5 Ağustos 2009 Çarşamba

GERÇEMEK SAYI 16



GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Temmuz 2009

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 3
Sayı: 16

Gerçemek,
Kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.
KUM ZAMBAĞI (Pancratium maritimum)
Görüntüsü ve özellikle de akşamları salıverdiği hoş kokusuyla herkesin ilgisini çeken kum zambağı, Akdeniz sahillerinin doğal bitkilerindendir. Nergisgiller familyasından, kumsalda kendiliğinden yetişen, soğanlı, çok yıllık, otsu bir bitkidir.
Yaprakları 1,5 ya da 2 cm genişliğinde, 40 ile 50 cm boyunda olup mızraksıdır. Yaprakları arasından çıkan 30 ile 40 cm yüksekliğinde, kırıldığı zaman sümüksü salgı bırakan bir sapı vardır. Bu sapın ucunda bulunan iki adet çanakyaprağın arasından yaklaşık 6 cm uzunluğunda bir tüpün ucunda tomurcuklar kendini gösterir.
Tüpüyle birlikte 10 ile 15 cm arasında değişen süt beyazı çiçek iki kısımdan oluşur. Birinci bölüm, geriye doğru yatan, 4 ya da 5 cm uzunluğunda 6 taçyapraklardan oluşur. İkinci bölüm ise taçyaprakları arasından uzayan, ucunda 12 adet üçgen parçanın, içerisindeyse 6 erkek, biri de dişi olan üreme organlarının bulunduğu huni şeklindeki kısımdır. Her iki erkek üreme organı arasında iki üçgen diş bulunur.
Çiçeklenme zamanı ağustos ve eylüldür. Ekim başında çiçekler kuruyunca, çanakyaprakların içinde karpuzcuk oluşur. Bunun da içerisinde siyah, iri tohumlar bulunur. Bu tohumlar dalgalarla başka yerlere taşınır ve böyle çoğalır, kum zambağı.
Yaşama tutunabilmek için kökü derinlere gider, dalgaların getirdiği kum, bitkinin sapını örtecek olursa, sap da boy atar.
Soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalan kum zambağı soğanlarının toplanıp ihraç edilmesi yasaktır.

EDİTÖRDEN
***
PANJURLU BİR EV, BAHÇESİNDE DE BADEM AĞACI
Mustafa B. YALÇINER

24 Mayıs 2009 Cumartesi. “Hırkanı alayım mı” diyor ömür yoldaşım. Yok, canım. Ne gereği var? Hırkayı başıma mı çekeceğim yanıtını veriyorum. “Nükte yapmanın zamanı mı şimdi? Gülnar soğuk olmaz mı demek istedim.” Olmaz, hayatım. Sıcak insanların yanı soğuk olur mu hiç. Dostlarımızla, kardeşlerimizle, canlarımızla buluşacağız.
Elimizde torbalar. Birinde seradan yeni toplanmış salatalık, diğerinde sivri biber, bir başkasındaysa sapsarı kocaman limonlar. Koyuyoruz hepsini arabamızın yüklüğüne. Çıkıyoruz yola. Günbatısı olanca gücüyle iteliyor aracımızı.
Göz açıp kapamadan Sele yokuşundayız. Çekiyorum arabayı yolun sağına. İniyoruz. Ellerimizde birer naylon torbayla, başlıyoruz kaparilerin mor sürgün uçlarını koparmaya. Turşu yapmasını öğreteceğiz dostlarımıza. Yeterince topladıktan sonra yeniden düşüyoruz yola.
Tırmanışa geçiyoruz. Azganlar, yerini borcak ve çobançıralarına bırakmış. Sarı ve yeşil cümbüşü var doğada. Ne koku o öyle! Dayanamıyorum. Duruyorum. Ölümsüzleştiriyorum, borcak ormanını. Koparıyorum irice bir dalını sarı gelinin, veriyorum can yoldaşıma. “Saadet sever bunu” diyor o da.
Meşeler gövermiş. Her yer yemyeşil. Diz boyu ot. Yağmur da bol olmuştu bu yıl. Anadolu orkidesini andıran baklagillerden bir bitkinin çiçeği el sallıyor, “Beni de al” dercesine. Durup onu da alıyorum. Aşağıda Menekşe deresinde zakkumlar açmış, beyaz, pembe.
Kekik kokusu geliyor, buram buram. Durup iniyorum ve kekik yoluyorum, Ali sever diye. Mis gibi kokuyor Toroslar. Az ileride yabanıl erguvanlar, boncuk boncuk. Onlardan da koparıyorum bir dal.
Mis gibi kokuyor arabanın içi. Bir ara Metin Demirtaş biniyor sanki aracımıza.

“Arkadaşlarla
Abdülkadir'i anıyorduk ki
Birden ortalığı
Kekik ve nane kokusu sardı
Yahu arkadaşlar
Hele bir bakın
Şiirleriyle sokaktan Abdülkadir geçiyor olmasın”

Gülnar yazılı tabela geride kaldı. Mutluyuz. Kent girişinde bir süre ilerliyoruz. Ali F. Bilir’in, eşine yıllar önce söz verdiği ancak sözünü birkaç yıl sonra yerine getirebildiği evin önünde duruyoruz. Panjurlu bir ev, bahçesinde de badem ağacı. İniyoruz. Rakım yaklaşık bin metre. Hava serin. Hırkamı geçiriyorum sırtıma. Eşimin o güzel yüzünde sinsice bir tebessüm.
Torbalar elimizde, basıyoruz zile. Kapı açılıyor. Sıcak, içten bir ses, “Hoş geldiniz, dostlar” diyor. Saadet bu. Hanım arkamda. Ahmet Haşim de sanki orada:

“Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,”

Can cana sarılıyoruz. “Bilseydim, pazara gitmezdik” diyor Saadet. Elimdeki torbadan bir karınca ağıyor koluma. Mutfağa geçiyoruz. Kapariyi sever bu yaratıklar, oradan gelmiştir diyorum ve başlıyoruz bitkinin dikenlerini ayıklamaya. Ali ekmek almaya gitmiş, o da geliyor. Kucaklaşıyoruz. O da katılıyor bize. Bu arada da kapari turşunun nasıl yapılacağını anlatıyoruz.
Salondayız şimdi. Konuklar da gelip katılıyor sohbetimize. Baş konuğumuz Abdülkadir Bulut. Federico Garcia Lorca ile Cemal Süreya da aramızda. Konu konuyu açıyor. Konuşuyor da konuşuyoruz. Kimler girmiyor ki sohbetimize! Saymakla bitmez. Yöreselden evrensele.
Uçuyoruz sevinçten, mutluluktan. Telefonlar susmuyor. Metin Demirtaş konuk oluyor. Vecihi Timuroğlu’nu arıyoruz, evde yok.
Masaya geçtik. Nefis bir sofra! Neler yok ki! Saadet döktürmüş yine. Yöresel yemekler. Ali de nar kırmızısı bir şarap açıyor. Bir süre sonra, hem can dostum hem de bir numaralı düşmanım beni balkona çağırıyor. Çıkıyorum. Az sonra elinde bardağıyla Ali geliyor. Ben tüttürürken, gidip benim bardağımı da alıp geliyor. Şerefe, dostluğa, kardeşliğe diyoruz.
Söz dönüp dolaşıyor son yazdığım “Babamın Selamı Var” adlı öyküye geliyor. “O öyküdeki çocukta bir nebze kendimi buldum” diyor “Oedipus kompleksi ve bilinmeyenler.” Başlıyor anlatmaya: Silifke’ye göçleri. Babasının orada işçi olarak çalışması ve sonra hastalanması. İlaç almak için ev eşyalarının satılması. İyileşince orayı tek başına terk edip köyüne dönmesi. Annesinin çilesi. Yaz gelince babasının yanına dönmeleri. Okullar açılınca, gitmek zorunda kalışları ve babasının yok yere çocuklarını dövmesi…
“Kahveler hazır” diyor Saadet. Dönüyoruz salona. Koyu bir sohbet. Zaman kanat takmış sanki!
Saat yirmi bire geliyor. Televizyon açılıyor. TRT 1. Program: “Türkiye Liseler Arası Müzik Yarışması.” Mersin Nevit Kodallı Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’nin solist öğrencisi Gülnarlı Berna Melek İpek. Dinliyoruz. Çok güzel bir sesi var kızımızın. Eller telefona. İleti yolluyoruz. Kızımız birinci oluyor bu hafta. Eller çarpışıyor havada.
Saate bakıyorum. Aman Tanrım, gece yarısı! Sıcak yerden çıkınca dışarısı soğuk oluyor. En kısa zamanda görüşmek dileğiyle sarılıyoruz birbirimize. Ardından eller sallanıyor. Düşüyoruz dönüş yoluna…
***
KABADAYI
Mehmet BABACAN

