17 Eylül 2010 Cuma

GERÇEMEK SAYI 23




GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Eylül 2010
İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 4
Sayı: 23

Gerçemek,
kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.



SUMAK (Rhus coriaria)


Toroslar’ın sahilden uzak kesimlerinde yetişen, 2 metreye kadar boylanabilen, kışın yaprak döken, çalı görünümünde bir bitkidir. Derin çizgili yapraklarının kenarları girintili çıkıntılı olup, uzun, sivri ve tüylüdür. Üzüm salkımı halinde beyaz çiçek açar. Güze doğru bu çiçekler kızıla çalan, ekşi, kırmızı mercimeğe benzeyen meyvelere dönüşür. Etli kısmın içinde kahverengi çekirdeği vardır. Bu tohumlar toplanıp, güneşte kurutulur sonra da öğütülür. Elde edilen toz sumak, baharat olarak kullanılır. İştah açıcıdır. Paçanın vazgeçilmezlerindendir.

Karacaoğlan da bu konuda şöyle der:

“Seherden evvel de ekşili paça
Limon bulunmazsa sumak isterim”

Kokuyu azalttığı için de soğan salatasında kullanılır.
Hazmettirici ve kurt düşürücü özelliği olduğu söylenir.
Sumak yaprağı deri tabaklamakta kullanılır. Bununla ilgili olarak da yöremizde şöyle bir atasözü vardır:
“Keçinin sumağa yaptığını sumak da derisine yaparmış.”
EDİTÖRDEN


OSMAN ŞAHİN ve DARAĞACI AVI
Mustafa B. YALÇINER

Darağacı Avı, Can Yayınları’ndan Ağustos 2010’da çıkan, okurun büyük haz alacağı türden, müthiş, hepsi de birbirinden çarpıcı, usta işi dört öykünün yer aldığı bir Osman Şahin klasiği.
Kitaba adını veren ilk öykü Darağacı Avı, bir başyapıt, diliyle biçemiyle tam bir Osman Şahin öyküsü.
Darağacı Avı mekân ve ana kişi Miran’ın tanıtılmasıyla başlıyor. Miran, dere kıyısındaki çalılıklar arasına yüzükoyun uzanmış, eli tetikte, ilk akşamdan beri babasıyla amcasının katili ve evlenmeyi düşündüğü Hori kızı da kaçıran Hamey’i beklemektedir. “Yıllardır beni yaşatan tek duygu bu alçağı öldürmekti,”diyor Miran. Osman Şahin de onun bu duygusunu şöyle dile getiriyor: “Bu duygularla nice oyuklara girmiş, pusulara yatmıştı. Her defasında da tetikteki parmağı aç kalmıştı…”
Miran, tek kurşunla devirdiği Hamey’i atın sırtına sıkıca sarıp sarmalar ve zifiri karanlıkta, atın yuları elinde, çalılarla kaplı, eğri büğrü yolda, tepeye doğru tırmanmaya başlar. Şafak sökerken de Ardıçlı Tepe’ye varır.
Sevgilisi Hori ile bir zamanlar buluştuğu ardıcın dibine çeker atı. Ölüyü ayak bileklerinden kalın bir dala sıkıca bağlayıp, sallandırıverir onu.
Öyküde mekân, aşağıdan yukarıya doğru bir seyir izlemektedir. Aşağıda, Miran yıllardır kurduğu hayaline kavuşmuş, ağır bir yükten kurtulmuştur. Ama yukarısı, Ardıçlı Tepe tam bir kâbusa dönüşür. İnsanlığını yitirir Miran. İntikam seline kapılmıştır. Ne biçim bir öfke, ne biçim bir öç alma duygusu! Bir insan bu denli nasıl gaddarlaşabilir! Miran’ın duygu dünyasının daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacak, öykü içine serpiştirilmiş bazı cümleler: “Bu dalda çürüyüp dökülecek… Tırnakları sökülünceye, parmakları kopuncaya kadar bekleteceğim onu… Kurtlar yiyip bitirinceye kadar kurutacağım onu… Hori kıza dokunan parmakları doğrayacağım…”
Hava da oldukça sıcaktır. Günlerdir baş aşağı sarkıtılan ceset çürümeye başlar. Ölünün ağzına yüzüne sinekler çokuşur, kurt kaynamaya başlar her yanı. İnsanın burnunun direğini sızlatan bir koku sarar Ardıçlı Tepe’yi.
Uykusuz ve yorgun Miran gözlerini kapar kapamaz, ölünün canlandığını sanarak fırlar yerinden. Ölüye olan zulmü arttıkça, kendi korkusu da büyür içinde. En çok da geceleri korkar. Ölünün yarı açık gözleri huylandırır Miran’ı. “Hiç ölmemiş gibi, şu pezevengin gözlerine bak! Ölü dediğin ölü gibi bakar. Buysa canlıymış gibi bakıyor.”
İçindeki öfke denizi, günler geçtikçe limanlaşacağı yerde ekşimiş ayran gibi kabarmaktadır. Azgınlaşmış, söz dinlemez biri olup çıkmıştır. Miran dibi oynamış öfke denizinde debelenmektedir. Oradan geçmekte olan yaşlı adam da, oğluna istemeye istemeye azık ve su getiren ana da Miran’ın ölüye eziyet etmemesini ve onu bir an önce gömmesini istemektedir ama düşmanını öldürdüğü halde kini bir türlü geçmeyen katil, ikna olmaz. “Onu her gün ölü görmek hayat veriyor bana… Hayır bu adam gömülmeyi hak etmedi daha… Zamanı gelince, öte dünyaya iskeletini uğurlayacağım,” deyip durmaktadır.
Miran’ın ölüyü bu şekilde kaç gün beklettiği pek anlaşılmıyor; yazarın kullandığı, “Birkaç gün sonra…” ya da “Günlerdir…”gibi zaman zarfları da yetmiyor, bunu anlamak için.
On dört sayfalık öykünün sonuna doğru, Osman Şahin kültürel bir öğeden yararlanarak Hori’yi getirir kocasının ölüsünün yanına:
“…Hamey’in atıydı. Sırtında kanlı semeri, başında yuları, koşum takımları yoktu. Öldürülen sahibinin her yere sinen kokusunu alarak bulmuş olmalıydı Ardıçlı Tepe’yi… Hamey’in atı gibi soylu cins atlar binicisiyle birlikte kaybolmuşsa, eve binicisiz dönmüşse, ev sahipleri, atı boş bırakırlar, ardından usulca izlerlerdi onu. At, sahibinin öldürüldüğü yeri bulup tanıyabilirdi.”
İntikam hırsıyla yanıp tutuşan Miran, uzun uğraşlardan sonra öç ve nefret duygularıyla çıkar kadının üstüne. Bu sahneyi de şöyle betimler, usta Öykücü Osman Şahin: “İçindekini yeterince öldüremediği için, düşmanının fiziksel ölümü de yetmez olmuştu ona. Ağır ağır sallanan ölüden günlerden beri alamadığı öcünü asıl şimdi almak istermiş gibi, düşmanını küçük düşürmenin, aşağılık duygusunun umarsız hıncıyla yüklendi kadına…”
“Ölünün parlayan gözleri ağır ağır kapandı. Asıl şimdi ölmüş gibiydi,” cümleleriyle de bitiyor Darağacı Avı.


***

İkinci öykü “Sarı Yatak”, ağalık ve köy gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Yazar, mekân ve kahraman olarak da öğrencilik ve öğretmenlik yıllarının bir kısmının geçtiği, bu nedenle de çok iyi tanıdığı Güneydoğu Anadolu’yu seçmiştir.
Olay, Mardin ili Ömerli ilçesine bağlı Bamedi Köyü’nde geçer. Suyun cimri, güneşin cömert olduğu bir mekândır, burası. Köy, ilçeden bir hayli uzakta kurulmuş; yarı yola kadar ciple, ondan sonra da at ya da katır sırtında gidilir. Köyde tek bir ağaç, tek bir yeşerti yoktur. Çeşme nedir, pınar nedir bilmez Bamedililer; sarnıçta biriken, gübre şerbeti renginde, kekremsi suyu kullanırlar. “Bamedililer suya hasret, güneşe düşmandı. Güneş orada sudan güçlüydü. Su ekmekten önce gelirdi,” der yazar da.
Öykü, sarnıç başında bekleyen köylülerin ve sarnıcın betimlenmesiyle başlar. Sarnıç kapağı kilitlidir. Anahtar da Ağa’nın elindedir. Sabah erkenden gelen köylüler, uzun kuyruklar oluşturur ve Ağa’yı beklemeye başlarlar. Su, Ağa için bir tehdit aracıdır. “Onu bunu dinlemem, akşam sarı yatağı isterem. Getirmezsen, sarnıçtan damla su vermem” der marabası Faraç’a.
Faraç, yatalak anası için bir sünger yatak getirmiştir Suriye’den. Ağa’nın karısı da bu yatağı ister. Affan çağırır marabasını, “Getir yatağı” der. Faraç kabul etmez. Ağa hakaretler, tehditler yağdırır köylüsüne. Nuh der peygamber demez maraba. Öfkelenen Ağa, basar tokadı. Faraç da çeker silahını. “Koruma duygusuyla birden önüme geçince, kurşunu o yedi, ben kaldım. Karayazı…” diye açıklar Ağa karısının nasıl öldürüldüğünü.
Ömerli ilçesi savcısı, hükümet tabibi, başyazman ve otopsi yardımcısı sabah erkenden yola çıkarlar ve öğleyin gelirler köye. Onları komşu Rişmil Köyü karakol komutanı karşılar. Ölen kadına otopsi yapıp, rapor düzenlenecektir. Affan Ağa’nın evine varırlar. “Oda tabanına serilen hasırın üstüne öldürülen kadının cesedini uzatmışlar, üstüne de beyaz bir çarşaf örtmüşlerdi.”
Affan Ağa direnir, otopsi yaptırmak istemez. Hatta tehdit eder gelen memurları: “Hayır. Eğer avradımı kesip biçerseniz, dışarıdaki köylülerime emir vereceğim. Az sonra burada kan gövdeyi götürecek, haberiniz olsun,”der.
Böyle dese de, Ağa’nın devlet otoritesi karşısında nasıl da yelkenlerini indirdiğini görürüz. Ayrıca Savcı Fikret Beyin bakış ve sözleriyle, çocuk yaşta bir kadının, dedesi yaşında, çok eşli Ağa ile evlendirilmesinin kınanmasına tanık oluyoruz. “Baktı ölünün yüzüne. Ve bir an çarpılmış gibi oldu. Ne yapacağını bilemedi. Bir yerdeki genç ölü kadının yüzüne, bir de sırık gibi uzun boylu yaşlı ağanın yüzüne baktı. Henüz kadınlaşmamış, çocuk yaştaki bu kadın dedesi yaşındaki bu adamın nasıl karısı olabilirdi. Ölü Pero’nun çocuksu, temiz yüzü, saflığın, duruluğun yüzüydü. Onca sefaletin içinde bu güzellik ne arıyordu? Derinden etkilenmişti savcı.”
Yaklaşık bir günlük bir olayın tam on dokuz sayfada anlatıldığı öykünün sonundaysa, Bamedi Köyü’nün sahibi Affan Ağa, “Ayrıca ben, küçükten beri ağalık gelenekleri içinde doğmuş büyümüşem. Ağalık, her daim haktır, istemektir afandi,” der. Osman Şahin ise haksız yere istemenin Ağa’nın başına neler açacağını, köylülerin hepsi için emrin demiri kesmediğini gözler önüne serer. Haksız yere dayak yiyen, köle muamelesi gören köylünün ağasına karşı gelmesi ve dayanamayıp, silah çekmesiyle de her kuşun etinin yenmeyeceğini vurgular.


