22 Haziran 2010 Salı

GERÇEMEK SAYI 2I



GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Mayıs 2010
İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 4
Sayı: 21

Gerçemek,
Kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

TEKESAKALI (Tragopogon porrifolius)



Yöremizde dedemsakalı olarak da bilinen tekesakalı, 20 ile 60 cm boylarında bir ya da iki yıllık, dallı otsu bir bitkidir. Genç gövdesi ya da dalları kırıldığı zaman, süt salgıladığı için bitkiye sütleğen diyenler de var.
İnce uzun, yeşil gri karışımı yaprakları, yaklaşık 2 cm eninde ve 10 ile 50 cm arasında değişen uzunluktadır. Çayırlıklarda, kayalık ve çalılık yerlerde, yol kenarlarında, tarlalarda, bahçelerde kendiliğinden yetişir.
Dalların uçlarında, ince uzun, ucu sivri, neredeyse çiçeklerin iki katı büyüklüğünde, 5 ile 12 arasında değişen, çiçek yaprağı vardır. Sabahları bu yapraklar, geriye doğru yatar ve bunların arasında pembemsi çiçekler açar, öğleden sonra da çiçek yaprakları yeniden kapanır. Kapalıyken, ortaya çıkan görüntü ise parmaklarını birleştirerek “güzel” işareti yapan bir eli anımsatır.
Daha sonraları çiçeklerin yerinde uzun ve ince tohumları beyaz tüyle kaplayan toplar oluşur. Havada uçuşan, çocukların yakalamak için koşturup da bir türlü yakalayamadığı bu şeytanarabalarına, yöremizde “bistencik” adı verilir.
Tekesakalının yaprakları ve kökü yenir. B ve C vitamini yönüyle de zengin olduğu söylenir.

EDİTÖRDEN

BU SAYININ GİDERLERİNİ EMEKLİ BAŞKONSOLOS YAŞAR PINAR KARŞILAMIŞTIR. TEŞEKKÜR DERİZ.


EMEKLİLİK
Ali KAŞ

“İsteyerek yapılan özverilerde derin hazlar vardır.”

Emeklilik üzerine düşüncelerimi sıralamadan önce, aktif yaşamdaki bir kişinin emekli olmadan önce emeklilik üzerine ayrıntılı bir biçimde düşünmesinde yarar olduğu kanısındayım. Başka bir deyişle, emeklilik, belirli bir ön hazırlık gerekir demek istiyorum.
Yıllarca aralıksız benzer işleri, severek ya da sevmeyerek, yapan bir bireyin en önemli düşmanı, birden kendisini “hiçbir işe yaramaz” bir kişi olarak algılamasıdır. Bu emekliyi bekleyen en büyük tehdittir. Benzer yaklaşımı olanlar, emekliliğe olumsuz bir bakışa sahiptir. Oysa bu yaklaşımın doğruluğu tartışılabilir.
Emeklilik, bir yaşamın ikiye bölünmesi biçiminde de algılanabilir. Bu tür bir bölümlemeyi benimsemek, emeklilik kavramının olumlu bir biçimde algılanması yönünde önemli bir aşamayı gerçekleştirmektir. Başka bir deyişle, emeklilik üzerinde belirli bir biçimde düşünerek, kişinin özel dünyasında hazırlıklar yapmasında önemli yararlar vardır. Böylece emekliliği derin huzur kaynaklarının bulunduğu, yaşamın yeni bir boyutu olarak algılamak elimizdedir. Ölüm korkusunun yerine ölümsüzlük düşüncesini koymak, her emeklinin elindedir. Ancak böyle bir yaşam biçimini öncelikle istemek gerekmez mi? Bu değerleri algılamak ve yeniden güncelleştirmek için bir emeklinin o güne gelmeden önceki yaptıklarıyla yakından ilintili değil midir? Hemen hepimizin ortak noktalarını birlikte gözden geçirelim mi?
Emekliliğe gelene dek, neler yaşamadık ki?
Gençliğimizin umarsız ve değişken ruh iklimlerinde kim bilir, zaman zaman ayrımına bile varamadığımız, ne sınavlar verdik. Acımasız dost ya da yakınlarımızın değer yargılarındaki trapezlerde ne unutulmaz günlerimiz oldu? Bu anlara uzaktan bakabilme dinginliğine erişmek, bir emekli için ne büyük bir olanak ve şanstır. Dumanlı, sisli, bitmeyen engellerle dolu yolların anılarını yeniden gözden geçirmek kolay mı olacak sanırsınız? Bütün bunlar bir emeklinin ne de çok zamanını alacaktır, düşünebiliyor musunuz?
Zaman zaman coşkulu, zaman zaman acılarla dolu bu nefes kesen maratonda ayağa takılan taşlar olmadı mı? O güç koşullarda, bütünlemeli öğrencilerin sınav hazırlığındaki telaşlarla yüklü mutluluk aymazlığını anımsamak, bir emekli için ömrünün ne değerli bir yaşam dilimidir?
Mutluluk aymazlıklarıyla süslediğimiz gençlik yıllarımızda ayrımına da her zaman varamadığımız burukluklarımızı, zaman rüzgârlarına salıvermedik mi hiç? Bu süreçteki didişmelerimiz, barışmalarımız o günlerde bizler için ne denli önemli olaylardı?
Takmadık mı renkli fularları bahar günlerinin başlarında? O zamanlar gökyüzü el kadar bir ipek mendil değil miydi? Eksildiğimizin ayrımına varamadığımız umarsız günleri de yaşadık dolu dolu! Belki de bu günlerde çoğaldık, emek ve çabalarımızla… Öğrenci yurtları, temizlemeyi birlikte programladığımız bekâr evleri, acıların, hüzünlerin olduğu kadar mutlulukların da tanığıdır.
Bu dönemler aynı zamanda evcilleştirmeye çalıştığımız “ben”lerimizin geçirdiği ağrılı, sancılı evreler değil midir?
Çıplak yaşayıp, sahici gülümsemeye çalıştığımız günleri birlikte anımsayalım: Zaman zaman, Hasan Hüseyin’in dediği gibi, “acıyı bal” eylemedik mi? Hüzünleri sevgiye katarken “acıları da namusuyla” yaşamadık mı?
Yine şairin dediği gibi “yokluğun cehennem kadar sıcak, üşüyorum kapama gözlerini” demedik mi? “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür; ve bir orman gibi kardeşçesine” diyerek haykırmadık mı? “Bağır! Bağır! Bağırıyorum. Sizi kurşun eritmeye çağırıyorum” da dedik. Yine Hasan Hüseyin gibi “Kör olasın demiyorum! Kör olma da gör beni” dizelerini kaç kez yineledik bekâr evlerin “çilingir sofraları”nda!
Unutamadığımız şarkılarımız da vardı o zamanlar:
“Nereden sevdim o zalim kadını! Bana zehretti hayatın tadını” diyenler vardır aramızda. “Hani söz vermiştin, içmeyeceksin. Gözlerin kanlı kanlı ah delikanlı” şarkısını, özellikle buğulu sesiyle Şükran Ay’dan, ağlayarak dinleyenler olmamış mıdır hiç?
“Nasıl geçti habersiz, o güzelim yıllarım”, “Leyla bir özge candır, kara gözlü ceylandır”, “Zeytin gözlüm sana meylim nedendir?”, “Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı hiç?” diyerek “şarkılardan fal tuttum” diyenler kuşkusuz çok olmuştur.
Unuttuklarımızı güncellemeye ne gerek var! Mağrur inceliklerimizden kıyıyı pek göremezdik o günlerde. Çözülmemiş zamanların gümüş bilmecelerini çözmeye çalışıyorduk özene bezene… Kısılmış gözlerimizle, geleceğin getireceklerini çözmeye çalışıyorduk acemice… Bir yandan da dilsiz kırılganlıkları yaşamayı ihmal etmiyorduk…
O zamanlar hiç uyuyamadık sığ sularda. Söze dökemediğimiz kuytularımız, tenhalarımız, dönemin başıboşluğunda mozaikleşivermişti gençlik yıllarımızda. Hazin, hüzünlü, zaman zaman da mutlu, sevimli anılarımız, sanki kısılmış lamba ışığındaymışız gibi, geçip gitti önümüzden… Geldik emekliliğe…
Şimdi her şey doludizgin çoğul… Söz Murathan Mungan’ın:

Hani erken inerdi karanlık
Hani yağmur yağardı inceden
Hani okuldan işten dönerken
Işıklar yanardı evlerde
Eskiden çok eskiden

Hani herkese gülümserken
Mevsimler kimseyi dinlemezken
Hani çocuklar gibi
Zaman nedir bilmezken
Eskiden çok eskiden

Hani hepimiz arkadaşken
Hani oyunlar tükenmemişken
Henüz kimse bize ihanet etmemişken
Biz kimseyi aldatmamışken
Eskiden çok eskiden

Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken
Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden
Daha biz kimseye küsmemiş
Daha kimse ölmemişken
Eskiden çok eskiden

Şimdi ay uslu, yıldızlar eski,
Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti
Geçen geçti.
Geceyi söndür kalbim
Geceler de gençlik gibi eksilendi
Şimdi uykusuzluk vakti.

Sevgili Dostlar! Zaman! Aramızdaki hem dost hem de düşman! Düşman, şaşırtıcı bir kaypaklıkla elimizde kayboluyor: İşte size Melih Cevdet Anday!

“Bak, gözümü kırptım, her şey geçti gitti;
Yarın dündür, dünse daha gelmedi”.