Durmuş Ali emminin lâkabı “Kabadayı” idi. Niye böyle dediklerini bilmiyorum. Belki de, çok seyrek duyulan söylemini, etki altında kalmadan, hiç bir şeyden korkmadan, düpedüz söyleyiverişi yüzündendi. Eğer, kabadayılık söyleminde, bir parçacık yiğitlik varsa, kesin kes bu yüzdendi…
Kabadayı etiketiyle anılan bu kişi, ayağı yalın, başıkabak, bağrı açık; altmışına merdiven dayamış bir fukaraydı. Gerçekten fukara mıydı? Ya da neyin fukarası, neyin zenginiydi? Hâlâ düşünür dururum?
Biz, 8 ya da 10 yaşlarında çocuklardık. Bir yandan hocaya gidip, Kuran ve Müslümanlık öğreniyor; diğer yandansa, yaramazlığın kitabını yazıyorduk.
Kabadayı, bizden pek ayrılmazdı. Bizi arkadaş görüyor olmalıydı. Biz de, onu üzmemeye özen gösterirdik.
Bıçak gibi kış poyrazının ayazında, dişlerimizi sıkarken, orta yaşı geçmiş, bu yarı çıplak adamın vücudundan buhar çıktığını gördükçe, ısınıyor muyduk, yoksa daha mı çok üşüyorduk, bilmiyorum.
Kimileri, ona deli diyordu. Aslında deliliği filan yoktu. İşine gelmeyenler öyle diyordu. Daha doğrusu, kimlik kartının eskimişliğiyle büyük olunduğunu sananlara göre deliydi o. Bizim, koca gövdeli bir arkadaşımızdı. Altmışına varsa da, çocuk yüreğini yitirmemiş bir kabadayı insandı.
Onca yıl geçti aradan. Nur içinde yatası Kabadayı, unutuldu gitti belki. Ama yıktığı kale, hâlâ unutulmadı: Nasıl mı?
Oruç ayı kışa rastlamıştı. Bulgur çorbasıyla oruç tutmanın üstüne, akşamları da ayak yalın, baş kabak, titreye titreye teravih namazına katılıyorduk. Camiye gelmekle, yoklamada bulunmuş oluyorduk aslında. Caminin şaşmaz bir düzeni vardı. Genellikle, büyükler, imamın ardında iki saf oluştururdu. Birinci safta ağır toplar; ikinci safta kraldan önce kralcılar bulunurdu. Üçüncü saf çocukların safıydı. 7 ya da 8 kişilik bir gruptuk. Safımızın en başında da Kabadayı yer alırdı. Onu deli sayanlar, her akşam camide boy gösterişini delilikten saymıyorlardı nedense. Hatta diğer namazlara da gelsin istiyorlardı. Aç mısın, susuz musun diyen yoktu? Ama illa namaza gelsin istiyorlardı. Belki de, tanrı namazsız kalmasın diyeydi, kim bilir? Biz çocuklar kaçıncı sınıftan sayılıyorsak, Kabadayı da, o sınıftandı. Yerini hiç yadırgamaz; bacağı kadar çocukların arasında olmaktan gocunmazdı. Büyük geçinenlerin, açıkça horlamaları bile, etkilemezdi onu. Tepki göstermeyişine, korku, utanma gibi dürtüler değil, olsa olsa hoşgörü ya da boş vermişlik neden olabilirdi.

***
Fırtınalı bir akşamdı. Kendimizi zor atmıştık camiye. Elimiz ayağımız donuyor, içimiz titriyordu. Ezan biter bitmez. Her zamanki düzende saflar yerini aldı. Biran önce bitsin istiyorduk Kabadayının çocuk takımı ip gibi dizilmişti. Ne de olsa eğitimliydik. İmamın “Allahuekber” demesiyle, el bağlayıp, namaza başladık. Bize inat eder gibi, imam uzunca bir ayet okuyordu. Soğuktan, koyun gibi, birbirimize sokulacaktık nerdeyse. Titrememek için, dişimizi, kaslarımızı sıkmaktan, vücudumuza ağrılar giriyordu. Ayağı üşümüş insanların karın gurultuları, koro gibi oluyordu.
Korkulan ses Kabadayıdan geldi. Kendini çok sıkmış olmalı ki, ses çok ince çıkıyordu. Uzunca süre devam eden sesin “si” mi, “mi” mi olduğunu seçemezdik elbette. Ne olursa olsun, çocuklar için, yaman bir gülüşme kaynağıydı. Kahkahalar içinde, kendimizi dışarı attık. Biz, gülmekten katılıyorduk ama Kabadayı’nın kılı bile kıpırdamamıştı. Hiçbir şey olmamış gibi, namaza devam ediyordu. Merak içindeydik. Acaba, büyükler ve imam ne diyecekti? Günah ya da ayıp mı sayacaklar; yoksa falakaya mı yatıracaklardı?
Çok sürmedi, namaz bitti. İkinci saftakiler daha erken ulaştılar Kabadayı’ya. Azarlamakla ısınıyor gibiydiler. Lâfları çok çeşitli de değildi. Herkes, özetle, aynı şeyleri söylüyordu. “ Böyle şeyler çok insanın başına gelebilir, gelmiştir de. Mademki oldu; namazı terk etmen gerekirdi. Çünkü abdest bozulmuştur. Abdestsiz namaz kılınmaz.” Sırası gelen, yaklaşık aynı sözleri yineleyip duruyordu. Azarlama sırası birinci safa geldi. Bu saftakiler, daha bilgiç, daha keskindiler. Aralarından biri, daha da keskin çıktı. Vücut özürleri yüzünden, yaşamla barışık olmayan biriydi o. “Bak Durmuş Ali” dedi. Oysa yaşça daha küçüktü. “ Abdest var ya, abdest, o, ibadetin kalesidir. O kale olmadan ibadet olmaz. Sen o kaleyi yıktın” demesiyle, sessizce oturan Kabadayı’nın ayağa fırlaması bir oldu. “Kes be,” diye bağırdı. Sonra, topluluğa sırtını dönerek, “Bir osurukla yıkılan kalenin a..na koyum” dedi ve çekip gitti.
Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Deminki kükreyenler, şok olmuş gibiydiler. Belki de gülmek istiyorlardı da bağnazlıkları gülmeyi de yasaklamıştı onlara…
***
HÜRÜ KIZLARINDA HIDIRELLEZ
Celal Necati ÜÇYILDIZ
Evliya çelebi Anadolu’yu gezerken, Silifke’den de geçer. Silifke Kalesini anlatır. Hürü Kızlarını anlatır. (Ayhan Yalçın’ın araştırmaları) burada durakladıklarını, insanların odak noktası olduğunu anlatır.
Bundan 10 yıl öncesine kadar, yalnız Alevilerin gittiği Hürü Kızlarını, bu günlerde binlerce kişi ziyaret ediyor. Belediye otobüsleri, köy dolmuşları, traktörler dolusu insanlar akın ediyor. Çöreğini çeken, horozunu kesen koşuyor. Belediye de yol yapmış.
Merdivenlerden tırmanıyorlar. Ziyaret olarak kabul edilen taş yığınlarını üç kez dolanıp, dualar edip, çam ağacına çaput bağlıyorlar. Çocuk isteyen kadınlar, beşik yapıyor bezden asıyorlar. Ev isteyenler taşlardan evler yapıp, üstünü çam pürleri ile kapatıyorlar. Taşları üst üste koyup hayallerine yakın bir şekil veriyorlar. Gençler geliyor, kızlı, erkekli. Her birinin bir beklentisi var.
Geceden başlamış; 5 Mayısı 6 Mayısa bağlayan gece deniz kenarlarına gidip orada dilekte bulunmuşlar. Gelip Hürü kızlarını ziyaret ediyorlar. Dileklerinin gerçekleşmesi için dua ediyorlar.
Türkmenlerde bir inanış var: Yerleştikleri en yakın yerde bir yatır bulurlar. Onu kendilerine ziyaret kabul ederler. Önemli günlerinde; Sultan Nevruz, Hıdırellez gibi günlerde ona kurbanlar kesip, çörekler çekip, birlikte gittikleri hısım, akraba ile yerler. Dua edip, semahlarını dönerler, tohum atmaya ekin dermeye başlamadan. Ormana kesime gitmeden önce de bu geleneği başvururlar. Amaç bellidir. Ürünlerinin bol olması için doğa ile söyleşirler. Onunla ilişki kurarlar. Ona yakın olup, onunla dost olmak. Selden, doludan, gamazdan ürünlerini korumak duygusu.
Ola ki böyle bir yatır yok. Onun da çaresi var. Yüksek bir tepeye giderler. Bu bir eski yıkıntı da olabilir. Oraya getirdikleri taşları ata, ata bir ziyaretleri olur. Mezarlıklarındaki en yaşlıyı seçerler. Köylerine yakınsa düğünlerde de gelin, kına, dövme gezdirmelerinde uğrarlar. Kenarından geçerler. Yakınına kurdukları bir meydanlıkta mengi oynarlar, semah dönerler.
Hepsinde ortak amaç bellidir. Doğa koşullarıyla baş etmek için doğanın içinde bir nesneye ulaşmak. Ona değerek, ona niyaz ederek Tanrıya ulaşmak. Ellemek onu. Sım sıcacık tutmak.
Bu inançlar üstü bir duygu. Binlerce yıldır devam eden. Şamanlık, Etiler, Sümerler: Anadolu yaşam kültürü.
İşte Silifke Kalesinin karşısındaki Hürü Kızları, bu ziyaret yerlerimizden biridir. Her yıl Hıdırellez geldiğinde ziyaretçi akınına uğrar. Ziyaret yerlerine gitmek, onlara kurbanlar kesmek, Tanrıya şilt koşmak deseler de onu dinleyen yok. O binlerce yıllık geleneğini sürdürüyor.
200 yılda bütün uğraşlara rağmen Anadolu Kültüründen kopamıyor. Bastırılan düşünceler birden depreşiyor, ayağa kalkıyor. İsyan edercesine koşuyor dağların doruklarına. Hürü Kızları oluyor, Kırtıl Dede oluyor, Zeynel Abidin, Mağaraş, Şıh Yonis, Toroslar’ın zirvesinde Ala Dağlarda Bulgar Bozoğlan oluyor. Ege de Hamza Baba, Abdal Musa, Edremit Kaz Dağlarında Sarıkız. Erzincan, Tunceli dağlarında Düzgün Baba, Tokat yöresinde Hubyar Sultan. Ceyhan –Adana’da Durhasan Dede, Hacıbektaş ta Kadıncık Ana, Hacıbektaş Veli Türbesi. Bunlar sıralanıyor. Bunların arasında bir haberci vardır ki; hepsini ziyaret ediyor. O güzelim mazlum mu mazlum turnalar. Yemen’den çıkıyor. Her birinin üstünde semah dönüyor, ozanın dilinde, nefeslerin içlerinde. Ağıtlar, nefesler dile geliyor. İnsanlar coşuyor. Sevgiyi yakalıyorlar turnaların sesinde, onun uçuşunda. Sonra ilkbahar geldiğinde Sultan Nevruz’da, Hıdırellez’de turnaların sesine uyup koşuyorlar ziyaretlerine, yatırlarına. Bu bir yaşam. Yaşamı kolay kılmanın düşçeleri.
Ne diyelim. Dileklerini Hak kabul etsin. Hızır yoldaşları olsun.
****
AKDENİZ AKŞAMLARI
Özler YALÇINER KELECİOĞLU