***

“ Üç Kişiydiler. Üçü de ak saçlıydı… Erkekler meclisinde otururlar, saygı görürler, tütün tabakası taşırlar, cigara sarar içerlerdi… Masal analarıydı onlar. Ağızları birer anlatı yorgunu, söz akarı ve söz büyücüsüydüler. Adları Kara Hapa, Sultan Ana ve Ümmülü Ana’ydı. Toros gecelerinde bir oda dolusu insana bitmez tükenmez öyküler, masallar anlatırlardı… Konuları farklıydı… Üçü de insanın hiç değişmeyen yanlarına vurgu yapar, ihanetleri kötülerken, iyiliği öne çıkarır, överlerdi…” İşte böyle tanıtıyor Bey Analar’ı, Osman Şahin.
Okur, kendini Toroslar’da bulur bu öykülerde. Köy gerçeğine, köyün geçmişine ve insanlarının duygu dünyasına bir yolculuğa çıkar. Üç öyküden oluşan Bey Analar’ın satırlar arasında gezinirken de tarihi bilgiler yanında insanı tanır, okur.
Kara Hapa, köyün ağıtçısıdır. Birileri ölünce ilk onun haberi olur. Kara Hapa ölünün başucuna oturur. ““Ağıda başlamadan önce eline, yüzüne biraz kan sürerdi Kara Hapa. Kan, ölümle bilinmezin işaretiydi. Ağıt ise sesin siyaha dönüşmesiydi. Kara Hapa, saç örgülerini çözünce, diğer kadınlar da saç beliklerini çözerler, yas mendillerini alınlarına sararlardı. Kara Hapa, ölünün özel eşyalarına dokunur, bakar, koklar, duygulanır, günlük yaşamından ayrılarak bambaşka bir duygu düzenine geçerdi… Sonra gaipten bir çağrı, bir ses almış gibi titremeli sesi duyulur, başını ileri geri sallayarak, içe işleyen iniltiler çıkararak, sesini alıştıra alıştıra tutkuyla başlardı ağıda…”
Odayı doldurup taşan, kapı eşiğine hatta dışarıya oturan kadınlar, Kara Hapa’nın yakımından, davranışından etkilenir, duygulanır, birbirlerine sarılır, hıçkıra hıçkıra ağlarlar.
“…Kara Hapa, yalnızca ölen kişinin ağıdını yakmazdı. Herkesin geçmişinde ağıdını yaktığı, acısını çektiği ölüler vardı. Onları da ağıda katardı. Geçmiş ölülerin adlarını teker teker saydıkça çığlıklar yükselirdi.”
Kara Hapa yalnızca iyi insanların ağıdını yakmaz, övmez Bazen kötü insanları da anlatır, yerer onları. Köylülerin, “Günah için yaratılmıştı, onsuz hayat daha emniyetli” dedikleri Sefer Veli’yi öyle bir hicveder ki Kara Hapa, okur da insanın böylesini ilk kez duydum, der.
Sultan Ana, köyün yakımcısıdır. Seferberlik günlerini anlatır. Köy boşalır, çoluk çocuk, yaşlılarla kadınlardan başka kimse kalmaz. Yemen’e Lübnan’a gidip dönmeyenler anlatır. Sarıkamış’a, Van’a, Filistin’e gidenlerden haber alınamamış. Tarlalar ekilmez, harman sürülmez, değirmen taşları dönmez olur.
“Sefalet girince, namusun, törenin, ahlakın da ipleri gevşer oğul. İki avuç un için gidip değirmenciye uçkur çözenlerimiz oldu. Zayıflık gösterdiler. ‘İt yavuzsa yat önünde yuvarlan,’ dediler.
Ortalığı haydut sarmış; gündüzleri kapılar açılmaz olmuş. Şehit haberleri üst üste gelmeye başlamış köye. “Dört dul alan cennete gider,” sözü çıkarılmış. İmamlar da üçer dörder şehit kadınlarıyla evlenmiş. “Kör Hafız’ın bile dört çocuğu oldu.”
Savaş bitince, geri dönüşler başlar. Yüze yakın insandan ancak yirmi biri geri döner. “Kimin kolu, kiminin bacağı yoktu. Sağır ve kör olanlar vardı.”
Onların gelmesiyle, köy yeniden eski halini almaya başlar.
Ümmülü Ana, yaşanmış öyküler anlatır. Mersin’in Fransızlar tarafın işgal edilmesiyle baş gösteren olayları anlatır. “İki kulağımın duyduğunu, iki gözümün gördüğünü tek dilimle anlatacağım,” der Ümmülü Ana.
Fransızlardan yüz bulan Rumlar, Ermeniler silahlanırlar, milisler oluştururlar. Aslanköy’de yaşayan dört Ermeni de köyü terk ederek onlara katılır. Kereste tüccarı Corci, Fransızların gelmesiyle şımarır. Kesim işinde çalıştırdığı Aslanköylülerin parasını ödemez. Onlar da hızarda ne varsa el koyarlar. Buna çok öfkelenen Corci, oluşturduğu müfrezeyle köyü basmaya kalkar. Çatışmada adamlarıyla birlikte öldürülür. Köyden kaçan dört Ermeni de ölenler arasındadır.
Fransızlar Yolçatı Köyü’nü işgale karar veriler. Köyde yalnızca otuz kadar yaşlı erkek vardır. Savaş görmüş bu ihtiyarlar kuracakları bir tuzakla köyü koruyacaklardır. Köyün Ağası Abdullah çıkarı uğruna durumu gizlice bildirir Fransızlara. Abdullah’ın da içinde bulunduğu köylüler beklemeye başlar. Fransızlar köyü basar ama tuzak işe yaramamıştır. Abdullah hariç tüm erkeklerin kulakları keserler. “Kesik kulaklarının yeri görülmesin diye, başlarına ince bir poşu sararlar, poşu uçlarını çenelerinin altında düğümler, sonra da başlarına şapkalarını geçirirlerdi. Yaz kış böyleydi bu…”
Mersin’in kurtuluş günü kutlamalarındaysa, Abdullah evinden çıkamaz olmuştur…

***

“Çatal Celal”, kitaptaki son öykünün adı. Öyküde Çatal Celal’in, yeğeni Mızrap ile karlı bir günde, Osman Şahin’in doğup büyüdüğü, gittiği her yere de yüreğinde götürdüğü Aslanköy’den Başpınar Köyü’ne yaptığı gece yolculuğu anlatılmaktadır.
Yazar, köyünün kahvelerini, lokantalarını seriyor gözler önüne. Elinde bir kamera gösteriyor köy gerçeğini. Okuru çekiyor öykünün içine, ona adeta bir film izlettiriyor.
Toroslar’da yarım metreyi bulmuş kar kalınlığı. Yağış da süreceğe benzer. Mızrap, karısı için sigara, çay ve şeker almaya gider Aslanköy’e. Veresiye yapar alışverişi. Dönüş için kendine bir yoldaş aramaya başlar. Kahveye girer. Bulamaz kimseyi. Canı çay ister ama parası yoktur. Ismarlayan da olmaz. Ardından lokantaya girer. Köşede dayısı Çatal Celal rakı içmektedir. Okur onunla işte burada tanışır. “Fazla iriyarıydı. Arkasına iki adam rahatça saklanabilirdi… Koşarcasına yürür, bacaklarını iri, pergel gibi açardı… Burnunun dibindeki insana on metre ilerideki insana seslenir gibi konuşurdu…”
21.00’e kadar içerler. Meyhaneden ayrılırken Çatal Celal iki büyük rakı daha alır ve gocuğunun ceplerine yerleştirir. Kasaba uğrarlar, bir kilo yağsız kıyma çektirir. Emanet bıraktığı küspe dolu elli kiloluk heybeyi boynuna geçirir yetmişlik Celal ve düşerler yola, loş karanlıkta. Kar lapa lapa yağmaya devam etmektedir. Rakı içerek, meze olarak da çiğ et yiyerek yol alırlar. Sohbetlerinden Çatal Celal’in, Atatürk hayranı olduğunu, yobazları hiç sevmediğini ve din konusundaki düşüncelerini öğrenir, okur.
Mızrap’ın hiç sevmediği Geceyatmaz İsmail’in evinin yanına varırlar. Yüksek sesten rahatsız olup uyanan Geceyatmaz, küfreder yoldan geçenlere. Mızrap durur mu hiç, o da başlar yanıt vermeye. En küçük küfrü kaldıramayan Celal oldukça sakindir. Yeğeni ise onun bu durumuna çok kızmaktadır. Celal’in, yeğenine haneye tecavüzün büyük suç oluşturduğunu açıklamasıyla Mızrap da sakinleşir.
Yolda büyük rakının birini bitirirler. Eve geldiklerinde, karısı Şehriban çıkışır, söylenir, ilenir Mızrap’a. Dayı Celal araya girer sakinleştirir ortamı. Yiyip içtikten sonra dayı ile yeğen yeniden düşerler yola. Derin karda bata çıka, el ele tutuşup yardımlaşarak yürümeye devam ederler.
Rakı bitmiş, kıyma tükenmiştir. Sabahın üçüne doğru varırlar Celal’in evine. Karısı Nur Kadın, giyinmiş kuşanmış, güler yüzle karşılar gelenleri ve kızartılmış tavuk butları, sıcak bazlama, salatalık turşunu koyar sofraya. Mızrap, karısını yengesiyle karşılaştırır ve derinden bir ah çeker. Celal, ardıç ve mazı tohumlarının suyuna kolonya ve bal karıştırarak elde ettiği ve adına viski dediği içkiden ikram eder yeğenine.
Gün doğmak üzereyken, Mızrap gitmek ister ve kalkar ayağa. Çatal Celal, “Hayır seni evine kadar götürmem gerek” diyerek düşer peşine yeğeninin. Bağıra çağıra Çatak Mahallesi’ne doğru yürümeye başlarlar…
Osman Şahin, yaklaşık on beş saatlik olay zamanını on dokuz sayfada anlatmış. Öyküleme sırasındaysa, kronolojik bir yöntem izlemiştir. Öyküleme sırasında Çatal Celal’in geçmişiyle ilgili bilgiler vermek için de ara sıra geriye dönüşler yapmış. İşte bu geriye dönüşler sırasında öğreniyoruz Celal’in Bulca’ya olan aşkını ve hiç camiye gitmediğini...
Osman Şahin tüm bu öykülerde insanı anlatmış. Ama onun gelişim süreçlerini değil olay ya da olaylardaki o anki kişilik yansımalarını ele almış. Bu arada da kendi değer yargılarını, dünya görüşünü, olaylar karşısındaki duygu ve düşüncelerini paylaşmıştır okuruyla.
Bir öyküde ne anlatıldığı kadar nasıl anlatıldığı da önemlidir. Konu, kişi, mekân, zaman, kurgu ve öyküleme yanında anlatım ve dil konusunda da iyi bir ustadır. Osman Şahin. Her öyküsünde olduğu gibi, bu öyküsünde de çıplak ve düz bir anlatım yerine, betimlemelere, çağrışımlara başvurmuş, şiirsel bir dil kullanmıştır, yazarımız.
“Darağacı Avı” yalnızca okunması değil aynı zamanda okutulması da gereken bir öykü kitabıdır.