“Geçmişi temize çekme” isteği, hepimize ilginç gelmiştir. Her dönemin bitki örtüsünü tanıdık kendi ölçeğimizde. “Yangında ilk kurtarılacaklar”ımız hep olmuştur. Ama kendi kendimizde boğulmaya ne gerek var? Gemiciler bilir: Her seyir, kendi defterini yazar.
Sözün özü, denizin karaya çıkış efsanesi gibidir emeklilik.
Yaz denizini, güz denizine bağlayan halatları kesmeye ne gerek var? Uykularımızın hayalet gemileri demirlemesin, sığ limanlarımıza. Nedeni de ortada: En kuytu yerlerimizi birbirimize borçlandığımız bir denize, kaç dalga sığdırabiliriz ki?
Yalnızlığın vurgununda, çözülen beklenmedik iklimlerde, pusulamız ne zaman dondu mu diyeceğiz? Asla! Korsan haritalarındaki defineler gibidir kalbimiz. Sessizliğimiz, zaman zaman geri kalan bu yaşam kesitinde yankılanmalı. Oysa geçmişten gelen sessizliğin içinde, o sessizliği konuşturduğumuz olmadı mı? Aldırmayın “sizi iyi gördüm!” gibi densiz saptamalara!
İçimizden yeni bir “kendimiz” çıkarmaya başladığımız yaşam boyutudur, emeklilik! Yeni bir iklime, yeni bir kente yapacağımız yolculuk arifesindeki aymazlıktır, emeklilik. Avuçlardan özgürlüğe salıverilmiş bir güvercindir, emeklilik. Yeni yakalandığı avcının elinden suya geri bırakılan bir balıktır, emeklilik. Dahası, kucaklarını açmış bir anneye koşan çocuktur. Annesinin çevresinde, çayırlarda başıboş zıplayan bir taydır. Amatör bir balıkçının, ikindi ezanından sonra, teknesiyle limandan ayrılışıdır. Tepesinde martıların çığlıklarını gülümseyerek izleyen balıkçıdır, emeklilik.
Bu dönemde yaralar kabuk bağlar; sızılar diner, acılar dibe çöker.
Sevilecek başka şeylerin olduğunu anlarsınız artık! Ummadığınız şeylerden yeni mutluluklar edinmeyi öğrendiğiniz dönemin başıdır. Zaman zaman, içinizdeki kimi boşlukları doldurarak, eksilmeyi öğrenmeye başlarsınız.
Zaman zaman da içimizde oluşan ıssızlığın nedenlerini aramak isteği kaplar bizi. O zaman, ayrıntıları nerelere saklayacağımız bilemeyiz. Aman dikkat! Neden suyu boşalmış bir havuz gibi hissedelim kendimizi?
Bitkisel bir yalnızlığa hayır demek, elimizde değil mi? Yüreğimizde unuttuğumuz yörelerde konaklamak da elimizde… Algılamadığımız anları, yargılama zamanıdır, emeklilik.
Yeniden, yeniden yaratılmış mutluluklar dönemidir, emeklilik. Geçmişimizle ödeşmeye zaman bulduğumuz dönemdir, emeklilik. Kendimiz olmaya daha yaklaştığımız dönemdir, emeklilik. Dahası, “yangında ilk kurtarılacak”larımızla yüzleştiğimiz dönemdir, emeklilik. “Kırk ikindi yağmurları”nda ıslanmayı anlamlandırmaktır, emeklilik. Yaz sonu hüzünleriyle dolan akşam üstülerini duyumsamaktır, emeklilik. Zamanla ilgili bütün savsözlerin anlamını ezberlemektir, emeklilik. Bu bağlamda şimdi söz Aziz Nesin’in:

Ya zamanından çok erken gelirim
Dünyaya geldiğim gibi
Ya zamanından çok geç
Seni bu yaşta sevdiğim gibi

Mutluluğa hep geç kaldım
Hep erken giderim mutsuzluğa
Ya her şey çoktan bitmiştir
Ya hiçbir şey başlamamış

Öyle bir zamanına geldim ki yaşamın
Ölüme erken seviye geç
Yine gecikmişim bağışla sevgilim
Sevgiye on kala ölüme beş

Akıntılara karşı yüzen tek balıktır, alabalık. İşte bu nedenle, alabalık olmaktır, emeklilik. “İnsan düşmanını kendinden seçer” diyen şairi anlamaktır, emeklilik.
Ravel’in Bolero’su olmaktır, emeklilik. İç denizlerin sığ sularına demirlememektir, emeklilik. İçimizdeki o korkunç eksikliği doldurma zamanıdır, emeklilik. Dalına güvenen bir meyve olmaktır, emeklilik. Merdiven altında unutulmuş bir zaman olmamaktır, emeklilik.
Suyunu sürekli değiştiren bir kuyu gibi olmaktır, emeklilik.
Denize kavuşmanın dingin telaşı içindeki ırmak olmaktır, emeklilik.
Akşamsefası çiçeği ya da yasemin olmaktır, emeklilik.

SOYADI SAHTEKÂRIYIM
Osman BOLULU

‘Osman’ adı ana dedemden geliyor. ‘Bolulu’ ise baba tarafımdan: Babamın dedesinin dedesi Hasan, küçüklüğünde sokağa çıktığında, oyun arkadaşları, onun gömleğini yırtarlar, anası yırtığı ‘yivlermiş. Hasan’ı oyun arkadaşları ‘Yivli Hasan’ diye çağırırlarmış. Yivli Hasan sonradan soyun önalan kişisi olmalı ki Bizim soya ‘Yivliler’ denmeye başlanmış.
O lakaptan gocunmayan altı aile, soyadı yasası (1934) uygulanırken soyadımızın ‘Yivlili’ olmasını istemiş. Yazıcının Arap abeceli yazısı, ilçedeki nüfus kütüğüne ‘Bolulu’ olarak geçivermiş. O Arap abecesinin pek çok cilveleri vardır: İstanbul Üniversitesinin anlı şanlı bir profesörünü bile yanılmıştır: ‘Terzi Necip dikmedi, Muhammed’in donunu’ yazdığı için, az alaya alınmadı adam. ‘Biçip’ sözcüğünü ‘Necip’ olarak okuduğu için. Osmanlıcada ‘Tahtakurusu’ yazısı, ‘tahtın kurusun’ olarak da okunurmuş, Abdülhamit zamanında, Türk basınında, bu sözcüğü kullanan zindanı boylarmış.
Soyadımız, Osmanlıcanın cilvesidir. Hayatın cilvesi, doğanın cilvesi olağandı çocukluğumda. Yazgıcı toplum katmanlarında her şeyin, önceden alnımıza yazıldığına inanırdık. Taşa taş, ağaca ağaç der gibi olağandı bizce.
Göbek adımı, ‘Osmanlı’ ile soyadımı, Bolu ile ilişkilendirmek hiç aklımdan geçmemiştir. Köyüm hicri 644. miladi 1224’te bir Türkmen boyunun konuşlandığı yer. Eytişimsel (diyalektik) bir dil olan Türkçeyle düşündüğüm için soyadımdan yakınmamışımdır.
Edebiyata gönül düşürdüğümde gördüm ki adamın adı Fuzulî. ‘Boşuna, yersiz, gereksiz, haksız’ anlamında. Adam yazdıklarıyla var, yaşıyor. Türkmen köylü aklıyla düşündüm: “ Osman Efendi, senin köyde, tarla öküzle mi, öküzün boynuna taktığınız boncukla mı sürülüyor?” diye sordum, kendime. Önemli olan kişinin adı değil, yapıp ettiği idi. İç kimliğine bakarak değerlendirilir insan.
Soyadımı değiştirmeyi, ne zaman düşündüm bilir misiniz?
On dördüncü yaşımda şiir yazma hevesine kapılmıştım. Yazın içinde kendime yer ararken, bir yandan da tarih içinde ulusumun tarihsel serüvenini anlamaya çalışıyor: Özellikle Kurtuluş Savaşımızı kavramaya çabalıyordum: Bolu-Düzce İsyanlarını okurken irkildim. Daha düzenli ordu kurulamamış, Kuvâcılarla isyancılar savaşıyor. Kuvâcı alayın başındaki yarbay Çerkez. İsyancılar, “Biz de Çerkezsiz, ateş kesip anlaşalım.” diye yarbayı aldatıyorlar. Kuvâcı yarbayı öldürüyorlar. Kuvâcılar yeniliyor.
Bolu’nun çamurlu sokaklarında yatan şehitler, isyancılar için düşman. Bolu hastanesinden bir hekim, yerde yatanlardan birinin kıpırdandığını görür, çevreye çaktırmadan, onu hastaneye taşır, bakıma alır. Günlerce baygın yatan subay: “Su, su, su! “diye ayıkınca, hastane görevlisi kadın, ona bir tas su vermez. Dışarıya fırlar: “ Yetişin, cavır dirildi.” İsyancılar almasın diye, evine kaçırır hastayı doktor. O hasta, bir yedek subaydır. Sağalınca Bolu ormanlarından Zonguldak’a kaçar, sonra Kurtuluş ordusuna katılır.
Bu olay tedirginliğimi isyana dönüştürdü. Bolulu soyadı beni acıtmaya başladı. Şiirlerimin altına, öğle yemeğinin ekmeklerini satarak edindiğim kitaplarımın üstüne “ Osman Boloğlu’ diye yazmaya başladım. Kendime göre bir gerekçesi vardı,’Boloğlu’nun. Ailem eli açık bir aileydi: Sofrasına birini çağırdığında yiyeceğinin bereketi artar diye düşünürdü. Bağımızın, bahçemizin kıyısından geçene bir salkım üzün, bir avuç meyve sunmak, onlar için ibadet gibi bir şeydi. Ben, o mayanın eli açık çocuğuydum, bize ‘Boloğlu’ soyadı yakışırdı. Ama niçin sürdürmedim ‘Boloğlu’luğu? Ailenin en son dölü, soyumun adını değiştirme hakkına sahip olamazdım. Ailemden kopamazdım.
Bolu-Düzce İsyanına takılıp kaldım mı? Hayır! Genellemeden kaçınırım. İnsanoğlunun bulunduğu her yerde, insanın her türlü davranış ve halleri vardır. İnsanları yanlışa düşüren, çoğu zaman, kendi özgür iradeleri değildir. Konum ve koşulları, insanı yanlışa düşebilir. Örnekse, o anlattığım Bolu’da hastayı evinde tedavi edip sağlığına kavuşturan doktor da vardı. Bir kenti, bir dönemi, bir olayı tek bir olayla genellemeye alamazsınız. İnsanlara, iyi olma olanak ve koşullarını yaratamamışsanız, onları suçlamak, insanlığın özünde yatan güzelliğe ihanettir. Her şeye karşın, insana güvenirim ben. Dünyadaki yıkımlara koşulanlarla göre değerlendirme yapmak, insanlığın güzelliğini örenlerin, gelişimlere ön açanların önüne, kötü örnekler sunmaktır. İyiyi göster ki iyi olsun, güzeli yaşat ki güzele imrenilsin
Bolu, İzzet Baysal Üniversitesine, çağrılmıştım. Konuşmamdan hoşlanmışlardı: “Bolulu musunuz?” diye soruyor, benimle hemşeri çıkmaya çalışıyorlardı. “Ülkede hortumcu, sahte ihracatçı, rüşvetçi, soyguncu, ulusal değerleri yandaşlarına ve dışarıya peşkeş çeken, kaynaklarımızı başkalarına satan, ulusal kazanımlarımızı yok eden bir sürü sahtekâr var. Benimki soyadı sahtekârlığı, kimseye zararı dokunmaz, ne istiyorsunuz benden?” dedim.
Caf caflı bir soyadının altına sığınmak, insanı kurtarabilir mi, yanlışlarından, yapıp ettiği kötülüklerden? Bakınız, soyadımın cilvesi, içinde düşürüldüğümüz açmazı kargışlamakta işime yaramıştı: Atınca taşın iyisini, devirecektiniz herifin birisini. Mizah da bir silahtır.