Haluk Levent’in Akdeniz Akşamları adlı şarkısını ne zaman dinlesem, dalar giderim çocukluğuma, gençliğime. Bir martı olur dolaşır dururum baba diyarı Aydıncık sahillerinde. Bazen bir denizkızıyla dilleşir bazen de bir karabatak ile. Balık çorbası içer, kayakoruğu turşusu yerim. Akşamları amcamın lokantasında gitar çalarım. Haluk Levent şarkısını bitince de, dönerim ben gerçek dünyama, dudaklarım büzüşmüş, gözlerim nemli.
Aydıncık’taki Akdeniz akşamları, bence Bodrum, Marmaris, Çeşme ve Antalya’dakilerin aksine çok daha güzeldir, hele bir de aylardan temmuz ise bambaşka.
İşte yine Haluk Levent söylüyor, ben de yeniden yaşıyorum o unutamadığım güzel yılları. Rahmetli Veysel Amcamın “Pêcheur” adını verdiği lokantasını yeni açtığı yılları anımsadım bir kez daha.
Mersin Antalya karayolu üzerindedir, lokanta. İki katlı taş evimiz de hemen onun arkasında. Yolu geçip ineriz Nazilli denilen plaja.
Plajın hemen kenarında bir kaynak, kumunu boşaltırdık bazen ellerimizle bazen de bir plastik kapla. İçine uzanıvereceğimiz bir havuzcuk yapmak için.
O yıllarda Nazili plajında taş çoktu ama Nazilli’nin denizine taş çıkaracak deniz yoktu. Kıyıdaki pınarın buz gibi suyunda çığlık çığlığa duş aldıktan sonra kendimizi yeniden bırakıverirdik mavi sulara cümbür cemaat, kuzenler hatta annem babam. Babam ve annem çok kalmazdı bizlerle. Ne de olsa denizde oyun oynamak daha çok küçüklerin işiydi.
Dalından kopardığımız bir narı su topu gibi fırlatırdık birbirimize denizin içinde. Nar çatlayıp iyice tuzlanınca da afiyetle yerdik kavga dövüş. Ardından limana kadar yüzüp fenerden karaya çıkar, güneşlenir ve geri dönerdik.
Nazilli’de sörf tahtasına atlayıp dengede durma yarışı da yapardık: Biri tahtanın üstüne çıkardı, ayakta dengesini sağlamaya çalışırken biz de suyun içinden tahtayı sallayıp onun dengesini bozardık. Tüm Aydıncık kahkahalarımızla inlerdi.
Tüm gün denizde yorulan bizler, yatıp dinlenmek yerine koşardık amcamın lokantasına. O yıllarda motosikletli turistlerin haddi hesabı yoktu. Kız arkadaşını motorunun terkisine atan düşüyordu yollara. Kapadokya’dan Antalya’ya gidenlerden tutun da Kudüs’e giden ya da oradan dönenlere değin.
Akşamüzeri yoldan geçen turistleri lokantaya getirene, bir araba durdurana kola ya da birayla patates kızartması ısmarladı Veysel Kaptan. Araçlı ya da yaya turist görünce, İngilizce ya da Fransızca davetkâr cümleler sarf ederdik. Cazibemize dayanamaz da gelirlerse, Pêcheur’den kızarmış patates ve buz gibi bira kazanırdık. Amcam bağırırdı içeriye: “Çek bir pomfrit, bir de soğuk bira.”
Bir süre sonra gitar çalmaya başlardım. Şarkılarla, türkülerle coşardı lokantanın terasındaki müşteriler.
Restoran kapanana kadar kalırdık. Sonra da gece yürüyüşüne çıkardık, ablam ve kuzenler, limana kadar giderdik. Daha önceden alıp sakladığımız çekirdekleri de bir elektrik direğinin altına oturup çitlerdik. Şarkı türkü faslımız başlardı yeniden. Akdeniz Akşamları da vardı repertuarımızda, onu da hiç atlamazdık.
İşte yine yaz geldi. Her akşam TV ana haberlerinde, memleketimize gelen Rus, İngiliz, Fransız, Alman turistlerin ve ünlülerimizin tercih ettiği 5 yıldızlı eğlence mekânlarındaki tatil görüntüleri yine yayınlanır oldu dakikalarca. Kimi pareosuyla fazlalıklarını örtmeye çalışırken kimi yeni yaptırdığı dövmelerini gözler önüne seriyor, bazı futbolcular ise jet skilerin üzerinde hava atıyor.
“Zevkler ve renkler tartışılmaz” denir. Doğrudur ama ben nedense zevk alamıyorum o tür bir dinlenceden. Ben çocukluğumdaki, gençliğimin ilk yıllarındaki tatili özlüyorum.
“Olgunluk çağı” denilen döneme yaklaştım da ondan mı, yoksa“nostalji” kelimesi bende bu şekilde mi anlam buluyor, onu da bilemiyorum.
Babamın “Her güzel şeyin bir sonu vardır” sözünü galiba şimdi daha iyi anlıyorum: Gelenler, gidenler; doğanlar, ölenler; gülenler, ağlayanlar ve akıp giden yıllar…
En güzeliyse, Akdeniz akşamları ve değişmeyen tatlı anılar...

***

BİR ANI: KÖYDE BİR SAYA GECESİ
Mustafa SAĞLAM

Bir gözü şaşıymış gibi görünen o adamla her karşılaşmamda, hayatımın anımsayabildiğim ilk saya gecesini yeniden yaşarım hep. Gizemli bir film sahnesine benzemesinden, ya da usta bir ressam elinden çıkmış bir tabloyu andırmasından mıdır nedir; görüntü, bir resim gibi gözümün önünde beliriverir hemen.
Radyo, köyde bir ya da iki evde vardı, televizyonun ise adı bile bilinmezdi o yıllarda. Uzun kış akşamları, çoğunlukla ailelerin birbirlerine geziye gitmeleri ile geçerdi. Yüzük oyunu oynanırdı, bilmeceler sorulurdu ve dededen toruna aktarıla gelen öyküler, masallar anlatılırdı o akşam gezilerinde. Ve o da ayrı bir kültürdü, çoktan tarihe karıştı gitti tabi.
Yine öyle bir geziden dönüyorduk. Ablalarımdan biri, beni bazen arkasına yüklenir, bazen de elimden tutar yürütürdü annemgilin ardı sıra. “Annemgil” derken benim dışımdaki altı kardeşimi ve annemi, babamı kastediyorum. Kalabalık bir aileydik biz.
Kar, akşam erken başlamıştı ve iri taneli yağışıyla hâlâ devam ediyordu, dört parmak kadar yığılmıştı yerde. Bizim o yörede (Ermenek), “kül kar” dediğimiz fazla sulu olmayan bir kar türüydü ve kayıp düşmek hiç de zor değildi iniş aşağı yürürken; bu yüzden de mümkün olduğu kadar dikkat etmek gerekirdi yolda. Değilse insanın kalça kemiğinin veya kollarlından, bacaklarından biri kırılıverirdi, ertesi gün de soluğu sınıkçının yanında alırdı insan.
Işık dersen, en önde giden annemin elinde yanan çıra vardı bir tek. Cep feneri filan daha icat edilmemişti belki, icat edildiyse de bizim oralara kadar gelmemişti. Gaz lambası yeni yeni görülüyordu evlerde, o da az sayıda kişinin evinde vardı köyde ancak. Ha bir de idare vardı kullanılan, kandilin biraz daha geliştirilmişi. Tenekeden yapılmış, içine gaz yağı doldurulup, üstten bir fitil sarkıtılan, koni şeklindeki bir nesne. Yan tarafında bir de kulpu var tutulacak. Üstteki fitilden ateşliyorsunuz ve isli isli yanıp duruyor. Fazla bir yer aydınlattığı da söylenemez.
Her neyse, niyetim size idareyi tarif etmek filan değil. Biz gelelim asıl konumuza: Dallarının üzerine kar yığılmış ağaçlara, ışık vurunca, zifiri karanlık arka fonun önünde öyle ilginç görünüyorlardı ki! Yolun içine doğru yaslanmış bir iğde ağacı vardı ve çıra ışığında onun görüntüsü bir başkaydı hele. Çocuk halimle ben bile, onun o görünüşünü seyretmekten büyük haz duyuyordum ve bıraksalar sabaha kadar oturup, bıkmadan onu seyredebilirdim. Kaç kez içimden geçmişti bu. Ama annemgil, ellerinde yanan çırayla beni bekleyip duracak değillerdi elbette. Bir çıranın ömrü ne kadardı ki zaten; en fazla on dakika.
O yol, oradan kalkalı kırk yıla yakın zaman geçti. O iğde ağacı ise altmışların sonuna doğru kesildi ve sanırım şimdi iki katlı bir ev var yerinde. Yol boyundaki o ağaçlardan hiçbiri günümüze kadar kalamadı ne yazık ki. Sık sık oralara gidemiyorum; gitmek de içimden gelmiyor pek. Anılarımda yer eden birçok şeyin yok olduğunu görmekten çekindiğim için belki de.
Gözü sakat adam, her defasında neden bunları hatırlatıyor bana asıl anlatmak istediğim buydu ya lafı dolaştırıp nerelere götürdüm.
Akşam gezisinden gelip hemen yattık. Yatmasak ne yapabilirdik ki! Gecenin karanlığında ne iş yapılabilirdi? İş de dolup kaldığı yoktu zaten.
Yenice uyumuştuk, dışarıdan sesler gelmeye başladı. Annem eli duşuna bir kibritle çıra buldu, yaktı ve ala uykulu uykulu hepimiz dışarı çıktık.
Çıranın ışığında seçebildiğim kadarıyla, def çalan bir adam ve oynayan bir gelin ile bir ayı görünüyordu ortada. Bir köşede de, sırtında yarısına kadar dolu bir çuval taşıyan bir adam eli sopalı iki kişi vardı nöbet bekler gibi dikilip duran. Ortada beceriksizce oynayan gelini seyrettik bir müddet. Epeyce de bir oynadılar; sonunda annem, bir tabak dolusu kuru üzümle ceviz getirdi:
-Çuvalını al gel bakalım göde, diye o hamala benzer adamı çağırdı ve elindeki çerezleri çuvalın içine döktü. İstihkaklarını alınca, hallerinden memnun hepsi birlikte kaybolup gittiler karanlığın içinde.
Bu yaptıkları bir saya oyunuymuş babamın anlatıverdiği kadarıyla. O oynayan erkekten düzme bir gelinmiş. Ayı da öyle tabi. Kenardaki eli sopalılar ise gelinin bekçisiymişler. Çünkü kendisine güvenen bazı gençler, bir fırsatını bulup gelini kucaklamaya kalkışırlarmış. Bu da o saya oynatanlar için bir hakaret sayılırmış ve buna kesinlikle fırsat vermemeleri gerekirmiş. Göde dedikleri kişi ise toplanan çerezleri taşırmış sırtında. Bu, kökeni çok eskilere dayanan bir ritüeldi sanırım. Ama hakkında fazla bir şey söyleyebilecek kimse de yoktu çevrede.
Saya gecesi, eski takvime göre zemherinin yirmi yedisinde, yeni takvime göre ocak ayına filan rast gelirmiş. Bir iki sefer de sonra gördüm saya oyununu ama ilk gördüğüm onlardı.
Sabahleyin iki karışa yakın kar vardı dışarıda; fakat şafak sıralarında kesilmiş ve yağmıyordu artık. Bu durumda köylünün yapacağı ilk iş, toprak damlara çıkıp kar küreğiyle damlardaki karı kürümekti hep. O gün de öyle oldu. Herkes evinin damına çıktı ve karşıdan karşıya konuşarak kar kürümeye başladılar. Benim de hoşuma gitmişti bu ama kar küreğini itelemek gücümü aşan bir işti. Ben de, bağda bahçede kullandığımız küreklerden birini alıp karı onunla atmaya başladım.
Karşıki evin damından biri anlatıyordu; onların evine de sayacılar gelmiş o akşam ve lülü sarkıtmışlar. Onlar başka bir grupmuş tabi ve bizim köydenmişler.
“Lülü sarkıtma da nedir?” diyeceksiniz biliyorum; çünkü bizim o çevreden başka yerde duymadım onu. Lülü şöyle bir şey: Gövdesinin üst tarafı kesilmiş bir su kabağının üç veya dört kenarından ip geçirilip dilli terazi kefesine benzeyen bir hale getirilir ve ipi de üç dört metre kadar uzatılır. Sonra da herhangi bir evin damına çıkılır ve ocaklıktan (baca) içeri sarkıtılır. O sırada şöyle bir de tekerleme söylenir.

