16 Nisan 2009 Perşembe

GERÇEMEK SAYI 14



GERÇEMEK
TAŞELİ YÖRESİ
KÜLTÜR VE DÜŞÜN DERGİSİ

ISSN: 1307–4881

Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa B.Yalçıner
05327220674
yalciner_mustafa@yahoo.fr

Yazı Kurulu:
Mehmet Babacan
F. Saadet Bilir
Güngör Türkeli
Songül Saydam

Basıldığı Yer:
Evren Yay. AŞ
Ankara- Konya Devlet Yolu 29. Km.
Oğulbey/ANKARA
(0312) 615 54 54

Baskı Tarihi: Mart 2009

İki Ayda Bir Yayınlanır.

Yıl: 3
Sayı: 14

Gerçemek,
Kültüre hizmet amacıyla yayınlanmakta olup parasız dağıtılmaktadır.

Katkıda bulunmak isteyenlere şükranlarımızı sunarız.

Posta çeki hesap numarası: 5323892
Sahibi: Mustafa Yalçıner

Yönetim Yeri:
Merkez mahallesi
Çakmakoğlu Caddesi No: 40/2
33840 Aydıncık/ MERSİN
Telefon:
(0324) 8412836

E-posta: gercemek@yahoo.com.tr

Gerçemek, gönderilen yazıları yayınlamama ve iade etmeme hakkını saklı tutar. Ürünlerin tüm sorumluluğu yazarına ya da çevirmenine aittir.

LALE (Tulippa)

Süs bitkisi olarak yetiştirilen lalelerin yabanisidir. Anavatanı Anadolu olan bitki, pek boylu olmayıp 25 ile 30 cm civarındadır. Soğanlı, otsu ve çok yıllıktır. Kökü derindedir. Güneşli yerlerde ya da hafif gölgede yetişir.
Yabani lale, uzun ve kıvrık yaprakları arasından yükselen sürgünün sonunda genellikle iri ve ucu sivri çiçek açar. Çiçeğinin, üreme organları hizasına kadar siyah, üstü sarı, geri kalanı kırmızı altı tane taçyaprağı vardır.
Tulipa, Yunan mitolojisinde Deniz tanrısı Proteus’un kızıdır. Mevsimler Tanrısı Vertumnus, Tulipa’ya vurgundur ama aşkına yanıt alamamaktadır. Şekil değiştirebilme özelliğine sahip olan Vertumnus, avcı kılığına girer ve ormanda Tulipa’ya tuzak kurar. Av tanrıçası Artemis de Tulipa’yı kurtarmak için onu laleye dönüştürür.

EDİTÖRDEN
DR. MEHMET YALÇIN’A
PARASAL DESTEKLERİNDEN DOLAYI TEŞEKKÜR EDERİZ.



ŞİİRİMİZİN DERVİŞİ İLE
Mustafa B. YALÇINER

Takvim yapraklarında 31 Temmuz 2006 yazılı. İkindiüzeri, Aydıncık-Gülnar karayolundayız. Çamlar arasından ilerleyerek Enişdibi’ne varıyoruz. Deveci Ali’nin yurdunu gösteriyorum ozan dostum Müslim Çelik’e. “ Dur da bir bakalım,” diyor. Gür kaşlarının altındaki ela gözlerini gezdiriyor çevrede. “Çadırını, develerini ve atını görüyor gibiyim,” dedikten sonra ekliyor: “ Öykünün adı Sarnıç yerine Deveci Ali olsaydı, daha iyi olurdu diye düşünmüştüm ama Sarnıç’ın mekânını da görünce, düşüncemi değiştirdim.”
Hava sıcak. Müslim klimayı sevmediği için arabanın camları açık. Çam, kokarot ve murt kokusu doluyor ciğerlerimize. Tırmanmaya başlıyoruz. Yolculuk boyunca şarkılarıyla Ruhi Su da eşlik ediyor bize.
Serin hava karşılıyor bizi Gülnar’da. İlçenin kuruluşu ile ilgili bilgiler aktarıyorum. Müslim tarihin derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkıyor. Düzlük alanda, Kaymakamlık, Tapu, Nüfus dairelerine ait kıl çadırlardan söz ediyorum; arkadaşım da durup beni dinliyor. Ulu Camii’nin önündeyiz. Gülnar tarihi ile yaşıt yapılardan biri, diyorum. Gözleri irileşiyor Müslim’in. Daha sonra ortak dostumuz Ali F. Bilir’in eczanesine giriyoruz. Ali, kızı Defne’yi Amerika’ya uçurmak için İstanbul’da ama tinsel olarak yanımızda ve gülümseyerek dinliyor bizi.
Üst caddedeyiz. Dutlu Kahve’yi arıyor gözlerim. Yerinde yeller esiyor. Ortaokul yıllarıma gidiyorum. Gözlerim buğulanıyor. Yürümeye devam ediyoruz. Köşe başında salaş bir kahvehanenin önündeyiz. Burası da Gülnar tarihi ile yaşıt, diyorum. Birlikte bir fotoğraf çektiriyoruz tarihî binanın önünde. Çevredekiler, meraklı bakışlarını konduruyor üzerimize. Fotoğrafı çeken kişi, bu binanın yıkılacağını ve yerine yenisinin yapılacağını söyleyince, Müslim, “ Bu bina ne pahasına olursa olsun, yerinde kalmalı, restore edilmeli. İnsan tarihî kanıtını yıkar mı” diye serzenişte bulunuyor ve konuşmasını sürdürüyor: “Mal sahibini mağdur etmeden, gerekirse biraz daha fazla vererek burası kamulaştırılmalı. Çevresi yeşillendirilmeli. Bu dokuya sahip çıkılmalı.”
Ermenek yolunda ilerlerken, ortaokul yıllarımdan söz ediyorum Müslim’e: Düşünebiliyor musun diyorum o yıllarda, bu yol asfalt değildi. Adım attıkça, bir karış toza gömülüyordu insan. Belimdeki kuşakta bir haftalık ekmek, elimde içinde kitaplarım ve defterlerimin bulunduğu tahta bavul, ötekinde yiyecek çıkını, toza belenmiş varırdım Gülnar’a. Müslim sözümü kesiyor: “Bu sıkıntıları sadece ben çektim sanıyordum. Bu yöreyi gelişmiş, zengin bir yerleşim yeri olarak düşlüyordum.”
Zaman ne kadar da çabuk geçiyor. Kendimizi Hortu yolunda buluyoruz. Yüzen adalı gölü görmeye gidiyoruz. Gölün etrafı sazlıklarla kaplı. Çevresini dolaşıp adanın görülebileceği bir yere varıyoruz. Sazlıklar arasında kaybolmuş yüzen ada. Üzerindeki hasır otları kenardakilere oranla daha kısa boylu. Birkaç zaman dilimini ölümsüzleştirdikten sonra, Bolyaran’a doğru çeviriyorum arabanın yönünü.
Güneşin dinlenmeye çekildiği sıralarda ulaşıyoruz katran ormanı arasındaki piknik alanına. Aydıncık Belediye Başkanı Ahmet Bahar ve arkadaşları karşılıyor bizi. Kavurma yiyoruz piknik masasında. Saatler ilerledikçe serin hava iliklerimize işliyor. İçi yünlü yeleğimi Müslim’e verip onun trençkotunu geçiriyorum üstüme.
Dönüş zamanı geliyor. Gece yarısı Duruhan üzerinden Aydıncık’a dönüyoruz. İnip çıkıyoruz. Hava gittikçe ısınıyor. Sonunda Taşmasa’dayız. Geceleyin Aydıncık’ı seyrediyoruz bir süre.
Müslim Çelik, 9 Ağustos 2006 Çarşamba günkü Cumhuriyet’te şöyle yazıyor: “Mersin Aydıncık’tayım. Saat gecenin ikisi. Taşmasa yaklaşık beş yüz metre yükseklikte bir yer. Oradan Tuzburnu, Yılanlıada, Kelenderis antik kenti ve Akdeniz’in uçsuz bucaksızlığını gözlemliyorum. Başımızda soyulmuş, parlatılmış ay, göğ tarlası yıldızlarla dolu. Yanımda Mustafa B. Yalçıner var. Buraya Anamur’dan geldik. Gülnar’a uğradıktı. Abdülkadir Bulut bu yolculuğumun neresindedir dersiniz?”
Anamurlu ozan Abdülkadir Bulut’un ölümünün 21. yılı vesilesiyle Anamur’da düzenlenen bir panele katılmıştık, Müslim Çelik İstanbul’dan, Vecihi Timuroğlu Ankara’dan, ben de Aydıncık’tan gelerek. Daha sonra Anamur’dan Aydıncık’a geçmiştik.
Cep telefonum çalıyor. Eşim arıyor ve “ Saat kaç” diye soruyor. Müslim de “ Geç kaldık” diye ekliyor. Tekrar biniyoruz arabaya. Eşim geçen yıl bir başka şair dostumun, Ümit Sarıaslan’ın, kaldığı odayı hazırlamış bizim için. Yatar yatmaz da hemen uyumuşuz.
Dostum, hemşerim, öykücü Osman Şahin’in “ Şiirimizin dervişi” dediği Müslim Çelik ile kısa bir süre de olsa birlikte olmaktan mutluluk duydum, büyük haz aldım.