FRANSA MAYIS 68 (*)
M. ŞEHMUS GÜZEL

Mayıs 68 bitti mi? Bitmedi mi? Ocak 2008’de Daniel Cohn-Bendit’e kulak verenler kulaklarına inanamadılar. Çünkü Mayıs 68’in öğrenci liderlerinden en ünlüsü aynen şunu söyledi: “Mayıs 68 bitti! Bir daha ortaya çıkmamak üzere tonlarca tarihi kaldırım taşlarının altında kaldı.”
Ondan bir yıl kadar önce de Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, “Mayıs 68 ile bütün ilişkilerimizin koparılması şarttır.” diyordu.
Oysa 2008’de, kırkıncı yıldönümü dolayısıyla, yeniden dünya kadar kitap yayınlandı. İki aydan daha az süren Mayıs 68 üzerine şimdiye kadar yayınlanan kitaplar 1789 Burjuva Devrimi’ne ilişkin olanlardan daha çok. Paris Komünü üzerine yazılanlardan da… Mayıs 68 üzerine yazılanların sayısı 1914-1918 ve 1939-1945 savaşlarına ilişkin olanlar kadar. Veya birazcık fazla… İnanılacak gibi değil ama daha Ekim 1968’de Mayıs 68’e ilişkin kitapların sayısı 124’ü bulmuştu.
Fransızlar için “Mayıs 68, 20. Yüzyıl’ın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en önemli olayıdır.”
O zaman bitmesi ve/veya bitirilmesi istenen bu tarihi başkaldırının önemi nereden kaynaklanıyor?
Fransa Cumhuriyeti çağdaş tarihinde, siyasi hayatı, toplumsal yapıları, kadınlık durumunu, entelektüel ortamı, ekonomiyi ve bilhassa emekçi-patron ilişkilerini etkileyen bunca kapsamlı bir olay, bir başkaldırı, bir eylemler bütünü yaşanmadı.
Hele bu kadar kısa zaman dilimindeki eylemler dizisi içinde, sonunda ve hemen sonrasında.
Başlangıcı bakımından Mayıs 68 bir tür başkaldırıdır. İhtilal değildir: Çünkü öğrenci hareketinin ve onu izleyen işçi hareketinin hedefi veya hedeflerinden biri siyasi iktidarı almak olmadı. Kimi küçük siyasi gruplar “iktidarı almak” tan söz ettiler elbette. Ama bu sadece sözde kaldı.
Ancak Mayıs 68 kültürel bir devrim boyutunu kazandı. Çünkü tutucu, içine kapanık, korkak, sinmiş ve sindirilmiş Fransız toplumunu a’dan z’ye titretti. Ve birçok sorunun sorulmasına olanak sağladı.
O günlerin “Kültür İşleri” Bakanı ve Cumhurbaşkanı General Charles de Gaulle’ün en önemli danışmanı, hatta “fikir babası” André Malraux, Mayıs 68 için boşuna “Medeniyetimizin tanık olduğu en derin, en önemli krizlerden biridir” demedi.
Dönemin burjuva ve küçük burjuva ailelerinin -ki bunların kimi öteden beri komünistti- çocukları, kız ve erkek çocukları isyan ettiler: Önce “ana-babalarının toplumuna.”
Sonra çocuklar birey olarak da kendilerini ispat etmek “Biz de varız!” demek olanağı buldular. Başka olanak, başka yol bırakılmadığı için “kaldırım taşlarını” konuşturmak zorunda kaldılar. Anımsamak gerek: O yıllarda Fransa’da oy kullanabilmek için 21 yaşını doldurmuş olmak gerekiyordu. Oysa 18, 19 veya 20 yaşındaki gençler askere alınıyor ve Fransız sömürgeciliğinin ve/veya emperyalizminin “geleceği için” cephelere gönderiliyordu. Oysa çocuklar sadece askere alınmak için anımsanmak istemiyorlardı, aynı zamanda konuşmak ve düşüncelerini açıklamak istiyorlardı artık.
Gençlerin ana-babalarına isyanlarıyla birlikte, o güne kadar entelektüel ortama, işçi hareketine, toplumsal mücadelelere damgasını vurmuş olan ve bu tekelini kimseyle paylaşmak istemeyen Fransız Komünist Partisi’ne (FKP) karşı da başkaldırı söz konusudur. FKP elbette bundan hiç memnun olmadı ve bunu göstermekten de çekinmedi: O zaman gençlerle arasındaki farklar giderek “uçuruma” dönüştü.
Öğrenci gençlere hızla genç kadın ve erkek emekçiler katıldılar. Öğretmenler, öğretim üyeleri de… Sanatçılar da… Sinema dünyasının önemli isimleri de... Öğrencilerle ve genç emekçilerle kendilerini dayanışma içinde hisseden ve dönemin egemenlerine kafa tutan bu çocuklara sempati duyan yurttaşlar. Böylece eylemler dizisi bütün toplumu kapsayan boyutlara ulaştı.
Mayıs 68 boyunca, heyecanlı toplantılarla, tartışmalarla, gösteri ve yürüyüşle, grevle ve işgalle tanışmayan tek köy, tek kasaba ve tek kent kalmadı.
Mayıs 68’e giden yol, önce taşra üniversitelerinin yurtlarında, sonra Nanterre’de neredeyse masum denebilecek öğrenci eylemleriyle başladı: Erkek öğrenciler “kız öğrencilerin yurtlarına serbestçe girmek ve kız arkadaşlarını kaldıkları yurt odalarında ziyaret edebilmek için” yıllardır süren isteklerine olumlu yanıt verilmemesi üzerine harekete geçtiler. Reşit (21 yaşını doldurmuş) kız öğrenciler, erkek öğrencilerin yurtlarına girebiliyorlardı ama bunun tersi yasaktı. Öğrenciler yurtlardaki modası geçmiş iç yönetmenliğin değiştirilmesini ısrarla ve yıllardır dile getiriyorlardı.
Öğrenciler aynı zamanda üniversitede geniş bir reform yapılmasını arzuluyorlardı. Ve ders programlarının saptanmasından yönetime ilişkin konulara kadar her alanda kendileri de kararlara katılmak istiyorlardı.
1964’de yükseköğrenime açılan Nanterre’deki Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nün kız ve erkek öğrencilerinin başını çektiği yasal ve son derece barışçıl eylemlere rağmen Milli Eğitim Bakanlığı yasakta ısrar edince ve hükümet öğrencilere karşı son derece yersiz ve alışılmamış bir biçimde polisini gönderip sert ve acımasız davranınca ve başka etkenlerin de katkısıyla öğrenci eylemleri yeni boyutlar kazandı…
Vietnam’da yıllardır süren ABD işgalini ve akıl almaz saldırılarını kınamak için bin bir eylem yapan, Filistin halkının kurtuluş mücadelesini desteklemek için gösteri ve yürüyüşler, toplantılar düzenleyen son derece bilinçli siyasi kümelerin, “ihtilalcilerin”, Troçkistlerin, Maocuların, Gueveracıların, Anarşistlerin (asli ve asil anlamında) örgütlü katkısıyla eylemler dal budak saldılar.
İktidarın öğrencileri dinlememekte ısrarı ve gösteri ve yürüyüşlerin üzerine Fransa’da o zamana kadar alışık olunmayan, akıldan geçirilmesi bile mümkün olmayan feci bir saldırganlıkla yürümesi üzerine olaylar yeni boyutlar kazandı...
Nanterre’de fakültenin kapatılması üzerine, öğrenciler Sorbonne’a yani Paris’in merkezine yöneldiler.
Nanterre o tarihte Fransa’nın Afrika’daki, bilhassa Kuzey Afrika’daki eski ve/veya yeni sömürgelerinden ve çoğu Cezayir’den getirilmiş veya gelmiş “göçmenlerin” tıka basa oturduğu, oturtulduğu gecekondularla çevrili şantiye halinde küçücük bir kasabaydı. Bu kasabada çocuklar için okul yoktu. Bırakın hastaneyi bir sağlık odası bile yoktu. Doktor da yoktu. Tam anlamıyla yoksulluk ve terk edilmişlik içindeki bu gecekondu kasabada, henüz tam anlamıyla yerleşememiş bir fakülte ve çevrede oturanların yaşam biçimlerine duyarsız kalamayan öğrenciler vardı… Öğrencilerin “Üçüncü Dünya”ya kadar gitmelerine gerek yoktu: Çünkü “Üçüncü Dünya” ile komşuydular. Öğrenciler diğer mahallelerdeki “Fransızların” nasıl yaşadıklarını biliyorlardı ve aradaki “uçurumu” çok yakından görebiliyorlardı. Yeni kurulmakta olan yükseköğrenim binalarının inşası da bu terk edilmişlik bu yoksulluk ve bu karman çorman havaya katkıda bulunuyordu… Öğrencilerin inşaat işçileriyle ve çevredeki Citroen Fabrikası çalışanlarıyla ilişkileri dostçaydı...
Eylemler başlar başlamaz öğrencilerin yurtlara ve üniversiteye ilişkin istekleri hemen kabul edilseydi veya kabul edilmeleri için ciddi görüşmeler başlatılsaydı, belki ve büyük ihtimalle, hareket bu küçücük kasabanın ve üniversitelerin sınırlarını aş(a)mayacaktı.
Belki diyorum, çünkü öğrenci hareketi sadece öğrencilerin kendilerine özgü ve bazıları neredeyse “sudan” taleplerini kapsamıyordu: Bütün toplumu ilgilendiren birçok talebin kristalize edilmiş biçimini sunuyordu…
Ama işte o küçük ve “sudan” taleplerin en otoriter biçimde reddi ve anında polisin gönderilerek “dayakla” sorunun çözülmek istenmesi bardağı taşıran damla oldu… Ve böylece taşan su, kısa zamanda, başka etmenlerin de devreye girmesiyle ve yıllardan beri asla tatmin edil(e)memiş ve gittikçe birikmiş bütün isteklerin aniden ve artık patlaması üzerine durdurulamaz bir sele dönüştü.
Mayıs 68, o günlerden bugüne birçok ve hepsinin listesini yapmak bile bir kitap dolduracak kadar çok olan son derece ilginç ve kalıcı miras dizisi bıraktı. Bu miras birçok yönlüdür.
Mayıs 68’in miras bıraktığı birçok şeyi milyonlarca insan paylaşıyor. Örneğin Mayıs 68’den gelen ve dillerden hiç düşmeyen sloganlar:
“Sous les pavés, la plage!” (“Kaldırım taşlarının altında, plaj!”)
“CRS, SS!” (“Toplum polisi, SS!”) Bu sloganda öğrencilerin İkinci Savaş yıllarına göndermesi çok açık.
“İl est interdit d’interdire!” (“Yasaklamak yasaktır!”)
“Ce n’est qu’un début, continuons le combat!” (“Bu sadece bir başlangıç, mücadeleyi sürdürelim!”)
Kimi, döneminin renklerini taşısa, kimi epey abartmalı olsa bile bu sloganlar o günlerde bir isyan, bir başkaldırı rüzgârının estiğinin göstergeleridirler. Mutlaka bu nedenle günümüze kadar gelebildiler.
En önemlileri ise İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ ELDE ETMEYE YÖNELİK OLANLARIDIR: Örneğin; “Yasaklamak yasaktır!” başlı başına bir programdır: Bununla yasaklamanın hiç bir meseleyi çözmediği, yasaklamanın hiç bir somut sonuç getirmediği vurgulanmak isteniyor(du). İşin en ilginç tarafı da bu cümlenin slogan olarak öğrenciler tarafından yaygınlaştırılmasından önce ilk kez o günlerin ünlü komiği ve sinema oyuncusu Jean Yanne tarafından kullanılmış olmasıdır. Elbette öğrenciler bu cümleye daha farklı ve daha kapsamlı yeni anlamlar yüklediler.
Mayıs 68 bireysel özgürlük için yakılan bir türkü olarak da algılanabilir.
Bu sloganlar ve bu devrimci nitelikli arzular sonucu Mayıs 68 Fransa’da ve dünyada yankılandı, ses getirdi.
Elbette her ülkenin kendine özgü gençliği, kendine özgü iç ve dış dinamikleri mevcuttu ama Fransa’dan yükselen bu sloganlar ve bu ses birçok ülkede, pek çok kentte ve fakültede yankılandı. Binlerce genç etkilendi ve her gençlik grubu kendine özgü dersler ve deneyimler çıkardı. Böylece Mayıs 68 sınır ötesi bir etki yarattı.