Saya saya sallı beyim
Dört ayağı nallı beyim
Saya gelmiş duydunuz mu
Selam verdim aldınız mı

Ha lülü lülü lülü
Sarı öküzün etinden
Bandırmanın g...den (kıçından)

Verirsenin ela gözlü bir oğlunuz olsun
Vermezseniz yağır (kel) başlı bir kızınız olsun.

Evin sahibi de ocaklıktan gelen güdülün içine kuru üzüm, mısır kavurgası veya buna benzer çerez türünden bir şeyler koyar. Lülünün sahibi de yukarı çeker. Sonraki yıllarda bizim evde birkaç sefer rastladım da ondan biliyorum.
Kar kürüyen komşulardan biri, evin arkasındaki yolun kenarında bir lahana topağı gösterdi. İndik, baktık. Anladık ki, lahana aşağı taraftaki bizim bahçeden kesilip oraya konmuş. Üzerine biraz da kar yığıldığına göre lahana geceden ordaydı belli. Bunu buraya kim koymuş diye düşünürken üç lahana topağı daha bulundu ileri doğru.
Bahçenin içine girip baktık; sekiz, on kadar lahana eksilmişti tarladan. Biraz da kapanmıştı ama yine de belli olan epeyce adam izleri vardı çevrede.
Bizim köylerde dikenli tel, çit filan bilinmezdi o yıllarda. Ancak taş duvar veya dikenli çalılarla çevrilirdi tarlaların, bahçelerin kenarı. Bizimkinin etrafı da bir kısmı duvar, bir kısmı dikenli alıç çalısıydı. Alıç çalısı gerili kısım bizim de giriş olarak kullandığımız yerdi ve yoldan taraftı aynı zamanda. Geceleyin çalıların açılıp örtüldüğü kolayca anlaşılıyordu, iyice kapatılmamıştı çünkü. Komşular ve babam, saya oynatanlara buldular suçu. Lahanaların komşu köyün yönüne doğru sıralanmış olmasından vardılar bu karara da.
Bu düşünceleri de doğru çıktı nitekim. Birkaç gün sonra duyuldu ki, köyün içine varıp oyun oynadıktan sonra geri dönerken bizim bahçeye dalmışlar ve lahanalardan kesip çuvallarına doldurmuşlar. Taşıyamadıklarını da duvarın başlarına koyuvererek gitmişler.
Ama bu arada tarlaya girmeye çalışırken, gençlerden birinin gözüne bir alıç dikeni batmış. Tabi o anda hemen bir göz doktoruna gidip tedavi ettirmeyince adamın o sol gözü kör kalmış gitmiş. O yıllarda ilçeye yol yok, sokak yok, araç yok; araba, zor şer seçimden seçime gelir ancak. İlçeye varsan bile göz ameliyatı yapacak doktor bulamazsın. Kader deyip geçeceksin ister istemez.
Ve o zamandır bu zamandır bir gözü sakat yaşıyor adam. Artık bu duruma iyice alışmış; şikâyetçi filan da olduğunu sanmıyorum. O geceyi de çoktan unuttu belki. Ama ben adamı her görüşümde anımsarım ve çıra ışığında önümüz sıra giden annemi, üzeri kar yığılı iğde dallarını yeniden görür gibi olurum.

***

KARACAOĞLAN ŞİİRLERİNDE DİL TAZELİĞİ, HALK DİLİ ZENGİNLİĞİ
Mustafa ERTAŞ

Türkiye’de şiirleri en çok beste yapılan halk şairi Karacaoğlandır. Dizeleri bu gün söylenmiş gibi tazedir.
Karacaoğlan’ın şiirleri birbirine benziyor gibi görünse de iyice özümsenirse her bir dörtlüğü de yeni yeni çiçekler, güller açar. Buluşuyla, görüşüyle, duyuşuyla, rengi ve tütüleriyle bitimsiz güzellikler sergiler.
Karacaoğlan “Sağ elin sol ele faydası yoktur. Sağ gözü sol göze muhtaç eyleme” derken insanın gönlünü değil aklına seslenir. Akıl her şeyin başındadır.
Türkmen (Yörük ) Türkçesi ile söze can veren Karacaoğlan’ın dizeleri anlam yüklü, duygu yüklü, neşe yüklü, folklor yüklü, kısaca Türk ulusunun kültürü yüklüdür. “Âşıkız can bulur söz ağzımızda” dizesi ile Türk dilinde ne güzel dünyalar yaratır.
Dil bazılarının düşündüğü gibi kuru sözlerden oluşan ölü bir şey değildir. Her an değişen, canlı bir organizmadır. Gerçek âşıkların, sanatkârların elinde türlü çiçekler açıverir.
Karacaoğlan’ın dili, Karacaoğlan’ın kimliğidir. Onun şiirlerinde, türkülerinde çok şey gizlidir. Karacaoğlan’dan daha çok şey öğreneceğiz.
Ta Orta Asya’dan Yusuf Hashaciplerden, Ahmet Yesevilerden Anadolumuza Yunus Emrelerden, yoğrula yoğrula günümüze kadar gelen Türk kültürü, Karacaoğlan’ın süzgecinden geçerek şiirleşiveren Türk dili içinde büyük hazineler saklıdır. Doğru bilinirse, eğri görülür, eğri bilinirse doğru görülmez.
Güney Ertaş nüfusumu kaybettim, hükümsüzdür diyor. Doğru söylediğinin kanıtı değil midir?
Karacaoğlan bazı dizelerinde şöyle seslenir:

“Cehennem yerinde hiç ataş yoktur,
Herkes ataşını bile götürür.
“Geçme mescit önlerinden
Çok namazlar böldürürsün”
“Güzel sever diye isnat edenler
Benim HAK’tan özge sevgim mi var?”

Her yıl Akdeniz kıyılarından göçle gelen, Aydıncık, Bozyazı, Anamur, Gülnar, Gazipaşa ve Alanya Yörükleri yılın sekiz ayı Barçın’da yaylamak için çadır kurar. Daha önceleri yerleşik hayata geçen Ermenek, Başyayla, Sarıveliler ilçelerinin köy ve kasabalarının halkı ile Akdeniz’den gelen Yörükler Barçın Yaylası’nda iç içe, yan yana yaşarlar. Birbirleriyle akrabadırlar. Koyun kuzu sesleri birbirine karışır. Karacaoğlan bu yörenin, Taşeli’nin ozanıdır.
Taşeli halkı bugün bile bu yörelerde kendine özgü söylem zenginliği bozulmayan “Oğuz Türkçesi” sözcükleriyle konuşur, anlaşır. Karacaoğlan bir dörtlüğünde bakın neler söylüyor.