GÜLNAR’IN KÖYLERİNE AD VERİLİŞ ÖYKÜLERİ
F. Saadet BİLİR

Ardıçpınarı (İlibas)

Söylentiye göre 1200 yıllarında Yordamsız Hüseyin Ağa adında bir çoban, sürüsü ile buraya gelmiş ve yerleşmiştir. Kendisi ve üç çocuğu Romalılardan kalma oymalarda ve inlerde barınmış. Sonraları Kıbrıs Rumları buralara akın edip yerleşmiş, demircilik, yapıcılık, dokumacılık gibi el zanaatları ile yaşamlarını sürdürmüşler. O yıllarda burada yapılan dokumacılık çevreye ün salmış. Bu nedenle halk buraya giysi anlamına gelen Libas (İlibas) diyor. Köyün arazisinin üst kısmında şimdi izi kalmayan dokuma atölyelerinden de söz ediliyor.

Arıkuyusu

Gülnar-Sütlüce (Zeyne) karayolu üzerinde bir kuyu bulunmaktaymış. Yolcular su gereksinimi için bu kuyudan yararlanırmış. Bu kuyunun çevresinde çok sayıda arı bulunduğundan oraya arı kuyusu deniyormuş. Kuyuya en yakın yerleşim olduğundan zamanla bu köyün adı da Arıkuyusu olmuş.

Bereket

Söylentiye göre Karamanoğlu Paşası, Anamur Kalesi’ni almak için sefere çıktığında Mut üzerinden gelirken önce Kuskan’a uğrar. Bozcaağaç Mevkii’ndeki ermiş, hem atları; hem askerleri doyurur. Sonra buraya gelir. Köyde askerler de hayvanlar da doyasıya yerler. Yiyecekler hiç bitmez, geriye daha da kalmıştır.
Bir gün köye bir konuk gelir. Konuk köy odasında ağırlanacaktır. Yemek sinisini getiren kişinin ayağı kayar; diz üstü düşer ama sini devrilmez, yemekler dökülmez. Konuk da “Ne bereketli imiş, dökülmedi,” der. Belli ki askerleri doyurma olayını da duymuştur bu konuk. Köyün adı bundan dolayı Bereket olmuştur.

Bozağaç

Çok önceleri başka yerlerden gelen aşiretler buralarda hayvan otlatırlarmış. Eskiden köyün arazisi şimdiki köyün doğusunda bulunan Tırnak Köyü’ne bağlıymış. Orada ağalar yaşıyormuş. Bunlardan bazıları hayvan otlatmak için ağadan yurt istemiş. Ağa da Çöteler- Bedire denilen yeri göstermiş. Burası sarp bir yer olduğundan yağışlı havalarda develerin ayağı kayıp uçuruma düşüyor ve ölüyormuş. Ağadan başka bir yer istemişler. Bu kez ağa onlara, şimdiki köyün bulunduğu yerdeki boz armut ağacının çevresine gitmelerini söylemiş. Bu boz ağaçtan dolayı köyün adı Bozağaç olmuş.

Çavuşlar

Bazı mezar taşlarından ve anlatılanlardan öğrendiğimize göre, 1689-1700 yılları arasında Ömer Çavuş adında bir yörük beyi buraları kışlak olarak kullanmış. Halk ona Kabuklu Çavuş dermiş. Köyün adının bu çavuştan geldiği düşünülmekte.

Çukurkonak (Uluhtu)

Göçebeler yerleşmek için uygun bir yer bulunmasını kararlaştırırlar. Bu yeri bulmak için de Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göçü sırasında uygulanan yönteme başvurulur. Köyün güneyinde Döşeme Mevkii’nden deve serbest bırakılmış, nereye gideceği izlenmiş. Deve, şimdiki köyün bulunduğu eski caminin yerine çökmüş. Deveyi izleyenler, Ulu Ihtı (çöktü) demişler ve buraya yerleşmeye karar vermişler. Köyün adına da Ulu Ihtı demişler. Bu, sonraları Uluhtu olmuş.
Başka bir söylentiye göre uzaktan gelen bir ulu kişinin kervanı bugünkü köy merkezine ulaşınca deve yere çökmüş. Bunu görenler, Ulu Ihtı demişler, zamanla Uluhtu olmuş.


Dayıcık


Çevresi dağlarla çevrili yer anlamında “dağ-cık’ tan dolayı bu adın verildiği söyleniyor köye.
Bir zaman sonra Eski Dayıcık’ta veba salgını başlamış. Köyün sayılan bir yaşlısı, köyün yeri değiştirilirse bu hastalıktan kurtulabileceklerini söyleyince şimdiki yerleşime göç etmişler. Köylüler, “Dayıcığım zor günde bizi bırakıp nereye gidersin?” demişler ve ardından onlar da buraya gelmiş. Köpekkoyağı Mevkii’nde yaşayanlar da bütünüyle buraya göçüp yerleşmiş ve o zamandan beri köyün adı Dayıcık olmuş.
Çok eskiden anlatılan bir söylenceye göre de, dayısıyla birlikte yaşayan bir kızı ayı kaçırmış. Kız, “Dayıcığım, kurtar beni” diye bağırmış, ağlamış. Bundan dolayı da köyün adına Dayıcık denmiş.
Başka bir söylentiye göre, köy halkı farklı yerlerden göç ederek buraya gelip yerleşmiş. Kimseyi tanımadıklarından birbirlerine, “Dayıcığım” dedikleri için köyün adı Dayıcık olmuş.
Demirözü (Hortu) Köyü yakınlarında Paşa oturağı Mevkii’nde bir zamanlar bir Osmanlı Paşası görev yapmaktaymış. Eski Dayıcık’ta suç işleyen bir genç, paşa tarafından cezalandırılacağı zaman genç dayısına “Kurtar beni dayıcım,” diye haber gönderdiği için köyün adı Dayıcık olmuş.

Dayıcık Kalfa Mahallesi


Söylentiye göre Ahmet Fakı Hafız adında birisi bu mahalledeki medresede hocalık yaparmış. Bir gün medreseye başka yerden okumak için gelen iki kardeşten biri hastalanmış. Hoca çocuğun ailesine; “Oğlunuz hasta kefenini alın, çabuk gelin,” diye haber salmış. Haberci dönmeden hasta çocuğun kardeşi de ölmüş. Bunlar hocanın yetişkin talebeleri olduğundan onlara ‘kalfa’ deniyormuş. İki kardeş de olanaklar elvermediği için, kendi köylerine gönderilmeyip orada caminin avlusuna gömülmüş. Bu nedenle yerleşime ‘Kalfa’ veya ‘Kalfalar’(iki kişi oldukları için) denmiş.

Dedeler


Söylenceye göre, ava gelenlerden biri buradaki harabelerde bir bebek bulmuş. Kıbrıs’ta ekonomik durumu oldukça iyi, çocuğu olmayan bir aile varmış. Onlardan para almayı düşünerek bebeği bu aileye götürmüş.13–14 yıl sonra gerçekler ortaya çıkmış. Çocuk doğduğu yere dönmek istediğini söyleyip kendisini büyüten aileden izin istemiş. Babası, “Denizi de geçecek hali yok ya,” diyerek izin vermiş. Kıbrıs kıyılarında çocuk kanatlanmış ve Silifke’nin yakınındaki Çokyol mezarlığına konmuş. Bu sırada Gilindire Jandarma Karakolu görevlileri ile Silifke Akdere Jandarma Karakolu görevlileri Çavuşlar Köyü’ndeki Küre Medresesi yakınında evrak değişimi yapacaklarmış. Ona Küre Medresesi’nin yerini sormuşlar. O da medreseyi gösterdikten sonra, Araca Mahallesi’nin doğusunda bulunan bu kayalıklara doğru uçmuş. Jandarmalar medresede onun uçtuğunu söylemişler. Çocuğu kayalıklarda Kur’an okurken bulmuşlar ve medreseye getirmişler. O, Küre müftüsünün tek kızı ile evlenmiş, dört çocuğu olmuş. Hacı Mahmutlu, Hacı Ramadan, Deli Ali ve Hanifi. Arap Dede olarak bilinen bu kişinin gerçek adının Mustafa olduğu sanılmakta. Yazın kayalıklardaki hücrelerde yaşar, kışın da Anamur yaylasına göçerlermiş. Arap Dede’den dolayı köyün adı Dedeler olmuş.

Delikkaya


Prof. Levent Zoroğlu’nun yorumuna göre köy, 5000 yıllık antik bir kervan yolu üzerinde kurulmuş. İç Anadolu’yu Akdeniz’e bağlayan bu yol, köyün üst kısmında delik bir kaya içinden geçmektedir. Önceleri çok küçük bir delik varmış burada. Yüklü develer buradan geçemediklerinden buraya gelince yük indirilir, hayvanlar geçirilir, tekrar develere yüklenirmiş, zamanla biraz daha genişletilmiş. Köy, o zamandan kalan bu delik kayadan alıyor adını.

Demirözü (Hortu)


Köy, önceleri Anamur, Mut-Karaman arasında gidilip gelinen kervan yolu üzerinde kurulmuş olduğundan; ortada duralım dermiş köylüler. Orta adı sonraları Hortu olmuş.

