere eleştiri, söyleşi, kitap tanıtma yazıları yazan biridir. Ek işler yaparken birçok edebiyatçı tarafından tanınmaya başlar. Şunu ta belirtmekte yarar var, İstanbul gibi bir şehirde yaşaması O’nun edebiyat çevresinde daha çok tanınmasını sağlar.

Halk kültürünü çok iyi bilen ve yazdığı şiirlerde halk kültüründeki yerel deyişleri çok iyi kullanan şair, toplumcu şiir anlayışına yeni bir soluk getirerek yerelden evrensele ulaşmış bir toplumcu şair kimliği kazanır. Doğa ve insan sevgisini, şiirlerinde Yörük motifli kilimler gibi dokuyarak, Toroslar’dan Akdeniz’e uzanan Taşeli kültürünü, toplumsal bir duyarlılıkla bir bir işlemiştir. O’nun şiirlerinde umutsuzluğa yer yoktur. Derin bir doğa ve insan sevgisi, yurt sevgisi, vatan-millet sevgisi, memleket sevgisi kokar Toroslar’ın eteklerindeki kekikler gibi O’nun şiirleri.

“Nasıl tanırsa bebek/Kokusundan anasını, babasını/Şairin hası da işte öyle tanımalıdır yurdunu.” dizeleriyle dile getirdiği şair duyarlılığını, “Tılsımı her an bozulacakmış gibi/Sarmalıyız hayatı.” dizeleriyle yaşam sevgisi, “Yolum düşünce Anamur’a/Göğüs kılları yenice büyümüş/Mısır sulayan delikanlılarla/Ayaküstü bir şeyler konuşmalıyım/Tarlalara akan sulara bakarak./Yolum düşünce Anamur’a/Kökleri dahi sökülerek yakılan/Ilgın ağaçlarının duruşundan/Bir şeyler katmalıyım hayatıma.” dizeleriyle memleket sevgisini, “Mayıs 77 Taksim alanında/Hayatımıza sıkılan kurşunları/Ve yaşlı akrepler gibi/Üstümüze yürüyen panzerleri/Vakit çok dar demenden/Arkamı soğuk taşlara vererek/Ve hiçbir sözcüğü yutmadan/Anlatmalıyım köylülerime.” dizeleriyle toplumsal duyarlılığı vurgulamıştır. O, çocukları hiç ihmal etmez. “Yeniden dönersem Mersin’e/Yine böyle bir Temmuz günü/Uçurtmalar almalıyım mutlaka/Çocukların oyunlarındaki güzelliğe/Karıştırmak gökyüzünü.” diyerek çocuklara olan sevgisini anlatır.

Toroslar’ın eteklerindeki yarpuzların, kekiklerin kokusudur Abdülkadir Bulut şiirleri. İnsanla doğanın geleceğe umutla bakarak kucaklaşan ölümsüz dizeleridir Abdülkadir Bulut’un şiirleri.
“Sen Tek Başına Değilsin” den “Acılar Yurdumdur”a, “Yakımlar”dan “Gözyaşları da Çiçek Açar”a kadar birçok yapıta imza atmıştır Abdülkadir Bulut. “Varlık”, “Türk Dili”, “Doğrultu”, “Soyut”,“Forum”, “Milliyet Sanat Dergisi”, “Gösteri”, “Çocukça”, “Öykü” gibi dönemin önemli dergilerinde yazıları, şiirleri yayımlanan Abdülkadir Bulut, edebiyatımızın en önemli isimlerinden birisidir şüphesiz.

9 Ağustos 1985 yılında, hayatının en verimli çağında, “Heder ettin beni bu yaşta/Sen ey güzel İstanbul/Çekip gidiyorum işte.” dizeleriyle, sevenlerine saçma denebilecek bir kazayla veda ediyordu Abdülkadir Bulut.

Edebiyatımızda hak ettiği yere, yeteri derecede sahip çıkılmadığından henüz ulaşamayan Abdülkadir Bulut’u, hak ettiği yere ulaştırmak bizlerin elinde. Ne büyük bir değer yetiştiğinin farkına varılsın yeter! Daha 16 yaşında iken ünlü şairler ile adı birlikte anılan, geride bıraktığı eserlerle sevenlerinin gönlünde taht kuran, bu değerli şair ve yazarımızın eserlerini ve mirasını yaşatmanın artık vakti gelmiştir.