DEFİNECİLER
Mehmet BABACAN

Uygarlık kalıntılarının yoğun olduğu bir yöreydi. Ne var ki, yıkıntıdan başka bir şey kalmamıştı. Her uygarlık, kendinden öncekini silip süpürmüş; sonuncunun hesabını da biz gördüğümüzden, geriye bu manzara kalmış. Bu işten anlayanların söylediğine göre, on binlerce yıldan beri, gelip geçmiş Uygarlıkların izini seçebilmek zor değilmiş. Ne yazık ki, bu denli zengin geçmişi olan yörede, turizme konu olabilecek taş üstünde taş kalmamış, bir yıkıntı havzası haline gelmişti.
Turist olmasalar da, yörenin ziyaretçileri hiç eksik olmuyordu. Defineci deniyormuş bunlara. Yani, eski uygarlıklardan kalmış değerli şeyleri, kazılarla bulmaya çalışanlarmış. Bunların çoğu kaçak çalışırmış. Onlar için geçmişin değeri, buldukları nesneler için alabildikleri para kadarmış.
Demem o ki, katran karasından daha koyu bir cahillikle, onca tarih belgesini, insafsızca yok etmek, yürekler acısı ve insanlık dışıdır..
Öğretmenin duyarlılığını gören yaşlı bir köylü, “ Gel Hocam, sana bir yer göstereyim de, ağzın bir karış açık kalsın” diyerek, derin bir vadiye götürdü. Eski bir dere yatağı olan vadi, çalılık, kayalık sarp bir kapızdı. İnebilmek için epeyce zorlandılar. Ulaştıkları noktada, gür çalıların ardına saklanmış gibi duran, orta büyüklükte bir in vardı. İn değil, bir ressamın tuvaliydi sanki. Ressam, yan duvarları eşsiz manzaralarla donatmış; tavana da bir dünya güzelini oturtmuştu. Renkler, daha dün sürülmüş gibi, pırıl pırıldı. Gerçekten, insanın ağzı açık kalıyordu ama bu şaşkınlık, eserin güzelliğinden mi; yoksa, onun uğramış olduğu insanlık dışı saldırıdan mı kaynaklanıyordu?
Gözü, loş ışığa alıştıkça, önce memelerin oyulmuş olduğunu gördü öğretmen:
“Hangi seks manyağı yapmış bunu!” diye bağırdı birden.
Köylü, daha önceden görmüş olduğu için, sakin sakin yaklaştı:
“Hocam, sinirlerini boşuna harap etme. Otur şu taşın üstüne de iyicene bak. Seks meks değil o. Para aramışlar para. Definecilerin işi bu. Baksana, gözlerini ve ağzını da oymuşlar.”
Öğretmen
“Haklısın amca” dedi, içini çekerek. “Şu saldırıyı yapanları suçüstü yakalayabilseydim, insanlıktan ben de çıkabilirdim..”
Öğretmen, oldum olası, bu tür davranışlara karşı duyarlıydı ama o günden sonra, kaçak kazı yapanlara, adeta savaş açtı. O yüzden, yöreye gelenler, öğretmene görünmemeye özen gösterirlerdi.
Köy halkından bazıları da meraklıydı defineciliğe. Öğretmen, onları, adeta göz hapsinde tutar, konu açıldıkça da, yapılan yanlışlıkları, bıkmadan anlatır, önerisini sıralardı:
“Eğer güçlü bir kanıt bulursanız, devlete başvurup, izinle arama yapalım. Ben, yasal olan her davranışınıza destek olurum. Yasadışı bir iş yaptığınızda ise, yardımcı olmak şöyle dursun, karşınızda olacağımı unutmayın.” .
Defineciliğe eğilimlilerin en başında Süllü geliyordu. Köylünün, Süllü diye kısalttığı Sarı Süleyman, açık sözlü, dost yürekli, sevecen, bir insandı. Öğretmenle dostlukları da epeyce ilerlemişti. Şakalaşmadan duramayan, gülmeceye düşkün biriydi Süllü:
“ Ben, iki definenin arasında kalmış bir fıkarayım” der, sonra da, tatlı bir dille, sürdürürdü esprisini:
“Hazinenin bir kısmı şu viranelerin altında. Diğer kısmıysa, aha yanı başımda. Ben, gözümün gördüğünü seçiyorum arkadaş” deyip, öğretmeni sevgiyle kucaklayınca, ağlayan bile gülerdi.

***

Süllü’yü soran iki kişi, belli ki, ilk kez geliyorlardı köye. Kahvenin önünde Öğretmenle karşılaştılar:
“Hoş geldiniz arkadaşlar. Hayırdır, niye arıyorsunuz Süllü’yü?”
Ansızın gelen soru, bocalattı konukları.
“Asker arkadaşımdı” deyiverdi uzun boylusu.
Oysa askerlik çağları uyuşur gibi değildi. Üstelemedi öğretmen:
“Hımm” dedi, yavaşça.
Köylüler kulak kabarttılar. Çünkü ne zaman, öğretmenden bu sesi duysalar, mutlaka, ortada kuşkulu bir durum olurdu. Belli ki, Süllü’yü tanımıyorlardı konuklar; adını birinden almış olmalıydılar.
“Şurada çay ocağımız var. Buyrun, siz çaylarınızı içerken Süllü de bir yerlerden çıkar” deyip, okula doğru yöneldi.
Olacak ya, az ileride Süllü’yle karşılaştılar. Öğretmen haberi hemen iletti:
“Seni arayan konuklar var Süleyman. Biri de asker arkadaşınmış. Beraber askerliği nerde yaptıysanız?” Birkaç adım sonra geri dönüp:
“Fazlaca genç göründüler de ondan derim canım” diyerek, yargıyı yumuşatma gereğini duydu. Ama o da yetmedi, elini dudağına siper ederek:
“Lafın açıkçası, ben kuşkulandım Süleyman. Hani, aptala malûm olurmuş ya.”
“Estağfurullah Hocam, o nasıl söz? Size, aklınızla malûm olur ancak.”
“Akşamüstü kahvede görüşürüz” deyip, ayrıldılar.
Paydostan sonra, öğretmen kahveye gelirken, Süllü ile konukları da gezmeden geliyorlardı. Belli ki, çevreyi bir kolaçan etmişlerdi.
Süllü, karşılaştıklarını bilmiyor gibi davrandı. Hattâ, uzun boyluyu:
“Askerlik arkadaşım. Aynı mangadaydık” diye tanıttı, göz kırparak.
Öğretmen, gülerek katıldı söyleşiye;
“Süleyman, kuşkusuz, arkadaşın manganın en başında, sen de en sonundaydın, değil mi? Boylarınız öyle gösteriyor. Ama yaşınızı nasıl uyumlu hale getireceğiz, onu bilemiyorum?”
Süleyman hemen yetiştirdi yanıtı:
“Hocam, ben asker kaçağı kalmıştım da, yakalanınca bunların yanına verdiler.”
Gülüşmeler daha samimi bir hava yaratmıştı. Garson çayları verirken:
“Ne yapalım?” der gibi, birbirlerine baktı konuklar. Sonra, Süllü’ye kaydı gözleri. Ortada bir gırgır döndüğünü sezmişlerdi. Uzun boylusu çözülüverdi birden:
“Ne bileyim ben Hocam? Abinin adını Duruhanlı Gostak verdi:
Süllü o yörenin cinini de bilir, şeytanını da, dedi. Ne var ki, daha ilk ağızda çarpıldık. Birden bire sorunca, asker arkadaşım deyivermiş bulundum. “Hımm” deyişiniz var ya, ondan huylanmıştım zaten.”
“Hocam, lâfın açıkçası, biz kısmetimizi şu yıkıkların altında arıyoruz. Hani, piyangocu, size de çıkabilir diyor ya. Kim bilir, belki bize de toprak altından çıkabilir?”
Çevre kalabalıklaşınca konu değiştirildi; öğretmen de, definecileri baş başa bırakıp, ayrıldı.
Akşam, geç vakit göründü Süllü. Konukları yolcu etmiş. Ayaküstü bilgilendirdi: Kurşun çivili bir tepe arıyorlarmış. Yerden yüksek bir burunmuş bu. Çivinin yedi mızrak boyu ilerisinden yere düşürülecek taşın indiği yerde büyük bir hazine varmış. Söylentiye göre, bu çivili burun da bu yöredeymiş. Avrupa’da çalışan bir yabancı işçi:
“Türkler, dünyanın en büyük hazinesinin üstünde oturuyorlarmış da, haberleri yokmuş. Dedemgil öyle söylerdi” demiş.
“ Ee, sonra ne oldu?”
“ Nasıl haberleşeceğimizi kararlaştırdık. Böyle bir yer bulursak ya da duyarsak, buluşup, gereğini yapacağız.”
“Hocam, şu Piynar Dağı’nın oralar, tariflerine epeyce uyuyor gibi geldi bana. Hele, Yarık Taş’ın altındaki yosunlu burun, tıpatıp sanki.”
Ansızın aklına geldi Süllü’nün:
“Yahu Hocam, sen avcısın. Dağ-taş demiyor, geziyorsun. Hiç böyle bir yer görmedin mi?”
“Görmeye görmedim de, aklımdan bir şeyler geçiyor. Yarın, oraları şöyle bir gezelim mi?”
Pazar sabahı, erkenden tırmandılar Piynar Dağının eteğine. Av bulabilirlerse, bir taşla iki kuş vurmuş olurlardı. Nitekim çok geçmeden ikişer tane de keklik vurdular.
Yosunlu Buruna oturup, birer sigara yaktılar. Bir yandan çevreyi incelerken; bir yandan da keklikleri yoluyorlardı.
Gerçekten, Yosunlu Burun ilginçti. Yerden üç-dört metre yükseklikte, sulak, yosunlarla kaplı, kartal başı gibi ileriye uzamış, taş bir burundu. Nerdeyse, bu adamlar burayı görerek mi söylemişler, diyesi geliyordu insanın? Öğretmen Süleyman’a takıldı;
“Süleyman, iyice bir bakalım, sakın çivisi de olmasın?”
Burunun ucunda çivi filan yoktu ama olmayacağı anlamına da gelmiyordu doğrusu.
Öğretmen, tüfeğini temizleyip, fişekliğini kontrol ederken, ansızın başladı söze:
“Süleyman, şimdi zurnanın zırt dediği yere geldik. Açık söyle bana. Bu araştırmada benden yana mısın, onlardan yana mı?”
“Ayıp ettin be Hocam; senden yana olmasam, buralarda işim ne? Av için gelmediğimizi bilmiyor muyum? A’sından, Z’ sine kadar seninleyim. Önerin neyse, onu söyle.”
“İnandım Süleyman. Zaten biliyordum da, şöyle bir pekiştireyim dedim. Düşüncem şu: Bunlara öyle bir oyun edelim ki, onlara da ders olsun, ( Nasıl olsa duyulur) duyanlara da ders olsun. Sen var mısın bu oyuna?”
“Varım dedim ya Hocam. Sen planını söyle.”
“En kısa sürede bir kurşun bulacağız. Ben, bizim kaportacı Mahmut Usta’ya bir çivi yaptırırım. Bunu götürüp, Yosunlu Taşa çakacağız ve yosunlarla kaplayacağız. Sulak olduğu için, kısa sürede yosun sarar her yanı. Yedi mızrak boyunu tahmin ederek, oradan düşecek taşın yerine de, o Maltepesi’nde bulunmuş olan nesneyi gömeceğiz.( O nesne, mermerden yapılmış, bir erkek cinsel organıydı)”
Plan aşamasında bile katıla katıla güldüler.
Çok geçmeden, yumruk gibi bir kurşun parçası bulup getirdi Süleyman.
Gerisi öğretmene kalıyordu. Kısa sürede malzeme tamamlandı, götürüp çaktılar çiviyi. Define yerini de saptayıp, içine organı yerleştirdikleri, tabanı kırık bir testiyi gömdüler. Yöre çamur olduğu için, kazmak kolay olduğu kadar, belirsiz olması da çabuktu. Ancak, aradan uygun bir süre geçmeliydi ki, yosunlar iyice sarsın.
Birer de yorgunluk sigarası içip, evin yolunu tuttular.