“Çıkıp yücelerden bakmak istersin
Coşkun sular gibi akmak istersin
Her güzelle yatıp kalkmak istersin
Ben senin kahrın çekemem gönül”

Karacaoğlan’ın şiirlerinden Taşeli halkının gönüllerine, beyinlerine anadillerine yerleşen binleri aşkın sözcük vardır. Taşeli’nde büyüyen çocukların anadillerini Karacaoğlan ile Yunus Emre’nin bu sözcükleri, o nefesleri oluşturur. Anadolu’nun içinde bir çobanın kavalında, ak saçlı büyük ananın (ebe), aksakallı büyük babanın sözcükleri vardır. Bu sözleri duya duya büyürler.
Taşeli’nde gençliğe adım atan her delikanlının biraz da Karacaoğlan olması bu sebeptendir. Şair Fil Ahmetler, Ahmet Tufanlar gibi Taşeli halkı da dilini korumuştur. Yabancı diller ve Divan Edebiyatı, etrafı Toros dağları ile çevrili olan (İÇ-İL) bu bölgeye girememiştir. 450 yıldan bu yana yaşaya gelen Karacaoğlan şiirleri (yakım) daha dün söylenmiş gibi tazedir. Halktan aldığını dönüp halkının diliyle yine halkına geri verir. Türk dili ulaşılması güç büyük bir sanat ürünüdür. Karacaoğlan dizeleri olan bu ürünü halkımız belleğine kazımıştır.
Hak ve halk şairimiz olan Karacaoğlan, bütün şiirlerini halk dili ile söylediğinden halkımızın sevgilisi oluvermiştir. Halk dili halkımızın öz malıdır. Halk öz malı olan milli dilini kaybederse, milli devleti ile vatanını da kaybeder. Dil her şeyin başıdır.
Halkımız Karacaoğlan’ın dizelerini çok beğendiği için her yerde okumuş, bestelenenleri de türkü olarak çağırmıştır.
Eğer “Türk dili” için bir ödül verilecekse, önce Karacaoğlan’a verilmelidir.

***


“ÇUKUROVA KURTULUŞ SAVAŞI DESTANI” (*)
Hasan AKARSU

Eğitimci, yazar, ozan Mehmet Demirel Babacanoğlu, “Çukurova Kurtuluş Savaşı Destanı” ile o yörede Kurtuluş Savaşı’nda yaşananlara açıklık getiriyor. Altmış bir başlıkta yazdığı destan şiirler ilgiyle okunuyor. Böylece, Mersin, Tarsus, Adana, Pozantı, Karaisalı, Kozan, Feke, Saimbeyli, Osmaniye, Kadirli, Dörtyol, Gaziantep, Maraş savunmalarını bir kez daha anımsıyoruz.
Destan şiirlerde, Çukurova’nın önemi, söylencedeki yeri, Torosların özellikleri sarıp sarmalıyor okuyucuyu: “Bir ucu Silifke’den/ Bir ucu İskenderun’dan/ Çukurova’yı kaplar/ Denize değer Toroslar//…Atom gibi inmişler başımıza/ İngilizler, Fransızlar/ İşbirlikçileri yanında/ Çevirmişler silahlarını bize/ Durur mu Çukurovalılar/ Kalkıvermişler ayağa/ Çoluk çocuk hep birden/ Kovmuş düşmanı yekten// Şimdi başlarız söze/ Toplanın düze/ Anlatırız destanımızı/ Baştan size” (s.8). Bu sözlerden sonra ozan, Çukurova’nın gizli paylaşımını, açık paylaşımını anlatıyor. Antalya İtalyanlara, Çukurova Fransızlara, Mısır İngilizlere, İstanbul yayılmacı ortaklara nasıl veriliyor biliyoruz. Mustafa Kemal’in 31Ekim 1918’de Adana’ya gelişi, Yıldırım Orduları Komutanlığını üstlenişi anımsatılırken işgalcilerin görevleri de belirtiliyor. İşgal valisi Bremond olup Ermeni Yüzbaşı Taillard Kozan’a, Arriki Ceyhan’a, Yarbay Coustillere Tarsus’a, Binbaşı Enfre Mersin’e atanıyor. Zorunlu göçten dönen Ermeniler önemli görevlere getiriliyor ve direnişle birlikte işkenceler de başlıyor. Ermeni Krallığı önerisi onları daha da şımartıyor. Çukurova İşgal Komutanı General Döfyo’nun adı sık sık geçiyor bundan sonra. Fransız giysili Ermeniler her evi basıyor. Direnişçiler sürgün ediliyor, öldürülüyor: “…Birkaç mermi bulundu diye/ Tevfik Kadri Bey’in evinde/ Çarmıha gerdiler Kadri Bey’i/…Hapsedildi Arıkoğlu/ Halktan ve ileri gelenlerden/ Vardı yüzlerce içerde…” (s.22). Niyazi, Ramazanoğlu Tevfik ve birçok kurtuluş savaşçısı evlerde toplanıp kurtuluş için çözümler düşünüyorlar. Yakalananlar oracıkta öldürülüyor acımasızca. Halk içinden hayınlar, işbirlikçiler de çıkıyor: “…Ya bizim hayınlar/ Düşmanla birlik olan/ Bir zamanlar Belediye Başkanlığı yapan/ Hafız Mahmut Efendi/ Damatyan sofrasından yallanan/ Bir de Abdurrahman Ağa/ Maşasıydı Fransız’ın…” (s.29). Ermeniler yolları kesip kaçanları çeviriyorlar. Kahyaoğlu Çiftliği’nde çoluk çocuk demeden kurşuna diziyorlar yakaladıklarını. Kurtuluşçular çözüm arayıp Toroslara çıkıp örgüt kurmayı düşünüyorlar. Uyanış, silahlanma başlıyor halk arasında. Önderler çıkıyor ortaya. İmdat Çavuş, Sivas’a kaçan üç Kozanlı yiğit boş durmuyorlar. Klikya Kuvayi Milliye’yi kurma izni alınıyor Mustafa Kemal’den. Ulusal cephe oluşturuluyor. Kozanoğlu Doğan Bey, Aydınoğlu Tufan Bey, büyük yararlılık gösteriyorlar. Bu sırada, 25 Aralık 1918’de Adana Gazetesi yayımlanıyor ve yabancı işgaller eleştiriliyor: “…Genç öğretmen Ahmet Remzi Yüreğir/ Mülkiyeli Avni Doğan/ Karar verdiler/ Bir gazete çıkarmaya// 25 Aralık 1918/ Yayınladılar/ Adana gazetesini/ Eleştirdiler Fransız’ı…” (s.62). Gazete, halkı uyandırma işlevini yerine getirince, Fransız işgalciler tarafından basılıyor, sahipleri sorgulanıyor. Yeni Adana gazetesi başka yerlere taşınıyor, Belemedik’e, Pozantı’ya ve görevini başarıyla yürütüyor. Karaisalı Müftüsü Mehmet Efendi, Şeyhülislam’ın hayın dediği Mustafa Kemal’i yüceltiyor: “…Dedi: Ey halk/ Şeyhülislam denilen zat/ Borazanıdır İngiliz’in/ İnanmayın bak/ Ne varsa elinizde/ Yaba, dirgen/ Kama bıçak/ Katılın savaşa” (s.74) diyerek çağrıda bulunuyor. Yakalanan öncülerden Molla Kerim öldürülüyor; ama Çukurova kahramanları tükenir mi? “Buçuk Mustafa/ Buçuk Mustafa olmadan önce/ Bir kaplan gibiydi/ Yoktu bir karış toprağı ama/ Vardı yüreği Anadolu kadar// İzin vermedi düşmanın geçmesine/ Dinamit koydu Yaramış Köprüsü’ne/ Uçtu raylar, beton ayaklar/ Yaralandı bacağından/ Topal kaldı ömrü boyunca/ Dediler ona Buçuk Mustafa…” (s.83). Pozantı’nın kurtuluşu da ayrı bir yiğitlik destanı. Karboğazı Savaşı, Pozantı’nın il merkezi oluşu, Fadıl Çarpışması, Cebbaroğlu Mehemmed’in başarıları, vuruluşu, Karahasan Paşa’nın savaşçılığı, Osmaniyeli gelin Rahime Kadının savaşırken şehit oluşu, Kozan’dan görüntüler, hayın Ali Saib’in öyküsü, Kadirli’nin 07 Mart 1920’de kurtuluşu, Maraş’a bağlanması, Saimbeyli-Cumhurlu Köyü’nden Gizik Duran’ın dillere destan yiğitliği ilgiyle okunuyor yapıtta. Yirmi Günlük Ateşkes bölümünü, Ankara Antlaşmasını Atatürk’ün ağzından dinliyoruz. Ve Adana’nın kurtuluş günü geliyor: “…Geldi o gün/ Doldu insanlarla/ Hükümet alanı/ İndirildi Fransız bayrağı/ Çekildi bayrağımız göndere/ Dalgalandı/ Coşkun halk/ Patladı alkıştan elleri/ Yaşa var ol Mustafa Kemal/ Yaşa var ol asker/ Dediler/ Gözyaşları indi sevinçten/ Sarıldı birbirine halk/ Öptü askerleri…” (s.167). Ve Fransızlar geldikleri gibi gidiyorlar 05 Ocak 1922’de. Ozan, Maraş Savunması’nda, Kılıç Ali’nin, Salim Bey’in, Sütçü İmam’ın gösterdiği yararlılıkları, Antep Savunması’nda ise Şahin Beylerin ve Karayılan’ın yiğitliklerini, Antep’in üç yıl işgalden sonra 25 Aralık 1921’de kurtuluşunu anlatıyor.
“Çukurova Kurtuluş Savaşı Destanı” uzun ve yorucu çalışmayı gerektiren bir yapıt. Ozan Mehmet Demirel Babacanoğlu, işgalcileri komutanları, işkencecileri adlarıyla, olayları da tarihleriyle yansıtıyor. Direnişçileri de adlarıyla, direniş yerleriyle ve tarihleriyle yansıttığı için yaşananlara nesnel olarak tanıklık ediyor. Anlatıya, öykülemeye yaslanırken şiirselliğe de özen gösteriyor.