Ona sahip çıkmak, onu edebiyatımızda unutulmazlar arasına sokmak, yeteri kadar tanıtmak, sadece bir şair değil, onun yazarlık kimliğiyle de tanınmasını sağlamak, bunu genç nesillere aktarmak bizlerin elinde! Artık, bunca zaman yeteri kadar sahip çıkılmayan Toroslar’ın Kekik Kokulu Şairi-Yazarı Abdülkadir Bulut’a sahip çıkma zamanı!..

Sonsöz olarak şunu belirtmekte yarar var. Değerli yazarlar Saadet Bilir ve Ali Bilir, “Abdülkadir Bulut “Kasabalı Lorca” Yaşamöyküsü, Şiir, Söyleşi ve Mektupları…” adlı, Abdülkadir Bulut’un biyografisini anlatan bir esere imza atarak, Abdülkadir’i daha yakından tanımamızı, onun eserlerine sahip çıkmamızı, gelecek kuşaklara tanıtılmasını, edebiyatımızda hak ettiği yere ulaşmasını sağlamak için kapsamlı bir çalışma hazırlamışlar.

Saadet Bilir ve Ali Bilir’e böyle bir eseri bizlere kazandırdıkları için ne kadar teşekkür etsek azdır.

Yazımı Abdülkadir Bulut için yazmış olduğum bir şiirim ile noktalamak istiyorum.


BÖYLE DE ÖLÜNÜR MÜ?
Abdülkadir Bulut’a,

Elinden tutarak büyüttün sözcükleri
Kök salmış koca bir çınar gibi toprağa.
İlmek ilmek dokuyarak hayat verdin
Unutulmaya yüz tutmuş yurdumun geçmişine.
***
Sık sık dokuduğun kilimlerin
Rengârenk motifleriydi yüreğin.
Taşeli’nde umman bir denizdin
Ulaşılması zor, koca bir dünya.
***
Seninle dile geldi Toroslar’da kekik kokusu,
Anamur’da hayat buldu Akdeniz’in dokusu,
Edebiyat dünyamızın düşünce okyanusu,
Anadolu’mun Taşelili Abdülkadir Bulut’u.
***
Öyle sessizce çekip gitmek yakıştı mı sana?
Kim anlatacak Toroslar’dan Akdeniz’e Taşeli’ni bana?
Kızıyorum, en verimli çağında elvedâna!
Böyle de ölünür mü zamansız USTAM?


“CUMHURİYET TÜRK MUCİZESİ” (*)
Hasan AKARSU


Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler, Diriliş adlı iki romanından sonra, “Cumhuriyet/Türk Mucizesi” adlı belgesel romanını yazdı. Romanı bitirdiğimizde, Cumhuriyet’in ne değin zor koşullar altında gerçekleştirildiğini daha iyi anlıyoruz.

Kuvayı Milliye ruhunu, özgürlüğü, toplumsal uyanışı, yokluk ve yoksulluk içinde başarıya giden yolu, bilimselliği, karşıcı yazarların “sahte tarih” yaratma çalışmalarını, akıl ve yurtseverlikle yola çıkanların başarılarını buluyoruz Cumhuriyet’te. Müslüman ülkeler, dünya ülkeleri de şaşırıyorlar bu mucize karşısında. Emperyalizmin kuklası olan Yunanlıların geri çekilirken yakıp yıktıkları Anadolu, karşıcı yazarlardan Refik Halit, Ali Kemal, Kurtuluş’u destekleyen yazarlardan Halide Edip, Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Ruşen Eşref, Asım Us geliyor gözlerimizin önüne. Meclis’teki gelenekçilerin Mustafa Kemal’den kurtulma savaşımları, öte yandan, Mudanya Antlaşması’nı başarıyla gerçekleştiren, Trakya’yı savaşsız kurtaran İsmet İnönü daha çok büyüyor gözümüzde.