***
On beş gün kadar sonra, Süllü haberi ulaştırdı. Onlar gelinceye kadar da birkaç gün geçecekti nasıl olsa.
Bir akşamüstü geldi defineciler. Heyecan içindeydiler. Çaylar içilirken sır verir gibi anlattı Süleyman:
“Yalnız, benim misafirim geldi. Zaten kazıya da yeminliyim ben. Bir yakalandım da, yemin ettim Uzun hikâye. Gündüz gözüyle size yerini göstereyim, gece gidip kazarsınız. Hocam gelebilir mi bilmiyorum?”
Öğretmen, sertçe yanıtladı:
“Olur mu gençler; bu yaşta benim define kazısına gittiğim duyulsa, millet ne der bana? Üstelik ihbar edilsem, cezam, en az, sizinkinin iki katı olur. Aman, beni bulaştırmayın. Siz de, artık yüz güldürücü bir şey bulun canım.”
Olayın gerisini, Süllü şöyle anlatıyordu:
“Gün batarken gittik, yeri iyice gördüler. Ortalık kararıncaya kadar buralarda görünmemelerini öğütledim, gittiler.
Oysa ben, onları görebileceğim, yakın bir yere saklandım Çok geçmeden tavşan gibi geldiler. Duramayacakları belliydi zaten. Aceleyle, çantalarından kazmalarını, küreklerini çıkarıp, saplarını takıştırdılar. Fazla ölçmeye bile gerek duymadan, tam bizim belirlediğimiz yere vurdular kazmayı. Sulak ve çamur olduğundan, önceden kazılmışlığı belirsizdi. Çok derine gömememişiz zaten, kısa sürede testiyi buldular. Öyle bir seviniyorlardı ki, içime battı doğrusu.
“Aman yavaş! Aman dikkat et!” diye diye çıkardılar:
“Tabanı kırık bunun” dedi birisi.
Sanırım, içini boşalttılar ki,
“Yahu bu ne?” derken öteki;
“Vay anasını” sözü, iki ağızdan birden döküldü.
“Zaten, ortak olmayışlarından anlamalıydık” diyen akıllı hangisiydi bilmiyorum? Bir sessizlik çöktü ortalığa. Sonra, zor duyulan bir sesle, uzun boylunun önerisi geldi:
“Yusuf, sakın küfür müfür etme. Bunu yapanlar, manzarayı görmek için, mutlaka çevremizdedirler. Sessizce kaçalım buradan.”
Arkadaş, antikacılıklar kadar kaçışları da yamanmış ki, ne yana gittiklerini bile göremedim.”


HALEP’TEN TAŞUCU’NA BİR YOL GİDER
Celal Necati ÜÇYILDIZ

Eskiden İpek Yolu vardı, Asya’dan Avrupa’ya uzanırdı. Ticaret yolları idi. İpek yolu da dediler. Bu yıl 4.sü düzenlendi Çukurova Sanat Günlerinin. Yerelden ulusala, ulusaldan evrensele sanat anlayışı içinde Suriye- Lazkiye’de başladı, Antakya, Osmaniye, Adana, Mersin’de sürdü ve Taşucu’nda son buldu Sanat Günleri.
Bu yıl ikincisi 6-10 Nisan günleri yapıldı. Aynı anda birçok ayrı yerde sanat günleri başlayıverdi. Biz Silifke’de yer alan sanat günlerini izleme olanağı bulduk. 6 Nisan günü Taşeli Sanat Derneği’nde fotoğraf sergisini izledik. Derneğin doğa yürüyüşleri kareleri bir sergide bir araya gelmiş. Metin Kömbe, Adnan Apaydın, Mustafa Yetkin gibi amatör fotoğrafçıların çalışmalarını Foto Ozan ( Hasan Ceyhan) görgelere hazır hale getirmiş. Toroslar’da doğa inivermiş Çukurova’ya. Çukurova şimdi ala baharını yaşıyor. Toprak uyanmış. Ağaçlar önce çiçek açtı, meyveye dönüşüyor şimdi de. Akdeniz meltemlerinin yaladığı çalılıklar pürç açmış. Sakızlık, gelincik, acı yavşan, kekik, dağ çayları, hele papatyalar sarımsı, beyazımsı. Gözle görünecek kadar hızla büyüyor. İşte fotoğraf karelerinde bunları görmek olası.
Toroslar’dan esintiler gelmiş. Aydıncık’tan Mustafa Yalçıner Öğretmen, Gerçemek Dergisi ile yola çıkmış( Toroslar’da Yaşam Erken Başlar ). Öykülerini, öykülerinin dilini, konularını bir şiir dinletisi gibi sunuverdi. Yerelden Evrenselliğe giden sanat akışı.
Onunla birlikte Ali İhsan ve Saadet Bilir çifti. Anamurlu ozan Abdülkadir Bulut’un “Yaşam ve Şiirleri” başlıklı çalışmalarını birlikte sundular. Sanatçı Bulut 42 yıllık yaşamı içinde toplumsal olguyu hiç bırakmamış. Şiirlerinde ve öykülerinde yerelden evrensele giden yolu takip etmiş. Nazım Hikmet’in yolunda, izinde devam etmiş. Onunla örtüşen noktaları çok: Cezaevi günleri, onun ardından baskılar onu yıldırmamış. Doğru bildiklerini söylemiş. Çocuk öyküleri yazmış. Ama büyükler için öykülere sıra gelmemiş.
Eğitim-Sen’de yapılan söyleşi sonrası kendilerine plaketleri verildi. Sonra Taşucu’nda Nilgün Çekmen Resim Sergisi açılışına katıldık. Kendi kurdukları resim atölyesinde, resim kursları da devam ediyor. Resimlerini aynı yer de sergilemişler. Sergi açılışına Taşucu Belediye Başkanı Yaşar Açıkbaş, yazarlar Mustafa Yalçıner, Ali İhsan Bilir ve Saadet Bilir ile birlikte katıldık. Çalışmalar sergilenmiş. Katılımcılar ilgi ile izlediler. Aldığımız bilgiye göre, ressam Nilgün Çekmen kısa bir süre önce İzmir Narlıdere Kültür Merkezi’nde bir hafta süre ile resim sergisi açmış. Başta Belediye Başkanı Abdül Batur ve Narlıdere Kültür Müzesi Müdürü Merih Tamay olmak üzere, Narlıdere halkı da büyük ilgi ile izlemişler.
Eğtim-Sen’de Celal Taşkıran’ın “Türkçenin Üç Ana Kuralı” adlı dilbilgisi çalışmasının sunumu, Mehmet Ali Sulutaş’ın “Ana Sütüm Türkçe” adlı söyleşisi ve film gösterimleri (Darwin’in Kâbusu, CHE, Ruhi SU, Güneşli Pazartesiler) ilgi ile izlenmiştir.
9 Mart günü Alevi Kültür Dernekleri Silifke Şubesinde ise Araştırmacı-Edebiyatçı Ali Uysal “Sanat Kokan Çukurova ve Karacaoğlan” adlı söyleşi yaptı. Karacaoğlan’ı tanıttı. Şiirlerini yaşayarak aktardı.
Daha sonra ben Celal Necati Üçyıldız da “Taşeli Yöresinde Türkmenler” adlı çalışmamı sundum. Özellikle 19.yy yaşayan Küçük Karacaoğlan (Silifkeli Karacaoğlan) hakkında bilgiler sundum.
Silifke Belediyesi Sergi Sarayında birçok ressam, fotoğrafçı yapıtlarını sergilediler. Halep’ten Taşucu’na sanat günlerinden aktarabildiklerimiz bunlar. Önümüzdeki yıllarda daha planlı, programlı bir çalışma yapılabilirse, daha güzel sanat günleri olacağı umuduyla.