Bu dinamik güç her ülkeyi ondan sonraki günlerde, ondan sonraki dönemlerde etkilemeyi de sürdürdü. Böylece gerçek bir eylemlilik süreci başladı. Bizde ve başka coğrafyalarda…
Mayıs 68 Fransa’da çok başlı, çok nitelikli bir özellik, bir boyut kazandı…
Büyük olasılıkla diğer ülkelerdeki öğrenci eylemlerinden en belirleyici farkı, Fransa’da Mayıs 68’in, öğrenci eylemi olarak başlaması ve mayıs ayının ortasından itibaren işçilerin katılımıyla bütün ülkeyi etkisi altına alan işyerlerinin işgal edildiği genel grev niteliğine bürünmesidir. Ve işte o zaman General Charles de Gaulle’ün on yıllık iktidarını ve bizzat kurduğu V. Cumhuriyet’ini radikal biçimde silkelemesidir.
Fransa’daki eylemler demeti bir yıl öncesinden ve 1968 başından beri Almanya Federal Cumhuriyeti, İtalya Cumhuriyeti, Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Meksika Birleşik Devletleri, İngiltere Krallığı, Cezayir Sosyalist ve Demokratik Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Belçika Krallığı, Hollanda Krallığı ve diğerlerinde değişik biçimlerde kendilerini gösteren ve türlü boyutlar kazanan öğrenci ve emekçi eylemlerinden kopuk değildiler. Tam aksine birbirleriyle iletişim ve etkileşim içindeydiler. O günlerde, o aylarda Fransa öğrenci liderlerini Almanya, Belçika, Hollanda ve İngiltere öğrenci hareketi liderleriyle değişik ve uluslararası toplantılarda, gösteri ve yürüyüşlerde bir arada görmek istisna sayılmıyordu. Zaman zaman IV. Enternasyonal’in değişik yerlerdeki, başkentlerdeki toplantıları çerçevesinde de değişik ülkelerin Troçkist öğrenci lideri bir araya geliyorlardı.
Öğrenci hareketinin uluslararası boyutu deneyimlerin paylaşılmasında, kimi isteklerin uluslararası nitelik kazanmasında ve dayanışma gösterilerinde birincil derecede rol oynadı.
Hemen söylemekte yarar var: Mayıs 68, Fransa’da başından itibaren birçok kesimden tepki aldı. Yani Fransa’da herkes “Aman ne iyi ki Mayıs 68 geldi, yapıldı” demedi.
Birçok Fransız için Mayıs 68, bir “rüya”ydı ama birçoğu için de “kâbus”tu.
Mayıs 68’in fena halde korkuttukları pek çoktur: Yaşlı ve içi geçmiş ama toplumsal hayattaki etkinliğini yitirmemiş Katolikler ve Katolik Kilisesi en başta… Katoliklerin daha aşırı dinci olanları yani Entegrist Katolikler… Bunlar kadınların dinin etkisinden kurtulmaya yönelmeleri ve daha bir dizi neden sonucu Mayıs 68’e ve getirdiklerine fena halde karşıydılar ve hala karşılar.
Özgürlükçü yönüyle Mayıs 68, aşırı sağcıları ve onların küçük büyük parti ve derneklerini de korkuttu...
Klasik sağ: Charles de Gaulle ve çevresinde toplanan ve kendilerini tarihi “Golistler” (“Gaullistes”, “De Gaulle taraftarları”) olarak isimlendiren André Malraux, Michel Debré, Alain Peyrefitte, Christian Fouchet gibi siyasetçiler ve diğerleri de Mayıs 68’e muhaliftiler…
Mayıs 68’in en önemli yönlerinden biri de, sonraki dönemlerde Fransa siyaset sahnesinin ünlü aktörleri olacak birçok kişinin kendilerini ilk kez veya yeni yeni gösterdiği bir arena olmasıdır: Öğrenci liderlerini artık herkes biliyor. Yine de Daniel Cohn-Bendit’in o günlerde “Kızıl Dany” değil “Dany Le Noir” (“Kara Dany”) veya sadece “Dany” olarak anıldığını belirtmek isterim. O günlerde anarşist ve radikal bir biçimde FKP karşıtı olduğu anımsanırsa ona “Kızıl” denmesi doğru olmazdı ve “Kara Dany” adıyla Anarşizmin rengini alarak ortaya çıkması doğaldı... Dany “renklerle dansını” çok ta uzatmadı ve, bildiğiniz gibi, “Yeşil”de karar kıldı...
Bu vesileyle Mayıs 68’de Troçkistler ve Maocular yanında Anarşistlerin de oldukça etkili olduklarını eklemek gerek: “Front Noir” (“Kara Cephe”) gibi değişik kümeler içinde...
Öğrenci liderleri olarak tanıtılanların bir kısmı sadece öğrenci lideri değildi: Örneğin, Alain Geismar sadece öğrenci lideri olarak anımsanmamalı. O o günlerde genç bir öğretim üyesiydi ve SNE-Sup (Yükseköğrenim Ulusal Sendikası) Genel Sekreteriydi. Mayıs 68’in hemen sonrasında Maocu bir örgütün liderliğini üstlenen Geismar, bir süre hapsedilecek, daha sonra da “Baba Evi”ne yani Sosyalist Parti’ye üye olacaktır.
Önemli liderlerden üçüncüsü ve artık neredeyse unutulmuş gibi olan Jacques Sauvageot genç bir öğrenciydi ve UNEF’in (Fransa Öğrencileri Ulusal Birliği) Başkan Yardımcısıydı. Başkanın istifası üzerine bu görevi üstlenmek durumunda kalacak, bir süre sonra o da öğretim üyesi olacaktır. UNEF, Sauvageot ve yoldaşlarıyla o günlerde soldaki küçük ama etkili PSU’nün (“Parti Socialiste Unifié”, “Birleşik Sosyalist Parti”) öğrenciler içindeki yankısıdır. UNEF yönetiminde başka devrimci grupların da temsilcileri bulunuyordu. Sauvageot daha sonra yaşamını bir bilim adamı olarak mütevazı bir biçimde sürdürdü.
O günlerin devrimci öğrenci örgütlerinden ve IV. Enternasyonal’in “Fransa şubesi” JCR’in (“Jeunesse Communiste Révolutionnaire”, “Devrimci Komünist Gençlik”) liderlerinden Alain Krivine, Daniel Bensaid (O günlerde Nanterre’in “İkinci Daniel”i olarak tanınan, günümüzde filozof ) ve Henry Weber de unutulmamalı. Krivine ve Bensaid hep aynı partide kaldılar. Krivine, partisini temsilen birçok kez cumhurbaşkanlığına aday oldu. Weber ise bir süre sonra “Baba Evine” yani Sosyalist Parti’ye (SP) geçti. Birkaç defa milletvekilliği yaptı. Hala SP’de ve SP’nin Avrupa Parlamentosu’ndaki temsilcilerinden biri.
Birçok sendikacı lider de o günlerde ilk ciddi sendikal ve siyasi deneyimlerini yaşadılar. CGT Genel Sekreteri Georges Seguy, CFDT Genel Sekreteri Eugène Deschamps, CGT-FO Genel Sekreteri André Bergeron ilk akla gelenler.
O günlerde iktidar saflarındaki birçok isim de daha sonra kendilerinden söz ettirdiler: Örneğin Jacques Chirac o günlerde “İş ve İşçi Bulma Devlet Sekreteriydi. Aslında bir tür bakan yardımcılığı veya ikinci derecede bakandı. Yani bizzat bakanlık teşkilatına sahip olmayan ve başka bir bakanlığa, bu örnekte Toplumsal İşler/Çalışma Bakanlığı’na, bağlı. Türkiye’de tam karşılığı olmayan bir makam: O nedenle Fransızcasını da yazıyorum : “Secrétaire d’Etat à l’Emploi.” Chirac, Çalışma Bakanlığı’na bağlı olarak çalışıyordu. Ama Mayıs 68’de Çalışma Bakanı’ndan daha çok kendinden söz ettirmesini bildi. Asıl önemlisi işçi sendikalarının temsilcileriyle hükümeti adına, önce “gizlice” sonra açıkça, ilk ilişkileri kurmasıdır.
Yine aynı günlerde Başbakan Georges Pompidou’nun “Toplumsal İşler” (“Affaires Sociales”) Danışmanı Edouard Balladurdu. Balladur da birçok sendika lideriyle bizzat ve gizli bir biçimde görüşerek işçilerin, grevci emekçilerin öğrencilerle birlikte hareket etmelerinin önünü kesmeye çalıştı. Ve işçi sendikaları yöneticilerinin feci biçimde korkmaları sonucu amacına ulaşabildi.
Burada ismi geçenlerin her ikisi daha sonra birçok kez bakanlık yaptılar, başbakanlık görevini üstlendiler ve cumhurbaşkanlığına aday oldular. Birbirlerine rakip bile oldular: Chirac, Balladur’u ilk turda geçtikten sonra 1995’te cumhurbaşkanı seçildi ve bu görevini 2007’ye kadar sürdürdü.
İşte bu açılardan bakınca Fransa’da Mayıs 68, yakından incelenmeyi hak ediyor.
399 sayfalık bu çalışma toplumsal tarihi bakış açısıyla ve olayların tarihsel çerçevesinde gerçekleştirildi. Umarım okur da, anlatılanlardan yararlanır ve böylece Mayıs 68’i yeniden değerlendirmek olanağı bulur. Yazar o zaman amacına ulaşmış olacaktır.
Kimi kitap ömür törpüsüdür, çünkü konuya ilişkin araştırmaların yapılması, yazımı, yayını birkaç yılınızı alır. İşte Fransa Mayıs 68 bu tür kitaplardan biridir. Burada bu çalışmanın okuyucuya ulaşmasına yardımcı olan değerli dostlarıma teşekkürümü mutlaka bir kez daha yinelemeliyim:
İlki değerli dost, iyi insan Eşber Yağmurdereli’dir: Onun yazın ve kültür dünyamıza bir tür armağan olarak sunduğu Kibele Yayınları sayesinde bu kitap okuyucuya sunulabildi. Eşber Yağmurdereli’ye, yakın çalışma arkadaşlarına ve kitabın yayını için emek harcayanların tümüne ne kadar teşekkür etsem azdır.
İkincisi iyi şair, iyi yazar ve önemli yaratıcılarımızdan Sezai Sarıoğlu’dur. Onun sıkı ve harbi okumasından “sınıf geçen” kitabı artık « son okumasını » yaptıktan sonra matbaaya göndermek ve yayınlanmasını beklemek çocuk oyuncağıydı. Bu da birkaç ay sürdü, o da ayrı bir serüven oldu, anılarımızda yerini alarak.
Üçüncüsü iyi yazar, yardımdan kaçınmayan, şirin insan Selçuk Şahin Polat’tır. Birkaç yıl önce bu kitabı önerdiğim ve ilk aşamada yayınlamayı ciddi olarak düşünen bir yayınevi belli bir süre sonra yayın politikasına uymadığı gibi bence de son derece yerinde bir kararla yayınlamaktan vazgeçince kime ve nereye önereceğimi araştırırken yardımını istediğim dostlardan biri de oydu ve bana Eşber Yağmurdereli ve Kibele Yayınları adresini o verdi. Başlangıçta Selçuk vardı evet. Kitabın burada ve bu biçimde yayımlanmasında tayin edici yardımı oldu.
Hepsine tek tek candan teşekkürlerimi sunuyorum.
Dünya kadar kitap okuduktan (kaynakça epey yüklü, mutlaka bir göz atmalısınız, belgesel filmlerden kurgu filmlerine dünya kadar kaynak var, bir kısmını internet aracılığıyla ücretsiz izlemek te mümkün) ve olaylara bizzat tanık olmuş, birkaçını mutlaka sizlerin de tanıdığından emin olduğum, Abidin Dino, Güzin Dino, Tacettin Karan, Fahri Petek gibi yakın dost ve arkadaşlarla yaptığım söyleşilerden sonra yazdığım ve değişik aşamalardan geçen kitap artık okuyucunun ilgisini bekliyor. 399 sayfalık ve epeyce orijinal fotoğraf ve belgeyle de donatılmış bu kitapta mutlaka yeniden düşünülmesi ve gözden geçirilmesi gereken noktalar olabilir. Bunun için siz değerli okuyucularımın katkılarınıza ihtiyacım olacak. Kitabı okuma fırsatı bulursanız ve varsa eleştiri, gözlem ve saptamalarınızı bildirebilirseniz mutlu olurum. Hepinize en derin sevgi ve selamlarım ve başarı dileklerimle kolay gelsin.
(*) M. ŞEHMUS GÜZEL, FRANSA MAYIS 68, KİBELE YAYINLARI, İSTANBUL, 2010.