İsmet İnönü, Lozan Antlaşması’nın önderi olarak, Batı’yla yüzyılların hesabını görüşüyor. Türkiye’nin yıkıma uğratıldığını, özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı istediğimizi vurguluyor. Lord Curzon’a şu sözleri söyletirken düşünüyoruz İnönü’yü:”…En nihayet şu kanaate vardık ki ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nerden bulacaksınız?...İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz…”. Lozan’da kapitülasyonlar kaldırılıyor, Osmanlı’nın borçları için ödeme planı kabul ediliyor, İstanbul ve Çanakkale Boğazları boşaltılıyor. Meclis’te Padişahlık kaldırılırken, Vahidettin İngilizlere sığınıyor. Ali kemal yakalanıp linç ediliyor. Türkiye, “haklı bir savaştan güzel barışa” doğru yol alıyor, “Duru güzel, kültürlü sesiyle” Mustafa Kemal’in. O ki, gerçek kurtuluş için bilim ve eğitimi göstererek, kadın haklarını, karma ekonomiyi savunarak başarıyı yakalıyor. Çünkü aldığı mirası iyi biliyor:”Devraldığımız maddi miras yazık ki yoksulluk, gerilik, ilkellik, bilgisizlik. Bunları da yeneceğiz” diyor. İstanbul’da gösterilen “Ateşten Gömlek” filminde, ilk kez iki Türk kadını rol alıyor. 1. Meclis, yurdumuzun kurtarıcısı. 2. seçimler yapılıyor ve 2. Meclis, devleti düzenleme görevini üstleniyor. Kurtuluş kutlamaları başlıyor illerimizde. Ankara, başkent oluyor. Cumhuriyet ilan ediliyor. Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanı seçildikten sonra söyledikleri, ulusumuzun önünü açıyor, umudunu tazeliyor:”…Milletimiz liyakatini, yeni rejim sayesinde, uygarlık alemine daha kolaylıkla gösterecektir. Hep beraber ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır…”

Mustafa Kemal, yurtsever Türk Ulusunun yoksulluğu, bilgisizliği yeneceğine inanıyor. Önünde uzun ve yorucu bir yol olduğunu biliyor. Bugünümüzü anlamak için okumalıyız Cumhuriyet romanını. Yüzyıl öncesinde de ülkeyi bölmek için aynı oyunların oynandığını görmek için okumalıyız.

(*) Cumhuriyet/ Türk Mucizesi- Turgut Özakman, Belgesel Roman, Bilgi Yayınevi, 34. Basım, Ekim 2009, 436 s.


ÖYKÜ UMUDA YOLCULUK
Mustafa B. YALÇINER

Bastonuyla vuruyordu adam, derme çatma kapıya. “Oğlum, iki aydır sadece yaşlılık aylığına kaldım. Onunla da geçinemiyorum. Ödeyemediğin kira nedir ki! Öte başı on lira. Valla, bak talebe falan demem, atarım dışarıya. Sana bir hafta süre. Ya kirayı ödersin ya da çeker gidersin” diye bağırıyordu.

Kapı açıldı. Uzun boylu, zayıf bir delikanlıydı yaşlı adamı yanıtlayan. “Tamam, dayı. Bugün kasabaya, amcamlara gideceğim. Dönüşte ödemeye çalışırım, kiranı.”

Ev sahibi,“Fesüphanallah” diyerek uzaklaştı oradan.

Yaşlı adamın istediği, arabacılık yaptığı yıllarda atını bağladığı ahırdan bozma odanın kirasıydı. Helâsı dışarıda; banyosuysa odanın bir köşesindeydi, yerden azıcık yüksekte, üzeri şaplanmış. Bir de kurşun boru yerleştirilmiş, duvardan açılan deliğe.

Delikanlı, “Hey Tanrım, ne biçim çile bu böyle! Elleri bağlı, bir kör gibiyim. Nasıl ilerleyeceğim bu yolda,” diye söyleniyordu.

İki yıl önce kaybetmişti babasını. Ağabeyi de askerdeydi. Birkaç kez okulu bırakıp, köyüne dönmeyi bile düşündü. Terk etse ne yapacaktı? Tarlası yoktu ekip dikecek, sandalı yoktu balıkçılık yapacak! Yoksulluk batağında çırpınıyordu köylüleri de. Kim tutacaktı onu elinden!
Tek dostu, sabrıydı delikanlının. “Her gecenin bir sabahı vardır” diyordu sürekli. “Ama ileride kesinlikle acısını çıkaracağım bu günlerin.”