KEDİ DEPREMİ
Nihat MUSTUL

Onu Anneler Gününde gelinim getirmişti bana. Sevmediğimi biliyordu ya, amacı beni çıldırtmaktı. “İstemiyorum, götür bunu…” diye çığlıklar atmıştım. Daha da korkuncu, gelinim, oğlum, kocam sanki anlaşmışlar gibi, o gün evi akşama kadar terk etmişler, baş başa bırakmışlardı onunla beni.
Üçlü bir tuzaktı sanki bu. Çünkü onu sevmediğimi, ondan tiksindiğimi, üstelik çok da korktuğumu hepsi biliyordu. Bir o değil, başka hayvanlardan da korkuyordum, tiksiniyordum. Fareden, köpekten, tavşandan, sincaptan… evde beslenen bütün hayvanlardan. Evde hayvan beslemek delilikti bana göre; pislikti, hastalıktı, kokuydu, korkuydu… Onu görür görmez bütün tenimi bir kaşıntı kaplamıştı bile.
Sanki bastığı her yeri kirlendirecekti, tüyleri her yere dağılacaktı, tüylerinin içinde bitler pireler cirit atacaktı, halıların üzerine işeyecekti, yiyeceklere banacaktı, yatağın içine bile girecekti, tası tabağı kıracaktı, vara yoğa miyavlayacaktı… Arkasından da midem bulanacaktı, her yerim kaşınacaktı, sinirlerim artacaktı, dengem bozulacaktı, gece düşlerime girecekti, eve gelen arkadaşlarım azalacaktı…
Beş on dakikalık bir yabancılıktan sonra ev sahibi o olmuştu. Zerre kadar utanmamış, yatak odamıza bile girmişti. Tutup sokağa bırakmayı, pencereden atmayı bile düşünmüştüm. Ama nasıl yapacaktım bunu? Ya saldırır da elimi yüzümü parçalarsa, ya tüyleri elimde kalırsa, ya sinirlenir her yeri kırarsa…
Nereye işeyecekti peki? Tuvaleti soracak hali yoktu ya. Belki de karyolanın üzerine… Kulaklarının içi kıllı kıllı, uzun uzun bıyıkları, tüyleri, rengi, diliyle durmadan tüylerini yalaması… ne kadar çirkindi, sevimsizdi… Sanki görevi beni sinirlendirmekti; hangi odaya gidiyorsam peşimden geliyordu, bacaklarıma sürtünmek istiyordu, koltukların üzerine oturuyordu… Dayanamayıp bir odaya kapatmıştım sonunda. Bu sefer de miyavlarına dayanamamıştım. Bazen de beni hiç önemsemiyordu, kıvrılıp saatlerce yatıyordu.
İkindiye doğru bir kıpırtı başlamıştı başımın belasında. Meraklanmıştım ne yapmak istediğini. Kuyruğunu kaldırıp oda oda geziniyordu. Acaba tuvaleti mi gelmişti? Boş bir köşeye tuvaletini yaptığını gördüm bir anda. Korktuğum başıma gelmişti işte. Gelinim olsa parçalardım o anda, diliyle kendisine temizletirdim bu pisliği.
Kendim su içmiş, kendim yemek yemiş, ama ona su da, yemek de vermemiştim akşama kadar, sinirimden.
Bir kediyle aynı evi paylaşmam mümkün değildi. Belki de sinir hastası olacaktım. Akşam olunca da dayatmıştım, “Bu kedi kesin gidecek” demiştim. Gelinim de, kocam da gülmüştü bana. Sonun de gelinim, “Tamam tamam, sahibi tatile gitti, bir hafta sonra gelecek, o zaman götürürüm” demişti.
Bir fırsatını bulsam dışarı atacaktım onu.
Ertesi gün gelinim hiç üşenmeden, hiç tiksinmeden, hiç korkmadan banyo yaptırdı ona. Bense ürküyordum ondan. Sonra, “Belli alışkanlıkları kazandırmalıyız” diyerek yemek kapları, tuvalet yeri hazırladı ona.
Gelinim çok seviyordu onu, bayılıyordu ona. “Ben kedi-köpekle büyüdüm, çocuğumu da böyle büyütmek istiyorum” diyordu. Onunla oyun oynarken mutluluktan uçuyordu. Yemeğini veriyor, banyosunu yaptırıyordu. Benden çekinmese köpek bile getirecekti.
Bir gün nasıl olduysa göz göze geldik onunla. Bakışlarında hiç de düşündüğüm gibi korku, düşmanlık, yabanilik yoktu. Tam tersine pırıl pırıldı gözleri. Arkasından da uzun uzun bacaklarıma sürtündü. Belki ilk kez kaçmadım ondan, korkmadım, tiksinmedim… Yoksa alışkınlıklarım; korkularım, tiksintilerim, sevmeyişlerim… akılsızca mıydı? Ya da onunla yaşamak istemeyişim, onunla hiç yaşamayışımdan mıydı?
Daha bir hafta dolmamıştı. Ama çok şiddetli bir deprem olmuştu içimde. Kediden nefret eden ben kedisiz duramaz olmuştum bir anda. Bu kadar yıl kedisiz nasıl yaşadım, buna şaşıyordum şimdi de. Gelinimin içindeki derin sevgide bunun payı olmalıydı. Yemek ve sevilmekten başka hiçbir şey istemiyordu benden. Bayılıyordum artık onun oyuncaklarla oynamazına, onunla kendimin oynamasına. Tırnaklasa bile onu yine seviyordum, karşılıksız sevmeyi öğretiyordu bana. Belki de en temiz hayvanlardan birisiydi o, çünkü sık sık diliyle temizlik yapıyordu. Hiç de korktuğum, tiksindiğim gibi değildi. Eskiden benden yüzlerce kat küçük fareden bile korkardım. Bu korkularım bile uçup gitmişti. Başka hayvanları bile sevmeye başlamıştım. Onunla şakalaşmaktan, onun, dünyanın anasına satar gibi sobanın kenarına dört köşe kıvrılmasından büyük bir haz duyuyordum. Yaşamın keyfini onun gibi çıkaran belki de başka bir hayvan yoktu. Onu sevdikçe onun mutlandığını hissediyor, onun mutlanışıyla da ben mutlanıyordum. Onunla oynarken zamanım su gibi akıyordu; dinleniyordum, mutluluktan uçuyordum, sıkıntılarımı unutuyordum. Ömrümü beş altı yaş uzatacağından bile emindim. Artık dört kişiydik evde. Evimizin bebeğiydi o. Ne “götür” diyen, ne de “götüreceğim” diyen vardı. Zaten ben ilk günde anlamıştım “Sahibi tatile gitti” ayaklarını.
Ama o özgür değildi bence. Burada ne kadar iyi beslense de, mutlu olsa da özgür değildi. Birlikte oynayıp daha çok mutlu olacağı başka bir kedi yoktu yanında. Üstelik bizim mutluluğumuzu da arttırırdı ikinci bir kedi. Gelinime takıldım, “Tatile gidecek kedisi olan başka arkadaşın yok mu?” dedim.
Uçtu sevincinden.
Şimdi beş kişiyiz evde.