(*) Çukurova Kurtuluş Savaşı Destanı- M. Demirel Babacanoğlu, Kendi Yayını, Aralık 2008

***

Ümit SARIASLAN

Şimdi Ali Baba’nın
Eczanesinin önünde
Oturup bir iskemleye
Çay söylemeli
Çınarlı kahveden
Kuş seslerine karışsın diye
Çarşının şarkısı

Yaşayan ölüleri ölü yaşayanlarıyla memleketimiz
Şimdi olmayan istasyonlara kesilmiştir biletimiz

Git gel Konya altı saat
Şipşak fotoğrafı hayatımızın
Geometrisi de bozuk şimdi
Matematiği de yolların

Ne bağ kaldı ne bostan
Suyu çekildi kuyuların
Varsa yoksa kutsal piyasa
Bir yeşerir bir solar
Amentüsü sermayenin

Yine savunmadayız
Güneşin ardında yine
Çiğner ha çiğner toprağımızı
Zamane filleri
Uygar işbirlikçileri eski barbarların

Git gel Konya altı saat
Vesikalık fotoğrafı hayatımızın
Kavaktan öteye yol gitmezse
Doğrulacağız daha
Tanrının bize bıraktığı işleri görmeye
(Dilin Gecesinden; Kendi yayını, Mart 2009/Ankara)

***

GÜMGÜMLÜ YAYLA
Nihat MUSTUL

Sabahın altısıydı daha, güneşin doğmasına bir saat vardı.
“Gümmmm!”
İrkilerek uyandı Nermin Hanım. Sanki çok yakında bir bomba patlamıştı. Sabah sabah bu da neyin nesiydi?
Hemen kocasını uyandırdı.
Koşarak balkona çıktılar, şaşkın şaşkın.
Beş dakika bile olmamıştı daha, bir patlama daha duyuldu:
“Gümmmm!”
Ses aşağı taraflardan gelmişti. Sanki bomba sesiydi bir. Ama o taraflar hiç gözükmüyordu balkondan. Hem ağaçlar engelliyordu bunu hem de o taraftaki evler.
Derken bir ses daha:
“Gümmmm!”
Gözleri de kulakları da yine o tarafa çevrildi. Acaba neydi bu, peş peşe, sabah sabah? Hava poyrazlıydı. Poyrazın esişine göre bombanın sesi ya azalıyordu ya da çoğalıyordu. Nereden gelebilirdi bu bombamsı ses? Gelse gelse jandarmanın atış eğitiminden gelebilirdi. Ama kendileri de jandarma da yirmi yıldır buradaydı, hiç böyle bir şey olmamıştı. Bir de buranın jandarmasının böyle bomba sesi çıkaracak silahı var mıydı ki?
Yapacak bir şey yok gibiydi, en iyisi içeriye girmekti, kapıyı örtüp yorganın altına sokulmaktı. Nasıl olsa az sonra kesilirdi, ne olduğu da anlaşılırdı.
Kapıdan giriyorlardı ki aynı ses yine duyuldu:
“Gümmm!”
Kesilir umuduyla yatağa girdiler ama ses hiç kesilmedi, belli aralıklarla duyuldu durdu. Hatta Kerim Bey kalkıp bir ara saat bile tuttu. Tam beş dakika aralıklarla patlıyordu neyse bu patlayan.
Ahmet Amca da irkilerek uyandı, o da sesi duyar duymaz balkona fırladı. Merakla sağa sola bakınırken, yan taraftan yıldırım hızıyla bir köpeğin kaçtığını gördü. “Galiba belediye görevlileri sokak köpeklerini öldürüyor, zaten köpekler de temelli çoğalmıştı” diye düşündü. Ama ikide bir “Gümmm!Gümmm!..” Sesler hiç de tüfek sesine benzemiyordu. Aklı karıştı. Yok yok, köpek öldürme işi değildi bu, başka bir şeydi… Dinamit miydi, bomba mıydı?
Öğleye doğru kahvenin önü kalabalıklaştı. Aslında bomba mı neyse durmadan patlıyordu ama ses çarşının gürültüsünden pek duyulmuyordu burada. Günün konusu tabi ki bu sesti. Herkes bir şey söylüyordu:
“Ben bir tarafta dinamit atılıyor sandım.”
“Ben ilkin jandarma demiştim, jandarmanın olmadığını görünce, geceden bir askeri birlik geldi, onlar atış yapıyor diye düşündüm.”
“Yaylayı eşkıyalar bastı diye aklıma geldi benim de.”
“Irak, Amerika geldi benim aklıma da.”
“Birisi yaylayı mı bombalıyor diye düşündüm ben de.”
“Çocuk işi demiştim ben de önce, ama değil...”
“Bizim evin tam karşısında arkadaş, birkaç dakikaya bir “Gümm! “Gümm!” Görünürde de bir şey yok...”

***
Az sonra bomba ortaya çıktı. Meğer yaylanın karşında kiraz bahçesi olan birisi, yaylada insan yok sayarak ya da olanları insan saymayarak, kirazları kuşlar sincaplar yemesin diye onlara savaş açmış, zaman ayarlı bir barut patlatma sistemiyle kuşları, sincapları korkutmaya kalkışmış. Bütün yaylayı tedirgin eden ses de buymuş.
Sıradan gibi olsa da tam bir bomba sesi çıkarıyordu bu aygıt. Akşam güneş batıncaya kadar hiç susmadı. Her patlayışında da insanlar bir daha irkildi, özellikle çocuklar bir daha korktu.
Kesintisiz üç gün sürdü bu. Konuşan çoktu:
“Valla bizim eve hiç duyulmuyor.”
“Biz delireceğiz arkadaş!”
“Gerisi değil de çocuklar çok korkuyor, düşlerine girecek.”
“Bir görseniz adama hak verirsiniz valla, sincaplar, serçeler, karatavuklar, alakabaklar tüketecekler adamın kirazını.”
“Bırak yav, en azından elli ağaç var orada, yeseler yeseler ikisini yerler, ne varmış bunda?”
“Benim dengelerim bozuluyor o sesi duydukça, o patlayışlar beni patlatacak sanki.”
“Bir Avrupa ülkesinde mümkün mü bu?”
“Adam koca yaylayı esir aldı be!”
“Karakolun haberi var mı ki?”
“Bir yoksul olsa saniyesinde sustururlar…”
“N’olacak yav, birkaç gün sonra biter, Allahın nimeti, kuş kurt yesin mi?”
“”Ne yapabiliriz ki!”..
“Allah komşularına ecir versin…”
Yurttaş donanımlı birisi en çok konuşan iki kişiye “Haydin karakola gidelim” dedi, “sessiz kalırsak s…lir kalırız bakın!” “Sen git bakalım” dedi onlar da. Tek başına gitti o da onlara inat. Komutan sıkıntılıydı:
“Adamı henüz göremedik. Haber gönderdik, gelince görüşeceğiz.”
“Üç gündür savaş var yaylada, Savaş bitince mi göreceksiniz adamı?”
“Adamın hasat zamanı… Bir yandan da üstümüzden savaş uçakları geçer gibi bir şey bu.”
Aradan bir iki gün daha geçti. Yurttaş donanımlı adam dayanamadı, yeniden gitti karakola:
“Komutanım basında bir haber çıkmış, haberiniz var mı?”
“Neymiş?”
“Yaylada on gündür savaş olduğunu, durmadan bomba patladığını, karakolun uyuduğunu yayıyormuş.”
“Allah allah! Hangi gazete?”
“Bilmiyorum valla, onu da siz araştırın artık.”
“Bugün için bitecek demişti adam…”
Bir gün sonra yaylanın bombası sustu.


****

YÖREDEN FIKRALAR


EŞEĞİN YOKSA ENİŞTEN DE Mİ YOK
Adamın biri sırtında yarım çuval buğdayla değirmene giderken, karşısından gelen köylü, “Hayrola? Çuvalı neden sen taşıyorsun” diye sorar. “Eşeğim yok da ondan” yanıtını verir adam da. Bunun üzerine köylü, “Be kardeşim, eşeğin yoksa enişten de mi yok” der.


***
ANAMUR TARAFI AÇIK
Bol yağmur yağmış, ortalığı sel basmış. Sele kapılıp giden bir adam kafasını çevirip Anamur tarafına bakmış ve “Korkulacak bir şey yok, Anamur tarafı açık” demiş.
***

BENİ GÜLNAR'A KADAR GÖTÜRÜP GETİRİR MİSİN?
Adamın birinin karnı acıkmış. Ne yesem diye düşünürken, hele yemeklere bir sorayım demiş.
- Pirzola, seni yesem, beni Gülnar'a kadar götürüp getirir misin?
- Hem götürür, hem getiririm.
- Peki, kuru fasulye, seni yesem, beni Gülnar'a kadar götürüp getirir misin?
- Götürmesine götürürüm de, getirmesine bir şey diyemem.
- De bakalım, bulamaç, seni yesem, beni Gülnar'a kadar götürüp getirir misin?
-Bana güvenip de, yola çıkma, kardeşim.
***

SEN TAM BİR GURBA OLMUŞSUN
Yörüklerden biri arkadaşına sormuş:
- En son ne zaman çimmiştin, bilader?
- Geçen ay su tuluğunun altından geçiyordum. Gafama bir iki damla düşmüştü.
- De sana, a bizim oğlan, sen tam bir gurba olmuşsun.