Tek umudu amcasıydı şimdi. “Belki” diyordu “belki amcam biraz para verir. Yengemin yemeklerini de çok özledim. Ne zamandır doğru dürüst bir şey girmedi kursağıma. İki gün adam gibi yemek yerim. Çamaşırlarımı yıkatır, sıcacık bir evde ödevlerimi yaparım. Amcam cebime bir de yirmilik sokuverirse, değme keyfime! Bakkala borcumu, ev sahibine de kirayı öder, kalanla idare ederim. Ne kaldı ki şunun şurasında sömestr tatiline! Birkaç gün erken gider, birkaç gün de geç dönerim, çalışırım yine kahvede.”

Bavulu elinde çıktı odadan. Okul yolu üzerinde tanıdığı bir bakkal vardı; ona uğradı, tedirgin bir kuş gibi. Müşterilerin gitmesini bekledi bir süre.

“Sadık Amca, şey, bana beş lira borç verebilir misin? Pazartesi okul dönüşü öderim,” dedi delikanlı, boynu bükük.

Bakkal, gözlüğünün üzerinden baktı. “Bana bak, Oğlum Nevzat” dedi “sinemaya gideceksen vermem, ona göre.” Yalvaran gözlerle baktı, liseli. “Valla, sinemaya falan gitmeyeceğim. Bak, bavulum da elimde. Hafta sonunu amcamlarda geçirmek istiyorum. Yol parası gerek de” dedi utangaç bir ses tonuyla.

Bakkala teşekkür ederken pırıl pırıldı gözleri Nevzat’ın. Tuttu garajın yolunu. Kebapçının önünden geçerken, durdu bir an. Tükürüğünü yuttu ve hızla uzaklaştı oradan.

Garaja yaklaşıyordu, ev sahibini gördüğünde. Bir an, yatağı ve tahta bavulunun evin önüne konulduğunu düşündü, içi sızladı. Hemen yolunu değiştirdi.

Bindi otobüse. Yaşlıca bir adamın yanına oturdu, selam vererek. Uzattı kâğıt beşliği şoföre. Aldığı bozuk parayı saydı. Dört lirası kalmıştı.

-Yolculuk nereye, delikanlı?
- Kızılkaya’ya.
- Güzel kasabadır. Oralı mısın?
- Hayır. Amcam var orada, ilkokul öğretmeni. Yanına gidiyorum.
-Peki, sen ne iş yaparsın?
- Lisede okuyorum, son sınıfta.
- Ne olacaksın ileride?
- Kazanabilirsem, yatılı bir yüksekokulda okumak ve öğretmen olmak istiyorum.

Otobüs, portakal bahçelerini geride bıraktı, artık girmek üzereydi kasabaya. Şimşek çaktı uzaklarda. Kızılkaya’nın üzerinde kara bulutlar dolaşıyordu. Palmiyeler, okaliptüsler sallanıp duruyordu lodosla. Hemen aşağıda, denizin dibi oynamıştı sanki. Dev dalgalar dövüp duruyordu kayalıkları.

Nevzat indi otobüsten; ceketini ilikledi, yakasını da kaldırdı. Fırtınayla boş karton kutular sürükleniyordu sokakta, naylon torbalar ise kanatlanmıştı.

Liseli, girdi bir bakkala. İlkokulun yerini sordu.

- Okul az önce dağıldı. Ne yapacaksın ki?
- Amcam, orada öğretmen de.
- Adı ne amcanın?
- Umut Solak.
- Tanırım onu. Dün göçtü buradan; solcuymuş, sürdüler Doğu’da bir yere.
- Şaka yapıyorsunuz, değil mi?
- Bu işin şakası mı olur? Gitmeden önce bana uğradı; borcu vardı, gittiği yerden göndereceğini söyledi. İnanmazsan, adresini vereyim, şuraya çekmeceye koymuştum. Buldum işte. Al, bak.

Gök gürledi. İri damlalar düşmeye başladı. Nevzat’ın içinde bir deprem oldu, göçüverdi dünyası. Gözlerindense sicim gibi yaş dökülüyordu sessiz sessiz.

- Ne oldu, delikanlı, her memurun başına gelir böyle şey. Neden ağlıyorsun ki?

Yanıtlayamadı, Nevzat. Çıktı dükkândan. Yolun karşısına geçti. Durakta, mendilini çıkardı, kurulamaya çalıştı saçını. “Kara gün kararıp da kalmaz ya” dedi.
Baktı ıslak gözlerle, otobüs geliyor mu diye…