Emirhacı


1800-1825 yılları arasında şimdiki Beydili Köyü’nün güneydoğusundaki ormanlık mezrada İncircik ya da Sazaklı Mevkii dere kenarındaki otlaklara ve Susuz’a Terzililer ve Kocalar Sülalesi gelip yerleşmişler. O zaman buralar Delikkaya Köyü sınırları içindeymiş. Terzili Sülalesi’nden Emir adlı birisi hac dönüşü sulak bir yer olduğu için Bağcağız’ı yurt tutmuş. Bu nedenle köyün adı Emirhacı olmuş.



GERÇEMEK’ E ANTALYA’DAN SEVGİLERLE
Metin DEMİRTAŞ

Gerçemek kapağını süsleyen Toroslu bir çiçekle iki ayda bir gelir. Dergiyi süsleyen ve tanıtılan bitki ve çiçeklerin çocukluk anılarımda yeri vardır. Çoğunu tanırım. Benim bozkır, ot, çiçek sevdamı kucaklayan Ceyhun Atuf Kansu’nun ‘Bozkırda yaz saatleri’ şiirinin kimi dizelerini zaman zaman dilimde dalaştırır dururum.
‘Ama eski tat yok ki kirazlarda/ Bir kere halkım yitirmiş neşesini.’
Dizelerini de dilimde epey parlatmışımdır.
Ceyhun Ağabeyle 60’lı yılların ortalarında Ankara’da Zafer İşhanı’nın 2. katında Mehmet Koç’un çıkardığı İmece dergisinde rastlaşırdık. Şiirleri gibi sevgi dolu, bilge bir insandı. Anımsayabildiğim şiirlerinden dizeler okurdum. Mutlu olurdu:

“Geniş bozkırlar üstünde çocukluğum geçmiştir,
Onlar ne sabahlardır, onlar ne gecelerdir.
Hangi çiçeğe, hangi ota sorsanız akrabam çıkar,
Dostum çıkar, kardeşim çıkar, sevgilim çıkar.”
/…/
Yokluğu, yoksulluğu bilen bir kuşaktanım. Evimizdeki ocaklıkta çoğu zaman doğadan topladığımız otlarla, mantarlarla kaynardı tenceremiz. Yoksulduk. Ama tüketim canavarının tutsağı edilmiş bugünkü çocuklardan daha mutluyduk.
Ahmet Haşim’in ünlü şiirine ‘anıştırma’ adıyla bu konuya değgin, bir şiirciğim vardır:

Kırlardan ot toplayıp,
Karnını doyuran bir kuşaktanım.
Bilirim değerini bir kibrit çöpünün bile.
Hayatı tüketime indirgeyen yeni dünya nesline
Aşina değilim bu yüzden

Eylül-Ekim sayısının kapağını defne dalı süslüyordu. Derginin kapağını açarken çıkan hışırtılı sesle sanki defne yapraklarının kokusunu duydum…
Bir önceki sayının kapağında çocukluk anılarımda özel bir yeri olan pürenler gülümsüyordu. Ocak-Şubat 2009 sayısı kapağında ise, Hayıt çiçeği… Kapağı süsleyen hayıtın ardındaki sarı renk, hayıt çiçeğini daha belirgin ve daha albenili kılıyordu.
Akçaylı Elmacıların Türküsü alı uzunca şiirimin dizelerine püren ve hayıt bir kelebek gibi konmuştur.
İlk cemreler düşer
Küçülür dağların yorganı.
Uyanır uykusundan ağaçlar
Derelerde hayıt kokulu
Taze kar suları
/…/
Arılar da konmaz oldu pürene
Ve de elma çiçeklerine.
Övsek mi sövsek mi bu ilaçları icat edene!
/…/

BABAMIN HAYIRLA ANDIĞI ERMENİ DEĞİRMENCİ

Dr. Mehmet Nur’un Püren sayısında “Su Değirmenleri” yazısı beni çocukluğuma götürdü. Anlattıkları benim de yaşadıklarımdı. Benzer şaka bana da yapılmıştı: Oluktan akan ılık, taze unu kokla diye bir amca avucuma doldurmuş, yüzüme saçılan unla yüzüm apak olmuştu.
Halkın gülmek için ürettiği benzer şakalar pek çok yerde yaygın olmalı.
Dr. Mehmet Nur’un anısı beni tatlı tatlı gülümsetti ve ışık içinde yatsın sevgili babamı ve babamın her anışında hayırla andığı Ermeni değirmenciyi anımsattı.
Babam anlatıyor:
“8 yaşımda anasız babasız kalmış bir yetimdim… Abamın (abla) eşeğe yüklediği yarım çuval zehreyi değirmene götürür, öğütürdüm. Değirmenci Ermeniydi. Merhamet sahibi bir insandı. Benden hak almazdı. “Sen yetimsin oğlum, senden hak mı alınır” der, başımı okşar, severdi. Bir tarih geldi değirmenci eşyalarını bir arabaya yükleyip, çoluk çocuğuyla buralardan gitti. Köylülerle ağlaşarak, helallaşarak uğurlandığını dün gibi hatırlarım. Nere gitti, neden gitti bildiğim mi var…”
Ermeni değirmenci gittikten sonra değirmen köyde birine kalmış. Babam yeni değirmenciyle ilgili anılarını da anlatır ve sözlerini şöyle bağlardı:
“İnsanın gursağında merhamet yoksa Ermeni olmuş, Müslüman olmuş ne fark eder?..”

BABAM VE İSA ÇELİK’İN BABASI

Bertan Onaran’ın geçen hafta Cumhuriyet Gazetesinde İsa Çelik ile ilgili bir yazısı vardı. Severek okudum. Kendisine duygularımı belirten bir e-ileti attım. Bertan Onaran’dan incelikli sözlerle bir yanıt aldım. Aynı günlerde Gülnar’dan Ali F. Bilir de benzer bir teşekkür iletisi atmış Onaran’a. Sanki sözleşmişiz gibi.
Ali Bilir ile İsa Çelik’i konuştuk. Çocukluk arkadaşı imiş. Ali, İsa Çelik’in babasını anlattı. Sanki babamı anlatıyordu. İsa Çelik’in babası çiçek düşkünü bir adam. Tıpkı babam gibi. Evi, evinin önü, sokağı çiçek kokuları içinde. Tıpkı anamın babamın evi ve sokağı gibi. Çiçek yetiştiren bir adam. Babam da renk renk ortancalar, türlü Akdeniz çiçekleri yetiştirir, koltuğunun altına alır, pazarlara satmağa götürürdü. Aldığı paranın ne önemi var. Yaşına göre, onun için bir üretim ve yaşam biçimiydi tüm bunlar.
Ve babamın üstü başı ful, yasemin, karanfil kokardı!
Tıpkı İsa Çelik’in babası gibi…
O güzel babalar da, o güzel atlara binip gittiler.

BABAM

Elleri
Kurumuş ağaç kabuğuna benzerdi.
Anımsadıkça,
Şurama bir şeyler düğümlenir.

Taşçıydı.
Taşlık bahçelerde gün boyu
Balyoz sallardı.

Bize sevgisini bıraktı.
Başka bir şeyi yoktu.

Babalar pek anılmaz şiirlerde.
Annelerdir daha çok sözü edilen.
Beslenip barındıkları yere,
Bir sığınma duygusudur
Şairleri biraz da buna yönelten.