İMECE
Mümtaz BOYACIOĞLU

Yardımlaşmaların ve dayanışmaların en yoğun olduğu yıllardı o yıllar. Ekin biçme, çekme ve sürmelerde. Ev yapımında, temelden ta üstü kapanıncaya kadar olan işlerde. Evin diğer tüm işlerinde, bağ bahçe işlerinde, burada saymakla bitiremeyeceğim tüm işlerde herkes birbirine yardımcıydı. İmecenin faydasını ve varlığını hemen, hemen her işte görürdük.
Çocukluğumuzda imecenin ne olduğunu pek bilmezdik ama zamanla karşılıksız yapılan işlerde gördük ve öğrendik. Bende pek çok imecelerde bulundum. Bizlere de imece için pek çok gelenler olurdu.
Ekin biçilecek, bulgur çekilecek, dam başı topraklanacak, tezek kesilecek veya bir evin herhangi bir işi ortaklaşa yapılacak. İş yaptıracak ev sahibi daha önceden ön hazırlığı komşu ve akrabaları ile yaparlar. En sevilen yemekler, en beğenilen tatlılar hazırlanır çalışacak olanlara.
İş yapılma anında, lider kişinin komutları ile söylenen türküler, oynanan oyunlarla zamanın nasıl geçtiği bilinmez, bitmez sanılan iş de o gün bitirilir. Bir kaytarma ve dalga geçmeyi göremezsin tüm çalışanlarda. Vaktinde veya iş bitiminde yenen yemeklerden sonra iyi niyet ve dileklerle uğurlanır iş yapanlar. Bu tür yardımlaşmalar her alanda ve sık sık olduğu için, ziyafetlerin de tadına doyulmazdı.
Bu imecelerde, işin çeşidine göre kızlı, erkekli çalışmalar olur çoğu kez. Bu çalışma sırasında genç kız ve erkekler de birbirlerini yakından görme ve tanıma fırsatı bulurlar. Pek konuşamasalar da görmezlikten gelerek bakışmalar, kimseler görmeden yapılan ufak tefek işaretlerle anlaşmalar olur.
Bu arada yalnız kız ile oğlan anlaşmalarının dışında oğlan analarının da gözleri bu genç kızların üzerinde olur. Boyu bosu, çalışmaları, hareketleri o zamanın kameraları ile iyice kafalara yerleştirilir. İşte bu bakışma ve anlaşmaların sonunda oğlan ile ananın anlaşması sonrası kız tarafına ziyaretler başlar. Uzun gidiş - gelişler ve sıkı pazarlıklar sonrası nişan olayı ilan edilir. Gelecek güzün harman sonrasına da düğün kararı alınır.
Kız ile oğlanın iple çektikleri bir yıl zor geçer. Bu ara suyolunda, bağ bahçe yollarında veya bir aracı yardımı ile ahırda samanlıkta kısa bir süre görüşebilenler çok şanslı kişilerdir, eğer kız tarafından birilerine yakalanmazlarsa.
Ürün iyi çıkmaz, istenilen para ele geçmezse, çeyiz alma işi zorlaşınca düğün ertelenecek kaygısına düşer evlenecek olanlar. Hatta bu nedenlerle 2-3-4 yıl nişanlı kalanlar bile olurdu.
Evlenmelerin her aşaması ayrı bir yazım konusu. İleride diğer bölümlere de değinirim.
Bütün engeller aşılarak düğün günü gelip çatar. Başlık ve çeyiz konularında bir anlaşmazlık çıkarsa araya giren yaşlılar ortamı düzeltirler.
Düğünlerde de imecenin çeşitli boyutlarını görüyoruz. Daha hazırlıklar başlarken, topluca düğün ekmeği yapılır. Düğün ekmeğinde çocukların boyunlarına takılan bazlamanın karşılığını, çocuk yakınları ekmek edenlere çerez alarak öderler. Düğün odunları hazırlanır.
Düğünden bir iki gün önce yakınlara verilen meşmeret ekmeğinde, düğünde herkesin görev bölümü yapılarak bilhassa dışarıdan gelecek konukların nerelerde ve kimlerin evlerinde kalacakları belirlenir. Dolmalar, köfteler, tatlılar kadınlar tarafından sabahlara kadar yapılır.
Düğün günü bayrak kaldırma törenine çevre komşu ve akrabalar davet edilir. Gerek bayrak ekmeğine gelirken, gerekse daha önceden gelen kadınlar hiç boş gelmezler. Herkes kendi gücünde ve ölçüsünde düğün evine, kendi evinde bulunan yiyeceklerden getirir. Tüm bu getirilenler düğün evine çok önemli katkılar sağlar.
Cuma günleri öğle namazından sonra yenen bayrak ekmeğinin arkasından bayrak duası yapılır. Bayrağın asılması ve davulun “dum” demesiyle düğünün başladığı ilan edilir.
Düğünler genelde hafta sonu Cuma günü öğleyin başlar, cumartesi ve Pazar günleri ara çalınır, pazartesi günü gelin getirilirdi. Fakat bu süre zamanla biraz daha kısaltıldı.
Asıl burada da yardımlaşmanın örneklerini görüyoruz. Zaten bayrak kaldırılıncaya kadar olan yardımlaşma sürerken düğün süresince de devam ederdi.
O yıllarda da içkili yapılan düğünlerde, gelen konukların masadaki sayılarına göre tüm mezeleri getirilir, düğün sahibi ufak veya büyük bir rakı diker. Masadaki rakı bitince, içinler eğer devam etmek istiyorlarsa kendi aralarında para toplayarak içecekleri içkiyi getirtirlerdi. Buradaki amaç, düğün sahibini fazla zarara uğratmamaktı. Her düğünde bu uygulama vardı.
Fakat son yıllarda birçok değerlerin değiştiği gibi masalarda içilen içkiyi tüm düğün sahibi karşılar oldu. Düğün sonrası gelen hediyelerle çoğu zaman ödenemeyen içki faturalarının, düğün sahiplerini epeyce zor durumlara soktuğunun pek farkına varamıyoruz. Ancak başımıza gelince olayı anlıyoruz ama iş işten çoktan geçmiş oluyor.
Bir diğer yardımlaşma konusu ise, düğünlerde sürek getirme olayı.
Bayrak kaldırıldıktan sonra ve ara çalınan günlerde sürek getirilirdi. Düğün sahibine yakınlığı ve ekonomik durumlarına göre sürek getirecek aile daha önceden hazırladığı koyun, koç veya bir tosunu önceden süsleyerek ve boyayarak hazırlar. Hatta bu süreğin alnına altın takanlarda olurdu. Süreği getirecekleri saatte düğün evine haber gönderilir, davul zurna istenir. Davul zurna gelince sürek sahipleri ailecek ve yakın akrabalar çoluk, çocuk sürek önde davul zurna peşinde, sürek sahiplerinden erkekler arkasında kadınlarda en arkadan düğün evine doğru hareket ederlerdi. Boyalı süreği önden bir kişi yiyecek vererek çeker, arkada da yardımcılar olurdu.
Gaydalı ve hareketli davul zurna sesine tabanca tüfek sesleri de karışırdı. Düğün evine yaklaşınca düğün sahibi tarafları da yine silah atarak sürekle gelenleri karşılarlardı. Düğün evinin önünde çalınan oyun havaları ile oynanır davulcunun bahşişi verilirdi. Süreği getirende düğün sahibi ve damattan sürek bahşişini almayı ihmal etmezdi.
Erkekler, erkek odasında kahvelerini içtikten sonra davulcu ve kahvecinin bahşişlerini vererek düğündeki görevlerini yerine getirmenin rahatlığını yaşarlardı.
Tüm bu yardımlaşma ve dayanışma sonrası düğün evinin masrafı fazla olmadığı gibi geriye pek sıkıntı kalmazdı mutlu yorgunluğun dışında.
Konu buralara gelmişken ve bu bölümle ilgili olduğu için, kaybolmuş bir geleneği de kısaca buraya eklemek istiyorum.
Gelin geldiği gün, gelini düğün sahibinin çok yakınlarından biri kendi evlerine indirirlerdi. Gelin akşama kadar bu evde durur, yatsı namazından sonra yine bir hediye ile gelin akrabalar ve komşular arasında oynaya güle kendi evine götürülürdü. Bu götürme anında geline, koyun, koç verilir veya bir altın takılırdı.
Baştan sona kadar, düğün yapma olayında da imecenin en ince ayrıntılarını görüyoruz. Ama son yıllarda adını bile unutur olduk bu sosyal dayanışmanın en güzel örneği imecenin.


“UMUT YÜKLÜ MEKTUPLAR” (*)
Hasan AKARSU

Yazar, Gülser Han Akkaş, “Umut Yüklü Mektuplar” adlı romanını, mektup türünden yararlanarak yazmış. Olayları, kişileri, olayların geçtiği yerleri mektuplardan tanıyoruz. Olayın başkişisi Sevgi, zorunlu göçmüş olan, çok çocuklu bir memur ailesinin kızı. Babası Kürt Zeynel, Dersimli olup 1938’de Konya-Akşehir’in bir köyüne zorunlu göç ediyor. Eşi, Erzincanlı Alevi bir ailenin kızı. Akşehir’de tanışıp evleniyorlar. Göç etmiş ailelerin dışlandığı bir ortamda yaşamlarını sürdürüyorlar. Kürt Zeynel, cezaevinde gardiyanlık yapıyor, sonra emniyetin mutemetliğini üstleniyor. Çevresinde, herkese yardım ettiği için zamanla çok seviliyor, her sıkıntıda aranan birisi oluyor. Ayrıca aydın kimliğiyle, Cumhuriyet Gazetesini okumasıyla da tanınıyor. Köylerinin Akşehir’in bir mahallesi olmasını sağlıyor. Böylece, belediyece elektrik, su vb hizmetlerin getirilmesini kolaylaştırıyor. Çocukları: Sultan, Elif, Ferhat, Veli, Gülcan, Fidan ve Sevgi.
Sevgi, Meslek Lisesi’ni bitirdiği yılda, Budapeşte Radyosu’nu dinlerken, “Mektup Arkadaşlığı” duyurusuyla ilgileniyor. Verilen adreslerden seçtiği beş kişiyle mektuplaşmak istediğini, önce ailesine söylüyor. Onların olurunu alınca mektuplaşmaları başlıyor. Alevi-Kürt olarak bilindiği için çevresinde dışlanmasını sindiremiyor. Mektuplar onu yaşama bağlıyor. İlkokulda, Kürt kızı diye azarlanınca, öğretmeni böyle bir ayrım yapılamayacağını anlatıyor öğrencilerine.
Sevgi, mektuplarında Akşehir’i, kendisini, ailesini tanıtıyor. Mektuplarına karşılık gelince de sevinçten uçuyor. Afyon cezaevinden, Murat’ın yazdığı mektubu okuyor, onu tanımış oluyor. Murat, ortaokula giderken, babasıyla tarla komşusunun kavgalarına karışıyor ve babasının verdiği silahla tarla komşusunu öldürüyor. Babasıyla birlikte cezaevine düşüyor, o sırada annesini de yitiriyor. Diğer kardeşleri Çocuk Esirgeme Kurumuna veriliyor. Murat, içine kapanmış olup birkaç kez intihara da kalkışıyor. Sevgi’nin mektupları ona umut veriyor ve yeniden yaşama bağlanıyor. Sevgi, babasıyla onu ziyaret ediyor. Verdiği armağanlara seviniyor. Murat, Akşehir cezaevine naklini yaptırıyor. Sevgi ile babasının ziyaretleri sıklaşıyor. Sevgi, daha sonra iş bulup Bursa’ya gidince ziyaretler seyrekleşiyor. Murat da yeniden başka bir cezaevine gidiyor.
Sevgi, İsviçre’den Nafiz ile yazışıyor. 32 yaşında, Denizlili bir genç olan Nafiz, aşk mektubu yazıyor. Sevgi, onunla mektuplaşmayı kesiyor. İstanbul’da oturan, Elazığlı Ali ile yazışıyor. En çok Ali ağabeyini seviyor. Yılbaşında Akşehir’e gelip Sevgi’lere konuk oluyor Ali. Sevgi’ye güzel kitaplar getiriyor, saz çalıp türkü söylüyor. Yıllardır gitmediği Elazığ’a, evlendikten sonra gidiyor. Emniyete çağırıyorlar, işkence ediyorlar, birkaç gün sonra da ölüyor. Ali, ilerici kimliğiyle, yol gösterici, özgürlükçü, emekçiden yana tavrıyla kendisini sevdiriyor. Daha sonra Ali’nin kızkardeşi Berfin, mektuplar yazıyor Sevgi’ye.
Sevgi, yazarlardan Öner Yağcı’yla mektuplaşıyor. Ondan, Turnalar ile Kardelen adlı kitaplarını istiyor, imzalı olarak gelince sevincinden uçuyor. Sevgi, yeniliklere açık, kendini sürekli yenileyen, şiir yazan, anı defteri tutan bir kız. Erdal Öz’den “Gülünün Solduğu Akşam” adlı kitabını imzalı olarak alıyor. Mektuplaştığı için seviniyor.
Sevgi, Almanya’dan Torna-Tesviye Öğretmeni Kemal ile mektuplaşıyor. Bursa’dan Hasan ile mektuplaşıyor. Hasan, 23 yaşında, Konyalı ve Meslek Lisesi mezunu. Hasan ile daha çok mektuplaşıyor. Hasan da Akşehir’e gelip evlerine konuk oluyor, Sevgi’nin ailesiyle tanışıyor. Daha sonra yine geliyor Akşehir’i gezip etli pidesinden yiyorlar. Hasan, Sevgi’yi Bursa’ya davet ediyor. Sevgi, ablasının kızı Helin’le hem çalışmak hem de üniversite sınavlarına hazırlanmak için Bursa’ya gidiyor. Hasan’ın tuttuğu eve yerleşiyorlar. Tam o günlerde, Bulgaristan’dan zorunlu göç oluyor. Göç edenlerin çoğu Bursa’ya geldiği için iş bulmakta güçlük çekiyorlar. Sevgi, ağır bir işte çalışıyor. Helin, Akşehir’e dönüyor. Sevgi’nin yanına ablası Gülcan geliyor. Hasan ile Sevgi’nin ilişkileri ilerliyor. Hasan, cesaret edip evlilik önerisinde bulununca işler karışıyor. Babası Kürt Zeynel, bu evliliğe karşı çıkıyor. Aleviler’in dışarıya kız vermediklerini anımsatıyor. Daha sonra son kararı kızı Sevgi’ye bırakıyor. Sevgi, Hasan’la evlenme kararını veriyor, nişan günü belirleniyor. Tam o günlerde, Sevgi’nin acele Akşehir’e dönmesi isteniyor. Hasan’la döndüklerinde babasının ölüm haberiyle yıkılıyor Sevgi. Bursa’da yeni bir yaşama adım atmışken yıkılıyor umutları. Babasını sevenlerin çok oluşuyla avunuyor:”Bedeninin değil, adının yaşadığı kadardır ömrün” (s.363) saptamasını yapıyor.
Yazar, Gülser Han Akkaş, bu romanıyla, kendilerini yalnız ve çıkmazda duyumsayan gençlere yol gösteriyor. Dar çevre çemberini kırmak için arayışa yönlendiriyor. Sevgi, bu bakımdan bir simge. Ailesinin yaklaşımı da örnek gösterilecek bir tutum. Hiç tanımadıkları gençleri evlerine konuk ederek, insanlık göstererek örnek oluyorlar. Yabancılaşmaya karşı ne güzel bir tepki veriyorlar. Yaşam biçimleri, geleceğe bakışları umut verici. İnsanlık, bu ilişkileri özlüyor. Yalnız, bu iletişim çağında, mektuplaşma bitmişken, mektuplarla yeni bir dünya yaratılması olası mı? sorusu geliyor aklımıza. Mektuplaşmanın yerine çetleşmeyi koyarsak aynı sonuca ulaşabilir miyiz? Bu kaygılardan sonra,yeniden mektuplara dönülebilir mi? Sonuç olarak, yazar, iletisini mektuplarla vererek amacına ulaşıyor. Kendisine yeni bir yaşam arayan Sevgi’nin önünü açıyor.