***
BİZ ALTI AY ÖNCE ÇİMMİŞTİK
Adamın biri sabun dolu heybesini atmış eşeğine, başlamış sabun satmaya. Bir Yörük çadırının önünden geçerken sormuş Yörük anaya “Sabun alır mısınız” diye. O da “Biz yayladayken, altı ay önce çimmiştik. Şu aşağıdakiler bir senedir çimmemiş, onlara bir sor. Belki onlar alır.”

***
KULUN RIZKI: (Kaynak kişi, Ersoy Akça)
Halit Tol, keyfine düşkün, eğlenmeyi seven, saz çalan, meclisi olan, muhterem bir zatmış.
Postacı Rıza Efendi de hiç eksik olmazmış sofrasından. Bir gün, artık canına tak demiş Gülnar beyinin; yemek sonrası gitmiş postaneye, vermiş elindeki kâğıdı Rıza Efendi’ye ve ona “Şu telgrafı çekiver” demiş. Rıza Efendi geçmiş telgraf manyetosunun başına. Başlamış aletin koluna basmaya…
ELT
POSTACI RIZA EFENDİ ELİYLE ALLAHA
Rıza Efendi kulunun rızkını sen mi vereceksin yoksa ben mi? Acele bildir.
Halit Tol /Gülnar
***

SENİN GİBİ BİR SÜMÜKLÜ: (Kaynak kişi, Ersoy Akça)
Selime Kadın, Köpüklü Hasan’ı bir kış günü çeşme başında kendi kendine doğurmuş. Kesmiş oğlunun göbeğini ve daldırmış bebeği teknenin buz gibi suyuna.
Çeşmeye gelen bir atlı bağırmış kadına:
“Bre kadın, ne yapıyorsun sen? Buyacak zavallıcık!”
Selime Kadın belertmiş gözlerini. Bakmış; bıyığı buz tutmuş, sümüğü donmuş bir adam. Ve ona şöyle demiş:
“Onu böyle ıslamazsam, ileride senin gibi sümüklü biri olur.”

***
BAŞIM SUYU:
Adamın biri sabahtan akşama değin, ekin ekmiş, çapa çapalamış ve yorgun argın dönmüş evine. Bir de baksa ki talvardaki ocaklıkta bir kazan, altında da harıl harıl bir ateş.
- Neci bu, be garı? Odunu bol buldun galiba?
- Yok be, gocam! Olursa başım suyu, olmazsa da aşım suyu.

***

BİR ZAMANLARIN GÖZDE OYUN ARACI: CINGIRTLAK
Nevzat ÇAĞLAR

İlkokulda okurken yaz tatillerimi Anamur’un uzak köylerinden biri olan Yukarı Kükür Köyü’nde geçirirdim. Sene sonu yaklaştığı zaman tatilin heyecanı sarar, köyde oynayacağım oyunları, ekkiden (kızılçam kabuğu) yapacağım oyuncakları, büyük bir badem ağacının altındaki küçük mandalda (seki ), arkadaşımla kurduğum cıngırtlağı düşünür, sabırsızlıkla tatili beklerdim. İki yıl önce Çandır yaylasında fotoğraf çekerken uzaklardan cıngırtlak sesi duydum. Sesin olduğu yere geldiğim zaman iki çocuğun cıngırtlağa binerek neşe içinde döndüklerini gördüm. Çocuklar cıngırtlağa kendilerini o kadar kaptırmışlardı ki fotoğraflarını çekerken beni görmediler. Şehirde bilgisayar oyunlarının bağımlısı haline gelen çocuklara rağmen bu iki çocuk beni hem çocukluğuma götürdü hem de kaybolmakta olan bir kültür değerimize taze kan verdikleri için sevindirdi.
Cıngırtlağın geçmişi Orta Asya’ya kadar uzanır. Anadolu’ya göç eden Oğuz boyları beraberlerinde yaşadıkları kültürü de taşımışlardır. Bu nedenle Anadolu’nun birçok yerinde cıngırtlakla karşılaşabiliriz. Gerek adı gerekse yapımında kullanılan malzeme adları yörelere göre değişir. Gıcıdan, gıcırga, cıngırak, çıkrıncak, cızıngırı vb. Anamur yöresinde gıncırdak (Lenger köyü), cılgıllak ( Bahşiş köyleri), cıngırtlak (Yukarı Kükür Köyü) adlarını tespit ettik.
Cıngırtlak genellikle düzgün ve budaksız kızılçam ya da sedir ağacından hazırlanan 15 ile 20 cm çapında, 7 ile 10 m uzunluğunda bir sırık ve 40 santimetresi yere gömülü, görünen kısmı ise 150 cm uzunluğunda bir ağaçtan oluşur. Bu kısa ağaca “sübelek” adı verilir. Uzun sırığın seçimi önemlidir. Kalınlık sırığın tamamında aynı olmalıdır. Bir taraf ince olursa denge sorunu yaşanabilir. Uzun sırığın ortası hafifçe yontularak düzeltilir. Bu düzeltilen yere yaklaşık 6 cm çapında ve aynı derinlikte bir delik açılır. Yere dikilen sübeleğin uç kısmı kalem ucu gibi 10 ya da 15 cm sivriltilir. Bu uç, uzun sırıktaki deliğe girecek büyüklükte olur. Ağaçlar bu şekilde hazırlandıktan sonra sübeleğin sivri kısmına ve uzun sırıktaki deliğe kömür ya da katıran sürülür. Bununla birlikte araştırmalarımız sırasında tereyağı ve tuzun karıştırılarak sürüldüğünü tespit ettik. Bu karışım daha çok ses çıkarıyormuş. Karalarbahşiş Köyü’nde ise goçmar (Dikenli keler) ve kelten adı verilen goçmar’dan daha küçük bir kertenkele öldürülür, uzun sırıkta açılan deliğe konur. Kelten yağlı olduğu için iyi ses çıkardığını kaynak kişi Nuh Çapun’dan öğrendik.
Cıngırtlağa iki şekilde binilir. Biri sırığın üzerine abanma, diğeri de oturmadır. Abanarak binme tehlikeli değildir. Oturarak binmede düşme tehlikesi daha fazla olduğu için sırığın ucuna 50 cm uzunluğunda bir çıta çakılır. Oturan kişi çıtanın iki tarafından tutunarak daha rahat dönebilir. Cıngırtlağa iki kişi ya da ikişerli binilebilir. Başka bir kişi de uzun sırığı yavaş yavaş çevirerek sırığa hareket verir. Bir süre sonra çevirmeye gerek kalmaz, sırık yeterli hıza ulaşır. Binen kişiler ayaklarını yere değdirdikleri zaman hız artar. Hızlı dönüşlerde iyi tutunmak ve dengeyi sağlamak önemlidir. Uzun sırığın sübelekten çıkması durumunda sakatlanmalar olur. Cıngırtlak, bir ucu yere doğru indirilerek el ve ayakların yardımıyla yavaşlatılıp durdurulur. Cıngırtlak özellikle eski harman yataklarına kurulur. Çocuklar, gençler hatta büyüklerin cıngırtlağa bindikleri görülebilir. Bu nedenle cıngırtlak için binen kişiye göre oyun aracı ya da eğlenme aracı değerlendirmesi yapılabilir. Cıngırtlağın en güzel taraflarından biri çıkardığı sestir. Ses o kadar yüksek çıkar ki uzaktan duyulabilir. Samsun’dan derlenen bir bilmece bunun için iyi bir örnektir. Harman ortasında gaz bağırır. “ Gıcıdan” ( İlhan Başgöz, Türk Bilmeceleri I, Ankara 1993, s. 226 )
Zaman zaman araştırma yapmak ve fotoğraf çekmek için köylere gittiğim olur. Şu ana kadar hiçbir köyde çocukların cıngırtlak kurup oynadıklarını görmedim. Yayla kesiminde de asfalt yoldan çıkıp eskiden çok kalabalık olan günümüzde ise bir iki ailenin görüldüğü
-bize göre gerçek anlamdaki- yaylalarda cıngırtlağın o güzel sesini şansımız varsa duyabiliyoruz. Festivallerde, okulların yılsonu eğlencelerinde tanıtım amacıyla da olsa kuma ya da beton zeminlere kurulan cıngırtlaklardan ne kadar zevk alınabilir ki!