Yok benim de
Babam için bir şiirim.
Taşı,
Eğri durur bu yüzden



MUSTAFA KEMAL DÜŞÜNCESİNDE
ÇUKUROVA, KİLİKYA VE TOROSLAR
Mehmet BABACAN

Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünce ve eylemlerinde Çukurova, Kilikya ve Toroslar’ın dikkat çekici bir yeri vardır.
Aile köklerinden bir damarının Karaman yöresine uzandığını bildiğimize göre, Toroslar’a olan ilgisinde, genlerinin bir rolü var mıdır diye düşünmüşümdür hep…
Bu sıcak ilgi, Kurtuluş Savaşı öncesinden başlar, adeta gelecek yılların önsezisi gibi sürüp gelir.
Daha Suriye’de yıldırım Orduları Komutanı iken, Mersin’e kadar gelip, “Silahlarınıza sahip olun” uyarısında bulunuşu, “Ufkun ardını görebilme” yetisinin ürünü olduğu kadar, bu bölgenin taşıdığı öneme parmak basmaktır da belki…
Yani bölgemizin Anadolu’nun yumuşak karnı sayılabilecek kertede öneme sahip olduğunu söylemiş olabilir, uzak görüşlülüğüyle…
Günümüzde, İsrail Başbakanı’nın “Bizim gerçek güvenlik sınırımız Toroslar’dan başlar” deyişi, bu saptamayla örtüşmüyor mu?
Bölgemiz, Anadolu’nun yumuşak karnı sayılabilecek önemdeyse, Kıbrıs’ın stratejik konumunu, daha ulusalcı bir ciddiyetle düşünmek kaçınılmaz olmuyor mu?...
Mustafa Kemal Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı sonrasında ve yeni Cumhuriyet’in kurumsallaştırılması sürecinde, bölgemizi sık sık ziyaret edişini, uyarıcı söylemlerde bulunuşunu, perspektifsel bir yoğunluk içinde düşünmek gerekmez mi?
Sık sık dile getirilen “Mersinliler, Mersin’e sahip çıkınız” söylemi, yalnızca “Kentin sokaklarına dikkat ediniz” demek değildir elbet.
Kuşkusuz, modern bir kent yaratmak önemlidir ama sanki söyleme zengin anlamlar yüklenmiş, “Anadolu’nun tüm kıtalara açılan, bu uluslar arası ve evrensel kapısını iyi tanıyın ve taşıdığı önemi iyi kavrayın” demiş gibi gelir bana…
Atatürk’ün bu yöreye duyduğu ilgi, Toroslar’ın koynunda Adana, Tarsus, Mersin çizgisini izleyip, Kilikya üzerinde yoğunlaşırken, Silifke’de dikkat çekecek kadar odaklaşır ve modern bir çiftlik halinde somutluğa ulaşır.
Kuşkusuz yeni devletin yaratılmaya çalışıldığı o yıllarda, Anadolu koskoca bir köydür, ilkel bir tarım ülkesidir. Ülkenin başlıca üretim aracı ve yönetimi olan tarımı, araç gereç, bilgi beceri yönlerinden çağdaşlaştırmak için örnek olabilecek modern çiftlikler kurmak, elbette önemlidir ve Atatürk’ün başlıca amaçlarından biridir.
O nedenle, Silifke/Tekir Köyü’nde kurulmuş olan çiftliği bu açıdan değerlendirmek olasıdır ve de doğrudur. Ancak Mustafa kemal dehasının, yakın ve uzak erimli, başkaca amaçlar da seçmiş olabileceğini gözden ırak tutmamak gerekir. Çünkü Büyük Nutuk (Söylev) incelendiğinde görülür ki Ulusal Savaşımız, içteki ve dıştaki düşmanlara karşı, ikili bir mücadele halinde sürmüştür. İç düşmanlar, ne amaca hizmet etmiş olurlarsa olsunlar, yarattıkları ihanet cephesi, en az emperyalist çevre kadar uğraştırmıştır.
Ulusal Meclis’in açılışından başlayarak ortaya çıkmış olan muhalefet cephesinin ön saflarında bir Mersinli Selâhattin vardır ki Mustafa Kemal’in başkomutan olmaması için, hatta onu yurttaşlıktan çıkarabilmek için elinden geleni ardına koymamıştır. Mersin’in yüzkarası olan bu Selâhattin, Mersin’den çok Silifke üzerinde etkili olmuş, dişe dokunur bir kesimi de örgütleyebilmişti.
Öyle ki Atatürk’ün, çiftliğini ziyaret etmek üzere Taşucu limanına gelişinin birinde, bu gerici güruh, karaya çıkışını önlemeye kalkışacak kadar bile ileri gitmişti.
Koskoca Çukurova’yı bırakarak, dağ eteği bu küçücük yörede çiftlik kurmaktaki kararlılığı, tarımsal ekonominin geliştirilmesi amacını güttüğü kadar, ister istemez, sosyolojik kaynaklı hedefleri de seçmiş olabileceği izlenimini uyandırır…






DİBİNE DÜŞEN ARMUT
Özler YALÇINER KELECİOĞLU


Şiirlere, şarkılara, öykülere konu, dillere deyim olan ağaçlar, ağaççıklar, çalılar, çiçekler ve meyveler vardır, ceviz ağacı, armut ağacı, defne, mersin, sümbül, gerçemek, armut, elma ve karpuz gibi.
“Armut dibine düşermiş” denir halk arasında. Nereye düşebilir ki başka! Meyvesi armuttur armut ağacının, dolayısıyla ağacının dibine armuttan başka hangi meyve düşebilir! Elma düşecek değil ya, masallardaki gibi! Tadına doyulmayan, yüz kere bin kere dinlemekten bıkıp usanmadığımız keyifli, ders verici, akılda kalıcı o masalların sonunda gökten 3 elma düşerdi. Biri anlatanın başına, diğeri dinleyenin başına ve üçüncüsü armut ağacının dibine değildir kesinlikle.
Varsayalım ki bir başka meyve düşsün armut ağacının dibine; düşünsenize armut ağacının karpuz meyvelediğini. Armudun dibine düşen karpuz, nasıl da dilimize yepyeni bir deyim getiriverirdi: “Eşekten düşmüş karpuza dönmek” yerine “Armuttan düşmüş karpuza dönmek” diye. Söğüt dalına yuva yapan manda gibi, belki bu deyim de eğlenceli türkülere söz olurdu.
Armut ağacının dibine karpuz da düşemeyeceğine göre ya yine armut düşecektir ya da armuda dadanan ayıcıklar.
Söze önce meyvelerden başladık, şimdi sıra geldi ağaca. Hangisini ele alayım derken, en sevdiğim meyvelerden ceviz aklıma geldi. Ceviz deyince de Ceviz Ağacı ve Nazım Hikmet’i anmamak olur mu hiç! Ne diyor bakın, gönüllerimize taht kuran o ölümsüz üstat:

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

Nerden de geliverdi aklıma ve dökülüverdi bu dizeler! Şu “Başım köpük köpük bulut”, “içim dışım deniz”, “ihtiyar bir ceviz”, “Ne sen bunun farkındasın” sözleri aklıma getirdi babacığımı. Onu, elinde fotoğraf makinesiyle görür gibiyim Toroslar’da köpük köpük bulutların arasında. Dönüşte uğrar kesinlikle Taşmasa’ya seyreder içi dışı deniz Aydıncık’ı.
Bana, “Haydi bunu anladık da ‘ihtiyar ceviz” ve“Ne sen bunun farkındasın” tümcelerinin babamla ne ilintisi var,” diyenlerinizin olduğunu sezinler gibiyim. İzin verin, itiraf edeyim:
Hani bazı ünlüler çıkıp televizyonda kendilerini alkışlayan seyircilere yüzlerinde kocaman bir gülücük, mahcup bir ifade takınmaya çalışarak “Beni sizler var ettiniz” derler ya işte öyle bir şey.
Açıkça söylemek gerekirse başlangıçta, Gerçemek’te çıkan yazılarım sırf babamın emeğine destek çıkmak, yanındayım demek için karalanmış birkaç kelimeden ibaretti benim için. Şimdiyse durum çok daha farklılaştı. Vecihi Timuroğlu, Mahmut Makal, Müslim Çelik, Ali F. Bilir ve isimlerini şu an anımsayamadığım üstatların övgü dolu sözlerini babamdan duydukça göğsüm kabardı, kabardıkça da daha istekle yazdım babamın koltuklarını kabartmak için. Sanırım genlerimde varmış da ben bunun farkında değilmişim. Yazı yazmak ile ilgili doğal bir yeteneğim olduğuna inanmaya başladım iyice. Yazma yeteneğimin olduğu kanısına varmama katkısı olanlara hem minnettar hem de müteşekkirim.
Ama beni şimdi öyle bir korku sardı ki anlatamam. Siz, Taşeli yöresinin bağrından kopup gelen sanat dergisi Gerçemek okurlarına ve dergiyi çıkartmak için çabasını esirgemeyen babama karşı büyük bir sorumluluk hissediyorum. Keşke diyorum yazmak için vakit ayırabilsem de babamın her yazımı okuduktan sonra dergide yayımlanmadan önce gururla ve mutlulukla takdirlerini alsam, yıllar sonra bana taktığı lakabımı duysam kulaklarına varan ağzından. Bana hep “Armudum” dese.
Babam, “budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz” ağacı da olabilirdi Aydıncık’ta ya da yaylası Irmasan’da. İyi ki bir ceviz ağacı değil babam yoksa kimse farkında olmazdı o zaman onun yöre sevdasının ve de benim yazma yeteneğimin.
Nazımlar, Orhan Veliler ve pek çok şair dile getirmiştir İstanbul’a olan aşklarını. Babamsa yöresine duyduğu aşkını anlatıyor dergisiyle ve anlattırıyor eşe dosta, eli kalem tutan her Taşeli sevdalısına.
Benim canım babam, sevgili öğretmenim, Gülhane Parkı’nda yaşlı bir ceviz değil Gerçemekler diyarı Aydıncık’ta 60’lık delikanlı bir armut ağacıdır. Bense onun dibine düşen bir armut…



SEN BAŞKA GÜZEL

Tanrı boş zamanında yaratmış seni
Kaşın başka güzel sen başka güzel
Nebiler toplanıp çizmiş desenin
Gözün başka güzel sen başka güzel

Boyun servi gibi belin incecik
Yaşını bilemem yüzün gencecik
Tenine bakıyom narin tazecik
Elin başka güzel sen başka güzel

Neden seni tanımadım ben önce
Aklım gidiverdi seni görünce
Gecem gündüz oldu bir kez gülünce
Dişin başka güzel sen başka güzel

Vasıfım her güzelle olunmaz
Coşkun suyoluna tarla kurulmaz
Deli gönül sana zincir vurulmaz
Özün başka güzel sen başka güzel

12.01.2009
Vasıf ŞENTÜRK



Zamanın Gövdesinde
Öyle Bir Çentik

Doğum günüm yok benim
Kökleri derinde ahlarlar gibi
Sular da rüzgar da
Anımsamaz yılını
Zamanın gövdesinde
Öyle bir çentik

Dünyaya gelmemi
Hiç istememiş anam
Başında bissürü horanda
Çok uğraşmış düşürememiş
Yoksul evinde
Öyle bir düğüm

Böceklerin çakılların kardeşi
Tokurcun gölgelerinde
Yan yanadır tospağaların
İzleriyle ayak izlerim
Anızların dikenlerin kanattığı
Öyle bir öykü

Mehmet BAŞARAN
(Pir Sultan Ölür Ölür Dirilir,S.61)