(*) Umut Yüklü Mektuplar-Gülseren Han Akkaş, Kora Yayın, Haziran 2009, 363 s.
(Berfin Bahar, Ekim 2009)


ERGANİ’DEN VE TOPLUMSAL TARİHİMİZDEN BİR YAPRAK
M. ŞEHMUS GÜZEL


“Kuzeyinde Makam Dağı vardır. Dağın beyazımtırak ve saydamsı çiçekleri yükseklerden ovayı seyrederler. Ovada göz alabildiğine uzayıp giden gelincik tarlaları bütün coğrafyayı kızıla boyar. Sağ kol üzerinde, dipte, iyi bakın, işte Hilar Çayı... Tarih burada doğdu. Evet burada. Solda, anayol üzerinde bir köy... Sonra bir tane daha... Tam önümüzde evleri ağaçlı avlularda kayıp şipşirin kasabamız: Dört mahallesi birbirinden farklı. İşte Ergani.
Ergani ortak hafızamızın, ortak tarihimizin en güzel sayfalarının yazılı olduğu defter-i kebirlerden biridir. Birinci coğrafyamızdır. Tozunu hala duyumsadığım küçeleriyle, elma, armut, dut, incir, erik, badem, ceviz ve kiraz ağaçlarının cömertliğiyle anımsadığım şirin kasabamız. Bağ bozumu zamanını, üzümünü, pestilini, sucuğunu, pekmezini asla unutamadığım ve unutmayacağım memleketimiz. Kimliğimizin oluşmasında temel taşları ören kasaba. Unutulması nâmümkün. Fırına bizzat götürdüğüm güvecin tadı damağımda. Sabah sabah yenilen sarı ve yamuk kavunun, buz gibi Diyarbakır karpuzunun, peynir ve fetir ekmeğin, tap taze kaymağın, parmak yalatan balın, demli çayınkiler de... Ganime Anamın mübarek ellerinin eseri mercimek veya tarhana çorbası, çiğ köfte, meftune, maden köftesi, çeşit çeşit dolmalar, sarmalar ve hepsini saymadığım bir içim su yemeklerimiz. Malatya güllerimiz. Kendi kendine özgür, başlı başına bir âlem çiçeklerimiz. Kimi sadece bu topraklarda bulunan türden. Böcübörtüsünü ve kuşlarını saymıyorum. Akrepleriyle ünlü kerpiç evlerimiz. Kerpiç evlerimizde kimi zaman geçmişiyle iç içe yaşayan nenelerimiz, dedelerimiz, bibilerimiz, teyzelerimiz, dayılarımız, amcalarımız... Renklerine âşık olduğumuz kekliklerimiz, taklacı güvercinlerimiz, uslu uslu oturan, bize ve dünyaya korkak korkak bakışan tavşanlarımız ve serçelerimiz, kimini av tüfeğiyle « indirdiğimiz »...
Ergani: Çocukluğumuzun rüyalarının süslendiği, ilk gençlik günlerimizin hayallerinin, ütopyalarının boy verdiği kasabamız. Âşık olduğumuz ama aşkımızı ifşa edemediğimiz sevgililerimizin diyarı. Diyarıbekir’in en şirin kasabası. Piran’a iki adım. Seslensen Şeyh’in torunları duyacak. Uyanacak anılar. Ve Tarih ayaklanacak. Tarih unutmaz çünkü. Alır an(ı)larımızı ve saklar. Kendi çocuklarına sunmak için. Zaman zamanının gelmesini bekler. Ve işte burada kardeşlerim bu kasabada herkes tarihi yerini alır. Herkes burada anını ve anılarını seçer. Sıraya burada girilir. Halaya burada durulur.
İşte Makam Dağı’na doğru çıkarken, hemen eteklerine yayılmış Narlık : Evden kaçıp kaçıp sığındığım « cennet » : Bağı, bahçesi, gözesi ve bostanıyla kollarını açmış. Sarıp sarmalayacak yine. Kuş seslerini, kardeşlerimin ve akrabalarımın türkülerini ve çocukluk seslerimi duyuyorum. Davul ve zurnadır bu. Tilililer de geliyor. Yaklaşıyor gelin alayları... Amcam Halil Güzel, eşi ve çocuklarının çağırılarını, masallarını, hayat hikâyelerini duyuyorum. Coşuyorum. Coşkum dağları taşları deviriyor. Yaz günlerini ve hele gecelerini burada geçirdim, amcamlarda. Ve bilhassa Ali Abemle. Ali Güzel’le. Bizden birkaç yaş büyüktü ama hep bizimleydi. Kuş avlarında. Meyve toplamalarında. Yılan derisi aramalarımızda, yılanları sıkıştırmalarımızda... Çocukluk filan önemli değil. Önemli olan anıları paylaşmak. İşte bugün tam da oradayız. Paylaşmakta. Kardeşçesine.
Zaman sadece çocuklukla geçmiyor. Geçmedi ne iyi ki. Çocuk çoçukken çocuk olduğunu bilmez. İlk gençlik yıllarında bile henüz ne olduğunu anlamış olmayabilir. Ama bizde öyle midir? Değildir. Ve bir gün hayat, bütün sorunları, bütün renkleri ve bütün acıları ve tatlarıyla çıkagelir. Yaş maş hiç önemli değil. Geri çekilemezsiniz. Geri çekilmek kitabımızda yoktur çünkü. Karşı durursun ve sınıfı geçersin. Başka çaresi yoktur bunun. Bizim köy, kasaba ve kentlerimizde, bizim memleketlerimizde. Bunun ismidir işte « adam olmak ». Hayatı geldiği gibi almak, derleyip toparlamak ve şaşırmadan yola çıkmak.
Kimi anlarımız ve anılarımız biraz daha önemlidir diğerlerinden. Bunun nedeni de pek bilinmez. Hafızanın seçici olduğu söylenir ve yola devam edilir. Ne pahasına olursa olsun. Zaman kendi içinde durmaz, zaman akıp geçerken kimi an(ı)larımız silinmezler zamanın ısrarına rağmen. Onları alır ve saklarız. Alır ve saklarız zamana inat. Kişisel tarihimiz ve giderek ortak tarihimiz böyle oluşur. Kişisel tarihimiz ortak tarihimize, kişisel hafızamız ortak hafızamıza ancak böyle dönüşebilir. 21. Yüzyıl hafıza yüzyılı olmaya aday: Hafıza ve ortak hafıza ya yitirilecek (hafıza kaybına ilişkin hastalıklar gündemde nitekim) ya yeniden tarihi kaynak biçimine dönüşecek. Dönüştürülecek. Televizyonların aralıksız, kesintisiz görüntüler, görüntüler ve yine görüntüler saldırısı, şelalesi, kasırgası, tsunamisi yani kısacası kardeşlerim sürekli hücumu karşısında bırakın dün gece ne yediğimizi anımsamayı, biraz önce ne söylediğimizi bile unutma tehlikesi önünde, bizim, herkesin ve İnsanlığın en önemli meselesi artık hafızanın ve ortak hafızanın korunmasıdır.
Bunun yollarından biri anılarımızı, o bir türlü geçmeyen, geçemeyen ve zamanın onca ısrarına rağmen silinip süpürülemeyen anılarımızı paylaşmamız olabilir. Ya anlatacağız, eğer yazmasını bilmiyorsak. Ya da yazacağız. Böylece anılarımız ve yaşadığımız anlarımız kalıcı olabileceklerdir. Kalıcılaşacaklardır. Zamanın sıkı rüzgârına karşı durabilecekler, gelecek kuşakları karşılayabileceklerdir. İşte o an T büyük harfle Tarihimize sahip çıkmış olacağız. İşte o an tarih bizim tarihimiz olacaktır. İsmini de artık toplumsal tarih koyabileceğimiz bir tarihtir bu.”
İşte bu kitapçıkta anlattığım dört günün öyküsü böyle bir tarihin parçalarındandır. 48 sayfalık bu çalışma, 2 Ağustos 1965’te, yukarıda betimlemeye çalıştığım ve birçok benzerini ülkemizin dört bucağında bulabileceğimiz küçük, şirin ve herkesin neredeyse birbirini tanıdığı bir kasabada, bizim kasabamızda, Ergani’mizde düzenlenen mütevazı bir gösteri ve yürüyüşün öyküsünü aktarıyor.