***


ÖYKÜ ATA YURDUNDA
Mustafa B. YALÇINER

Hava serinlemiş, dağın gölgesi de motelin üstüne düşmüştü. Garson, elinde hortum, lokantanın önünü sularken, toprak kokusu geliyordu burnumuza.
“Kentinizde tarihî eserler var mı” dedi, turist. Var, dedim. İsterseniz size rehberlik de edebilirim. “Arkadaşım gelsin, gideriz” diye yanıtladı. Eşi değilmiş demek yanındaki kadın. Adam yaşlıca, kadınsa gençti. “Bayan benim komşum olur. Bisikletle seyahati o da çok sever. Ben, kıştan beri Türkiye’ye gelmek ve özelikle de Akdeniz kıyısını dolaşmak istediğimi söyleyip duruyordum. Kocası da gelecekti ama son anda işi çıktı. O gelemeyince, karısı benimle geldi.”
Kadın otelden inince, kalkıp tarihî bir yolculuğa çıktık, kentte. Yürürken, turistlerden erkek olanı bana, “Bu bölgede eski adı Kilindria olan bir yerleşim yeri biliyor musunuz” diye sordu. Ben de ona buranın eski adı, yanıtını verdim. “Ciddi misiniz” derken heyecanı ses tonuna yansıyordu, adamın. Bunun üzerine Rum evi olup olmadığını sordu. Kaderine terk edilmiş, insan ve doğaya karşın ayakta durabilmek için çırpınıp duran bir evden söz ettim. Gözleri fal taşı gibi açıldı. “Gidip görebilir miyiz” dedi. Oraya doğru yürümeye başladık.
Bir bahçeye girdik. Duvarları kireç ve kum harcıyla sıvalıydı. Duvar diplerinde onlarca zeytin ağacı. Hepsi de birbirinden heybetli. Tarihin derinliklerinden geldiği besbelli. Böğürtlen bürümüştü ilk sekiyi. Girişin solunda bir incir ağacı ikiye yarılmış, yılların ağırlığından mı yoksa düşen yıldırımdan mı bilinmez. Kolları yerde, yaşama tutunmaya çalışıyor. Badem ağaçları da kurumaya yüz tutmuş. Az aşağıda yıkıma terk edilmiş bir Rum evi.
Kaç yıllıktı bahçedeki bu ağaçlar, kim diktirmişti? Bunlarla hiç ilgilenmiyordu, erkek turist. Eski eve bir an önce ulaşmak ister gibiydi. Hızlı adımlarla yürüdü oraya doğru. Kadınsa ilgiyle izliyordu, ölümsüzlüğün simgesi zeytin ağaçlarını. “Zeytin ağacının mitolojik öyküsünü biliyor musunuz,” dedi. Nuh tufanı mı yoksa Penelope’nin yatağı mı, dedim. “Hayır. Atina’nın kuruluşu ile ilgili öyküsünü” dedi ve anlatmaya başladı. “Gökyüzünün hâkimi, tanrıların babası Zeus, insanlığa en büyük hizmeti sunacak tanrı ya da tanrıçanın, yeni kurulan kentin koruyucusu olacağını duyurur. Bunun üzerine deniz tanrısı Poseidon, Athena ile yarışa girer. Poseidon, üç dişli çatalını kayaya saplar ve oradan bir at çıkarır. Bu at, insanları uzaklara götürecek, malzeme taşıyacak ve onlara savaş kazandıracaktır. Athena ise mızrağını yere saplar ve onu besin kaynağı ayrıca sağlık açısından çeşitli yararları olan zeytin ağacına dönüştürür. Halkoylaması yapılır. Erkekler, Poseidon’u, kadınlar ise Athena’yı tutar. Bir oyla fazlasıyla Athena, kentin hükümdarı olur. Tanrıçanın onuruna şehre de Atina adı verilir.”
Sohbet ederek indik yıkık evin yanına. Ocak ve bacası hâlâ ayaktaydı. Hemen yanı başında da bir sarnıç vardı. Adam, ana rahmindeki çocuk pozisyonunda oturmuş, dalıp gitmişti, nereye gittiyse. Geldiğimizi neden sonra fark etti.
Bu evde Berber Petros adında birisi otururmuş, dedim. “Berber mi kunduracı mı” diye sordu adam. Şaşırdım birden. Yaşlıların kimi berber kimi de kunduracı diyordu, yanıtını verdim. “E, sonra” dedi ve büyük bir dikkatle dinlemeye başladı beni. Belleğim beni yanıltmıyorsa, Petros’nun Athena adında bir de kızı varmış. Deveci Ali diye bir Yörük delikanlısına âşıkmış. O da seviyormuş genç kızı. Ama oğlanın babası izin vermiyormuş evlenmelerine. “Dilimiz farklı, dinimiz farklı, yaşam biçimimiz de farklı. Olmaz bu evlilik” diye diretiyormuş. Derken mübadele günü gelip dayanmış kapıya. Deveci Ali öğrenmiş ertesi gün bir yelkenli ile Rumların göçeceğini ve kızı kaçırmaya karar vermiş. Bunu duyan Petros da bir sal yapıp kızını işte bu sarnıca saklamış. Zavallı Athena’nın “Hayır, inmek istemiyorum… Karanlığa gömülüyorum… Korkuyorum… Geri çekin beni… Egoist canavarlar! Sizden farklı düşünenlere saygılı olun. Atmayın onları karanlık deliklere. Siz beni değil, kendinizi korumaya çalışıyorsunuz. Önce insana saygı duyun. Çıkarın beni. Seviyorum işte Ali’yi. Kaçacağım yarın ona…” diye haykırdığı sarnıç, işte bu sarnıç. Kadın heyecanla beni dinlerken, adam neredeyse ağlayacaktı. “O akşam da Deveci’nin ailesi kızı istemeye geldi, değil mi” dedi adam. Siz nereden biliyorsunuz, dedim. “Aşk hiçbir engel tanımaz. Ali ile Athena da kavuşacak birbirine. Bunun böyle olacağını tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok ki! Ertesi gün Petros gemiye binerken ‘Kızımı sana emanet ediyorum Deveci, ona iyi bak’ diyecek. Yelkenli uzaklaşırken de mendiller sallanacak.” Siz senarist misiniz, yoksa dedim. Buğulanmış gözlerini bana tekrar çevirdi. “Neyse” dedi “haydi, başka yerleri de görelim. Özellikle de iskeleyi.”
İskeleye indik. Rumların oturdukları yerleri, bazı binaları ve kiliselerini gösterdim. Ben yaşlılardan duyduklarımı anlatırken, adam dalıp dalıp gidiyordu bir taraflara. Ara sıra da “Pardon, ne diyordunuz” sorusunu yöneltiyordu. Türklerle Rumlar gayet iyi anlaşıyorlarmış, en azından ben böyle duydum, diyordum.
Güneş yatmaya gitmişti, geziyi tamamladığımızda. Lokantaya döndük. İçeriden kızartılmış balık kokusu yayılıyordu etrafa. Terastaki masaya oturduk, bana da bir ön içki önerdiler. Kabul ettim. Kumar yirmi beşten başlar derler ya onlar bana, ben onlara derken bir küçük rakıyı bittirdik. Kalkmak üzereydim, adam ısrarla yemeğine davet etti beni.
Bir tabakta sarımsaklı, limonlu roka salatası diğerinde üzerine kayakoruğu ve kapari turşusu serpiştirilmiş çoban salatası getirildi ve balık servisi yapıldı. Rakılar yeniden kondu bardaklara. Yemek uzamış, sohbet koyulaşmış, saat ilerlemişti. Kadın ayrıldı masadan. Erkek de yürüyüş önerdi bana. “Masamız kaldırılmasın, gelince devam ederiz,” dedi. Sallanıyordu, koluma girdi. Bana, siz demekten de vazgeçerek sen demeye başladı. Bu, benim için hiç de sorun değildi. Limana doğru yürüdük. Rumlardan kalma bir binanın önüne vardığımızda, yere çömeldi ve başladı ağlamaya. Hiçbir anlam veremiyordum. “Sarhoş oldu, galiba” dedim kendi kendime. Koluna girdim ve kaldırdım. Liman içerisinde yürüdük. Mendireğin yanına varınca, bir sokak lambasının altındaki banka oturduk.
Karşımızdaki o eski Rum evine bakıyordu sürekli. Gözlerinden de hâlâ yaşlar süzülüyordu ağarmış sakalına doğru. Duyguları sesinin tınısına yansımış, konuşuyordu: “Mustafa, arkadaşlarım bana “Sakın Türkiye’ye gitme. Eğer gidersen de kendinden hiç söz etme’ demişlerdi ama ben seni tanıyınca, şimdi onların fikrine katılmıyorum.” Biraz daha açıklama yapmasını istedim. O da bana “Seni tanıdığım için çok mutluyum. Senin olaylara ırkçı bir yaklaşımla değil, hümanistçe yaklaştığını gördüm. Şimdi çok daha rahat konuşabilirim. Ben İsviçre pasaportu taşıyorum ama aslında Rumum,” dedi ve ekledi: “Atalarım buradan göç etmiş. Ata yurdumu görmeye geldim. Bugünkü gezi sırasında gösterdiğin o yıkılmak üzere olan ev, büyük bir olasılıkla da büyük anneannemin eviydi diye düşündüm. Tarihî ve duygusal bir yolculuğa çıktım bugün. Lütfen bağışla beni.” Neden büyük olasılıkla dediğini sordum ve anlatmaya devam etti:
“Büyük dedem Petros, hem berberlik hem de kunduracılık yaparak geçinirmiş. İki de kızı varmış. Kızlarından biri âşıkmış bir Türk gencine. Mübadele nedeniyle diğerleri giderken o burada kalmış. Annemin de annesinden duyup anlattığı hikâye, aynen seninki gibi.”
Saat ilerlemişti ama lokantada masamız bizi bekliyordu. Kalkıp yürümeye başladık. Dönerken halkları kendi başlarına bıraksalar, onlar çok daha iyi anlaşır ama hükümetlerdir onları birbirine düşüren, dedim. O da “Haklısın,” diyerek onayladı düşüncemi.
Geldiğimizde masamız bıraktığımız gibiydi. Rakı, kavun ve beyaz peynir söyledim. “Dostluğa” diyerek kaldırdık yeni doldurduğumuz bardakları.
—Söyle dostum, bulabilecek miyim, büyükannemin kız kardeşinden doğan birilerini? Bulabilecek miyim bir akrabamı?
—Sanmıyorum. Aradan çok uzun zaman geçti. Olayı bilenler de çoktan öldüler. Ama bir gün bu konuda bir şeyler öğrenirsem, sana kesinlikle bilgi veririm. Haydi, içmelim. Barışa! Kardeşliğe!
Adam kaldırdı kadehini, “Halkların dostluğuna” dedi, bir yudum içti, koydu bardağını masaya. Ardından gelip sarıldı bana ve “ Lütfen akrabalarımdan birini bulmama yardımcı ol” dedi. Yüzümde duyumsadım İsviçreli Rumun gözyaşlarını…