ÖPÜCÜK DİLİ
Celâl TAŞKIRAN

Dil deyince akla konuşmak sonra da yazmak gelir. Biraz düşününce de tavır ve davranış yani yüz göz ve el kol hareket dilleri sıraya girer.
Öyle ya insan gözünü oynatıp yüzünü asınca ya da elini kolunu sallayıp tavır takınınca karşısındakine bir şeyler anlatmış olmaz mı?
Ben burada bütün bunların dışında bir başka dilden yani öpücük dilinden söz etmek istiyorum.
Nasıl mı? Şöyle:
Öpücük dili, öpme yoluyla insanlar arasında iletişim sağlar. Bu dille karşımızdakine çeşitli duygu ve düşüncelerimizi en açık ve en etkin biçimde iletebiliriz.
Örneğin beklenmedik bir başarıya ulaşan bir yakınımızı “alnından öpsek”, onu “kutlamış” oluruz.
Uzakta bulunması nedeniyle uzun süredir göremediğimiz, bizden küçük bir yakınımıza bir mektubu “gözlerinden öperim” tümcesiyle bitirince ona olan “özlemimizi” dile getirmiş oluruz.
Anne çocuğunu “yanaklarından öpünce”, ona olan “sevgisinden”dir, kuşkusuz.
Sevgililer niçin dudak dudağa öpüşürler? “Aşklarını” birbirine söylemek için değil mi?
Kucağına aldığı torununu “gıdığından öpen” bir dede, onunla “oyun oynamak” istediğini ortaya koymaz mı?
Durun, daha bitmedi.
Genç bir insan, yaşlı birinin “ellerinden öpünce” ona “saygısını” göstermiş olmaz mı?
Karşımızdakine “yalvarmak” için ona “elini ayağını öpeyim” demez miyiz?
Benim şimdi aklıma gelenler, bu yedi tür öpücük dili. Kuşkusuz, sizin de bunlara ekleyecekleriniz vardır.
Felsefe kitaplarında insan, “ düşünen bir hayvan” olarak tanımlanır. Buna karşılık ben de insanı, kendi anlayışım doğrultusunda şöyle tanımlamak istiyorum:
“İnsan çok dilli tek yaratıktır. Ne dersiniz?



TOROSLAR’DA AĞAÇ OLMAK
Mustafa SAĞLAM

Toroslar güzel yerdir başını şöyle bir alıp çıkmak, hoş bir gezinti yapmak için. Özellikle, sabahları bambaşkadır havası, güneşi. Denizin öte başından güneşin doğuşunu seyretmek insana ayrı bir haz verir. Önce, altın yığını gibi, sarıya yönelik bir kırmızılık kaplar denizin yüzünü; sonra yavaş yavaş toplanıp parlak bir top oluşur gökyüzüne yükselen.
Yalnızca denizi, güneşi değil tabi, doğası da özeldir buranın. Hele kıyı Toroslar’ın kendine has bir ekolojik yapısı vardır. Öteki yörelerden çok farklıdır bitkileri. Hiçbir yerde karşılaşmadığınız bitki örnekleriyle karşılaşırsınız Anadolu’nun bu kısımlarında. Toroslar’ı Toroslar yapan, biraz da bu kendine has bitkileridir zaten. Itırlı bitkilerdir çoğunluğu.
Her mevsim, açan bir çiçek veya açmaya hazırlanan bir tomurcuk görürsünüz muhakkak. Yılın hangi ayında, günün hangi saatinde yürüyüşe çıkarsanız çıkın, bir çiçek kokusu gelir burnunuza. Yılın en kurak günlerinde bile böyledir bu. Örneğin, eylül gelip, ortalığı tam bir güz havası basmışken bir de bakmışsınız ki kum zambakları açıvermiş kum tepelerinde. Zakkumların yanı başında sıralanıp gitmişler beyaz beyaz. Hepsi, birer gelinlik giymiş gibidirler. Çevreye apayrı bir güzellik verirler deniz yeliyle süzülürken. Bir bahar günündeymiş gibi hissedersiniz kendinizi.
Toroslar’ın başka bir özelliği, nereye giderseniz gidin Antik Kilikyalıların bir iziyle karşılaşırsınız; en iyi taraflarından biri de bu. Yanı başınızda varlıklarını hissedersiniz Arzavalıların, Luvilerin. Nefes alışlarını, ayak seslerini duyar gibi olursunuz hep. Asla yalnızlık çekmezsiniz yıkıntıların arasında gezerken filan. Toroslar’ın bir ayrıcalığı da budur işte.
Fakat hep böyle olmaz tabi; makiliğin içine doğru daldıkça hiç beklemediğiniz bazı başka sesler de gelmeye başlar. Gerçi bunlar sesten çok iniltilerdir, sızlanmalardır. Nerden geldiklerini fark edemezsiniz ilk anda; anlayabilmek için bir hayli başınızı çevirir durursunuz. Sonradan sonraya fark edersiniz ki, her ağaç, her dal, her budak, her çalı dile gelmiş, size derdini anlatmaya çalışmaktadır. Daha fazla bir şikâyet, bir yakınmadır bunlar.
İçlerinden birine kulak vermeye kalkarsınız; örneğin, zeytine çevirirsiniz bakışlarınızı. Sesi en çok yükselenlerden biri de odur zaten.
“Ooof! Of,” der. “Binlerce yıldır insanlara ürün verdim, besin temin ettim midelerine, onları sağlıklı kıldım, bedenleri güçlendi ama artık ömrümün sonuna geldim, bitiyorum; çünkü şimdiye dek, yörede yaşayanlarla barışıktık, dosttuk. Bizim değerimizi biliyorlardı onlar. Yardımlaşıyorduk onlarla. Örneğin Romalılar, Bizanslılar, bize çok iyi baktılar. Onlar bizi sevdi, biz onları. Onların zamanında çoğaldık, büyüdük, koskoca ormanlar meydana getirdik hep birlikte. Yüzlerce, binlerce işçi çalıştı meyvelerimizi toplarken. Limanlardan, durmadan zeytinyağı taşıdı gemiler. Kilikya halkını beslediğimiz gibi daha başka nice milletlere de yettik.
Ama zamanla hepsi unutuldu bunların. Ne bize önem veren kaldı ne de besinlerimizden yararlanmayı bilen. Tamamıyla sırtını döndü insanlar. Kendi başımıza kaldık asırlar boyu. İçinde yaban hayvanlarının yaşadığı vahşi bir orman olup çıktık. Bakımlı birer zeytin bahçesi olduğumuz günler tarihe karıştı. Duvarlar yıkıldı, köklerimizdeki topraklar sıyrılıp aktı gitti. O bize, biz ona sarılamaz olduk, kayaların çatlaklarında zor tutunuyoruz artık.
Buna da razıydık her şeye rağmen; varlığımızı sürdürüyorduk en azından. İnsanlar tarafından önemimizin kavranacağı günü bekliyorduk. Umudumuz sürüyordu. Ama bir türlü geri gelmedi beklediğimiz o mutluluk dolu günler. Bundan sonra gelecekse de bizim dayanacak durumumuz kalmadı. Görüyorsunuz şu halimizi.
Önce en irilerimizden başlayarak, kesip kesip odun yapmaya girişti insanlar. Dallarımızdaki meyvelere filan bakmadan vuru vuruverdiler baltayı. Yalvarmalarımıza yakarmalarımıza kulak asan olmadı hiç; gövdelerimiz serildi kaldı yerlere. Kırıldı döküldü daha nice yıllar meyve verecek o sağlıklı dallarımız.
Diplerimizden yeni filizler verdik; umutlarımız sürsün, soyumuzun devamı sağlanabilsin diye. Onlar da yaşamadı; kıl keçilerinin dişleri arasında can verdi o tazecik, korumasız sürgünlerimiz. Bir santimcik olsun büyümeye fırsat vermediler onlara. Bir dövüşçünün, rakibinden esirgemek için elini yüzüne kapattığı gibi dışlarımızı dikenlerle kaplayıp birer çalı olup çıktık hepimiz. Kirpi yumaklarına döndük tam. Dayanabilenlerimiz dayandı, dayanamayanlarımız kurudu gitti daha fidan yaştayken. Halimiz bu bizim.”
O susmadan defne alır sözü:
“Ben ki bir zamanlar evlerin bahçelerini, şehrin caddelerini süslerdim; kokuya boğardım sokakları. Simgesiydim savaşta kazanılan kahramanlıkların. Benim yapraklarımdan taç yaparlardı Roma İmparatorları başlarına. Hatta ozanlar, sanatçılar, doktorlar saçlarının üstüne taç olarak kondururlardı beni. Demek istediğim, baş üstünde yerim oldu binlerce yıl.
Albenilerini artırmak için kokularımdan yararlandı güzelliğini sergilemek isteyen kraliçe, prenses, kadın, kız. Yapraklarımla yemeklerini tütsülendirdiler saraylarda, konaklarda. Ağızlarına ferahlık verdim; bir şölene döndürdüm sofralarını.
Genç kız oldum; sevgilisiydim Apollon’un; bir tanrı bile âşık olup peşimden koştu beni elde edebilmek için. Kaça kaça yoruldum; ancak bir ağaç şekline girdim de kurtulabildim ondan. O da, bana kavuşamayınca sazının tellerine döktü aşkını.
Şimdiyse, kimse doğru dürüst tanımıyor beni, önemimi bilmiyor. Farkında değiller insanlara ne kadar yararlı olduğumun. Gövdemi odun olarak kullanıyorlar sadece. Birazcık öğrenilebildiğim yerlerdeyse, yapraklarımdan üç kuruş kazanabilme uğruna kökümü kazıyıp çıktılar. Yapraksız kalan gövdelerim kurudu gitti budana budana. Kıl keçileri, öteki ağaçlara olduğu gibi bana da gündışlık(*) verdiği yok zaten.
Çiçeklerim, hoş kokular saçamayacak; tohumlarımı döküp, neslimi devam ettiremez hale geleceğim yakında. Yöredeki varlığım sona erecek. Adıbelli(**) unutulup gideceğim.”
Defne, sözünü bitirir bitirmez, sandalın sesi yükselir yanından.
“Ya ben,” der hemen. “Benim başıma gelenler sizinkinden farklı mı sanki? İnsanoğlu, hastalıklardan kurtulmak için binlerce yıl benden yararlanmadı mı? Pek çok acının, derdin elinden kurtarmadım mı onları? Sert kerestemi kullanarak yapmadılar mı evlerinin divanını, masasını, oturağını, kapısını? Odalarının içini güzel kokularla doldurmadım mı? Her nefes alışlarında ayrı bir ferahlık vermedim mi içlerine?
Ama sonunda, ötekilerle birlikte beni de unutmadılar mı? Bu yüzyıllarda, varlığımdan haberi olan bile yok artık. Gözleri görmüyor o güzel rengimi filan. Hâlbuki değerimi anlayıp, benden yararlanmalarını ne kadar isterdim.”
Sesler çoğalır, bir yandan harnup ağacı, bir yandan çam, bir yandan menengiç, bir yandan piynar... Derken, arttıkça artar şikâyetler. Yüzlere, binlere ulaşırlar bir anda.
“Daha da kötüsü,” derler, “bütün bölgeye yayılıp ağaç yutan şu dev, metal aletler canımıza okuyor hepimizin. Kökümüzden söküp söküp atıyor bitki, ağaç, yeşil namına ne varsak. Yani binlerce, on binlerce yıl yaşadığımız, pek çoğumuzun anavatanı olan topraklardan sürüp çıkarıyorlar bizi. Sürülen yalnızca biz bitkiler olsak iyi ya; bizimle birlikte yaşayan sayısız hayvan da var, yok olup gidenlerin arasında. Yurtları, yuvaları bozuluyor; yumurtaları, yavruları taşın, toprağın derinliklerinde kalıyor, yer altüst oldukça. Bölgedeki yaşamlarına son veriliyor.”
Orda durur, daha ileri gitmekten vazgeçersiniz hemen; anlarsınız ki bu güzelim makilik çok dertli. Sahip olduğu böylesine ideal bir iklime karşın, o da mutlu değil. İnsanlar, kendilerine bin bir türlü yararı olan bu bitki topluluğuyla barışık olmayı becerememişler bir türlü. Hepsi, eskiye özlem duyup duruyor.
Gezinti, gezinti olmaktan çıkar; koyu bir karamsarlığa boğulursunuz dönüşünüzde. Ve kendinize sorarsınız ister istemez: Sayısız nimetlerin kaynağı olan bu topraklarla neden dost olamıyoruz biz? Uğruna onca şehit verip, kanımızı döktüğümüz halde neden gerçek sahibi olamıyoruz bu memleketin?