BİR ÇOCUĞUN TÜKENİŞİ

Pazarı
Pazartesiye bağlayan sabah
İşine koşuyordu yalınayak bir çocuk
Yüreğine gömüyordu
Günün alacasını
Kaç kez çiğniyordu
Yorgun yolları
Kesilmişti yolu babanın
Daha erkenden
Bir göçük altında
Kara taban oluyordu gün boyu
Bir lokma ekmek uğruna
El ayak çekilince akşamüstleri
Eline bakıyordu irili ufaklı
Ev horantası

Yıllar mevsimler geçti
Soldu benzi
Kara sular indi dizlerine
Sosyal haklardan yoksun
Hep sokaklarda harmanlandı
Ölümünü, aşamadı yaşamı


Mehmet AYDIN




8.8’LİK DEPREMDE

8.8’lik depremde
Yalnız Mimar Sinan’ın yapıtları
Ayakta kalır

Yüksek mimarlara inat!
Gökdelenlere inat!

Bir de Cumhuriyet’in
Saygın mimarları:
Mimar Kemalettin
Ve diğerleri
Bu onurdan
Payına düşeni alır.

Hasan AKARSU
Ağustos 2010


BEDEL
Mehmet BABACAN

“Doğada, her kazanımın bir bedeli vardır” desek, lâfımız iddialı mı olur? Yani, sınırını bizim çizemediğimiz bir yaşam sürecinde, her kazancın karşısına bir şeyler mi ödüyoruz?
Acaba, aldığımız mı çok, verdiğimiz mi?
Bu alış-veriş denk bile olsa; nedense, hep, verdiğimiz aldığımızdan çok görünür gözümüze. Bir gül için, koskoca bir bahçe verdiğimizi sanırız. Muhasebesi nasıl tutulur bunun? Yürümeyi öğrendik düşe kalka. Bedeli dizlerimizde, kafatasımızda çizgi çizgi. Burnumuza vurulanları az-çok gördük de, ruhumuza vurulan kırbaçlardan haberimiz oldu mu?
Yüreğimizin yapısını ve işlevlerini bir bir sayıp dökmüşler. Ama,. Özlem.
Ölülerini koyduğumuz hurdalığın yerini bilen var mı?
El yordamıyla çırpınışımıza bakmadılar. Ne yaptıksa yaranamadık bizden öncekilere. Söyledik, “Sus” dediler. Sustuk “Saman altından su yürütüyor” dediler. Dalgalarına taş attığımızı sandılar da, adım başı bedel ödettiler bize.
Zaten, garibanların bedel ödemesi erken başlarmış. Örneğin, benimki gibi.
Bu saptamayı, ses sanatçısı İnci Çayırlı’ya borçluyum ben.
Şarkı dediğimiz müzik türü onunla girdi bizim köye. Bizim oralar türkü diyarıydı. Düğünümüzde, bayramımızda; çobanın kavalında, dilli düdüğünde hep türkü olurdu. Yörük çadırlarının arasında, türkülerin her çeşidi, yanık yanık, yankılanır dururdu. Ne saklayayım, değişik olduğundan mıdır nedir, şarkı da bir hoş gelmişti bize…
Köyümüze ilk gramofonu Zeybek Koca getirmişti. Şimdiki CD çalarlara göre dinozor benzeri, ama müzik aletleri kervanında önemli bir yeri olan acayip bir aletti. Bir kutunun üstünde, masaldan çıkmış bir ejderha başı vardı ki, boyun kıvırışı canlı gibiydi. Daha üstte, ağzını kocaman açmış, nakışlı bir boru, meydan okuyordu sanki Kutunun yan tarafındaki kol yeterince çevrilip, ejderha kafasının ucuna iğnesi de takılınca, hazır hale geliyordu. Üstünde çömelmiş köpek resmi olan kara tekerlek dönmeye başlayınca, yılan kafa iğnesini “Cızz” diye batırıyor; iğne batınca da bir kadın avaz avaz şarkı söylemeye başlıyordu. Çok yanık söylüyordu doğrusu. Doyum olmuyordu.
Kiminin Zeybek Koca, kiminin Zeybek Süleyman dedikleri kişi, köyün muhtarıydı ve yiğit bir adamdı. Ormanda karşılaştığı ayıyı boğuşarak öldürdüğü için, zeybek denmiş. Ege’nin yiğitlerine efe dendiği gibi, Akdeniz yiğidine de “Zeybek” denmiş olmalıydı. Çünkü soyadı olmuştu Süleyman emmiye.
Zeybek emmi esnafça dinletirdi gramofonu. Kütleşen iğneleri kibrit kutularına doldurup bize ödev verirdi. Görevimiz, hayvan otlatırken onları kösüre taşında bilemekti. Kösüre taşı, bir tür zımpara taşı olup, köyümüzde madeni vardı. Yani, ödevimiz kolay ve zevkliydi. İşimizi iyi yaptığımız için, bol bol şarkı dinlemenin üstüne, dededen kalma aferinlere de doyardık.
Beş altı taneden fazla olmayan taş plak, şarkıyı sevdirmişti bize. Hele İnce Çayırlı dedikleri bir kadın vardı ki, bayılıyorduk ona. Ama adı yok muydu? Belli ki, ”İnce Çayır” denilen bir yer var, bu kadın da oralıydı.
“İnce çayır biçilir mi?/Sular soğuk içilir mi?” diyen bir türkü de vardı zaten. Şimdi “Kesik çayır” diyorlar. O zaman çayır inceymiş demek ki..Adı geçen kadının “İnci Çayırlı” olduğunu nerden bilelim? İnciyi bilmeyiz ki. Ne denizimizde vardı, ne de gelinlerimizin boynunda Haa, çayırları iyi bilirdik. Hayvanlarımızla haşır neşir olduğumuz yerlerdi oralar.…
O şarkıcı kadın, yalnız beni değil, çok kişiyi etkiliyor olmalıydı. Çünkü en çok onu dinliyorlardı. Hatta acıyorlardı ona. Hüngür hüngür ağlaşırlardı onu dinlerken. Ağlamaz denen erkekler bile, yaşlı gözlerini saklamaya çalışırlardı. O ağıtları da, o yüzden yediğim dayağı da, asla unutamam…
Akşam olur olmaz, büyük küçük tüm dinleyiciler, muhtarın çadırının önünde yerlerini alırlardı. Çok sessiz olunur, fısıltıyla konuşulurdu. Yoksa Zeybek emmi çalmazdı. Gramofon dinlemekle camide bulunmak arasında fark yok gibiydi.
Muhtar emmi, yüklükten plakları özenle çıkarır, kadifeyle sildikten sonra, isteklere bakmadan, kendine göre bir sırayla çalmaya başlardı. Herkes sevdiği şarkıyı heyecanla beklerdi.
“Hatice’m saçlarını dalga dalga taratmış/Tanrı bizi topraktan, onu nurdan yaratmış” diyen bir şarkı vardı ki, onu bekleyen daha mı çoktu; yoksa ben de o grupta olduğum için mi öyle gelirdi bilmem? Şarkı ilerledikçe, burun çekmeler, hıçkırıklar sessizliği bozmaya başlardı. Sonuna doğru, şapır şapır dizlere vurularak, “Vah anam! Vah yavrııım! Şarkısı bataydı, nasıl kıydılar sana a kınalı kekliğim!” sesleri koro haline gelirdi. Erkeklerin ağıdı sessiz olursa da, arada bir, gözünü gözlüğünü, gömleğinin koluyla gizlice silerken, suç bastırır gibi “Susun gız, dinleyelim şunu!”diyen bir dayı sesi de eksik olmazdı...
Hatice teyzenin saçları o şarkıdan sonra dikkatimi çekti. Komşumuzdu, Ali emminin karısıydı Hatice teyze. Öz teyzemden farksızdı. Ama saçlarına hiç dikkat etmemiştim. Yunaklıkta çamaşır yıkarken gördüm ilk kez. Çemberini çıkarıp beliklerini çözmüştü. Sarı saçları dalga dalga savrulmaktaydı. Nurdan yaratılmak nasıl olurdu ki?
O günden sonra, Hatice teyzeye daha bir yakınlık duymaya başladım. O yakınlığa dayanarak sordum bir gün:
“Hatice teyze, şarkı dinlerken niye ağlaşıyorsunuz?”
Anlar mı, anlamaz mı dercesine, bir süre yüzüme baktıktan sonra;
“A yavrım, sesi plağa alınanın sesi galmazmış. Sesi çıkmaz olurmuş”
İnandım. İçimde öyle bir tel koptu ki, tanımsız…
Bu ses alma olayı hiç aklımdan çıkmaz oldu. Acaba, sesini zorla, döverek mi almışlardı? Hiç de dayak yiyen birinin söyleyişine benzemiyordu.
Konu, bizim çocuk grubunu da etkilemişti. O yüzden, plak yapanlara sövmeyi yarış haline getirmiştik. Ağıda da katılıyorduk bazen. Nasıl olsa, gözümüzün suyu da boldu, burnumuzun sümüğü de…
Günler geçtiği halde, içimdeki huzursuzluk dinmek bilmiyordu. Sesi alınmış Hatice teyzem, düşlerime giriyordu. Onun seslenemeyişi, serçe yavrusu gibi ağzını açıp kapatışı, yüreğimi parçalıyordu.
O yufka yüreğim, o sivri kafam, ansızın isyan etti bir gün. Bu kadının ayrı şarkılara ait üç tane plağı olduğuna göre; sesi birine alınmışsa, ötekileri nasıl söylemişti? Kafamda günlerce evirdim, çevirdim, bir çözüm bulamadım. Kimseye de söyleyemedim. Zaten, yaramazlıkta ünlüydüm. “Gene bir muzurluk çıkardın” diyecekler, dayağı yiyecektim. Çünkü beni önce döverler, yaptığımı sonra sorgularlardı. Ama içime kurt düşmüştü bir kez. Beynimde bir tahterevalli inip çıkıyordu, söylesem mi, söylemesem mi? “ Sus ulan velet” denileceği kesin olmakla birlikte, söylemesem de çatlayacaktım.
Ya bir daha gramofon dinletmezlerse?
Birkaç gün daha geçti. Dayanma gücüm tükeniyordu artık. Her şeyi göze aldım: “Varsın olsun. Kovarlarsa kovsunlar. Uzaktan dinlerim ben de. Nasıl olsa açık hava., dedim, korku dağları beklese de, tüm cesaretimi toplayarak, zamanı kollamaya başladım: Nihayet, yatma vakti geldi. Muhtar emmi gramofonu toplamaya başlarken, kaçabileceğim yönü de seçerek, Bu kadının sesi bu plağa alındıysa, ötekileri nasıl söyledi ya? Dememle, şamarın gelişi bir oldu. Dediğime, diyeceğime pişman ettiler.
Ağlayarak gittim eve. Babam beni dinledikten sonra, düşüncemi doğruladı, ama benim gibi dik başlılık etmedi. Sadece "İyice bir düşünün" demekle dedi komşulara.
Kral çıplak" mı demiştim ne? Çok geçmeden, benim sorduğum soru herkesin diline düştü. Ağıt korosuna katılım azaldı. Son kalan ağlayıcılarsa, ölmüş yakınlarına ağlıyorlardı. Giderek, ağıt tümüyle bitti de, gramofon dinlemenin, bizi saran o kutsallığı, o dostane havası da kaybolup gitti.
İyi mi ettim, kötü mü ettim, bilmiyorum? Ya da neyin bedeli ne idi; nereye ne kadar ödendi, onu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bedel ödemekten hiç kurtulmadığım...