Künyesi: M. ŞEHMUS GÜZEL,ERGANİ YÜRÜYOR,TÜSTAV, Sarı Defter Dizisi, İSTANBUL, 2010.
***



BAHARIN GÜCÜ
Yeni dostlarla donandı sofra
Yemyeşil bir çimenin üstünde
Hışırdıyor ağaç yaprakları tepemizde
Kuşlar cıvıldaşıyor çitler boyunca
Kadehler kaldırılırken birer birer sağlığa
Bir çocuk sevinci yayıldı ortalığa
Kırıldı tekdüze yaşamın beli
Unutuldu günlük yaşayışın tasaları
Gölgelendi geçmişteki
Sürüp giden tartışma sayfaları
Herkes yekinip kendine döndü kurtuldu
Kaskatı kurallar ve söylemlerden
Yenilip içildi eğlenildi
Felekten tatlı bir gün çalınmış oldu
Buğulu özlemler girdi araya
Sınırsız büyüsüne mutluluğun
Götürüyordu bizi

Mehmet AYDIN
Ankara, 23 Aralık 2009

KIRDA

Eflatun söğütlerin,
Gümüş selvilerin arasından,
Bir dere türküsüyle,
Bir yol çimenleriyle akıyor
Akıyor.

Vadide karsularından
Küçük küçük bahar selleri.
Basmış bayırları,
Pembe dumanı badem çiçeklerinin.
Tepelerde benek benek kar mendilleri.

Metin DEMİRTAŞ (Türkülerde Gezer Adları, s.65)

64.YUNUS NADİ ŞİİR ÖDÜLÜNÜ ALAN METİN DEMİRTAŞ’I KUTLUYORUZ.


ÖYKÜ
YİNE AYNI KOKU
Mustafa B. YALÇINER

- Tamam, anne. Aldım şemsiyemi.
Çekti kocaman ahşap kapıyı, kadın. Dar sokakta hızlı adımlarla ilerliyordu. “Tanrım, bu ilk buluşmamız. Yardım et, ne olursun.”
Kimsecikler yoktu durakta. “Tüh be! Otobüs de gitmiş. Eyvah! Saat 11 olmuş bile. Bu meret şimdi gelse, yarım saatte ancak varırım. Allah vere de geç kalmasam!”
Çantasından cüzdanını aldı, bir fotoğraf çıkardı. Bakarken de yanaklarında iki şirin gamze oluştu. “Aslında hiç de fena görünmüyor. Ama önemli olan, ruh güzelliğidir elbette.”
Bir taksi geliyordu. Bir an, el etmeyi düşündü ama vazgeçti. Alt dudağını büktü, başını salladı. Fotoğrafı yeniden koydu cüzdanına. Bileti elinde, beklemeye başladı otobüsü. Durak gitgide kalabalıklaşıyordu.
Otobüs geldi. Kadın pencere kenarına oturdu. Karadı gökyüzü. Kadın kendini görüyordu şimdi camda. Saçını düzeltti. Gök gürlemeye başladı. Şimşek çaktı. Damlalar süzülüyordu yüzünden. Elini yüzüne götürdü farkında olmadan. Ağlatıldığı günleri, kocasından yediği nedensiz dayakları anımsadı. Her gece eve sarhoş dönen ve yok yere tartışma çıkarıp, karısına sille tokat girişen adam sanki camdan bakıyordu. Buğulandı kadının gözleri. Şoförün yaptığı ani fren, alıp geri getirdi onu çıktığı geçmişe yolculuğundan.
İskele durağında indi. Telaşlı gözlerle bakınıyordu etrafına. “Aha, şu çay bahçesi olacak. ‘Çay ocağının dibinde, denize bakan tarafta olacağım,’ demişti. İşte, galiba talih kuşu o.” Adama uzaktan bakınca, kalbi daha da hızlı atmaya başladı. Omzuna konmuş bir beyaz güvercinin ağırlığını duyumsadı yüreğinin ta içlerinde. Hızlandırdı adımlarını. Dudaklarında bir gülümsemeyle vardı adamın yanına.
- Merhaba. Ben, Kader.
- Merhaba. Ben de İlker. Hoş geldin.
- Teşekkür ederim.
Tokalaştılar. İlker yanaklarından öpmek istedi Kader’i. Kadın da karşı koymadı. Ama birden suratı değişti Kader’in. Bir deprem oldu içinde. Göçük altında kalmış hissetti kendini, kadın.
- Nasılsın, Kader?
- Sağ ol, iyiyim.
- Ne içersin? Alkollü, alkolsüz her şey var burada.
- Sağ ol. Hiçbir şey içmeyeceğim. Cemile adında çok sevdiğim bir arkadaşım var. Bugün saat 13.00’te ameliyat olacak. Sana söz verdiğim için, geldim. Kusura bakma, gitmek zorundayım.
- Kör olası! Tam zamanıydı sanki ameliyatın.
Kader ayağa kalktı. Koşar adımlarla uzaklaştı İlker’in yanından…

***
Cemile, Kaderlerin evinin önünde zile basıp duruyordu. Kapı açıldı.
- Hoş geldin, Cemile. Geç içeri. Kusura bakma; ev, ev değil de sanki pazaryeri. Nedenini biliyorsun zaten.
- Boş ver şimdi evi. Kader’den haber var mı? Sen onu söyle.
- Şimdilik yok. Çok büyük bir heyecanla çıkıp gitmişti.
- Allah vere de bu ilk görüşmeleri iyi geçse!
- Valla, bilemem. Ama ben dedim kendisine internetten tanıdığın erkeğe pek güvenme diye.
- Öyle deme be Güllü. Kader, aklı başında bir kadın.
- Doğru söylersin. Ama çet yaparak karşındakini ne kadar tanıyabileceksin ki! Yalan da söyleyebilir. Gönderdiği fotoğraf acaba kendinin mi?
-Yanında kimse olmadığı için, bilgisayar başında insan daha rahat olur. İçinden geleni yazar. Kader, her şeyi dürüstçe yazmış. Dediğine göre, arkadaşı da dürüstmüş. Kaç defa telefonla da konuşmuşlar. Kader bana anlattı her şeyi. Adam bir bankada veznedar mıymış, muhasebe müdürü müymüş, işte öyle bir şey. Karısından da ayrılmış. Bir kızı varmış ama mahkeme çocuğu anasına vermiş.
- Valla ben bunlara bir şey demiyorum ama çet midir çat mıdır, her neyse, benim aklım ona ermez. Yazıştığı kişi, Allah bilir, it mi, kurt mu? Ciddi ciddi tanışıyorlarmış gibi kavga bile edip küstüler. Sonra oğlan telefon üstüne telefon etti yine yazışmaya başladılar. Bu nasıl iştir ben bir türlü anlayamadım.
- Kız Güllü, içimden bir ses bu işin olacağını söylüyor.
- İnşallah Cemilem, inşallah! Ablam evlenip, eşyalarını bir alıp gitse, biz de biraz rahatlarız. İnan, valla canım eve girmek istemiyor. Ortalık dandini. Ablama da bir şey diyemiyorum. Olan anama oluyor, hıncımı ondan alıyorum.
Elinde tespihiyle, beyaz tülbentli bir kadın girdi salona.
- Hoş geldin, kızım Cemile. Nasılsın?
- Sağ ol, Yeter teyze. Haydi, gözünüz aydın. Kader ilk görüşmesini yapmaya gitmiş. İnşallah sonucu iyi olur.
- İnşallah, be güzel kızım. Rahmetli babam, dördüncüsü bari erkek olsun diye adımı Yeter koymuş. Şimdi aynı lafı ben tekrarlıyorum. Kızım için yetsin de bir gün görsün yavrum.
- Hakkında hayırlısı neyse o olsun!
- Âmin, yavrucuğum.
Yeter Kadın, baktı kimse çay içmiyordu. Sordu kızına:
- Kız Güllü! Hani sen çay demlemiştin, neden ikram etmedin Cemile’ye?
- Ay, anam! Lafa dalınca unutmuşum. Şimdi getiririm.
Güllü mutfağa gitti. Az sonra elinde bir tepsiyle döndü.
- Sağ ol! Güllü. Çok hoş kokuyor. İçilir valla.
- Çayı güzel ama kaderi kötü yavrumun. Bir koca bulup da uçamadı yuvadan.
- Ana! Kader ablama da aynı lafları ettin. Evlendi de ne oldu? Herif sarhoşun teki çıktı. Akşam eve dönünce, uçkurunu bile çözmekten acizmiş. Beceremedi, suç ablama yüklendi. “Gunnamadık gatır” dendi ona. Siz savdınız kızı başınızdan, “Göç gide gide düzelir” diyerek. Sus da her şeyi söylemek zorunda bırakma beni. Sonra evlenip de ne olacağım, elin herifinin hizmetçisi mi? Yok anam yok. Ben evlenmeyeceğim. Evleneceksem de ben öyle ablam gibi yapmam. Varmam çulsunuz tekine. Ben, hem orası hem de parası olan birini bulursam evlenirim ancak.
- Sus, kızım, sus. Ne biçim laf o öyle. Bir duyan olur.
- Ne biçimse, o biçim. Sus, sus, sus. Nereye kadar susacağız!
- Yeter Teyze, kapı çalıyor galiba.
Dediğine bin pişman olan yaşlı kadın gidip açtı kapıyı.
Kader’di gelen. Gözleri kan çanağına dönmüştü.
-Yeter artık, be ana! Yeter gayrı! Ne biçim kaderim varmış benim. Bu adam da leş gibi içki kokuyordu…

8 Haziran 2010 Salı

KELENDERİS ÖYKÜ YARIŞMASI SONUÇLANDI

Mersin Aydıncık Belediyesi tarafından düzenlenen, 42 yazarın 56 öyküyle katıldığı 1.Kelenderis Öykü Yarışması sonuçlandı.
Muzaffer İzgü, Osman Şahin, Orhan Özdemir, Ali F. Bilir ve Mustafa B. Yalçıner’den oluşan seçici kurulun yaptığı değerlendirme sonucunda,
Süleyman Ç. KALMAN’ın “Geçmişin Koynunda” adlı öyküsü birinciliğe,
Mehmet ÖNDER’in “AH HİKMET AH” adlı yapıtı ikinciliğe,
M. Suat GÜLŞEN’in “VURGUN YEDİ YÜREĞİM” adlı eseri ise üçüncülüğe değer bulundu.
Yazarlara ödülleri 19 Haziran 2010’da düzenlenecek törenle verilecektir.
Seçici Kurul üyelerine ve tüm katılımcı yazarlara teşekkür ederiz. 09/06/2010