Gündışlık vermemek (*) : (Nefes aldırmamak, fırsat vermemek)
Adıbelli (**) : (İyiden iyiye, tamamen)



ANAMUR’DA ESKİ BİR KÖY SEYİRLİK OYUNU: AŞŞAM
Nevzat ÇAĞLAR

Köy seyirlik oyunları, köyde yaşayan insanların her hangi bir kural tanımadan o esnada orada bulunan insanlara sergilenen oyunlardır. Bu oyunlara halk tiyatrosu adı da verilir. Oyunların geçmişi yüzyıllar öncesine kadar gider. Oyunlar oynanış amaçlarına göre ritüel niteliklere sahip, belirli bir takvimde oynanan oyunlar ve evlenme törenleri gibi çeşitli toplantılarda eğlence amacıyla oynanan oyunlar olarak ikiye ayrılabilir. Ritüel nitelikli oyunlarda büyü, bolluk, bereket motifleri işlenir. Yakın zamanlara kadar oynanan oyunların bazılarında ritüel izler bulunmasına rağmen köylü bunların anlamını bilmemekte eğlenmek için oynadıklarını belirtmektedirler. Köyden kente göçler, köylere elektriğin ulaşmasına bağlı olarak televizyon vb iletişim araçları bu oyunların son yıllarda ortadan kalkmasına yol açmıştır. Ne yazıktır ki folklorun diğer alanlarında görülen hızla yok olma süreci seyirlik oyunlarımıza daha erken gelmiş; bu oyunlar günümüzden kırk, elli yıl önce ortadan kalkmıştır. Oysaki düğünlerde, çeşitli toplantılarda bir araya gelen insanlar yüzlerce yıl ataları tarafından oynana gelen oyunları oynayarak hem hoşça vakit geçiriyorlar hem de değişik kültürlerden etkilenerek süzülüp gelen kültür izlerini günümüze taşıyorlardı. Anamur’da yaptığımız araştırmalar sırasında geçmişte çok sayıda seyirlik oyunlarının oynandığını tespit ettik. Daha çok düğünlerde kına gecelerinde, düğün günü köy meydanlarında, uzun kış gecelerinde odalarda, yaylada işlerin olmadığı zamanlarda “Avare Beleni” adı verilen yerlerde, genelde erkekler arasında eğlenmek için oyunlar oynanmaktaymış. Katır oyunu, Gemi oyunu, Deve oyunu, Sınır taşı vb ilk akla gelen oyunlardır. Bu oyunlardan birisi de “Aşşam”dır. Bu oyun, Anamur’un uzak dağ köylerinden olan Kılıç köyünde günümüzden en az otuz yıl öncesine kadar oynanıyormuş. Kılıç köyü sakinlerinden Mustafa Gürbüz oyunun oynanışı hakkında bilgi verdi. Oyun erkekler arasında düğün günü oynanırmış. Oyunda görev alanlardan bir ya da ikisi oyunu önceden bilerek oynamış olabilir. Genelde bu tür oyunlarda seyircilerin en çok güldüğü oyuncular, oyunu önceden bilmezler. Acemi oyuncular seyirlik oyunlarında karşımıza çok çıkar.
Oyunculardan biri gelin kılığına girer. Beyaz sakallı ya da yüzüne un sürülerek beyazlaştırılmış, sırtına giydiği kepenek, kepeneğin üzerinde davar çanları, beline bağcakla yastık bağlanarak kamburlaştırılmış, kılcal pantolonuyla yaşlı bir koca; keçi kılından yaptıkları sakalı takan, ellerinde tüfek gibi kullandıkları sopalarıyla iki efe Aşşam oyununda rol alırlar. Meydanda çalgıcalar tarafından çalınan oyun havalarıyla gelin oynamaya başlar. Yaşlı koca gizlice kalabalığın arasından dalarak gelinin karşısına çıkar. Gelin ve koca birlikte oynarlar. Koca bir fırsatını bulup gelini kaçırmak ister. Bunu anlayan efeler ellerindeki sopalarla kocayı döverler. Belindeki yastığa vururlar. Bu sırada seyircilerden biri tüfek atar. Koca ve gelin vurulur. İkisi de yere yuvarlanarak ölür. Efeler gelinin yanına eğilerek “Aşşamı aşırdılar, ardını önüne şişirdiler” diyerek ağlamaya başlarlar. Düğün sahibi bir yiyecek getirir. Bu sırada koca ve gelin birden ayağa kalkar. Oyunda biter.
Oyunda görülen kız kaçırma ve ölüp dirilme motifleri bizi mitolojinin derinliklerine götürür. Bizlere düşen görev bu oyunları bilen kişilere bir an önce ulaşarak oyunları tek tek tespit ederek yazılı kaynak haline getirmek olmalıdır. Bir sonraki aşama da televizyon kanallarında arada bir örneklerini gördüğümüz şekilde yeni nesillere öğretilerek sahnelendirilmesidir. Somut olmayan kültürel miras çerçevesinde halk kültürünün bu ve buna benzer değerlerinin müze ortamına da taşınarak geleceğe aktarılması bir amaç olmalıdır.