OKUMUŞ ADAM
Mehmet ÖNDER

Bir nüfus sureti istediler. Bu nüfus cüzdanı, bu da fotoğraf.
Gözlüğünü düzeltip nüfusu inceledikten sonra, bu kez gözlüğün üstünden yüzüme baktı:
- Annenizin adı Ayş mi?
Muhtar iyi kötü selamlaştığımız biri, sağ olsun ilgi gösteriyor.
Annemin adının aslında Ayşe olduğunu, nüfus müdürlüğünde e harfinin eksik yazılmasından ötürü Ayş yazılı olduğunu anlattım. Muhtar gözlüğünün üstünden, “İşte bu olmadı!” der gibi hâlâ bakmayı sürdürünce, işlerimin çok yoğun olduğunu, fırsat bulur bulmaz düzelttireceğimi söyledim.
Söz sırası ona geldi:
- İhmalcilik, dedi, hiç iyi bir şey değildir. Her işi zamanında yapmak gerekir. Hele hele siz okumuş yazmış adamsınız. Siz böyle yaparsanız cahil insanlar neler yapmaz. Hemen bir ilmuhaber yazalım, git düzelttir.
Acelem var ya, ezile büzüle nüfus suretini almaya çalışıyorum. Söz üstüne söz veriyorum: “İlk fırsatta, boş kaldığım ilk gün, sizden bir değiştirme yazısı alıp düzelttireceğim.” Falan filan. Ama nafile. Adamın, hayattaki en büyük emeli, benim nüfus cüzdanımdaki anne adının e harfi eksikliğini tamamlatmakmış gibi bastırdıkça bastırıyor:
- Siz okumuş yazmış adamsınız. Yakışıyor mu şimdi? Sen bunu kendine yedirebiliyor musun?
Ben mahcup mahcup kıvranırken o bir yandan hazırlıyor, bir yandan da söylenmeye devam ediyor:
- Şimdi Mehmetçim, cahiller neler yapmaz? Öyle ya.
Ayıp değil mi, filan demeye getiriyor. Yalnızca muhtar olsa neyse. İş için gelmiş başkaları da var. Onların üstüne de görevmiş gibi, muhtara destek oluyorlar:
- Ya ya, olur mu? Yakışır mı?
***
Köyde bizim muhtar, zeytin hırsızlarını karşısına dikeltir, saatlerce öğüt verirdi, paylardı. Onlar da boyunlarını önlerine eğer, bir daha zeytin çalmayacaklarına söz verirler, yeminler ederlerdi.
Biz çocuklar seyre gider, “Ali şöyle yemin etti”, “Veli böyle yemin etti”, “Bir daha çalmayacaklarmış” diye diye taklitlerini ederdik.
Benim muhtarın karşısındaki boynu bükük duruşum da tam zeytin hırsızı duruşu. Köyde muhtar oturduğu yerden, yetişebildiğine bir tokat çıkarırdı; bereket versin, bu yalnızca öğüt veriyor.
Ama çenesi kalabalık. Ben nüfus suretini almış aceleyle kapıdan çıkarken, o hâlâ arkadan bağırıyor:
- Bir yarım gününü ayır. Bir ilmühaber düzenleyelim. Yakışmıyooor!

***
Okula kayıt başvurusu yapıcam. Tüm evrakı hazırladım. Muhtar korkusundan eski tarihli bir nüfus sureti var onu ekleyiverdim.
Memur evrakı eline aldı, tek tek inceliyor. Nüfus sureti eski tarihli ya, acaba “Bunun yeni tarihlisi gerekli” der mi? Muhtarın karşısında boynu eğik durmak var. Aklıma geldikçe yüreğim cıız ediyor. İçimden dualar ediyorum. “Tanrım, sen büyüksün, nüfus suretinin eski tarihli olduğunu görmesin.”
Sıra ona geldi “Bu da tamaaam” dedi, geçti. Dualarım kabul oldu ya neredeyse göbek atıcam. Ama memur tüm evrakı inceledikten sonra “Tamam” diyeceğine, yine geri uzattı. “Ne oldu?” dedim:
- Fotoğraflı ikametgâh senedi eksik. Ekle getir, tamam.
Kendi kendime kızıyorum, şimdi. Nüfus suretindeki eski tarihi görmeme duasını yaptın, tamam; fotoğraflı ikametgâh duasını niye unutursun be adam. Bir de mürekkep yalamışız.
İşim o denli acele ki, nüfus değiştirme işini dünyada yapamam. Yapmaya kalksam işimi kaybederim. Hiç çıkış yolu yok. Yine karşısına dikilicem, zeytin hırsızı gibi.
Tabii gittim. Odası yine tıklım tıklım. Sıraya girdim. Muhtarın, yirmi gün önceki gelişimden bu yana gündeminde en ufak bir değişiklik yok. En arkalarda olduğum halde, beni görüp dırdıra başladı:
- Mehmetçim yakışıyor mu şimdi? Siz böyle yaparsanız, okumayanlar neler yapmaz. Hiç yakıştıramıyorum. Olmuyor.
Sıradakiler bir şey anlamasa da, ben harf harf anlıyorum. Mahcup mahcup bakıyorum.

***
En büyük sıkıntıyı, ev sahibi “Zaten kiracı virancı, elektriği, suyu üstüne al. Yarın çeker gidersin, başıma kalır. Almayacaksan evimi boşalt!” deyince yaşadım.
Öğrendim ki, her ikisine hem nüfus sureti hem de ikametgâh gerekirmiş. Yandım ki, ne yandım. Şimdi bu adamdan, dört tane birden evrak nasıl istenir.
Kabahatimi örtmek için bir kutu baklava aldım, bir büyük şişe de gazoz; dikildim karşısına.
Ne çare. Adam sinir küpü. Hediyelere bakmıyor bile. “Bunlarla suçunu hafifleteceğini mi sandın?” der gibi yüzüme baktı:
- Ne var?
Birazcık yumuşar gibi mi ne? Hemen atıldım.
- İki nüfus, iki ikametgâh.
- Hem de ikişer ikişer, öyle mi?
- …
- Yakışıyor mu sana? Okumuş bir adam olarak, sen kendine yakıştırabiliyor musun?
- …
Neyse sağ salim bunu da geçiştirdik.
Yıllarca en büyük yaşama zorluğum, nüfus cüzdanımdaki anne adının e harfi eksikliği oldu, diyebilirim.
***
Hiç aklıma gelmezdi. Kaderde bir gün işsiz kalmak da varmış. İşsizim ya boş boş dolanıyorum. Aklıma nüfus cüzdanım geldi. Vaktimi boşa harcayacağıma, gideyim, nüfus cüzdanımı değiştireyim; e harfi eksikliğinden kurtulayım, dedim. Öyle ya, muhtar en az yirmi kez söyledi. Benim e harfine karşı bir tavır takındığımı düşünmüş olacak “Olmadı, yakışmadı…” diye payladı durdu.
Şimdi ben de dikileyim karşısına, tabii o yine başlayacak; “Olmuyor Mehmetçiğim. Sen okumuş yazmış adamsın, yakışıyor mu sana? Bir ilmühaber yazalım” tümcelerini sıralamaya. Sanacak ki, ben yine, abi vaktim yok. İşim çok acele. En kısa zamanda... Falan filan diyeceğim. Ezilip büzüleceğim. Tabii ben, vaktim var. Yaz bir ilmühaber. Götüreyim nüfus müdürlüğüne, şu Ayşe’nin e’sini bir güzel yazdırayım. Şöyle alnı açık, başı dik geleyim bundan sonra karşına, diyeyim. Öyle ya, biz okumuş yazmış adamız. O kadar mürekkep yalamışız. E harfi eksik nüfus cüzdanıyla dolaşmamız yakışık alır mı?
***
Daltaban muhtarlığa koştum. Dikildim karşısına. Nüfus cüzdanımı gururla uzattım:
- Buyurun Macit abi. Vaktim oldu, geldim. Yaz bir ilmühaber, tamamlatayım şu “e” harfi eksikliğini.
Muhtar her zaman yaptığı gibi, bir nüfus cüzdanına, bir de yine gözlüğünün üstünden bana baktı:
- Talebin nedir?
Her gidişimde uzaktan paylamaya başlayan muhtar, bu kez dalgın bir gününde olmalı. Açıklamaya çalıştım:
- Hani annemin adı Ayşe idi de, e’si eksikti Ayş mı demiştin. İşte ona e ekletmek için yazı yazdırmaya geldim.
Nüfus cüzdanına dikkatlice bir daha baktı:
- Buna e’mi ekleteceksin?
- Öyle.
Yanıtıma bir kahkaha attı:
- Yahu Mehmet Bey! Siz okumuş yazmış adamsınız. O kadar mürekkep yalamışsınız. Ayşe olsa ne oluur, Ayş olsa ne olur? Ne zararı var şimdi. Siz böyle bir harf için sorun çıkarırsanız, okumamışlar neler yapmaz, neler.
Baktım yapmayacak, geri döndüm. Arkamdan hâlâ laf yetiştiriyor:
- Uğraşmayın böyle gereksiz şeylerle. Çok rica edicem.



DÖRTLÜKLERLE ANILAR

Bir göz gördüm bir zaman Tuzluca’da
Gülden, denizden ve de ateştendi
Bedenim geleli kırk yıl oldu da
Ah, gözlerim kaldı hep Tuzluca’da.

Kanlı Eylül, yeni evim Ankara
Yedi polis, sekiz asker sokaklar
Bir kız var komşum, öyle bir bal/kara
Bildirilerimi aşkla boyalar.

Karasabanla çiftçiliğimi ben
Adana topraklarında devirdim
Ey işçiler, ey ırgatlar, sizi ben
Ah, Kemallerle, Güneylerle sevdim.

Bin dokuz yüz doksanda, Balcılar’da
Üç kurs, üç okul, on dört cami vardı
Cumhuriyet seksen yedi yaşında
Evler çokluktan ve açlıktandı.

Çocukluğum kokulu şehir, şu Mut
Her telime ter olmuş şehir, şu Mut
En sevgilim, Mut halkı var içinde
Borcumu öderim terler içinde.