DEMİRYOLU AŞKI
Celal Necati ÜÇYILDIZ


En çok türkü neden kara trene yakılmış biliyor musunuz? Yaya, katırlarla, atlarla aylar süren yolculuk birden birkaç güne sığıvermiş. Sevdalılar buluşuvermiş tez elden. Askerler onunla taşınmış bir uçtan, bir uca. Kara tren türkülere girmiş, ağıtlara girmiş. Sonra halay çekenler onu taklit etmişler. Katar olup, ele ele, önde eli mendilli kızımız gencimiz buluşacağı sevdasını yakalamak için hoplamış, zıplamış. Engelleri aşa aşa hedefe ulaşmış kara tren.
Otobüsle de ilgili birkaç türkü var ama o devede kulak. Geç kalmış o. Trenin arkasından gelmiş. Otobüsler hep kaza haberleri ile anılmış. Oysa trenler sevdalıların buluşma aracı.
Bütün dünya trenin nimetlerinden yararlanmış. Ama biz de otobüs, kamyon satma sevdası yüzünden hep dayatılmış. Önce teşvikler. Sonra tren seferlerinde ertelemeler. Ama hala ayakta kara tren.
Tren, demiryolunu bulunca odun, kömür ne bulursa atmışlar kazanına. Yürümüş, yürümüş. Hedefe mutlaka varmış. Hele o kurtuluş savaşında asker taşımış, cephane taşımış. Cumhuriyet sonrası ilk on yılda demir ağlarla örülmüş Anadolu. Sonra kamyon, otobüs lobileri canına ot tıkamış. Yatırımları durdurmuşlar. Üvey evlat işlemiş yapılmış. Deniz yollarlını da unutmuşlar. Karayolları yapımı, sonra sığmamış araçlar. Otoban yapmışlar. Hem de o kredi veren kuruluşların efendilerine. Yap işlet, devret. Paraları toplayıp, vergilerini mahsup ettikten sonra paylarını altın tepside sunmuşuz. O yetmemiş. Şimdi o hakları da özelleştirip tamamen verelim diyorlar. Çünkü süreler sona erecek. Yollar tamamen devletin olacak. Olur mu canım. Şimdiden satalım gitsin.
Taşeli, Eski İçel trenle hiç ama hiç tanışmadı. O Toros bellerini o kamyonlarla aşmaya çalıştı.
Onu hep hayallerinde yaşattı. 1984’li yıllarda Taşucu’nda bir Belediye Başkan Adayı Mehmet Ali Ünlü seçim bildirgesine koyduğunda hep gülüştüler. Oysa o bir sevda idi. Yıllar sonra o hayal; gerçekleşme aşamasına geçti. Devlet Planlamadan Mersin Liman Kalesine kadar demiryolu projesi onaylandı. Birileri düğmeye basacak, demir ağları serilip kara tren geçmeye başlayacak.
Şimdi de Karaman-Taşucu ayağı için uzmanlar çalışmaya başlamış. Konya’da bir haber gazetesinden alıntı yapılmış. Haberi okuduğumda 2002 yılında hazırladığım Eski İçel ulaşım raporunu anımsadım. Demek ki hayallerimiz gerçek olacak. Konya’nın tahılı, sanayi ürünü, Mut’un zeytini, fıstığı, Silifke’nin narenciyesi, sebzesi, narı, son yıllar üretime başlayan mermer ocakları. İşte onlar sevda ile demiryolunu ve kara treni bekliyor.
Yıllar önce yapılan Seka limanı bağlantı demiryolu olmadığından atıl durumdan kurtulup, işler hale gelecek. Taşucu’nun hamalistleri iş bulacak. Dağ, taş tren sesleri ile uyanacak. Cuf, cuf… Sonra bir düdük ötecek. Ben geliyorum. Toroslar’da keçiler ilk defa treni görecek. Önce ürkecek. Sonra o da alışacak. Sonra bindirilecek kara tren vagonlarına limanlara ulaşacak.
Ülkeyi yönetenler haydin elinizi çabuk tutun. Sevdalarımız yara oldu. Onlara merhem olun. Demiryolumuzu döşeyin artık. Kara treni özledik. Aşkımızı verin bize. O bize lazım. Sevdalıları çabuk buluşturun, sevaba girersiniz.


YÖREMİZDEN FIKRALAR
Doğan ATLAY

ÖLÜRSEN ÖÖL!
1960’lı yıllarda bizim Sakızlı’nın delikanlı oğlu hastalanır. Buralarda tedavi ettiremez, Ankara’ya götürür. Oralarda bildiği kimse yoktur. Sora sora İçel Milletvekili Mazhar Arıkan’ı bulur derdini anlatır, O da tanıdığı bir doktora gönderir. Doktor partici imiş ki:
“Hangi partidensin,” diye sorar.
Adam, “Halk partılıı, başka partı mı var,” der.
Doktor bakar kendi partisinden değil, hastaya bakmadan başından savar.
Dışarıya çıkınca oğlu, babasına sitem eder:
“A buba, şu senin particiliğin yok mu ya! Doktor, bakmadı işte, ben öleyin gayri!”
Babası da:
“Ölürsen ööl! Seni ölecek deyi ben partımdan vaz mı geçeceğin,” der.

YÖRÜ MEKTUBUM YÖRÜ:
Ermenek köylerinden birinden bir genç, İzmir’e çalışmaya gider. Ayni anda başka bir genç de İzmir’e çalışmaya gider. Yolda karşılaşırlar, arkadaş olurlar. Beraberce o yaz İzmir’de çalışırlar, biraz para kazanıp köylerine dönerler. Köylerine yaklaşınca kavil ederler; bu ilkbahar Hıdrellez’de Adana’ya çalışmaya gidecekler. Gencin birinin babası, oğlu biraz para getirdi ya; oğlunu evermeye karar verir. Kız bulduk, düğün ettik, derken Hıdrellez gelir. Gelir ama öbür köyden olan genç de gelir. Söz verdi dönülmez. Ne yapsın gerdek gecesi sabahı kalkar arkadaşı ile beraber Adana’nın yolunu tutar. Adana’da o yaz çalışırlar. Adana’da iş mi biter, güz gelir başka işler açılır, iş var iken çalışılır… Yaz, güz derken iki sene çalışırlar. İki senenin sonunda memleketlerini özlemeye başlarlar. (O zamanlar, köşe başlarında mektupçular olur, okuma yazma bilmeyenlere ücreti ile mektup yazarlardı) bir mektupçuya varıp dertlerini anlatırlar. Mektupçu hoş sohbet biri imiş ki yeni evlenen gencin babasına şu manzum mektubu yazar:
Yörü mektubum yörü
Haberini al da gel
Bir iken ik’olduk
Üç olduk mu sor da gel

Mektup köye gelir, bir bilene okuturlar bir şey anlamaz, bir başkasına okuturlar o da anlamayınca bunu bilse bilse Alevi (Ermenekli şair İhraki) bilir deyip İhraki’yi bulurlar… İhraki mektubu okuyunca tabii ne demek istediğini anlar, “Çocuğu oldu mu” diye sorar, “Olmadı” cevabını alınca şu karşılığı yazar:
Bu mektup eyi mektup
Böyle mektup gene yaz
Tohumun çürük çıktı
Kazan gel de gene kaz
ZEYTİN:
Ermenek yayla olduğu için zeytin ağacı bulunmaz. Bir güz günü ilk defa Mut’a gelen genç bir Ermenekli; Beci Köyü dolaylarında zeytini görür. Dalında simsiyah, pırıl pırıl zeytinleri görünce imrenir, zeytinin birisini koparıp ağzına atmasıyla aklı başından gider ( işlenmemiş zeytininki gibi bir tadı vardır) o anda:
“Hey Allahım, bunu yaratırken ha tadına bir baksan olmaz mıydı,” der.

BEN BU EŞEĞİN SIPASIYIN:
Ermenekliler bir kafile oluşturup son güz Karaman’a alış verişe giderler. Akşam olduğu için Bıçakçı Hanı’nda konaklarlar. Gece eşkıyaların baskınına uğrarlar, eşyalarını bıraktıkları ile kaçarlar. Gencin birisi kaçamaz eşeğin altına gizlenir. Eşkıyalardan birisi görür sorar:
“Ne yapıyorsun orada?”
“Ben bu eşeğin sıpasıyın.”
“Ulan eşek erkek!”
“Anam öldü de bubamıla gezerin” deyince, eşkıya güler genci bağışlar.




ÖYKÜ CANINI SOKAKTA BULANLAR
Mustafa B. YALÇINER

Bir poyraz dökmüştü, tükürüğü havada donduracak cinsten. Kaldırıp atmaya çalışıyordu balıkçıların bürünüp yattığı battaniyelerini. Küçük koyda demirli sandalsa, kayalara ha çarptı ha çarpacaktı.
Fırladı yerinden Kaptan. Kuma belenmiş battaniyesini silkelerken, poyraz savurdu onu ve döndürüyordu bir topaç gibi. Kaptan, kaptırmadı battaniyesini sert rüzgâra. Zorla da olsa, dürüp büktü ve koltuğunun altına aldı sarılıp yattığı emektar sevgilisini. Sonra da ayağıyla dürttü arkadaşını. “Uyan, İbrahim! Haydi, kalk. Poyraz çıkmış.”
Koştular sandalın yanına ve asıldılar ipine. Poyraz neredeyse atacaktı onları denize. Kaptan demir alırken, arkadaşı avucuna üflüyordu sıcak nefesini. Dönüp baktı Kaptan ve öfkeli bir ses tonuyla bağırdı ona: “Daha ne duruyorsun? Taksana kürekleri.”
Deryada şişe mantarı gibiydi, sandal. Kürekçiye değil de poyraza boyun eğiyordu. Bin bir güçlükle aştılar burunu. Biraz daha dingindi ağı döktükleri küçük koy. Toplamaya başladılar ağı. Balıklı yerini bir tarafa, boş kısmını diğer tarafa yığıyordu, Kaptan. Sandalsa sallanıyordu bir o yana bir bu yana. İrili ufaklı, rengârenk balık takılmıştı ağa. İki de lagos çıktı. Bir ara zorlanmaya başladı, Kaptan. Çekemiyordu ağı. “Allah, Allah! Ne oluyor buna yahu” diyordu. Ava bir zebella takılmış, gelmiyordu. İkisi birden zor çekti onu. Bir köpekbalığıydı, sandala çekip çıkardıkları. Ağı da yırtmıştı. “Gözünü fakirin ağına mı diktin, be köpek” diyerek söyleniyordu Kaptan. Ağı kurtarıp atıverdiler köpekbalığını denize. “Yine de fena değil, be Usta, kısmetimiz” dedi yardımcısı İbrahim.
Kürekler çıkarıldı. Kaptan motorun başına, yoldaşı da dümene geçti. Taktı kolçağı, döndürdü. Pat! Pat! Pat! Bir kez daha denedi. Çalıştı motor. Deponun kapağını açıp baktı, Kaptan. “Bu benzin bizi köye götürmez” dedi “petrol istasyonunun karşısına ancak varırız.” Yol alıyorlardı yavaş yavaş. Burunu aşınca, poyraz kükremeye başladı. Sandalın başı havalanıyor, pat diye yeniden düşüyordu suya. Deniz delirmiş, kabarıp taşıyordu. Coşup geliyordu sandalın üstüne üstüne dalgalar. Balıkçılar da sandalla bir iniyor, bir çıkıyordu. Sürekli de ıslanıyorlardı. Titriyorlardı. Donmak üzere olan parmaklarını koltukaltında ısıtıyorlardı. Deniz durmadan tükürüyordu balıkçıların üstüne başına. Kar fırtınasıydı sanki esen. Her ikisinin de yüzünde gözünde tuz tabakaları oluşmuştu. Böyle giderse, kardan adam değil, tuzdan adam olacaklardı.
İbrahim’in rengi attı. Sararıp soldu yüzü. Dayanamadı; uzandı güverteye, uzattı başını küpeşteden dışarıya ve başladı böğürüp püskürmeye. Onun o halini görünce, Kaptan çevirdi başını, neredeyse midesi oynayacaktı yerinden.
Benzinliğin hizasına gelmişlerdi. Kaptan çekti bir koya içi su dolu sandalı. “Haydi, İbrahim atla karaya da bağla şunu.” Arkadaşı sarhoş gibiydi, ip elinde güçlükle atladı karaya. Kaptan demiri attı suya, benzin bidonunu alarak o da çıktı.
Bidonu verdi İbrahim’e. Para da uzatarak “Haydi, benzin al gel” dedi. Yardımcısı tuttu petrol istasyonunun yolunu.
Kaptan, bir kayanın dibine çalı çırpı birledi ve ateş yaktı. Poyrazla alevler de denize doğru gidiyordu. Isınmaya çalışıyordu balıkçı, ateşin bir sağına bir soluna geçerek. Ceketini çıkardı, kolundan bir değnek geçirerek tuttu ateşe. Yükselen buharlar da koşuyordu geldikleri yere doğru. Biraz sonra giydi onu, bu kez de şalvarını kurutmaya çalıştı. Kurudukça o siyah şalvarda beyaz tuz lekeleri oluşuyordu.
İbrahim nefes nefese kalmıştı, geldiğinde. “Usta, benim acele bir işim çıktı, seninle gelemeyeceğim” dedi. Ne olduğunu sordu Kaptan ama yanıt alamadı. Yoldaşı, benzin dolu bidonu bıraktığı gibi koşmaya başladı karayoluna doğru.
Ateşin feri de geçmişti. Çiğnedi yanmakta olanları çizmesiyle. Üzerini de kapatıverdi kumla. Aldı bidonu, gitti sandalı bağladığı taşın başına. Çözdü ipi, asıldı sandalı ve atladı içine. Bidonu boşaltı depoya ve başladı asılmaya zinciri. Çıpayı çekti sudan, koydu pupaya.
Kolçağı taktı yerine, hızla döndürdü. İnatlaşmadı motor. Kaptan da geçti dümene, tuttu yekeden. Gemine asılınmış at gibi şaha kalkıyordu sandal. Bazen uçtan bazen de yandan köpüklü sular giriyordu içine. “Yarın ağın taksitini yatıracağım, otobüs gelmeden bu balıkları lokantaya mutlaka ulaştırmalıyım. Geç kalırsam, yarı fiyatına gider. Ölmek var, dönmek yok” diyordu Kaptan. Önden gelen dalgalar yüzünden zor ilerliyordu sandal. Yarılan dalgalardan yükselen tuzlu su, yağmur gibi yağıyordu teknenin içine. Sırılsıklam oldu, balıkçı. Saçından, kaşından, yüzünden süzülüyordu sular. Yağmurda ıslanmış tavuğa dönmüştü. Soğuk dışını, korkuysa içini kemiriyordu.
“Uygun bir koy da yok ki bu taraflarda, sandalı bırakıp, balığı alsam gitsem. Sarp kaya sol tarafım. Hey, Allahım! Neymiş bu çilem! Kaç defa şu mesleği bırakıp gideyim şehre, bir fabrikada işçi olayım dedim ama olmadı işte. İki bebek bir de yaşlı ana. Kolay mı dört boğazı doyurmak şehirde, kolay mı sanki orada yaşantı! Ev kirasını ödeyemeyenleri atıveriyorlarmış kış günü sokağa. Isınmak da büyük dertmiş oralarda. Çalı çırpı toplayıp dışarıda ateş de yakamaz, yemek de pişiremezmişsin. Tüp gaz almak gerekirmiş. Eh işte, kısmetimize razı olup kaldık buralarda.”
Dalgalar azdıkça azıyordu. Kaptan, ölümün nefesini ensesinde hissediyordu. Yapayalnızdı bu kudurmuş denizde. Başına bir iş gelirse, ölüsünü bile bulamazlardı da balıklara yem olurdu. Yalvarıyordu can yoldaşı sandalına: “Haydi, Derya Gülüm! Dayan, ne olursun dayan. Koyma beni yarı yolda. Sonra kim bakar anama, karıma, çocuklarıma! Neyim var ki benim senden başka. Sigortam da yok. Aylık da bağlanmaz onlara. Bu kahrolası düzeni, düzerken bozmuşlar! Haydi, gülüm! Bana senden başka kimseden fayda yok, sık dişini. Bırakma beni.”
Hem soğuktan hem korkudan titriyordu Kaptan. Yekeyi tuttuğu elinin parmakları morarmaya başlamıştı. İkide bir yer değiştiriyor, üşüyen elini sokuyordu koynuna. “Ha gayret! Yenilme dalgaya da soğuğa da. Ölmemek zorundasın. Giderken para bırakamadığın gibi bir de borç bırakacaksın. Hayır, ölmeyeceksin, hoşça kal dünya demek yok. Pes etmek yok, anladın mı, Kaptan” diyordu kendi kendine.
“Ne o? Beni aramaya gelenler var, galiba” dedi ve gözlerini ovuşturdu. “Delirdim herhalde. Kim gelecek be oğlum. Deli olan deli bile çıkmaz bu fırtınada denize.” Sandal tekrar havalandı ve düştü suyun yüzüne. Sağından solundan biraz daha su girdi.
“Ha gayret, gülüm. Şu burunu aştık mı kurtulacağız.” Ama dalgalar neredeyse yutacaktı sandalı da kaptanını da. Sürekli su giriyordu. Kaptan bıraktı dümeni. Aldı eline tenekeyi, boşaltmaya başladı sandalın suyunu. Çıkardı ayakkabısını. “Su daha sıcakmış” diyerek soktu onları içine. Birkaç teneke boşalttıktan sonra geçti dümenin başına.
Çaldır çaldır ediyordu dişleri. Tir tir ediyordu her yanı. Tuzlu suyun yaktığı gözleri de kan çanağına dönmüştü. Elbisesi çıkarılıp sıkılsa, bir kova su çıkardı.
Kaptan bildiği tüm duaları okuyordu. “Tanrım, beni düşünmüyorsan, evimdekileri düşün bari. Kim bakacak onlara. Biri yaşlı, diğerleri çocuk. Kadın başına ne yapabilir karım?”
Sinsi bir uyku sarmaya başladı Kaptan’ın bedenini. “Hayır, hayır! Kanmayacaksın bu derin uykuya” dedi ve ısırdı moraran parmağını. Ilık kan değdi dudaklarına.
“İşte, gülüm. Burun karşıda. Ha gayret!” Biraz daha gaz verdi motora. Suaygırına döndü sandal. Dörtnala gidiyor, zıp zıp ediyordu. Önden de yandan da su doluyordu sürekli sandala. “Bu daha tehlikeli” dedi Kaptan ve kıstı motorun gazını. Dev dalgalar bıkıp usanmadan dövüyordu sandalı.
Bir süre daha dayandı Derya Gülü azgın denize. Burunun ucunu aştığında, kocaman dalgalar artık yerini küçüklerine bırakmıştı. Ölüme yenilmediği için de mutluydu Kaptan ama bitkindi.
Limana ulaştığında, boşalıverdi balıkçı kahvehanesi. Koştular Kaptan’ın yardımına. İbrahim de aralarındaydı. Kaptan ona,“Neden kaçtın? Neden yalnız bıraktın beni” dedi kırgın bir ses tonuyla. “Ben canımı dağda bulmadım, bu fırtınada ancak deliler kayıkla gelir. Ben senin gibi değilim, seninki delik, hem de zır zır delilik” oldu İbrahim’in yanıtı da…