Nihat MUSTUL
24 Temmuz 2010 Sertavul


ONURLU YAŞAMAK
‘’Yere düşmekle,
zarar gelmezmiş
altın’a
Ya
Onur düşerse,
ayaklar altına’’
der, ünlü bir
Köy Enstitülü, Atatürkçü,
adam gibi adam,
bilge, sevecen bir ozan,
benim hemşerim olan
Mehmet Babacan.
Onurlu insanlara der ki;
Fizikçi Bozdemir-Süleyman,
Siz, siz olun
Onurunuza sahip çıkın,
Taç yapın başınıza.
Eğilmeyin asla,
kimsenin karşısında.
Zira
onursuzluğun telafisi
yoktur bu dünya’da.
Unutmayın;
Onurlu yaşamak bir erdemdir,
Bu kısa yaşam yolculuğunda.
Süleyman BOZDEMİR


KAYADAN UÇUNCA NE DİYON BANA?
Celal Necati Üçyıldız

Mut’un Kayabaşı Köyü’ne İsmail Şahin dostun Hakka yürümesi dolayısı ile gitmiştim. İşte Kayabaşı köyü tam kayanın başına kurulmuş. Köyü kuranlar kendilerini çevreden korumak için savunması kolay bir yer seçmişler. Sarıkavak’tan akan coşkun sular şelale olmuş. 20 hane kadar bir köy. Silifke’nin Karahacılı Köyü Dabıran Mahallesi’nde oturmakta iken, komşularının baskısı, evlerini yakmaları üzerine buraya gelmişler. Kayanın başı dar gelince Yeni mahalle dedikleri Sarıkavak yönüne doğru evler yapılmaya başlamışlar. Su pompaları kurarak dağlara sıra sıra teraslar kurmuşlar. Kaysı, incir, ceviz ve sebzeler ekmeye başlamışlar. Toprak verimli, su bol. Emek verince üretim başlamış. Kayadan uçmadan, üretim yapmaya devam ediyorlar.
Mersin, Silifke, Mut Köprübaşı gibi yerleşim yerlerinden akrabaları köyde son görevlerini yaptılar. Mezarlıkta toprağı çamur yaptılar, saptırmayı çamur ile sağlamlaştırdılar. Sonra Taki Özcan Dede Tahtacı, Alevi inancına uygun cenaze hizmetlerini yerine getirdi. Köyde gelenlere ölgülü yemeği verildi. Dede hayırlısını verdi.
Biz de Musa Eroğlu, eşi Fatma Eroğlu, Mut Kumaçukuru Mürebbisi Mustafa Ak, eşi Melek Ak birlikte katılmıştık. Giderken Mut, Kurt Suyu, Çortak, Sarıkavak üzerinden gitmiştik. Dönüş yolunu Dere, Narlı, Hacı Ahmetli, Bağcağız, Karaekşi üzerinden yaptık.
Gittiğimiz yol üzerinde cennete çevirmiş incirler, üzümler, ceviz ağaçları. Narlı’da Mut Belediyesi su deposu yanında mola verdik. Köyün suyunun beşte biri Mut’a bola sala yetmiş.
Köyde Muhtar Ali Tekin ile söyleşi yaptık. Kaysının en iyisi burada yetiştiriliyormuş. İncir yine öyle.” Sakızlık ağaçlarını ne yapıyorsunuz,” dediğimizde. “ O avara işi, biz kaysımıza, incirimize ancak zaman ayırabiliyoruz.”
Musa Eroğlu bu köyde bir süre kalmış. Çocukluk anıları depreşti. Kemancı Hasan Amca, Ali Emminin çocukları geldiler. Söyleşiler kuruldu. Fatma Eroğlu içini geçirdi. “Şu bizim dedelerimiz neden kuru yere, dağın başına köy kurmuşlar. Şu adamların dedeleri gelmişler, suyun hörlediği yeri seçmişler.”
Narlı Köyü’nden yukarı doğru tırmanınca bağlar ile karşılaştık. Aşağıda sulak yerlerde incir, kaysı ile uğraşırken buralara bakılmamış, yine de ayakta kalmaya çalışıyorlar. Vadiden karşı Toros Dağları’na baktığımızda Karacaoğlan Karakız Tepesi görülüyor. Musa Eroğlu ve Mustafa Ak o bölgede yaptıkları orman kesimlerini anımsadılar. Tepeleri isimleri ile andılar.
Hacı Ahmetli köyü, Zeyker Yaylası ve Bağcağız’a yaklaşırken aşağılarda Kumaçukuru Köyü görülüyordu. Köy susuzluktan, yolsuzluktan terk edilmiş. Mut’un asfaltsız, susuz tek köyü.
Üretim durmuş. Ancak dönüm başına aldıkları teşvik var.
Bağcağız okulunu görünce Musa Eroğlu ; “Benim üniversitem duruyor ha?”
“Evet” dediler.” Duruyor.”
Bir günce şekillendi. Kayabaşı köylüleri üretime devam ediyorlar. Bir yıl pat pat motor alıyorlar, bir yıl ev yapıyorlar. Bir yıl da oğlan, kız evlendiriyorlar. Su bereket vermiş. Devlet gölet, hidrolik elektrik santral kurmak için uğraş veriyor. Kurt Suyu bolluk bereket vererek Göksu’ya ulaşıyor.

VURGUN YEDİ YÜREĞİM (*)
M. Suat GÜLŞEN

Üç sünger kayığı iskele boyunca yan yana dizilmişti. 1955 yılının sünger sezonunu açmak, ilk seferlerine çıkmak üzere hazırlıkları tamamlanmış bekliyordu. Mayıs ayında başlayıp, aylarca sürecek bir serüven başlamak üzereydi. Kayıklara dalgıçların yatakları yerleştiriliyor, erzaklar ambara istifleniyordu. Kayıkların son kontrolleri yapılıyordu. Kayıklarda bir koşuşturma bir hareketlilik vardı.
Davul gümbür gümbür çalıyordu. Sabah sabah çalan bu davul, süngercilerin denize açılacağının bir habercisiydi. Sanki delikanlıları askere gönderiyormuş gibi törenle gönderilirdi dalgıçlar da süngere. Gidip de dönmemek var! Dönüp de yürüyememek!
Davulun sesine tüm kasaba halkı toplanmıştı. Dedeler, nineler, kadınlar ve çocuklar doldurmuşlardı iskele meydanını. Dalgıçlar vedalaşmaktaydı sevdikleriyle. Kimisi anne ve babasının ellerini öperken, kimisi de son kez sarılıyordu eşlerine. Son kez öpüp kokluyordu çocuklarını.
Dalgıç Murat tutmaktaydı daha kınası silinmemiş eşinin ellerini sımsıkı. Ayşe Gelin ağlamaklı. Niçin bu davulun sesinde hüzün vardı? Niçin dört ay öncesi düğünlerindeki gibi neşeli çalmıyordu? Niçin efeler oynamıyordu zeybeği?
Ayrılık zordu. Yöre halkı yıllarca çekmişti bu zorluğu. Ayrılığa alışmak olası mı? Dayanma gücü kalmamıştı birçoğunun. Evlenince dalgıçlığı bırakırım diyordu Murat. Çaresizdi, yapacak başka bir işi yoktu. Zaten kasabanın başlıca gelir kaynağı değil miydi süngercilik? Balıkçılığı motoru olan yapıyordu, sebzeciliği de tarlası olan. O da ancak onların karınlarını doyuruyordu. Dalgıç Murat’ta bunların hiç biri yoktu ki!
Gençti, güçlüydü. Gözü kapalı bilirdi denizin siyah gülleri olan süngerlerin yerlerini. Her dalışta en az üç Apoşe (ağ torba) toplardı süngerleri dolu dolu. Ne Ege sahili kalmıştı dalmadığı, ne de Akdeniz sahili. Yasal olarak 16 kulaca kadar dalmaları gerekirken, 30-35 kulaç derinliklere inerlerdi. Taramıştı her sünger sezonunda denizin derinliklerini. Her süngerci isterdi kayığında olsun Murat gibi gözü pek genci.
Ayrılık vakti gelmişti. Murat sarıldı dört aylık eşine, öptü alnından. Titreyen bir sesle: “Hoşça kal, Allaha emanet ol. Beni merak etme. Kısmetse dönerim 3-4 aya kadar. Sakın ağlama arkamdan.” diyebildi.
Sonra annesinin babasının ellerini öpüp onlara da sarıldı. Babası: “Sen bizi hiç merak etme oğlum, tasalanma. Güle güle git. Yolunuz açık, deniziniz durgun, soluğunuz güçlü, şansınız bol olsun. Allah sizi korusun. İnşallah sağ salim dönersiniz, seni tekrar karşılarız burada. Yine kavuşuruz” dedi. Dalgıç Murat dayanamadı, son bir kez daha sarıldı eşine!
Teknelerin halatları çözülmeye başlayınca, kaldırılan demirlerin zincirleri art arda şıngırdamaya başlamıştı. Davulcu tokmağı daha bir hızla vurmaktaydı gidenlerin ardından.
İskelede kalanların gözleri yaşlı, dualar okumakta, el sallamaktaydılar uzun uzun. Tekneler hızla yol alıyordu boğaza doğru…
Gözden kaybolunca tekneler, kalabalık dağılmıştı. Eve doğru yürürken, Ayşe gelin göz pınarlarına dolan yaşları tutamadı daha fazla. Damlalar süzüldü solgun yanaklarından. Kayınvalidesi sıvazlayarak gelininin sırtını: “Ağlama güzel kızım ağlama. Gidenin ardından ağlamak iyi değildir. İnşallah birkaç ay sonra sağ salim döner Murat’ımız, tasalanma” dedi.
Gözyaşlarını silmeye çalışan Ayşe Gelin, hıçkırıklarını tutmaya çalışarak: “Nasıl tasalanmayım anne. Kaç dalgıç vurgun yedi bu denizlerde. Ölenler, felç kalanlar oldu. Çok korkuyorum” diyebildi.
“Hepimizin yüreğinde aynı korku, aynı sızı, güzel kızım. Kötü şeyler aklına getirme. İnşallah sağ salim döner kocan” diyerek elini tuttu gelininin. Yürüdüler el ele.
Baba da: “ Üzülme kızım. Her ayrılığın bir kavuşması olur inşallah. Benim oğlum cesurdur, iyi dalgıçtır, bir şey olmaz evelallah. Üzülmeyin. Siz eve gidedurun, ben biraz kahvede oturup gelirim” diyerek ayrıldı yaşlı adam yanlarından.
İskele alanı boşalmış, davul susmuştu. Sessizliğe gömülmüştü tüm kasaba. Dalgalar daha hızlı dövmekteydi sahili. Martıların sanki kanadı kırık, kuşlar suskundu. Havada sis mi vardı ne! Tepedeki ormanların başı dumanlı. Bir garip durmaktaydı boğazdaki fener, ışıkları sönük… İskele sessiz, kasaba sessiz, ev Murat’sız…
Gitmek mi zordu, kalmak mı? İkisi de zordu. Ancak gidenlerin zorluğu iki kat fazlaydı. Dalgıçlar sevdiklerine olan özlemin dışında her dalışın riskini de yaşıyorlardı. Nasıl yaşamasınlar ki; yaşamları bir incecik hortuma, bir de kılavuz ipine bağlıydı.
Sabah erken başlardı dalışlar. Birkaç zeytin, bir dilim peksimet ve bir bardak çay içildi mi, gün boyu başka bir şey yemezlerdi. Dalışlar tok mideyle yapılmazdı.
Dalgıcın forması özenle giydirilirdi. Bakır omuzluğu göğsüne geçirilip, lastik formadaki madeni çembere cıvatalarla sıkıştırılarak tutturulurdu. Sonra koca bir bakır kazana benzeyen miğfere hava borusunun marpucu vidalanıp dalgıcın başına geçirilirdi. Sonra omuzluğa sıkı sıkı vidalanırdı. Miğferin önünde, yanlarında ve başının üzerinde dışarısını görmeye yarayan üç lambozu, yani yuvarlak pencereleri bulunurdu. Ayrıca ayaklarına veya beline 20 kilo kurşun ağırlıklar bağlanırdı, dalgıcın suya batmasını sağlamak için. Haberleşmeyi sağlamak için de beline uzunca bir kılavuz ipi bağlanırdı.
Hava pompası çalıştırılıp hava verilirdi. Dalgıç kayığın kenarından kendini denize bırakır, inerdi mavi dünyanın derinliklerine. Haydi rastgele…
Dalgıç, miğferin tepesindeki lambozdan yukarıya doğru baktığında, kendisine takılı hava hortumu ile kılavuz ipinin yukarıya doğru uzadığını ve ta yukarıda kayığın altını görürdü. Sanki bu iki ipe bağlı kocaman bir şamandıra gibi dururdu koca kayık.
Bir başka dünyadır denizin derinlikleri. Uçurumları, ormanları, mağaraları, kayalıkları, kum tepecikleri, yosunları ve çiçekleriyle mavi-yeşil muhteşem bir tablodur. Su üstündeki dünyadan daha güzel ve büyüleyici. Kayalık ve yosunlu yerlerde sünger toplayan dalgıçlara eşlik eder rengârenk, çeşit çeşit balıklar.
Sünger, suyun içinde kömür karası gibi görünür. Ancak deliklerinden ayırdına varılır. Fil kulağı, melat, kabadika, deli sünger gibi çok çeşitleri vardır. Filkulağı en kıymetlisidir bu süngerlerin. Deli sünger pek kıymetli değildir, çok zor kopar yapıştığı kayadan.
Dalgıçlar topladıkları süngerleri apoşiye doldurup, apoşi tam dolunca apoşenin ipini iki kez çekerek haber verir yukarıdakilere, “Apoşi doldu yukarı çek” diye.
Her dalgıç günde üç kez dalıp, süngerin bulunma durumuna göre yaklaşık bir saat kalırdı derin sularda. Akşama kadar devam ederdi dalgıçlar arasında sırayla dalmalar.
Akşam olunca aşçılar yemekleri hazırlamış olur, hep birlikte sofraya oturulurdu. Akşam yemeğini doyasıya yerlerdi. Bünyeleri alışmıştı günde bir öğün yemeye.
Toplanan süngerler hemen işleme tabi tutulurdu. Ayakla çiğnenir, sıkılır ve deniz suyuna bırakılırdı. Sonra güneşte kurutulurdu. İşlem sonunda bu kapkara süngerler bembeyaz oluverirdi.
Cömert denizin nimetlerinden biri de süngerdi, mavi suların insanlara bahşettiği. Ah bir de verdiğinin karşılığında canlar yanmasa, vurgunlar olmasa, geride kalanları gözü yaşlı, dul, yetim bırakmasa!
Süngere çıktıktan birkaç hafta sonra; eve özlem, sevdiklerine özlem çöker yüreklerine dalgıçların. Kamaraları onların hayaliyle dolar, rüyalarına girer sevdikleri. Çoğu zaman uyku tutmaz gözlerini. Uykuları kaçtığında güverteye çıkıp yanık yanık türküler söylerler, aya, yıldızlara, yakamozlara karşı…
Tekneler açılınca engin sulara, gitmek mi zor, kalmak mı? Demiştim ama kalanlarınki de gidenlerden daha kolay olmazdı. Hele Ayşe Gelin’in ki çok daha zordu.
Günler haftaları kovalamıştı. Özlem, Ayşe Gelin’in yüreğine kor gibi oturmuştu. Yanıp yanıp tutuşuyordu. Pembe yanakları solmuş, bir de bulantıları başlayınca yemez içmez olmuş, iyice sararıp solmuştu. Ayşe Gelin’in “Geçer, geçer” dediği bulantıları geçmiyordu bir türlü. Bu durumu gören kayınvalide de çok üzülüyordu. Bir gün zorla doktora götürmüştü gelinini. Doktor hiç beklenmedik muştuyu vermişti Ayşe Gelin’e: “Hamilesin, anne olacaksın. Bulantıların ondan.”
Kayınvalide gelinine sarılmış, sevgi yumağı oluşturmuşlardı. Ayşe Gelin’in gözbebeklerindeki sevinç parıltıları ışıl ışıldı. Kalp atışları sanki dışarıdan duyuluyordu. Sevinç içinde eve dönünce, kayınpederine de verdiler bu muştuyu. Evi sevinç ve mutluluk rüzgârı doldurmuştu.
Ah, bir de Dalgıç Murat aralarında olsa, o da katılsaydı bu sevinç yumağına. Nasıl ileteceklerdi şimdi bu muştuyu ona!... Kim bilir Murat hangi sularda, hangi denizin derinliklerinde sünger toplamaktaydı şimdi?... Acaba içine doğmuş mudur, hissetmiş midir baba olacağını?
Ayşe Gelin sevincini eşiyle paylaşamamanın, kollarına sarılamamanın hüznünü hissediyordu. Bu mutluluğu doya doya yaşayamıyordu. “Ah, Murat’ım bir dönse, ona da baba olacağını bir söyleyebilsem, dünyalar onun olurdu” diye düşünüyordu.
Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Murat gideli dört ay olmuştu. Ayşe Gelin karnındaki bebeğin hareket ettiğini hissettikçe annelik duygusunu daha yoğun yaşamaya başlamış, heyecanı bir kat daha artmıştı.
Kayınvalide ve kayınpeder, gelinlerinin bir dediğini iki etmiyordu. Elini sıcak sudan soğuk suya değdirmek istemiyor, el üstünde tutuyor, adeta üzerine titriyorlardı. Ayşe Gelin’in rahatı iyiydi ama içindeki özlemi büyüdükçe büyüyor, dayanılmaz olmaya başlıyordu. Her gece Murat’ı düşünüyor, onun hayaliyle yatıp, onun hayaliyle kalkıyordu.
Bir sabah, bir süngerci kayığının boğazda görüldüğü haberi hemencecik yayılıverdi kasabaya. Konu komşu birbirine haber vermiş; dalgıç eşleri, çocukları, akrabaları iskeleye koşmuştu. Ayşe Gelin, kayınvalidesinin koluna girmiş, heyecanla adımlamaktaydı sokakları.
Daha kayık yanaşmadan iskeleye, kalabalık toplanmıştı sahile. “Kimin sünger kayığıydı bu? Hangi dalgıçlardı seferinden ilk dönen? Bu sorular meraklandırmıştı herkesi. Acaba, Dalgıç Murat da dönüyor muydu?”
Derken, kayık iskeleye yaklaşınca, anlaşıldı dönenlerin kimler olduğu. Ayşe Gelin’in beklediği kayık bu değildi. Ümidini yitirmiş, sevinci yarıda kalmıştı. Bekleyenlerin bir kısmının yüzleri gülerken, diğerleri de ümidini yarınlara bağlamıştı.
Ancak, dönen dalgıçların; kasaba dalgıçlarından birinin vurgun yemiş olduğunu söylemesi yarınlara kalan ümitleri yıkmıştı. Vurgun haberini kendileri de Bodrum’lu süngercilerden duyduklarını ama ismini onların da bilmediğini söylemesi tüm dalgıç yolu bekleyenleri üzmüştü. Sarı bayrak çeken bu kayığın dönüş yolunda olduğunu, birkaç güne kadar kasabaya ulaşabileceğini söylemesi kalplere bir ateş düşürmüştü. Bu kötü haber kasabanın üstünü kara bulutlar gibi kaplamış, yüreklere korku salmıştı. Kimdi acaba vurgun yiyen, kim?
Ayşe Gelin dönüş yolunda zor yürümekteydi. Sanki dizlerinin bağı çözülmüştü. Kayınvalidesinin koluna girmemiş olsa yığılıp kalacak gibiydi. Kayınvalide gelininin perişan durumunu görünce:
“Sakın aklına kötü şeyler getirme kızım, sakın boş yere üzme kendini. İnşallah Murat’ım değildir vurgun yiyen. Birkaç güne kadar sapasağlam çıkıp gelir inşallah” diye teselli etmişti gelinini.
Avuntular fayda etmiyor, yüreğine düşen kurt için için kemiriyordu Ayşe Gelin’i. Nasıl bekleyecekti, nasıl geçecekti birkaç günü daha. Ne gecesi belliydi ne de gündüzü. Sanki bir hayalet gibi dolaşıyordu evin içinde. Yastığa koyunca başını, oda dalıyordu derin sulara…
İskele bu kez çok daha kalabalıktı. Sarı bayrak çekmiş kayık yaklaşırken sahile herkeste bir korku bir heyecan. Demir atıp iskeleye yanaşan kayığın halatları bağlanırken herkes toplanmıştı başına. Bıraksalar dolacaklardı kayığa. Çok geçmeden çıkardılar vurgun yiyen, ayakları üzerinde duramayan dalgıcı kamaradan.
Murat’tı bu, Dalgıç Murat. İki kişi zor taşımaktaydı ayaklarını yerde sürüyen Murat’ı Gözlerine inanamadı Ayşe Gelin, feryatları yeri göğü inletti. Dal gibi delikanlı çökmüş, bitkin.
“Hemen İstanbul’a basınç odasına götürün. Aksuna yaptırdık fayda etmedi. Tedaviyle belki yürüyebilir” dedi dalgıç arkadaşları.
Ayşe Gelin hiç bırakır mı yiğidini? Yere yapışsın hiç ister mi! Ne gerekirse yapacak, yürütecekti sevdiğini. Ama önce eve götürmeliydi. “Bana bırakın, verin bana, ben taşırım erkeğimi” diyerek aldı sırtına. Düştü evin yoluna.
Karnında çocuğu, sırtında yiğidi, her adımda ağırlaşıyordu yükü. “Ha geyret, ha gayret” diye zorla atmaya başladı adımlarını. Alnındaki boncuk boncuk terler, gözyaşlarına karışıyordu. Eve az kalmıştı ama dermanı tükendi, varmadan kapıya yere kapandı.
Bu korkuyla gözlerini açtı Ayşe Gelin. Yatağından doğruldu. Gördüğü kâbustan uyanmıştı. Kalbi küt küt atıyordu. İnanamadı gördüklerinin rüya olduğuna. Alnındaki terleri sildi. Kalktı, bir bardak su içti. Neden sonra kendine geldi. “Çok şükür yaşadıklarım gerçek değilmiş” diye rahatladı. Korkusu, kâbusu yavaş yavaş dağılmaya başladı.
Sonra biraz hava almak için evin önündeki bahçeye çıktı. Bahçedeki tulumbadan su çekerek yüzünü yıkadı.
Oturdu tek katlı evin taş duvarının önündeki tahta sedire. Sabahın serinliğinde, mis gibi dağılan çiçeklerin kokusunu çekti ciğerlerine. Karşı tepenin ardından süzülen güneşin ilk ışıklarıyla, hava aydınlanmak üzereydi. Yeni bir gün, yeni bir umuttu Ayşe Gelin için.
Bu sırada bahçe kapısı tokmağının sesi duyuldu. “Tak tak tak…” Kimdi bu? Tan yeri ağarırken kimdi gelen?
Acaba Ayşe Gelin’in kayınpederi mi? Sabah namazı için gittiği camiden mi dönmüştü? Duraksadı birden. Kayınpederi olsa anahtarıyla açmaz mıydı kapıyı? Derken tekrar duyuldu tokmağın sesleri, daha hızlı. “Tak tak tak…”
Kapının ardından “Kim o?” diyebildi Ayşe Gelin. “Benim ben, Murat.” Açtı hemen kapıyı ardına dek. Sarıldılar birbirlerine. Ayşe Gelin sevinçten kendinden geçmişti. Bırakmıştı kendini eşinin sımsıkı saran kollarına. “Gece boyu yol aldık, yelken açtık, biran önce varabilmek için sevdiklerimize” dedi Dalgıç Murat. “Tam zamanında geldin, tam zamanında. Neredeyse ölüyordum korkudan” dedi Ayşe Gelin.
Uyandı anne baba da bu seslere. Yandı evin ışıkları. Verildi muştulu haber genç dalgıca. Dünyalar onun oldu. Ayşe Gelin, Murat’ına ermiş, yeni bir günle, yeni bir yaşam başlamıştı…

(*) Kelenderis Öykü Yarışması Üçüncüsü